Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ses Rengi», sayfa 2

Yazı tipi:

– Mister Mamır çiçek getir! dedi yüksek sesle Kanşayım. Yirmi dakika içinde çiçek yetişti. O arada Kanşayım benimle özel konuştu. Erkek öğrencilerin en büyüğü olarak bir çanta diplomayı ben takdim edecektim. Öyle karar verildi. Kanşayım Serperova böyle bir karar aldı. Bu olay tarihe geçecek. Kanşayım’ın bir şartı vardı. Diplomaları verirken kırk kızın tamamını öpmem gerekiyor. Yoksa benim diplomam Kanşayım’la birlikte güneye doğru yola koyulacak.

– Öyle. Bir kızı öpme cesaretinde bulunamadığın için ben sana kırk kızı öptüreceğim…

Çiçek geldikten sonra Kanşayım bir konuşma yaptı. Altı yıl boyunca çektiğimiz sıkıntılardan bahsetti, yaşadığımız çeşitli ilginç olayları hatırlattı. Kırk kızın bazıları gözyaşlarını tutamadı. Kanşayım iki elini keten çantaya soktu.

Adları okuyup bana veriyor. Kendimizce tören yapıyoruz. Ben bayanların ellerini sıkıp yanaklarından öptükten sonra sert kâğıt parçasını takdim ediyorum. Eller alkış tutuyor. Rektörü beklemiyorduk, ama en azından dekanımızın takdim edeceğini umuyorduk. Ne çare. Ancak bizim törenimizin de resmî törenden geri kalan yanı yoktu.

Yirmi kadar kızın diplomasını verdikten sonra başım dönüp gözlerim kararır gibi oldu. Misis Mayra’yı öpüp öpmediğimi hatırlamıyorum bile.

Bir süre sonra kendime gelir gibi olduğumda Kanşayım’ın erkeklerin diplomalarını vermeye başladığını gördüm. Erkekler yanağından şapır şupur öpüyorlar. Sıra bana da geldi. O elimi sıktı. Ben öpemedim.

– Olmaz! Olmaz! dendi bir ağızdan.

– Kanşayım senin diploman nerede? Onu da “dekan” takdim etsin! Öpsün! diye bağrıştı kırk kız. “Dekan” unvanına diploma takdim etme töreni sırasında sahip olmuştum. Bana göre pek iyi unvan sayılmaz.

Keten çantanın dibinde bir tek diploma kalmış. Kanşayım’ın elini sıkıp on kadar erkeğin öptüğü yanağından değil o an boyasız ve kıpkırmızı olup nemlenen dudağından öpüverdiğimi hatırlıyorum. Uzun uzun alkış tutuldu… Affet beni sekiz yıllık okulum! Affet. Affet küçük dağ geçidinde doğurarak küçük çocuğumun göbeğini taşla kesen Talbikem!

Böylece herkes kendi yolunu tuttu. Dışarıdan okumak öyledir işte. Ancak altı ay kadar arada yazışarak haber aldık birbirimizden. Yavaş yavaş unuttuk. Ne onuncu, yirminci yıl dönümlerde bir araya geldik, ne de aynı sınıfta okuduk diye birbirimize yardımcı olduk. Dekan Bey’in söyledikleri gerçekten doğru muydu yoksa?

Günlerin birinde Talbike’yi doktora götürmek üzere büyük şehre gittiğimde misis Mayra’yla karşılaştım. Hiç değişmemiş, hâlâ genç hâli. Benimle isteksiz, memnuniyetsiz bir şekilde merhabalaştı. Veteriner eniştemiz bir çocuğun elinden tutmuş geliyordu. Ağzı kulaklarında iki elini birlikte uzattı. O da yetmeyip kucağını açtı. Eskiden olduğu gibi!

– Delikanlı büyümüş!

– Bildiğin iki diplomanın biri işte. Ben adını Dekan koymuştum. Mayraş istemeyip Dikan diye değiştirdi. Ben yine de Dekan diyorum. Mayraş’ın tez danışmanı vardı ya, hatırlarsın, dedi veteriner.

Misis Mayra kaşlarını çattı. İngilizce bir şeyler söyledi. Hatırlamak için uğraştım. Dilimin ucunda. Fakat güzel bir kelime değildi kocasına söylediği. Bir de birkaç yıl önce Kanşayım’a rastladığından, kendisinin hâlâ evlenmediğinden bahsetti. Aynı okulda çalışıyormuş.

Gitmek için acele ederek deminki İngilizce kötü kelimeyi bir daha söyledi veterinere. Tercümesi dilimin ucunda, söyleyemiyorum.

Evet, İngilizceyi tamamen unutmuşum. Hepsini de unutacağız muhtemelen. Yaygın eğitim böyle bir şeydir işte. “Kün yime, tün yime yadag yelü tegdimiz…” bizimki.

CALBIZDI’NIN 4 KENARINDA

Kudıksay’da koyuna sırayla bakılır. Devletin hayvanına bakan çobanlarda bir sorun yoktur. Ancak özel hayvana bakma işini ayıp görmeye başlayalı çok olmuştur. Son çoban olan merhum Nazar da yaşlanmış, iki yıl önce emekli olmuştu. Bir kaç gün sonra ölümünün kırkıncı günü dolayısıyla mevlit okunacak.

Koyun bakma sırası iki ayda bir gelse de Tursınbek her seferinde söylenir durur. Kendisi kolhozda5 vasıfsız işçidir. Aslında lodacıdır. Başlodacı da denebilir. Kudıksay’da beş altı ahır koyun mevcuttur. İşte onların yanına ikişer loda saman yığılır. İlk otların toplanmasından başlayıp lodanın tepesini sivrileştirmeye, dökülen otları ayıklayıp etrafını silene kadar tüm işlere göz kulak olur, sorumluluğunu üstlenir. Geriye kalan zamanlarda ise vasıfsız işçidir.

İşte özel koyunlara bakma sırası bugün Tursınbek’te. Saman biçme zamanı henüz başlamadı. Yoncanın ilk hasadı toplanmıştı. Şimdi kırdaki ve Jalbız’ın kenarındaki otlar biçilene kadar on on beş gün kadar istirahat edilebilir.

Artık civarda hayvanların otlayabilecekleri yer de kalmamıştır. Özel hayvanlar ancak Şoşaktöbe’nin etrafını dönüp tozu dumana katar dururlar. Çayırlı yerlere sokmak yasaktır. Tursınbek, otsuz dağ yamacında yan yatmış hâlde diken kemiren keçilere, ayrık otunun kalıntılarını kütür kütür koparan sessiz koyunlara baktı. “Kütür, kütür, kütür”. “Kütür, kütür”. Arada bir “yeh he”, “yeh yeh” diye zayıf toklular öksürür. Keçilerin çoğu kuşburnuna bağlanmış gibiler. Sadece Habarbek’in siyah tekesi yerinde duramıyor. Uzun zamandır yaşayan siyah teke. Bu köyün keçilerinin hemen hemen hepsi ona çekmiştir. Geçen nöbette baş belası teke tüm hayvanı daha yeni yeşermeye başlayan yonca tarlasına sokup zor durumda bırakmıştı. “Senin teken başıma bela oldu” diye Habarbek’e epey kızmıştı. O da kıs kıs gülmüştü.

“Kütür, kütür, kütür”.

Bu tür tekdüze sesler sallamış olmalıdır ki Tursınbek’in gözleri kapanmış. Dağ yamacında yan yattığı hâlde uykuya dalmış. Aniden yerinden fırlayıverdi. Koyunlar da yerinde, keçiler de yerinde. Gözlerini ovalayıp Habarbek’in siyah tekesini aradı. Yerinde. Öğle oldu, artık bir yere gitmezler.

“Eyvah, eşek nerede?” Eşeği de kulakları sarkmış sakin sakin duruyordu. Peki şimdi nerede? Şimdi ise vadinin aşağı kesimine kadar inmiş durumda.

Köye doğru yavaş yavaş gidiyordu. Onun nesi var böyle? Peşinden mi koşması gerekiyor? Belki de boşuna koşmuş olacak. Booş veeer. Bir gün yaya dönse bir şey mi olacak?

Tursınbek eğimli dağ yamacığına tekrar uzandı. Tekrar yerinden fırladı. “Ne diye yatıyorum ben? Eyvaah! Eşek kendisi gitse neyse de, eyerin yan tarafında öğle yemeği asılı durmuyor muydu? Bir tandır ekmeği, soğan ve bir şişe ayran vardı ya torbada! Bir gün açlıktan ölecek değilim, ama ya şu eşek yolda kudurursa. Kendi kudurmazsa da başıboş dolaşan eşekler kudurtursa. O zaman eyere bağlanmış öğle yemeği bir tarafa, kolanına dört yerden dikiş atılan eyer takımı bir tarafa dağılıp saçılırsa. Eyvaah! Eyerin ikinci tarafında Cambıl’daki Cemile’nin yetmiş iki soma6 aldığı “Spidola” marka radyosu da var! Bir yere de radyosu atılırsa. Boş bulunmayıp da öğle konserini vermeye geçtiyse… Peki, bu kimin eşeği, Tursınbek’in eşeği derlerse… Olmaz, peşinden gidip yetişmek gerek!”

Tursınbek bir kilometre kadar koşarak kestirmeden eşeğinin önüne çıkıverdi. Ancak nefes nefese kalmış hırıldıyordu.

Eşeğin eyerine yaslanmış nefes nefese dururken merkezden dönen Habarbek’i gördü.

– Koyun peşinde olman gerekirken oyun peşindesin bakıyorum.

– Koyunu senin siyah tekene emanet edip Jalbızdı’ya yüzmeye gitmiştim. Şimdi de öğle konserini dinliyorum.

– Anlaşılan eşeğin kaçmış da koşmaktan nefesin tıkanmış. Şimdi ben açarım. Müjde olarak ne vereceksin?

– Yapma ya. Senden ne iyi haber gelir ki.

– Söyle. Müjdeni söyle. Yüreğini yerinden oynatacağım bak.

– Hadi ben gidiyorum, diye Tursınbek eşeğine bindi. – En fazla çocukların sosyal yardım parasını getirmişsindir. Birininkini getirdiysen bir som, ikisininkini getirdiysen iki som zaten alırsın.

– Al, al, al! Okuu! Karın kahraman olmuş. Kararnameyle! Bütün ilçeden sadece beş kadın. Eskiden on beş yirmi olurdu, bu sefer sadece beş kadın. – Habarbek bölge gazetesini at üzerinden atıverdi. Tursınbek de yere düşürmeden yakalayıverdi.

– Eveet, müjdem ne olacak? Üçüncü sayfasına baksana. İlk sayfayı ne yapacaksın. İlk sayfada başka kahraman çıkar. Hâlâ gazeteden anlamazsın. Okumazlar ki bunlar, okumazlar. Gazeteyi çıktığı gün yetiştirmek için koşa koşa getirirsin. Bölgedekiler de gece uykusuz kalırlar bunu çıkaracağız diye. Taksiyle ulaştırırlar. Habarbek, alnında beyaz lekesi bulunan kahverengi atı ile Kudıksay’a doğru yönelir. Buradakilerin şu cahil hâllerine bak. Bomboş, akılsız.

– Müjdeni kahraman olandan istersin, dedi Tursınbek gazeteden gözünü almadan. Dışarıdan sakin görünse de kendisi çok heyecanlıydı. – “Tursınbek Janasbayev’e Şerefli Baba unvanı verilmiştir” diye yazsaydı neyse de, ama burada Orınkül Janasbayeva hakkında yazılmış. Kısacası… Kendisinden alırsın…

– Bırak şimdi, ne zaman ıslatacaksan onu söylesene.

– Onu da Sayın Janasbayev’a biliyor olmalı.

Habarbek kamçısıyla ata vuruverdi, at yerinden sıçradı.

Tursınbek bölge gazetesini elinde tuttuğu gibi koyunlara, dağ yamacına doğru yürüdü. Tekrar tekrar baktı. Uzandığı yere varana kadar gazete eskiyecekti. Odur, onun ta kendisi. “Orınkül Janasbayeva, Tülkibas İlçesi Kızıl Yıldız Kolhozu’nun kolhozcusu, Kudıksay Köyü” demişler.

Yerine gelip Orınkül’ün sabah verdiği bohçayı açtı. Kahverengi havluyu serdi. Yeni gazete serilmez. Saklamak lazım. Dört katlayıp bir sardıktan sonra iç cebine koydu. Ekmek sarılan eski gazeteyi serdi. Onun da tüm sayfalarını iyice inceledi. Kararname yokmuş. Bu tür kararnameler ayda yılda bir çıkar ya. Herkes on çocuk dünyaya getirmez ya. Bu, büyük bir olaydır. Büyük mutluluk. Demin Habarbek’e bir hayvan mı hediye etseydi? Öyle yapmalıydı. Fakat kendisi insana tepeden bakıp alay ediyor. “İlk sayfayı ne yapacaksın? Üçüncü sayfaya bak. Okumuyorsun” diyor. Dalga geçmeyi sever. Öyle bir huyu vardır. İşte bu huyu hoşuna gitmez. Ne zaman görsen öyle yapar. “Karın tekrar ikiz mi doğuracak?” “Bir an önce kahraman yapmayacak mısın?” “Hepsi senin mi? Yarısı esmer, yarısı sarışın yahu?” der. İşte böyle şeyler söyler. Kendisinin bir erkek, bir de kız çocuğu vardır. Eşi daha da doğurmamış. Oysa eşiyle bir sorunu yoktur.

Alnı beyaz lekeli koyunu kesip köy halkını misafir etmeli. Habarbek’e de müjdesini vermesi doğru olacaktır.

Ayranı içip bitirdi. Ekmekle soğan yiyor. Keşke şimdi Orınkül’ün çayı olsaydı. Kendisi bileğini sergileyip bileziğini şıngırdata şıngırdata koysa çayını. Şöyle bakınca Orınkül’ün on çocuk doğurduğu söylenemez. Kırkını daha yeni geçti. Az bir şey kırışıkları var. Ama o kırışıkları da çok güzeldir. Şu Karınbek’in eşine ne dersin? O sarışın kadın Orınkül’le yaşıttır. Allah onun kırışıklıklarını kimseye göstermesin. Kırış kırıştır. İki üç çocuk bile iyice yıpratmış kadını… Çok erken yaşlanmış… Onun yanında Orınkül genceciktir. Gerçi, ekmek yapmaktan yoruluyor. Vah, vah! Çocuklar da kolay değil ya. Bir taraftan yaparken diğer taraftan yiyorlar. Orınkül yirmi tandır ekmeği hazırlayıp bitirir, çocuklar da yiyip bitirir. Bir bakıyorsun bir, bir buçuk ekmek kalmış. Orınkül bir gülümser ve alnından şıp şıp damlayan teri silip hamur mayalamaya koyulur.

Tursınbek iç cebindeki gazeteyi çıkardı. Bir daha baktı. Şarkı söylemek istedi. Ne var, burada kimse duymaz. “Oley! diye bağırdı tüm sesiyle. – Yaşasın! Hey, hey! Orınküül! Tebrikler!»

Kudıksay’ın dik yamaçları “huu” diye yankılandı. Habarbek’in siyah tekesi boynuzlayacakmış gibi kötü kötü bakıyordu sanki. Habarbek gibi tepeden, yan gözle bakar gibiydi.

Güneş batar batmaz hayvanları köye doğru kovaladı. Tüm köy halkı evlerinden çıkıp elini sıkarak tebrik edeceklermiş gibi geldi. Köy de yeni batan güneyin kızıl ışıklarına gömülmüştü sanki. Yüksek ağaçların yaprakları bile ışıl ışıldı. Daha olmamış elmalar da yakut gibi parlıyordu.

Köy girişindeki evler keçi ve koyunlarını seçip alıyordu. Kimse bir şey demedi. Gazeteyi almamışlar mı, görmemişler mi, okumamışlar mı, nedir? Yoksa görmüşlerse de görmezlikten, bilseler de bilmezlikten mi geliyorlar? Öyleleri de vardır. Çekemiyorlar, çekemiyorlar.

– Hayırlı olsun, evladım, dedi beli bükülmüş Beysegız teyze tek keçisini götürürken.

“Ha şöyle”.

– Teşekkür ederim teyze. Köyden ilk tebrik eden siz oldunuz! dedi sevincini gizleyemeyip. – Koyun kesip misafir edeceğim. Kutlayacağım teyze!

– Kahraman baba! Nasıl da kabına sığabiliyorsun? Tebrikler! İçtenlikle kutluyorum! – Kutlayan gazetedeki adlar ve soyadılarından başlayıp adreslere kadar okuyan ve bazen kendisi de bir şeyler yazan Alibay idi.

“Ha şöyle”.

Orınkül bir çocuk kucağında, bir çocuk yanında evin önünde bekliyordu. Eğri iğde ağacının yanında, iki kavak ağacının ortasında duruyor. Gülümsüyor. Doğumevine giderken de böyle gülümserdi. “Olsun. Yakışır”. Tursınbek Orınkül’ün elini sıktı ve “Tebrik ediyorum” dedi. Dağın yamacındaki hey, heyleri aklına gelip gülümsedi. “Sizi de”, dedi Orınkül. “Biz değil, sizsiniz madalya kazanan, unvan kazanan”, dedi bu.

– Yorgun musun? diye sordu sonra Orınkül.

– Niye yorulayım?

– Koyun nöbetini sevmezdin.

– Bu seferki eğlenceli oldu, dedi bu. – Sen yorgun musun?

– Evde niye yorulayım?

– Evin işi dışarınınkinden daha zordur. Bugün moralim çok iyiydi.

– Kimden duydun?

– Habarbek gazete getirip müjde istedi.

– Anlaşıldı…

Ertesi gün köy halkını misafir etti. Kutladı. Beyaz lekeli koyunu kesti.

İki gün sonra da bir tokluyu kesip kafasını ve bacaklarını ütüleyerek karın ve bağırsaklarını temizledi ve dışarıya soğumaya bırakıp sabah erkenden otobüsle Cambıl’a gitti. Cambıl’da Cemile oturuyor. Geçen sene Kızlar Pedagoji Üniversitesi’nden mezun oldu. İki yıl önce de evlendi. Damat fosfor işinde çalışıyor. Şimdilik kendi evleri yok. Yaşlı bir kadının yanında, dördüncü katta oturuyorlar. Soğuk su, sıcak su ve saire hepsi içinde. Cemile’nin çalıştığı okul biraz uzak. Şimdilik tam zamanlı çalışmıyor. Az maaş alıyor. Damat ise daha genç, sağını solunu, yakıştırmayı pek bilmiyor. Şehir çocuğu. İki üç ayda bir kızını ziyaret edip kazandığını ona bırakıyor. Evdeki çocukların hakkını paylaşıyor. Ne de olsa şehir şehirdir. Yeni hayat. İnşallah, her şey iyi olacak. Çocukların büyüğüdür Cemile. Kötü çocuk olmadı.

Toklu etli çıktı şansına. İyi, iyi. Yağlı da. Şimdi bir koçu kaldı kesilebilecek. Aslında onu getirecekti, Orınkül vazgeçirdi. “Onurlu misafir gelirse lazım olur. İyi kötü bir unvan kazandık” dedi.

Toklunun etini taşımak için sürekli el değiştirdi. Sonunda sırtına aldı. Taş evlerin arasından geçiyor. Kuzu mantarı biçiminde bir gölgeliğin altında biraz dinlendi. Karşısındaki evin beşinci katındaki balkonda belden yukarısı çıplak şişman bir adam duruyormuş. Buna bakıp alaylı bir şekilde gülümsedi. Sırtında çuval alan ve şu sıcakta kafasına eski siperli kasket, üstüne siyah takım elbise giyip şıp şıp terleyen Tursınbek’e gülüyor tabii. Eee, gülsün. Kim kime gülmüyor ki bugünlerde. Çok katlı şu taş evlerde Kudıksay’ın kavak ağacındaki yuvada nefes alan kuşun yaşamı gibi olan yaşam tarzınıza bakın hele! Sen bana gülüyorsun ya, ben de sana gülüyorum. Al işte! Hareket alanının sınırlı olduğu balkonunda nefes darlığı çeken kuş gibi ağzını açıp neyine sevinirsin ki? Alay edermiş. Soğuk suyum, sıcak suyum, diğer şeylerim evimin içinde dersin. Peki öyle olsun. Su güzel tabii, hem soğuk, hem sıcak. Diğer şeylerin zor ama. Üstelik mutfağının yanında. Bana bakıp gülermiş. Çuval mı? Çuvalı önce bul da taşı. Bunun içinde ne olduğunu bir bilsen gülmeyi bırakır, gözlerini fal taşı gibi açarsın. Buzdolabın boş, değil mi?!

Çuvalı tekrar sırtına aldı. Dönüp balkona bir daha baktı. Deminki şişman adam yüzündeki alaycı ifadesini yitirmiş, çorap asıyordu. Kılıbık seni, yaşadığın şu hayata bak. Olsa olsa en fazla iki çocuğun vardır. Biz on çocuk doğ… On çocuk sahibi de olsak Allaha şükür hiç bez yıkamadık. Hımm!

Bir iki taş evi daha geçtikten sonra Cemile’nin evine geldi. Buzdolapları boşmuş. Çok sevindi. Tebrik etti. Özellikle ziyarete geleceklerini söyledi. Bu da aceleyle evine döndü.

Otobüste Atabek’e rastladı. Elini sıkıp tebriklerini iletiyor.

– Seni gördüğüm iyi oldu, çok iyi oldu, dedi o.

– Köye gelip misafirim olun. Kutlarız, dedi bu.

– Geleceğiz, dedi Atabek. – Ciddi söylüyorum. Daha önce de bir iki kez davet etmiştin. Artık geleceğiz. İşştee böyle.

– Kudıksay’ın pek çok evinde bulundun. Habarbek’in evini sık ziyaret edersin. Bizi kendine eşit görmezsin tabii.

– Hayır, hayır. Hiç de öyle değil. Her şeyin uygun bir anı vardır arkadaşım. O uygun anın yaklaştığını hissetmiyor musun? İşştee böyle.

– Buyurun gelin. Elimizden geldiğince ağırlayacağız. Canımızı veririz.

– Gitme derken, mesele şudur: Orınkül’ün madalyasını takdim etme meselesini söylüyorum. Bu önemli bir meseledir. Birilerinin eline verip gönderirler. Köy kurulu veriverir. Ötekilerine ise önemli insanlar özellikle gidip takdim ederler. Sen birilerine mi dâhil olursun, ötekilerine mi? Mesele budur arkadaşım. İşştee böyle!

– Eyvah! Öyle bir şey mi var? Bizim Orınkül bir şeyleri hissetmiş anlaşılan. Şu anda kızımın yanından geliyorum. Güzelce beslediğim bir koç vardır. Onu kesmek istediğimde: “Bekle, onurlu misafirler gelebilirler. Cemile’ye toklu da yeterli olur”, demişti.

– İşştee böyle! Sen bilirsin. İyice ağırlarım, köy kurulunun yanında utandırmam dersen yarın getiririm. Önemli insanlar gelecektir. Saman biçme zamanı başlamadan önce köyüne gidip şööyle bir kafa dinlemeye itiraz etmezler o insanlar.

– Çok iyi. Bekleriz.

– Beklersiniz de, şey, durumunuz nedir?

– Durumumuz iyi. Hangi durumunuzu soruyorsun?

– Manevi durumunuzdan maddi durumunuza kadar. Her şeye dikkat edilmesi gerekir. Bugünlerde insanların zevki çeşit çeşit. – Atabek bunları söyleyip esnedi. – Ba-azı evlere gidesin gitmesine, durmadan davet edince. Fakat yanında götürdüklerinin karşısında rezil olur, yerin dibine girecek gibi dönersin.

– Yok ya, öyle deme! Öyle şeyler söyleme, gözünü seveyim. Rezil eder miyiz hiç! Durumumuz iyidir. Çocukların kendi kısmetleri. S-sizin, d-devletin sayesinde yardım yağmur gibi yağıyor çok şükür. Utandırır mıyız sizi hiç.

Tursınbek artık yerinde rahat oturamıyordu. Alnından ter akın akın akıyordu. Eski kasketini çıkarıp dizlerine koydu. – Kesmeye hayvan hazır. İki yaşındaki hadım edilmiş koç. Siyah koç. Kuyruğu kocaman. Tavuğu kolhozdan kaydettirip alırım. Uçak tefek şeyler bulunur. Habarbek’in karısına salata yaptırırım. Orınkül o bakımdan şeydir. İçecekleri merkezden alırım. Bizim köy dükkânında ucuz votkadan başka bir bulunmaz. Başka ne lazım? Önerilerini söyle. Köy kuruluna mensup olan sen utanma, kahraman baba olan ben utanmayayım. İki üç gün öncesinden haber ver. Çocuklara temizlik yaptırayım. Fakat, eyvah bizim evde halı yok, bir de masa yok.

– Şey, mesele onda değil. Yarın, öbür gün haber veririm. Ha, bir de davetliler arasında kadınlar da olacak. Onu da göz önünde bulundurun. İşştee böyle.

– Eyvaaah! diye başını iki elinin arasına aldı Tursınbek. Atabek, kolhozun merkezinde inmişti.

Üç gün geçmeden haber gönderdi. Tursınbek’in evi telaşa kapıldı. Evin içi tekrar tekrar silinip süpürüldü, döşek üç defa silkelendi.

Orınkül çocukları yıkadı, yeni gömlek, yeni kilot giydirdi. İyi olan tarafı Orınkül’ün çok sakin olması idi. Telaşlı olan Tursınbek idi. İlçeye iki üç defa, kolhoz merkezine iki defa gitti geldi. Yine de Habarbek’in eşine danışması gerekiyordu. Onlar ilçeden, şehirden gelen misafirleri ağırlamaya alışıktır.

– Gitmek istiyorsan git, dedi Tursınbek. – O olmadan ağırlayamayacaksan…

Akşama doğru çocuğun birini kucağına alıp birinin de elinden tutup Orınkül, onların evine gitmişti. Hemen geri döndü. Habarbek’in süslüsü köyün dışına çıkmış. Kocasını da götürmüş.

– Daha erken gitmek gerekirdi! Ekmek yapmaktan boş zaman bulamıyorsun ki! dedi Tursınbek titreyerek. – Bir gün ekmek yapmasan millet açlıktan ölecek sanki. Ne yapsak? Allah kahretsin!

– Sakin ol. Hem çocuklara, hem misafirlere ekmek lazım.

– Misafirler senin küllü tandırını mı yiyecek? Dükkândan fırın ekmeği almak gerek.

– Fırın ekmeğini ilçede yemiyorlar mı sanıyorsun? Tandır ekmeği daha çok hoşlarına gider.

– Eyvah, eyvah, şuna bak! – diye şaşırdı Tursınbek. – Onu kim söyledi sana?

– Ben söyledim. Okumazsın. Dergi, gazete okumazsın. Eline kitap almazsın.

– Bak sen şuna! Evet, Cemile’yi çağırmaya ne dersin ha? Az da olsa şehir görmüşlüğü var.

– Olur, çağır. Fakat nasıl haber ileteceksin? Yetişir mi?

– Komşusunda telefon vardı. Bir yere yazmıştım. Hey, hanginiz buradasınız? diye seslendi çocuklara. – Hey baksanıza, üstünüzü kirletmeden oynayın. Biriniz gelsenize buraya. Şu fitilli kadife cepkenimin iç cebinde eş dostların listesi olan bir bloknotum vardı. Bulsanıza.

Altıncı sınıfa giden Aydar anında eve doğru koştu.

– Bu mu? diye elinde kahverengi bir bloknotla çıktı evden.

– Evet, o. Versene.

İşaret parmağını bir yaladıktan sonra itinayla sayfaları çevirdi. Cemile’nin düğünü sırasında yaptığı eş dost, akrabaların listesine göz gezdirirken bir iki sayfayı çevirdi ve donakaldı.

– İşte, işte, buldum! Okumadığımı söylersin bana. Biz yazaarız. İşştee böyle! (Atabek’i taklit etmişti).

Tursınbek horozlandığı gibi büroya, siyah telefona yalvarmaya gitti.

Ertesi gün öğlen Cemileler geldi. Çok geçmeden de misafirler geldi. Üstü kapalı bir araba. Yepyeniymiş. Sessiz sedasız araç sadece eğri iğde ağacının yanında geçerken “dırrr” dedi ve bahçeye giriverdi.

– Atabek Muratoviç bizi eve arabayla sokacak diye korktum, diye gülerek indi kilolu ve uzun boylu kadın. Saçını boyamış. Dudağını da boyamış. Kirpiğine de aynısını yapmış. Yakışmış. Tursınbek ağzını bir karış açıp bakakalmıştı. Cambıl’da, ilçede bunun gibi kadınları çok görmüşlüğü vardır. Fakat kendisinin koyun beslediği ahırının önünde görmek çok ilginç oluyormuş.

– İşte bizim çok saygıdeğer kahraman babamız! diye tanıştırdı Atabek. – Adı Tursınbek Janasbayeviç. Bu hanımefendi ise Olga Timofeyevna. Madalyayı takdim etmek üzere uzak da olsa ilçeden özellikle geldi.

Olga Timofeyevna’dan sonra bir kadın daha indi. O da boyalı idi. Daha güler yüzlü görünüyordu. Orınkül’den bir iki yaş küçük veya büyük olabilir.

– Bu hanımefendi de Olga Timofeyevna ile aynı alanda çalışır. Tanıştırayım, Rahima Rahmetovna, dedi Atabek. – İşte arkadaşım, misafirlerin.

“Eyvah! Sadece iki kişi mi? İkisi de kadın mı? Şimdi ne yapacağım?”

– Az kişi gelmişsiniz, dedi şaşkınlıkla. – Biz kalabalık geleceksiniz diye…

– Az da olsa öz arkadaşım.

– Peki asıl kahramanımız nerede? Kutlamaya vesile olan esas şeref sahibi nerede? diye Olga Timofeyevna hızlıca dönerek dikkatle etrafı inceledi. Epey kilolu olmasına rağmen oldukça hareketliydi.

Bu sırada Orınkül de çıkmıştı evden. Cemile tekrar üzerini değiştirmek için alıkoymuş olmalı. Üstünde az önce kızının terziye diktirerek getirdiği altı düz elbise. “Fena değil”. “Yakışır”. Saçını kabartıp güzelce toplamış. “Fena değil. Yakışmıyor değil”. Bir an Tursınbek’in gözleri Orınkül’ün bacaklarına ilişince utancından saklanacak yer aradı. Kalın tayt giymişti. Çok kalın ya, çok sıcak değil mi ya? Bu kadar sıcakta, Temmuz’un şu sıcak günlerinde. Gülecekler şimdi, alaya alacaklar. Olga Timofeyevna da gözlerini Orınkül’den ayırmıyor, bakıyordu. Fakat Orınkül’ün bacaklarını ne çıplak, ne de ince çorapla göstermenin mümkün olduğunu biraz geç hatırladı. Morarmış damarları çıkık dururdu. İkiz çocukları Aydar ile Haydar’ı doğurduğunda iyice şişmişti bacak damarları. Yumruk gibi koca ve şişkin bir şeyler. Bakınca acıma duygusu uyandıran şeyler. Bakması bile korkunç şeyler.

– Hoş geldiniz. Buyurun, buyurun, dedi Orınkül merdivenlerden iner inmez. – Nasılsınız? Çoluk çocuk herkes iyi mi? İyi gelebildiniz mi?

Tursınbek çok şaşırdı. Ne yapacağını şaşırmış duruyordu. Orınkül ise çok rahat, arkadaşlarını çaya davet etmiş gibi rahat davranıyor. Fakat şu iki kadının yanında yine de biraz yaşlıca, biraz esmerce, yıpranmış gibi ve çirkin görünmüş, kulakları kızarmıştı.

Bundan sonra Tursınbek rüya görüyor gibiydi, her şey bulanıktı. Misafirler altı odalı evin geniş salonuna girdi. İçerisi sepserin. Yere kurulmuş olmasına rağmen sofra çok zengin. Şehir görmüş Cemile’nin sayesinde.

Sofradayken her iki taraf da fazla konuşmadı. Olga Timofeyevna Kudıksay’ın doğasını çok beğendiğini anlatıp durdu. O kadar yıl bu ilçede çalışmasına rağmen buraya gelmediğini, bu vesileyle kendisine buraları görme imkânı sunduğu için Atabek Muratoviç’e teşekkürlerini iletti. Bunları duyduğunda Orınkül hafif kaşlarını çatmıştı.

Çaylar içildikten sonra Olga Timofeyevna madalyayı takdim etmek istedi. Ancak kimse Orınkül’ü bulamadı. Beklemekten sıkılan Tursınbek koşarak dışarıya çıktı.

– Çocuklar anneniz nerede?

– Beysegız ninenin evinde, – dedi soğan doğramakla meşgul Cemile.

– O evde ne işi var evde misafirler otururken?

– Beysegız ninem fenalaşmış, dedi Aydar ve Haydar aynı anda.

– Fenalaşmak değil, isterse ölmüş olsun doksana gelmiş ihtiyar kadın. Koşun, hemen gelsin. Olga Timofeyevna bizzat kendisi madalyayı takdim etmek üzere beklerken…

Aydar ve Haydar koşarak gittiler. Koşarak döndüler.

– Şimdilik gidemeyeceğim. Misafirlerini kendisi ağırlasın, dedi annem.

Atabek misafirlerin dikkatini başka konuya çekti. Sonunda harika bir teklif yaptı: “Calbızdı’ya gidip yüzelim!”

– Bu teklifinizi çok bekledik Atabek Muratoviç! dedi Rahima Rahmetovna alkışlarla.

– Hay hay, Calbızdı harikadır! dedi yüksek sesle hafif kafayı bulmuş olan Tursunbek. – İlk başta derinliği ancak bele kadar ulaşan yosunlu göletti. Şimdilerde Calbızdı denen göle dönüştü. Kenarında nane ve kamış var. Ne ağacıydı, şu dalları ve yaprakları yere sarkan ağaç var ya, işte ondan var…

– Salkım söğüt, dedi Rahima Rahmetkızı. – Olga Timofeyevna’nın en çok sevdiği ağaçtır o!

– Ev sahibesine ayıp olmaz mı? dedi Olga Timofeyevna. – Onu da götürelim.

– Hayır, boş verin onu, dedi Tursınbek kurularak. – Onun kendi işleri vardır. Ölse gitmez o göle. Ne soyunur, ne suya girer. – Öyle dedi ve poşete tıka basa bir şeyler doldurmaya başladı. Uyanık ve becerikli oluvermişti.

– Bizim Tursınbek Janasbayeviç çok anlayışlı, pek akıllı bir insandır, diyor Atabek.

Calbızdı’nın kenarında çocuklar varmış. Tursınbek taş atarak uzaklaştırdı. Misafirler hayrete düştüler. Saman biçme dönemine kadar tertemiz olan gölün kenarı on, on beş gün sonra toz içinde kalacaktır. Hayretler içindeki misafirler soyunmaya başladılar. Tursınbek poşetini tuttuğu gibi ağzını açıp donakaldı. Atabek dürterek kendine gelmesine yardımcı oldu.

Bir süre sonra Tursınbek’in aklına on kadar çocuğu ile Orınkül geldi. O andan itibaren bulunduğu yerde duramaz oldu.

– Ben gideyim. Size acele etmeden gelirsiniz, dedi. Misafirler tamam anlamında kafa sallar gibi yaptılar.

“Beysegız teyze ne oldu acaba? Misafirler gitmeden ölüp de zor durumda kalmayalım?”

Evin içi gürültülü gibi. Ayakkabısını çıkarıp ses yapmadan içeri girdi ve salonun file perdesinden içeriye göz attı.

Cambıl’daki Toprak Islahatı ve İnşaat Üniversitesi’nde okuyan Cemalbek hariç çocuklarının tamamı annelerini ortaya alıp rahat rahat sofra başında oturuyorlar. Şu rahatlığa bak. Onların bu şekilde oturduklarını daha önce hiç görmemişti sanki. Zengin sofra da epey fakirleşmiş. Oturma işinin uzun sürdüğü belli oluyor. Aydar ile Haydar limonata konmuş bardaklarını tokuştururken pek de mutlu görünüyorlar. Orınkül ile Cemile de şampanya veya limonata doldurulmuş kadehlerini tokuşturuyorlar. İçmişler yahu! İçiyorlar bunlar. Kendilerince çok mutlular. Yanlarına gidip canlarına okumaya yeltendi. Fakat cesaret edemedi. Tam tersine kendisinin de onlara katılmak istediğini hissetti. Aydar ile Haydar birlikte gidip vitrin tarafından madalyayı getirip Orınkül’ün göğsüne taktılar! Cemile başlayıp çocukların hepsi tebrik ederek elini sıkıp yanağından öpüyor.

Tam bu sırada bahçe tarafından Atabek’in kahkaha sesi duyuldu.

Tursınbek kapının perdesini hızla açıp odaya daldı:

– Hey! Bu ne rezalet! Misafirlere hangi yüzle bakacağım? Her şeyi silip süpürmüşsünüz! dedi küplere binmiş bir şekilde dişlerini sıkarak.

Çocuklar sessizce yerlerinden kalkıp birer birer dış kapıya yöneldiler. Hiç korkmuşa, çekinmişe benzemiyorlardı. Cemile de rahat bir şekilde yavaşça sofrayı düzeltmeye başladı. Bir tek Orınkül yerinden kalkarken tökezleyip düşeyazdı. Göğsündeki madalya şıngır şıngır ses çıkardı. Fakat ona bakan kimse olmadı.

Orınkül dış kapının eşiğinden geçerken bir daha tökezledi. Madalyası bir daha şıngırdadı.

– Oho! Ev sahibemiz madalyayı kendisi takmış bile, dedi Rahima Rahmetovna. – Demin biz takdim etmek istemiştik. Siz neredeydiniz?

– Beysegız adlı yaşlı bir kadın vardı. Kadıncağız çok fenalaşmış aniden… Bir iki saat yanında beklemek zorunda kaldık. Sağlık memurunu çağırdık.

– Şimdi nasıl? İyi mi? dedi Atabek.

– Biraz daha iyi Allahtan. Çok korktuk. Çocukları da yoktur kadıncağızın…

– Eee, doksana gelmiş ihtiyar bunak ölürse ölür, ne olacak! Tepe tepe gömeriz, dedi Tursınbek. – Sen bana şunu söylesene, madalyayı Olga Timofeyevna takacaktı. Neden kendin taktın ha?

– Kendim değil, Aydarcığımla Haydarcığım takmıştı. Tekrar çıkaracaktım, tamamen unutmuşum baksana. – Bunları söyleyen Orınkül madalyayı çıkarmak için uğraştı.

Araya Olga Timofeyevna girdi:

– Olsun artık, fark etmez, dedi. – Çocukların takdim etmesi daha iyi olmuş…

Olga Hanım böyle demişti. Ancak Calbız’ın suyunun soğukluğundan mı nedir, çenesindeki tüyler kabarmıştı…

…Çok geçmeden saman biçme dönemi başladı. Calbız’ın kenarındaki otlar öncelikle biçildi. Kudıksay’ın başlodacısı Tursınbek, kendisinin asıl görevine başladı.

4.Türkçe anlamı: naneli
5.Eski SSCB’de tarım kooperatifi
6.SSCB döneminde kullanılan para birimi
₺41,96

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
370 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-40-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre