Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Özbek Hikâye ve Kıssaları», sayfa 4

Yazı tipi:

SAİD AHMED (1920-2007)

Özbek edebiyatının öncülerinden biri olan Said Ahmed, 10 Temmuz 1920’de Taşkent’te doğdu. Ortaöğretimden sonra gazetecilik ve yazarlık yoluna girdi. Gazeteler onun yüksek okulu oldu.

Gençlik yıllarında zamanın büyük yazarlarına hizmet etti.

İlk hikâye kitabı “Tartık” (Hediye) 1940 yılında yayımlandı.

İkinci dünya savaşını takip eden yıllarda çok eserleri yayımlandı. Bunlar arasında tiyatro eserleri de vardı. Bunlardan sahnelenenler arasında “Kelinler Kozgalanı” (Gelinlerin İsyanı) çok beğenildi.

Stalin devrinde SSCB’de, özellikle Türk ve Müslüman halkların aydınlarına uygulanan kıyımların ikincisinden payını aldı. “Halk düşmanı” diye damgalanarak hapishane ve kamplarda çile çekti.

Özbekistan’ın bağımsızlık günlerini yaşama mutluluğuna erişti.

5 Ararlık 2007’de Taşkent’te vefat etti.

Karagöz Mecnun
Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

Kur’ân-ı Kerimden: “Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.”

Bakara Suresi, 217. ayet


Hadis-i Şerif’ten:

“Cennete girecek on hayvandan biri bu Ashab-ı Kehf’in vefalı köpeğidir.”

Cami’ül-Kebir

Saadet ana sabah namazını kılıp seccadenin üzerinde uzun bir müddet oturdu. Bundan üç yıl yıl önce dünyadan göçen kocası Turab ustanın ruhu için Kur’an okudu. Rus şehirlerinde başıboş gezen oğlu Börühan’a insaf vermesini Allah’dan diledi. Bahtı açılmayan, gül gibi ömrü sonbahara dönen kızı Kumru’ya acımasını istedi, “o meleğin yolunu aç” diyerek Allah’a yalvardı.

Yaşlı kadın her sabah içinde bir eziklikle bu sözleri tekrarlardı. Elini uzatıp seccadenin bir köşesinden tutarak ayağa kalktı.

Eylül ayının sonu yaklaşmıştı. Sular duruydu. Arkların diplerinde çoluk çocuğun attığı fincanlar, çaydanlık kapakları, kaşıklar rahatça görünüyordu. Su kenarlarının ıslak olduğu, ekinlerin su aramadığı zamandı.

Komşu evlerden okula giden çocukların çıkardığı kargaşa, yaramazlıkları, annelerin yalvarıp yakarışları işitiliyordu. Yaşlı kadın bu sesleri biraz dinleyip başını salladı ve güldü.

Saadet gençliğinde çok güzel bir kızdı. Saçları baldırlarına değerdi. Taradığı zaman şimşir tarak tutan elleri saçının ucuna yetişmezdi. Yarısını ayırıp bir tarafını tarardı. Ablası bu saçları kırka ayırıp örer, yine bir kısmı kalırdı.

– Eh, bıktım senin saçından. Ellerim uyuştu. Saçını ördürmek için adam tutmak lazım, derdi ablası.

Yolda Amerikan ayakkabılarını gıcırdatarak, saçlarını oynatıp yürüdüğünde bakan da bakardı, bakmayan da. Küçük kızlar arkasından gelip saçlarını gözlerine sürüp kaçarlardı.

İşte yıllar geçmiş, saçı hem ağarmış hem de seyrekleşmişti. Yine de öyle uzundu. Uçlarına birşeyler takmasa dağılıp boynunu omuzlarını kaplardı. Bu sebepledir ki o saçının ucuna “hırsız yakalayan” sandığın anahtarını asardı. Sandığı açarken anahtarı saçından çıkarmazdı. Saçı uzun olduğu için diz üstü çöktüğünde anahtar rahatça kilide yetişirdi. Şimdi yeni evlerde sandık alma adeti yoktu. Bütün evlerde süslü, gösterişli kadınlar vardı. Bunun yanında bir de sandığı “di-ring” diye açan anahtarları yapan ustalar da kalmamıştı. Yaşlı kadının saçları hala gençliğindeki gibiydi. Yalnız yarısından fazlası ağarmıştı. İki örgü yapıp arkasına attığı, uçları birleştirilmiş saçının ucuna eşinin cepheden getirdiği ağır madalyasını asmıştı. Hazır tokası da vardı, saçını aşağı çekerdi.

Avlunun yarısına yakın yerine bozuk para kadarcık bile güneş düşürmeyen yaşlı dutun yaprakları sararmaya başlamıştı. Kuruyan dalına baharda takılıp kalan uçurtmanın kamış çubukları iskelet gibi kalmıştı. Yalnız uzun kuyruğu rüzgârda yılan gibi dolanırdı.

O dutun altında bembeyaz bir köpek, süpürgenin üstüne yatmış uyuyordu. Küçücük, belinde belkuşağı gibi, biri siyah, biri de kahverengi iki çizgisi vardı. Sanki birisi mahsus boyamış gibi görünüyordu. Burnunun ucuyla iki gözü kapkaraydı. Bir gözünün üstünde kalkık kaşı vardı. O, kadının ayak sesiyle bir gözünü üşenerek açtı ve yarım yamalak gerindi. Tekrar uyudu.

– Ha, canının kıymetini bilmedin geberesi! Süpürgeyi de mahvettin.

– Bırak kızma ablası, Karagöz daha çocuk işte.

– Ne diyorsun anneciğim! Ben şu geberesi köpeğin niye ablası olacakmışım, dedi Kumruhan ağlamaklı bir sesle.

– Eğer Karagöz’e yine süpürgeyle vurursan, ona taş atarsan bil ki kardeşlerine giderim.

– Vay, anneciğim! Canı çıkası köpek insandan kıymetli mi? Şu köpek yüzünden bizi bırakıp gidecek misin? Bırak ya!

– Onunla avunuyorum. Nereye gitsem yanımda. Bir adım bile uzaklaşmıyor. Söyle bana, erkek kardeşlerin, kız kardeşlerin haftada bir haber alıyorlarsa alıyorlar, olmasa o da yok. Hastanede yattığımda şu köpekceğiz göğsünü kara yaslayıp bir ay pencere altında yatmış. Siz konu komşunun zoruyla bir iki haber sordunuz, o kadar.

– Anneciğim bırakın şimdi, dedi Kumru itiraz ederek.

Köpeğin bir kulağında, boynunda, ayaklarında kan kurumuştu. Yaşlı kadın:

– Ahmak! Nerelerde serserilik yaptın yine? Yine üçkâğıtçılık yapmaya mı gittin? Mecnun olup gittin. Kendine dikkat et. Dişi peşinde koşmaktan iyice kendini kaybettin. Canın sağ olsun, derisi yüzülmedik yerin kalmamış. Kabahat sende. Mecnun, yaralarına merhem süreceğim ama feryad etmeyesin.

Kumruhan köpeğin boynuna bastı. Yaşlı kadın yaralarına tentürdiyot sürmeye başladı. Köpek inliyordu. Kumruhan’ın ellerini ısırmaya çalışıyordu.

– İşte oldu. Şimdi yiyeceğini verelim.

Oğlu bir aydan beri devamlı yaşlı kadının düşlerine giriyordu. Ne yattığından ne de yürüdüğünden zevk alabiliyordu. Oğlunu düşündükçe düşünüyordu. Yaşı seksene yaklaşıp güçten kuvvetten de düşmeye başlamıştı. “Oğlumu görmeden ölür müyüm” diye yanıp yakılıyordu.

Oğlu Börühan bin dokuz yüz altmış yedi yılında askere gitmişti. Askerliği bitirdikten sonra da eve dönmemişti. O taraflarda evlenip çoluk çocuk sahibi olmuştu. Bazen ondan telgraf dedikleri iki parmak boyunda mektup gelirdi. Son onbeş yıldır adresini mi unuttu nedir, hiç yoktan iyi olan o Rusça mektup da gelmez olmuştu.

Yaşlı kadın konu komşuya da çıkmazdı. Evde oturup kan ağlardı. Bazen üst başını aceleyle toplayıp oğulları veya kızlarından birinin evine giderdi. Gittiği yerde de rahat edemezdi. Kızı Kumruhan’ı düşünerek hemen geri dönerdi. Kumruhan’ın talihi iyi gitmemişti. İki kere evlenmiş, çocuğu olmamış, dönüp gelmişti. Bir yerlerde çalışıp avunayım dese bomboş eve, yaşlanıp beli bükülmüş annesine kim bakardı. Ağabeyleri, erkek kardeşleri, kız kardeşleri “abla, bırak, çalışma, geçimin bize ait. Annemize bak” demişlerdi.

Yaşlı kadının oğulları, “bizde kal anne” diye Allah için yalvarsalar da “babanızın cenazesinin çıktığı evi bırakıp gidemem. Benim de cenazem bu evden çıksın” diyerek kabul etmezdi.

Yaşlı kadın çok bilgiliydi. “Çocuklarım haftada birer gün arayıp sorsalar yedi gün evim dolar. Elbette onlar da elleri boş gelmezler. Bu bahaneyle Kumru da vakit geçirmiş olur” diyerek kıymetli evinden ayrılmazdı. Anneler böyle bahtı yaver olmayan evladıyla birlikte olurdu.

Geçen yıl heyecanlı, elinden her iş gelen torunu Enver-can, “dayımı bulup geleceğim” diye yola çıktı. Gittikten yirmi gün sonra haber getirdi. Bu sözü duyan komşu kadınlar, yaşlı kadını kutlamak için geldiler.

– Nineciğim, üzülme. Dayımın işleri “beş numara”. İşleri yolunda; geçim sıkıntısı yok. Üç çocuğu var. Özbekçeyi unutmuş. Benimle Rusça konuştu. Bir tane sağılan keçisi, dört tanesi kocaman çuval gibi on domuzu varmış. Kış bastırdığında hayvanlarını da eve alıyorlarmış. Bidonlar dolusu içki hazırlayıp kışın içiyorlarmış. Köydekiler dayımı “Börühan” değil “Borya dayı” diye çağırıyorlarmış.

Bu sözleri işiten yaşlı kadın yer yarılsa içine girecekti. Kahrolası evladı komşu kadınların huzurunda bu sözleri söylemişti. Kimseye laf söyletmeyen gururlu kadının dalı kırılmış, eşikten geçmeyip evde sürekli oturur olmuştu.

“Bu sıcakta daha ne kadar oturacağım” deyip bugün kızına gitmeye karar verdi. Yaşlı kadının niyetini sezen Karagöz kapının eşiğine oturdu. Son bir aydan bu yana bir yere gitmeyen Karagöz, bu sevinçle kendinden geçmişti. Başını bir tarafa eğip zıplıyor, “çabuk çıkmayacak mısınız” der gibi türlü sesler çıkarıp yalvarıyordu.

Yaşlı kadın acele etmiyordu. Rastık ekilen naylon seranın önünde çömelip sulu ve olgunlarının yapraklarını kökünden kopardı. Nihayet avucu dolunca reyhanın çiçek açmamış dallarından koparıp rastıklara katarak mendiline bağladı. O, kızlarına, gelinlerine ve kız torunlarına rastık götürürdü. Nihayet yaşlı kadın bohçasını koltuğuna alıp çıktı. Karagöz oturduğu yerden fırlayıp sokağa fırladı. Yaşlı kadın onun arkasından giderken “hey, bu kadar acele atme, biraz yavaş” diye söyleniyordu. Karagöz, onun sözünü anlıyor gibi yolun ortasında durup arkasına bakıyordu. Yaşlı kadın yetiştiğinde sevinerek kulaklarını kaşıyordu. Bir kulağını dikip birini düşürerek şımarıyordu. Arka ayakları üzerinde dikilip biraz bekliyordu. Yaşlı kadının gelişiyle birlikte yine oynayıp koşarak gidiyordu. Yolda karşılaştıkları serçeleri korkutup kovalıyor; kırmızımsı dilini çıkararak derin derin soluk alarak geri geliyordu. Ağaçlardaki güvercinlere zıplayarak havlıyordu. Arktan dilini şapırdatarak su içiyordu. Bisiklete binen çocukların arkasına takılıp uzaklaşıyordu.

Yaşlı kadın onun bu halleriyle oyalanıyor, ne kadar yol yürüdüğünün farkına varmıyordu. Karagöz, yem arayan “gak gak” diyerek yem arayan tavukları bağırtarak dört yana dağıtıyordu. Yolda karşılaştıkları köpeklerle dalaşıp kovalamaca oynuyordu. Yol kenarındaki evin eşiğinde durmaksızın havlayan fare kadarcık köpek yavrusunu toz toprak içinde bıraktı. Ark boyundan sökülüp atılan tenekenin gölgesinde yatan kurt köpeğine de gücünü göstermeye çalıştı, yaptığına pişman oldu. Kurt köpeği onu gerdanından ısırıp fırlattı. Yolun ortasına düştü, toprağa belendi.

Yaşlı kadın başını iki yana salladı:

– Hey, deli! Sana baban kadar köpekle uğraş diye kim dedi?

Karagöz ona aldırmadı. Yolun bu tarafına üzgün bir halde yavaş yavaş geçti. Nihayet Karagöz köpekti, köpekliğini yapardı. Bir kara köpeğin kuyruğunu koklayıp açık duran bir kapıdan içeri girdi. Biraz sonra feryatları işitildi. Kapıdan çıkarken içeriden atılan eski ayakkabı belinin köküne düştü.

Ana yola çıktılar. Bu yolun sağ tarafı Çırçık’a, sol tarafı Taşkent’e giderdi. Önde giden Karagöz, “ne tarafa gidelim?” der gibi yaşlı kadına baktı.

– Abdümelik ağana mı gidelim, Dilber ablana mı? Dilber ablan apartmanda oturuyor. Köpeklerden hoşlanmaz. Seni evine sokmaz. Ne yapalım? Tamam, onlara gidelim. Yatıya kalmayız. Ben çıkıncaya kadar avluda çocuklarla oynarsın.

Karagöz bu sözleri anlıyordu. Her seferinde sokağın başına geldiklerinde yaşlı kadın bu sözleri tekrarlıyordu.

Uzakta yüksek binaların karaltısı göründü. Karagöz sabredemedi. Hızla ilerledi. Yaşlı kadın ona yetişemeyip bitkin düştü. Karagöz koşmuyor, adeta yuvarlanıp gidiyor gibiydi. Bir anda gözden kayboldu.

Üçüncü katın çocuk odasında oynayan çocuklar Karagöz’ü görüp “ninem geldi” diye bağırıştılar. Takır tukur koşarak merdivenin iki basamağını bir kerede geçerek, koşarak aşağı indiler. Birisi Karagöz’e şekerleme, birisi etlice bir kemik verdi. Bir anda avlu çocuklarla doldu. Karagöz’ün başını, arkasını sıvazladılar. O şımarıp durdu. Yukarıdaki odada Dilberhan göründü. “Anneniz geliyor” müjdesini alıp gelmişti. Karagöz’e şefkatle baktı. Ona şeker attı.

Nihayet yaşlı kadın derin derin soluk alarak geldi. Çocuklara kurutulmuş yoğurt, ceviz, dut kurusu, kuru üzüm dağıttı. Karagöz de ümide kapılıp eline baktı:

– Sana yok vefasız! Beni yolda bırakıp gitmişsin. Arkandan bitkin halde koşmaktan dilim ağzıma sığmaz oldu.

Karagöz, hatasını kabul eder gibi başını eğdi. Yaşlı kadın ona şekerleme attı. Karagöz tutup aldı ve sevinçle avludan rüzgâr gibi dışarı çıktı. Yaşlı kadın akşama kadar kızıyla dertleşip sohbet etti. Oğlunu hatırlayıp gözyaşı döktü. Kumru’nun talihsizliğinden, “benim başıma bir bela gelse o zavallı ne yapardı” diye hayıflandı. Söz arasında karagöz aklına gelip “yiyecek miyecek verdin mi” diye soruyordu. Yaşlı kadın, ikindi namazını kılıp aceleyle yola çıktı.

– Şimdi gideyim. Akşam namazını evceğizimde kılarım.

– Yemek hazırlıyorum anneciğim, yiyip gidin. Bir akşamcık yatıya kalsanız da gitseniz ne olur sanki. Evinizi kurtlar mı yer!

Yaşlı kadın bohçasını koltuğuna alıp aşağı indi. Avluda çocuklarla neşe içinde oynayan Karagöz’ün canı gitmek istemiyordu. Çocukların tükürüp fırlattığı sopayı otların arasından bulup getiriyordu.

Yaşlı kadın yola düştü. Karagöz arkasına takılıp atlaya zıplaya, gah onu geçerek gah arkada kalarak kulaklarını kaşıyarak duruyordu.

Evde Saadet anayı yıllarca kalbinde biriken kederini dağıtacak, göğsüne dağ gibi çöken hüzünlerini ufalayıp dağıtacak cihana değer bir yenilik bekliyordu. Evine yaklaştığında kapısının önünde o yana bu yana aceleyle yürüyen insanları görüp yüreği ürperdi. Kapının önündekiler ona “Hayırlı olsun, sevindiniz değil mi? Yaşlılıkta gönlünüzün aydınlanması mübarek olsun” diyorlardı.

Yaşlı kadın hacca gidenlere emekli aylığından artırıp biriktirdiği paraları “Hacc-ı bedel”1 için vermişti. “Haccınız kabul oldu diye müjde gelmiş olsa gerek, sana şükürler olsun Allahım” diyerek eşiği geçti.

Dalına kocaman lamba asılı dut ağacının altında yaşı altmışdan fazlaca bir yabancı adam oturuyordu. Onun gözleri… Bundan otuz iki yıl önceki Börühan’ın gözleriydi. Yaşlı kadın “vay evladım” diyerek ona doğru hareketlendi. Avluda sofra kurdukları yere koşarak mı vardı, uçarak mı kendisi de bilmiyordu. Oğlunu bağrına bastı. Ondan içki ve mum yakılan ev kokusu geliyordu. Yaşlı kadın bunun farkında değildi. Kaybettiğinin burada olmasının şaşkınlığı içindeydi. Sersemlemişti, bahtiyardı. Oğlunun başına, omuzlarına gözyaşları dökülüyordu. Oğlu onun bağrından çıkmaya çalışıyor ama yaşlı kadının kupkuru kemikli, güçlü elleri onu bırakmıyordu.

– Nu zachem, zachem plachesh, mama, vot i priexal, xvatit, xvatit2, diyordu oğlu Rus dilinde. Annesi ise bu sözleri işitmiyordu. Zaten işitse de anlayamazdı.

Yaşlı kadın kendine gelip oğlunu bağrından bıraktı. Şaşırıp kalan Kumru’ya:

– Ne aptal aptal bakınıyorsun? Kasap Rahman’ı çağır. Oğlumun ayağının altına ağıldaki koyunu kessin! Komşularda telefon var; ağabeylerine, kardeşlerine, kızkardeşlerine “ağabeyim geldi” diye haber ver, dedi.

Karagöz, yaşlı kadının ayağının altına oturmuştu. Bu yabancıya rahat vermiyor, durmadan homurdanıyordu. Yaşlı kadın oğluna:

– Nerelerdeydin? dedi. Oğlu, annesinin ne dediğini anlamayıp omuzlarını oynattı.

Annesi:

– Anlamadın mı? Sen başka biri olup çıkmışsın.

Yaşlı kadın onun yüzüne bakınca keyfi kaçtı. Yaşlanıp yolun sonuna gelmişti. Alnına o tarafların tesiri vurmuş, Özbekliği kalmamıştı. Elli yaşındayken sanki yetmiş yaşında ihtiyar olup kalmıştı.

Rahman kasap neredeyse bulunup geldi. Yol tarafında birkaç arabanın gürültüsü, kızlarla oğlanların sesleri işitildi.

Abdumalik önüne bir koyun katıp getirdi. Kızları, güveyleri karton kutularda, torbalarda elma, üzüm, çeşitli meyveler alıp getirdiler. Bir anda avlu kalabalık oldu.

Börühan erkek kardeşlerini de kız kardeşlerini de tanımadı. Onlar da bunu tanımadılar.

Börühan, yabancı birinin evine gelmiş insan gibi kimseye yaklaşmıyordu. O erkek kardeşlerine, kız kardeşlerine ne diyeceğini bilmiyordu. Doğrusu ne diyeceğini biliyordu. Ama dillerini bilmezse ne yapsın? Düşünüp düşünüp Rus diliyle “selam” dedi. Ciğerpareleri gülseler mi yoksa ağlasalar mı bilemeyip şaşırdılar.

Kasap, ağıldan bakımlı, kocaman koyunu sürüyerek çıkardı. Börühan’ın ayağının altına yatırıp “kardeşim, hadi bir Fatiha okuyun. Ah, nasıl da Özbekçe bilmediğinizi unuttum. Hadi âmin deyin. Yaşlı anamızın ömrü uzun olsun; kaybettiğinin bulunduğu gerçek ve hayırlı olsun, âmin!” dedi.

Kasap böyle söyledi ve koyunun boğazına bıçağı çaldı. Börühan yine Rusça:

– Peki, ama neden? Ben et sevmem. Biz kuzu eti yemeyiz, dedi.

Yaşlı kadının avlusu ta gece yarısına kadar düğün evine döndü. Dağılma vakti gelince Abdumalik ağabeyini evine davet etti.

Avlu sessizliğe gömüldü. Kumru, ana oğul için avluda yer hazırladı. Yaşlı kadının oğluna dikilen gözlerine uyku girmedi. Börühan doyasıya içmişti. Ağzından “gurk gurk” içki kokusu geliyordu. Yaşlı kadın başörtüsünün ucuyla burnunu kapatmış oturuyordu. “Gerçekten bu adam benim oğlum mu” diye düşünüyordu kadın. Yaşlanmıştı, saçları dökülüp başının yarısı çıplak kalmıştı. Onun yüzünde çok içki içen adamlardaki gibi bir nursuzluk görülüyordu. Gözlerinin altı morarmış, dişleri tütünden dolayı kahverengi bir hal almıştı. O babasının yaşayıp göçtüğü evde, kendisini doğuran anasına, ciğerparelerine yabancı olmuş, kayıtsız yatıyordu.

Saadet kadın onu bebekliğinde aynen bu bahçede beşiğe belemiş sallıyordu. Üç yaşına girdiğinde bu bahçede bağrına alıp yatırmıştı. Börühan tostoparlak bir çocuk olmuştu. Onu nazardan korusun diye giysilerine muskalar ve nazar boncukları takardı. Gönüller sultanına adak adayıp saçını uzatmıştı. Altı yaşına girdiğinde karı koca Türkistan’a götürüp Yesevi türbesinin şeyhine adaklarını verip saçını kestirmişler, koyun kesip ziyafet vermişlerdi.

Börühan yattığı yerde bir tarafından diğer tarafına döndü. İşte… O sırada onun üstündeki bembeyaz çarşaf sıyrılıp omuzları, göğsü açıldı. Yaşlı kadın vücudunu akrepler sarmış gibi ürperdi. Kendini geriye attı.

Börühan’ın boynundaki zincirin ucunda haç parlıyordu. Yaşlı kadının gözleri yuvasından dışarı fırladı. Bir an şuurunu kaybetti. Deliler gibi sıçrayıp kalktı ve balkon tarafına çekildi.

Börühan, askerlik görevini bitirdikten sonra eve dönmemişti. Orman içindeki köyün kilisesinde çancının dul kızına gönlünü kaptırmıştı. Genç kadının babası “başka dinden kimseye kızımı vermem” diye tutturmuştu. Kız, Börühan’ı Hristiyan dinine davet etti. Sevgi ve aşkla gözü perdelenen Börühan, tereddüt etmeden razı oldu. Onu kilisede vaftiz ettiler. Sonra kilisenin papazı gelinle damada taç giydirip nikâh kıydı. İşte ondan sonra Börühan, karısı ve kaynanası ile her gün kiliseye gidip istavroz çıkardı. Kaynatası öldükten sonra onun yerine kilisenin çancısı oldu. Ne iş verirlerse yaptı. Fitili kısalan mumların ucunu makasla düzeltti. Yanıp bitenleri değiştirdi. 1970 yılının sonbaharında bir Müslüman evladı dinden çıktı..

“Ah, babacığı sağ olsaydı şu bahçede baltayla kesip öldürürdü ya.” Yaşlı kadın balkondan tarafa gerisin geri giderken böyle düşünüyordu. O balkona varamadan bayılıp düştü. Karagöz onun etrafında uluyarak dolanıyordu. Kumru’nun yattığı odanın kapısını tırmalayıp onu uyandırmak istedi. Kumru, uykusunu kaçıran köpeğe beddua ede ede avluya çıktı. Karagöz onu eteğinden tutup yaşlı kadının yattığı yere sürükledi. Kumru, annesinin baygın yattığını görüp korktu. Yaşlanıp yumruk kadarcık kalan annesini kucaklayıp balkona çıkardı. Başının altına yastık koyup su içirdi. Omuzlarını ovdu. Yaşlı kadın gözlerini açtı.

Daha ortalık aydınlanmadan Abdumalik gelip ağabeyini alıp gitti. Ona Taşkent’in bağımsızlıktan sonraki manzarasını göstermek istiyordu. Çarsu pazarından ağabeyinin çocuklarına hediyeler alacaktı.

Börühan için Özbekistan bağımsız olmuş, olmamış farkı yoktu. O başka ülkenin vatandaşı, başka inancın sığıntısı idi. Doğduğu yurda sevgi duygusunun onu terk etmesinin üzerinden yıllar geçmişti. Ana dili, çok eski zamanlarda unutulup giden Sümerce gibi nicelerinin arasında kalmıştı.

Yaşlı kadın sabahleyin hiçbirşey olmamış gibi kalktı. Kumru baktı ki annesinin kara kalan saçları da bir gecede ağarmış, yüzündeki kırışıklar iyice çoğalmıştı.

Kumru annesinin neden böyle olduğunu biliyordu. Ağabeyinin ortalık aydınlanmadan bir müddet önce avlunun kenarındaki cevizin altındaki duvara bakarak istavroz çıkardığını görünce şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Kadınlar genellikle karıştırmayı seven insanlardır. Ağabeyi Abdumalik’le birlikte avludan çıkıp gidince içerdeki odada bulunan bavulunu karıştırtırdı. O zaman sarı kadifeye sarılı bir şey dikkatini çekti. Eline alıp inceledi. “Kutuya konan bu nesne tabanca mı acaba” diyerek kadife örtüsünü çıkarıp baktı. Hristiyanların mukaddes kitabı İncil’di. Onu tutan elleri yanmış gibi tekrar kadife örtüsüne sarıp bıraktı.

Yaşlı kadın sabah namazını kılıp her secdeye baş koyduğunda gözlerindan yaş akıyordu. Seccadenin bir köşesini toplayıp kocasının ruhu için Kur’an okudu. Bahtı açılmayan Kumru’ya bağışlayarak, “Şu meleğin yolunu aç” diye Allah’a yalvarıp yakardı. Kaybolup şimdi evinde olan oğlunun adını ağzına bile almadı.

Saadet ana bu oğlunun doğum sancılarını çekerken güneş ortalığı aydınlatıyordu ve yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Pencereden avluya bakan ebe kadın: “Kurt doğuruyor” demişti. Bu sebeple oğluna Börühan diye ad koymuşlardı. Aradan elli bir yıl geçtikten sonra “bu çocuğu ben değil kurt doğurmuş” diye aklından geçirdi.

– Anne, sıkıldın mı? Abdumalik’in otomobili geldi. Oğlunuz gitmek üzere.

– Sen çık, ben burada kalacağım, dedi yaşlı kadın.

– Ağabeyim akşam trene binecek. Vedalaşmayacak mısın?

– Kendisi geldi, kendisi gitsin. Araba gelince bavulunu koy. Bir daha bu eve gelmesin, dedi yaşlı kadın kesin bir dille.

– Anacığım benim, kahrınız çok sert! Bugün gidecek. Tekrar görür müyüz, görmez miyiz? Oğlum, yavrum diyerek yolcu etseniz ne olur ki, dedi Kumru zorlanarak.

– Bu çocuğu ben doğurmadım, kurt doğurmuş… Bir kere bile “babam nerde” diye sormadı ya. Ne kadar iyi bir babaydı rahmetli.

Sokaktan arabanın sesi geldi. Karagöz, ok gibi atılıp çıktı. Biraz sonra yaşlı kadının torunu Abdunabi’nin etrafında dolanarak geldi.

– Ey, hala giyinmemiş oturuyor musunuz? Evimiz hısım akrabalarla dolup taştı. Babamın arkadaşları da gelmişler. Hadi, hazırlanın.

– Ben gitmeyeceğim, Kumru gidecek. Kahrolası bavulunu da alıp gidin, dedi yaşlı kadın.

– Ey, çok tuhaf oldu. Amcam bugün gidecek ya.

– Sen git evladım. Benimle oturmaktan usandın. Ciğerlerin biraz açılsın, gelirsin, dedi Kumru’ya.

Araba gitti. Yaşlı kadın bomboş avluda tek başına kaldı. Göğsünde sanki nereden geldiği bilinmeyen bir parça buz akşamdan beri erimiyor, vücudunu tir tir titretiyordu. Eve girip bir bohçayla çıktı. Bohçadaki Börühan’ın çocukluğunda giydiği elbiselere baktı. Yaşlı kadın eskiden bu elbiseleri koklayıp ağlardı. Şimdi göğsündeki buz onun ağlamasına engel oldu. Avlunun ortasında kibrit çaktı… Gürül gürül yanan ateşe Börühan’ın giysilerini birer birer atmaya başladı. Ateşte Börühan’ın çocukluğu yanıyordu. Karagöz, ateşin etrafında dolanıyor, bazen alevlerin hararetine dayanamayıp uzaklaşıyordu. Bir bohça giysi bir anda kül oldu. Rüzgâr küllerini dört tarafa savurdu.

Kumru bir şeyler hisset hissetmiş olmalı ki sokağın başına varmadan otomobilden indi. Eve geldiğinde annesi elini çenesine dayamış, kımıldamadan oturuyordu. Karagöz de onun hayallerine ortakmış gibi ön ayaklarına dudaklarını koyarak gözlerini yumup kımıldamadan yatıyordu. Kumru etrafa bakındı. Avludan yanık bez kokusu geliyordu. “Komşulardan birileri eski püskülerini yakmış anlaşılan” diye düşündü. Avlunun sofra kadar bir yerinin karardığını görüp şaşırdı. Yaklaşıp baktığında yerde çocukların gömleklerine dikilen on onbeş kadar düğme kavrulup çatlamış, etrafa saçılmıştı. Kumru ne olduğunu anladı. İçine bir ağırlık çöktü.

– Anne, ne yemeği hazırlayayım? Sabah da bir şey yemedin. Böyle dalıp dalıp gidiyorsun.

Yaşlı kadın başını iki yana salladı:

– İştahım yok evladım. İçerim buz dolu sanki. Yavaş yavaş bütün vücuduma dağılıyor.

Kumru korktu:

– Çok üzmeyin kendinizi. Olacağı varmış, oldu. Allah’ın takdiri bu.

– Ah kızım ah, çocuk doğurmadın ki bilmezsin.

Yaşlı kadın kızına hiç “çocuk doğurmadın” dememişti. Dese ayıplamış gibi olurdu. Kızının içinde zaten bu dert vardı. Bu sözü başkası söylese katlanmak mümkündü ama öz annen söylerse derdini kime açacaksın? Kumru annesinin sözünden alınmadı.

– Evlat acısı kötü oluyor evladım.

– Nihayet ağabeyim sağ işte, şükretmiyor musunuz?

Yaşlı kadın onun sözünü kısa kestirdi:

– Artık o yok!

Yaşlı kadın sözün sonunu getiremeden bayılıp yan tarafa düştü. Karagöz huzursuz olup fırlayıp gitti. Kumru annesini kucaklayıp minderin üstüne yatırdı.

Kapı tıkırdadı. Karagöz dış kapıya koştu. Kumru annesiyle uğraşıyordu. Avluya mahalle mescidinin imamıyla dernek başkamı girdiler. Yaşlı kadının halini görüp birbirlerine baktılar. Dernek başkanı:

– Kızım, vakitsiz gelmişiz. Annemizden müjde almak istemiştik.

Onlar, ayvanın önüne kadar geldiler:

– Anneciğim, akşam mübarek hac seferinden döndük. Sizin haccınız inşallah kabul edildi, dediler.

İmam, Saadet annenin “hacc- ı bedel” belgesini uzattı. Yaşlı kadın elini kaldıramadı. Gözlerini aralayıp “Sana şükürler olsun Allah’ım” diyebildi ancak. Kızına bir şeyler söylemek istedi, dili dönmedi. Kumru, annesinin ne demek istediğini anladı. Koşarak eve girdi ve iki takım yepyeni çapan alıp getirdi.

– Annem bu gün için saklamıştı, dedi ve ikisinin omuzlarına koydu.

Yaşlı kadın iki gün bu vaziyette yattı. Sonra kendine gelir gibi oldu. Dili dönmeye başladı. İşin doğrusu, onun ömrü sona ermişti. Bu müjdeli haber onun tükenen ömrüne ömür katmıştı. Bu hal, mumun sönmeden önceki son parlamasına benziyordu.

– Kardeşlerini çağır. Vasiyetimi açıklayacağım. Sen korkma kızım. Bu can dedikleri Allah’ın tenimizdeki emaneti. Ölüm hak. Ondan kaçmak, kurtulmak mümkün değil. “Üf” dedi mi çıkıp gider.

Yaşlı kadının çocukları geldiler. Kumru, annesinin arkasına yastık koyuverdi. Yaşlı kadın, sıralanıp oturan evlatlarına, torunlarına bakarken memnuniyetle:

– Allah’a şükür, tabutumun yanında gidecek, yolcu edecek kişiler çokmuş. Dinleyin evlatlarım. Abdumalik! Bundan sonra bunlara babanın yerine sen babalık yapacaksın. Kumru, kızım! Bundan sonra ben yerimi sana bırakıyorum. Abdunabi’nin düğününü bu avluda yapın. Ölümümün üzerinden bir yıl geçmesini beklemeyin, düğünü yapın. Böyle yaparsanız ruhum şad olur. Abdunabi gelinle birlikte Kumru’nun yanında kalsın. Bu ev onların. Anamız mezarında rahat yatsın derseniz Kumru’yu asla yalnız bırakmayın.

Yaşlı kadının dudakları kurudu. Kumru, fincandaki suya pamuk batırıp ağzına damlattı.

– Acelem var yavrularım. Beni babanızın yanına götürecekler. Şimdi bu diyeceklerimi dinleyin. Cenaze giderlerinin hepsini hazırladım. Bir yılım doluncaya kadarki merasimlerde yetecek kadar parayı Kumru’ya verdim. Kızım, kulağımdaki altın küpelerle mesh ayakkabılarımı yıkayıcıya ver.

O, bundan sonraki sözünü söylemeye çekiniyordu anlaşılan. Gülümsedi:

– Cenazeme gelen kadınlara çirkin görünmeyeyim. Kaşlarıma rastık…

Yaşlı kadın gülümseyerek, içindeki buz erimeden, kolayca can verdi…

Avluya kalabalık toplandı. Ona “Hacı Anne” diyerek cenaze namazını kıldılar. Tabutu götürürken mezarlığa gelmesi hoş olmaz diyerek Karagöz’ü komşunun bir odasına hapsettiler…

Yaşlı kadının kırkından sonra avluda insan ayağı seyreldi. Sahibi gidip bereketi kaçan avluda Kumru ve Karagöz boyunları bükük kaldılar.

Bir gün Karagöz’ün kirpiklerinde yaş gören Kumru’nun yüreği yandı. Karagöz’e katılıp O da ağladı. Yavaşça elini uzatıp onun başını okşadı. Eskiden bu köpeği hiç sevmezdi. Kaç kere maşayla dövmüştü. Ayaklarının altında dolaştığında tekmelemişti. Karagöz de onu pek sevmezdi. İşte şimdi iki üzgün canlı birbirine bakıp damla damla gözyaşı döküyorlardı. Karagöz artık geceleri başıboş dolaşmaz olmuştu. Her gün sabahleyin ortalık aydınlanmadan, yaşlı kadının sabah namazı kıldığı vakitte uyanıyordu.

Yaşlı kadının çocuklarından ikisi Taşkent’te, birisi Çırçık’ta, ikisi de Kibray’da yaşıyordu. Karagöz, sabahleyin tan yeri ağardıktan güneşin batışına kadar hepsinin evlerine uğrardı. Yaşlı kadını bulamayınca yorgun argın dönüp gelirdi.

Bugün de sabahın seherinde Karagöz dışarı çıktı. Rüzgâr gibi Çırçık tarafına doğru yol aldı. Kimyagerler sitesinde yaşlı kadının küçük kızı oturuyordu. Oğlu teyp delisiydi. Herkesin sesini kasete kaydederdi. O yıl ilkbaharda ninesinin sesini de habersiz kaydetmişti. O sırada yaşlı kadın bahçede, sofra kurdukları yerde oturmuş; kimbilir nerelerde başıboş dolaşan Karagöz’e tembih veriyordu.

Karagöz, Kimyagerler sitesinin en uzak kenarındaki apartmana geldiğinde yaşlı kadının torunu cam kavanozla süt almış, geliyordu. Karagöz ona kuyruk sallayıp yaltaklandı. Arkasına takılıp üçüncü kata çıktı. Eve girmeden geri döndü. Biraz sonra yaşlı kadının sesi işitildi. Karagöz’ün kulakları dikildi. İki ay önce kaybettiği kıymetli insanın sesini duyup ağlar gibi ulumaya başladı. Fırlayıp üçüncü kata çıktı. Kapıyı tırmalayıp havladı. Tekrar aşağı indi. Balkonlu odaya bakarak havladı, havladı…

Teypten yaşlı kadının sesi geliyordu: “Karagöz’üm, nerelerde serserilik yapıyorsun. Hiç evde oturduğun var mı? Yok mu? Karnın da acıkmıştır. Deli! Beni dinle, neden kimseye zararı olmayan güvercinleri kovalıyorsun?”

Karagöz havlıyor, yeri eşeleyip arkasına toprak atıyordu. Bu bahçede akşam düğün olmuştu. Sarhoş gençler müzik sesini iyice açıp kimseyi uyutmamışlardı. Uykuya kanmayan insanları sabahleyin havlayan köpeğin bu hali rahatsız ediciydi. “Bu kudurmuş köpek nerden çıktı, onu kovmak lazım” diye düşünüyorlardı. Karagöz, insanları canından bezdirip sürekli uluyor; bir o yana bir bu yana koşup havlıyor da havlıyordu.

Birinci katın balkonlu odasının balkonunda çarşaf örtünüp oturan bir hasta:

– Başıboş köpekleri yakalayan ekipleri çağırmak lazım, dedi.

Üçüncü kattan birisi sinirli sinirli bağırdı:

– Kudurmuş bu, çocukları ısırmasın. Onu vurup öldürmek lazım. Hey, kimin tüfeği var?

Yaşlı kadının sesi hala işitiliyordu. Karagöz de havlamayı bırakmıyordu. O sırada dördüncü kattan birisi ateş etti. Karagöz yalpalayarak yan tarafına devrildi. Arka ayağını bir iki kere sallayıp sesini kesti.

Teyp kaseti hala devam ediyordu:

“Karagöz, geberme! Mecnun gibi yine nerelere gidiyorsun? Sevdiklerinin yanına mı? Gelini ne zaman bize göstereceksin? Leyla’nı bir kere alıp gel de görelim…”

Karagöz, yaşlı kadının sesinin geldiği balkonlu odadan tarafa yüzünü çevirmiş, cansız yatıyordu.

Ocak, 1999
1.Hacc-ı bedel: Başkasının yerine vekâleten hac vazifesinin yerine getirilmesi.
2.“Geldim işte. Neden ağlıyorsun anne? Yeter, yeter!”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6853-73-7
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre