Kitabı oku: «Ses Rengi», sayfa 4
– Size çok teşekkür ederiz. Sağarın bol olmasını dileriz. dedi babası.
Köy insanlarının bazen imayla, üstü kapalı konuştuklarını, ineğe “sağar” da dedikleri olduğunu kitaptan okumuşluğu vardı Kisa’nın.
– Hayır, şimdilik bırakın teşekkürü, dedi ikinci taraftan inen sürücü genç. – Bakıyorum, şehirlilere benziyorsunuz. Çocuğa süt içirin, o zaman yorulmaz. Tam turist olup çıkar.
– Ayıp olur, dedi babası samimi teklifte bulunan sürücüye, kızdan beter çekinerek.
– Hiç çekinmeyin, her çadırda birer tencere ayran vardır. Süt çok. Bu seneki planın iki katını gerçekleştireceğiz. Çocuğun midesi rahatlasın. Kendisi güçlü delikanlı olacak belli.
Sağıcılar akarsu kenarındaki sürüye doğru gidiyorlar. Hepsi bunlara dönüp yabancı turist görmüş gibi baktı.
– Bal parmaklı güzellerle parmaklarına özen gösteremeyen nazlı hanımlara selamlar! dedi kıvırcık saçlı sürücü genç. – İçmişken yeni sağılmışından içiver, dedi sonra Kisa’ya bakıp. – Hayatın boyunca tadı ağzından gitmez. Sağlık için de çok yararlıdır. İnsanın içini ısıtır, bağırsaklarını yumuşatır ve doymuş buzağı gibi hoplayıp zıplatır seni.
– İçsek içelim ondan, diye imrendi babası.
– İşte şuradaki, – en güzel ve başarılı sağıcımızdır. Görüyor musunuz? Onun sağdığı süt hijyen bakımından korkunç temiz olur, diyen sürücü o tarafa doğru yürüdü. Güzel kızla fısıldaşarak bir şeyler konuştu. Sağıcı kız bunlara bakıp samimiyetle gülümsedi. Evet anlamında başını salladı.
Az sonra buharlı, taptaze ve köpüklü taze sütü lıkır lıkır içen Kisa’nın içini vadi içindeki mavi ışınlar aydınlatmıştı sanki. Boyalı kapla süt sunan kızın iki saç örgüsü dağılmamış, tokayla tutturulmamış, birbiriyle yarışırcasına beyaz önlüklerinin altında bulunuyordu. Hijyen şartları bunu gerektiriyor olmalıydı. Yoksa örgüleri beyaz önlüğün altında değil üstünde görmeyi çok isterdi. Babası sütten midir, ya da başka bir şeyden midir geyik otu çayı içmiş gibi terlemiş.
Sağıcılara, muhasebeci kıza, hayırsever kamyonetin güler yüzlü sürücüsüne kıyamayıp veda eden bunlar dağ dibine doğru yola koyuldular. Babası:
– Özellikle turist olarak geldik madem, nehir boyunca gidelim, dedi.
Nehrin kenarında bolca nane vardı. Yakınındaki yamaçlar, otları hayvanlar tarafından çiğnendiğinden tamtakır olmuş. Şırıl şırıl akan su sesinin dinlendirici etkisi altında kalan ve içtikleri süt bağırsaklarını yumuşatan ikili dağ geçidinden hızlıca geçiverdi. Babası sürekli kafasını salladı, salladı. Bazen imrenerek, bazen üzülerek, bazen kızarak salladı: “Bugüne kadar niye gelmemişiz, nasıl da yıpranmış, o nerede, şu hani… Geyik otu azalmış, aşağılardan korkarak dağa çıkmış”.
Köyün girişinde yeşil kavak ağaçlarının arasından beyazımtırak Niva nazlı nazlı boy gösterdi. Bunlar tanıyıp sevinerek el salladılar. Kasımbek biraz gittikten sonra durdu. Yeşil kahverengi bavulunu sırtına alan babası, küçük bavulunu omzuna geçiren Kisa koşarak geldiler. Kasımbek Niva’dan inip:
– Geldiniz mi? dedi gülerek. – İşte böyle arada sırada gelmek lazım köye. -Ne yazık ki tam da ben yola çıkarken gelmişsiniz. Çok üzüldüm. Ormantay bildiğin gibi bu köyün ilkokulunun sınıf öğretmeni de, rehberi de, müdürü de benim. Tatil olsa da iş çok. Çabuk dönmeye çalışırım. Göğsünüzden iten olmaz, gelin, gidin köye. Hadi, görüşmek üzere…
Babası ikisi yol kenarına çıktıklarında bir demet geyik otu gözlerini kamaştırdı. İkisi iki yanına oturdu, sonra yüzüstü uzanıp kokladı. Koparmaya kıyamadılar, koparmadılar. kâh oturup kâh ayağa kalkıp kokladılar.
– İşte geldik, dedi babası. – Bizim evin yeri burası…
Orada bir şeyler atıştırdıktan sonra köy kenarındaki eve yaklaştılar. Serbest dolaşan bir köpek havlayarak çıktı. Boyu Kisa’nın omzuna kadar olan koca sarı köpek gerçekten köpekliğini yapmak isterse ikisinden de bir şey bırakmaz. Fakat oldukça “insancıl”mış, selamlaşır gibi “hav hav” dedikten sonra eve götüren patika yoldan uzaklaşıp durdu. Evin ikinci tarafından sarışın bir ihtiyar kadın gözüktü. Başına örttüğü beyaz eşarbı kir tutmuştu ve ensesinden saçları fırlamıştı. Kisa’nın pek hoşuna gitmedi. Babası da yadırgayarak selamlaştı ve Kisa’nın anladığına göre yanlış yaptı. Köydür burası. Sıradan bir köy değil, bir zamanlar göbeğinin bağlandığı kendi memleketi, babasının (Kisa’nın dedesinin) yönettiği köy değil mi? Bu yüzden rahatça, hiç beklemeden girmeleri gerekirdi. Babası ise deminki Kasımbek’in, çocukluğunda kendinden çok sevdiği dostunun söylediklerinin etkisinden ayılamayıp çekinerek turist gibi davranıyordu.
– Kimsin? dedi saçları fırlayan sarışın kadın yorgun bir sesle. – Kimin evini arıyorsun canım? Bavul taşıdığına göre buralardan değilsin.
– Ben Ormantay, dedi babası. – Bu köyde doğmuştum.
– Hangi Ormantay olduğunu bilmiyorum. Tanımıyorum canım. Kimin evini arıyorsun?
Babası daha da kibarlık etti, daha çok çekingenlik sergiledi. Böyle yapar işte.
– Sizin gibi bavulla gelenler şu vadinin diğer tarafında keten çadır dikip temiz hava alıyorlar, temiz suyumuzu içiyorlar, dedi sarışın ihtiyar kadın, – İşte şu yoldan giderseniz doğrudan oraya götürür yol sizi.
– Soyadınızı niye söylemediniz? Dedemin adını neden söylemediniz? dedi Kisa. Ancak bu sırada sarışın ihtiyar evine giriyordu.
Bunlar turist olup çadır diktiler.
Üç gün kadar dağın temiz havasını teneffüs edip temiz suyunu içerek şehirden getirdikleri yiyeceklerle idare ettiler. Dağları, vadileri rahat rahat istedikleri kadar dolaştılar. Diğer turistlerle tanışıp arkadaş oldular. Geceye doğru babası türkü söyledi:
Sen idin sabah kalkıp heeey, kuzuları serbest bırakan,
Ben idim beyaz atla dolaşıp duran nazlım hey.
Gelince sen aklıma heeey, güzelim hey,
Göl olur aka aka gözyaşlarım nazlım hey…
Hatta bu taraftaki köyün eski ve temiz havası, klorsuz suyu için taşınan sonraki sakinlerinin evlerinden çıkıp türkü dinlediklerini fark etti Kisa.
Dördüncü gün taşlarda yürüyüp dağlara çıkarak, vadileri gezip kırları dolaşarak epey değişen Kisa, babasıyla ve kendileri gibi bavullarla gelenlerle birlikte evine dönüyordu. Geyik otunu koparmadan, çapa ile kesmeden sadece çiçeklerini itinayla kopararak bir torba ot topladılar. Bunu başkalarına da öğrettiler. Babasının söylediğine göre geyik otu çok azalmış, insanlardan ürktüklerinden dağ ve taşların kuytu yerlerine saklanıp korkarak yetişir olmuşlardır.
Kendileri gibi bavul taşıyanlarla birlikte itişe kalkışa Obruçevka’ya vardılar bir şekilde. Yolda giderken sağıcıların bulunduğu merhametli vadiye tekrar tekrar baktı Kisa. Susuzluktan çatlayan dudakların ara ara yaladı Kisa.
Büyük köye ulaşıp şehre giden otobüse bilet aldıktan sonra ikisi de kurt gibi aç olduklarını ve midelerinin zil çaldığını hissetti ancak. İkisi aynı anda hissettiklerinden birbirlerine bakıp aynı anda kahkaha attılar. Birbirlerini çok iyi anladıklarından ve anlamaya devam edeceklerinden duydukları memnuniyetle yemekhaneye acele ettiler. Aradan on, on beş dakika geçtikten sonra babası ile oğlu iştahla yemekhanenin yemeğine saldırmıştı. Otobüsün kalkmasına en az iki saat kadar vardı. Kisa, babasına ve kendisine yandan bakarak (kendi kendini dışarıdan izlemeyi çoktan öğrenmişti) sulu yemek içindeki kemiği hızla çekip çıkarmalarını, alelacele çekerek yemeye başlamalarını hiç kimseye ve hiçbir şeye değil, aynı kurtlara benzeterek tekrar gülesi geldi. Kurdu televizyondan iyi tanımıştı. İkisinin böyle oturduğunu, az da olsa kurda benzediklerini keşke sınıf öğretmeni görebilseydi. O da güzel bir kahkaha atardı.
İlçe merkezindeki yemekhanenin içini mis gibi geyik otu kokusu sarmıştı.
SES RENGİ
Mayıs ayında Yesmakan Dosbolov vefat etmişti. Merhum 50. doğum gününü geçen sene kutlamıştı. Yesmakan’ın doğum gününü kutladığı günlerde o, sanatoryumda kalıyordu. Bilerek gitmişti senatoryuma. İnsan olur da canını düşünmez olur mu? Birisi elli yaşını dolduracak, sonra büyük tören düzenleyecek diye o sağlığından mı vazgeçecekti? Yesmakan’ın dostu, akrabası çoktu zaten. Nasıl olsa, tören onsuz da geçerdi. Hatta yokluğu hissedilmezdi bile.
Aslında o da Yesmakan’ın yakın arkadaşı idi. Dostu sayılırdı.
Yesmakan’ın doğum gününe sanatoryumdan bir kutlama mektubu göndermişti.
Acaba Yesmakan konuklarının önünde okuyacak mıydı onu? Kim bilir. Faksla gönderilen kutlamalar az olursa okurdu tabii. Fakat şu zamanda kâğıdı israf etmekten kimse çekinmez. Faksla gönderilen mektuplar sayısız olmalı. Yesmakan’ın adı unvanı var, adı kadar da işi var sonuçta. Evvela adı unvanı olan kutlamaları okur belki de onun gönderdiği mektubu öylesine geçiştirecekti. Falandan filandan ve sanatoryumda bulunan Yensebek Asilov’dan (belki de – dostu diye ekler… Bu kutlamayı kimin okuyacağına da bağlı) geldi arkadaşlar der eskisi gibi. Tabii ki kutlamaları Aripbek Baybolov okuyacaktır. Yesmakan hiç bırakmaz bu herifi. Eğer görevi yine yükselirse, yerine Aripbek’i bırakır.
Yensebek Asilov sanatoryumda kalırken hep bu tür düşüncelere daldı.
O sabah erkenden telefon ısrarla çaldı.
– Alo! Alo! Yensebek beyle mi görüşüyorum? Merhaba, abi! Abim, ben Aripbek kardeşinizim. Ne var ne yok? İş zorlaştı abi… Yesmakan Ağa’dan ayrıldık. Evet, evet? Hayır, bizim Yesmakan Bey… Gece birde… Sonunda hani şey… Vardı ya… İşte öyle oldu. Evet, öyle olduğunu söylediler… Ben de bunu haber verecektim. İşte… Böyle oldu… Ok. Tamam, abi…
Yensebek duyduğu sesin rengini hissedemedi.
Aldığı haberin hem perişan hem pişman etmediğine şaşırmadı doğrusu. Aksine aşağılayarak bıyık büker gibi değerlendirdi. Sabah erkenden her zaman bir bardak su içerdi, unutmuştu, damağının kuruduğunu hissetti.
Bir bardak su içtikten sonra, ayağa kalkmadan: – Yerine kim gelir acaba? diye kendi kendine mırıldandı. Şeytan gibi fısıldadı. – Tabii ki, olsa olsa, Aripbek olur. Hayret etmek istediyse de, olmadı. – Canın çıksın, zavallı adam orada uzanmış cansız yatarken, sen burada yerine kim gelebilir? diye düşünüyorsun. Hiç mi merhametin kalmadı? Bu aynı şeytan fısıltısı gibi bir şeydi.
Çay içip gitmek lazımdı. Bugün Cumartesiydi. Merhum Yesmakan işini iyi bilirdi. Baksana şuna, – işime engel olmayayım der gibi tam da tatil günlerine doğru vefat etti. Tabi cenazesine bir sürü adam gelecektir.
Yesmakan’ın doğum günü davetine sayısız insan katılmış. Anlata anlata bitiremiyorlar. Çok güzel bir davet olmuş. Ne çok dostu varmış. Bu kadar dostu olan adam boş değildir. Ki dostları da “kilit noktaları” idare eden varlıklı insanlarmış.
Sanatoryumdan döndükten sonra işte bu tür konuşmaların sesi eksilmedi kulağından. Aslında o Yesmakan’ı daha önce telefonla kutlamıştı.
O zaman – Kardeşim neden gelmiyorsun? diye sormuştu Yesmakan. Gönlünde bir soğukluk yok gibiydi. Mahsus yapıyordu sanki. Sesinin rengi belli değildi köpeğin. – Ya, şu resmi hareketlerini bırak artık! Niye yabancı gibi davranıyorsun? Gelsene! Biz bize oturalım, eğlenelim biraz…
– Biz bize mi? dedi? Hangi niyetle söyledi acaba?
– Ne yapalım vaktim yok, dedi Yensebek. – Sağlık beni zorluyor. Bakalım. Bilirsin, ben her zaman sana duacıyım… Ne ise, uzaklaşıyorsun kardeşim. Bak! İlişkilerimiz kopmasın!” demişti Yesmakan. – Ne uzaklaşıyorsun ne de yaklaşıyorsun.
Yanaşsam n’olacaktı sanki? Büyütecek miydi? Büyüyecek vakit çokta-a-an geçti zaten!
Eskiden beraber eğitim görmüşlerdi. Aslında çok yakın arkadaştılar. İlişkileri çok güçlüydü. İşe de beraber başlamışlardı. Hatta işleri de aynı idi. Üç sene sonra ikisi de yükseldi. Üç-dört sene sonra ikisi de idareci oldu.
Yesmakan gerçekten bir işkolikti. Biraz zaman geçince yine bir basamak yükseldi. Yensebek ise eski görevinde kaldı. Oturduğu koltukta hala otururken Yesmakan Dosbolov yine birkaç basamak yükseldi.
İlk dönemlerde şehre geldiklerinde her hafta buluşup çay içmeseler, birbirini özlerlerdi. Biraz zaman geçince ilişkileri zayıflamaya başladı. Gitgide birbirlerini evlerinde ziyaret etmeyi bile bıraktılar. Bazen sadece telefonla hal hatır sormakla yetindiler. Sonra telefon konuşmalarını kısa kesmeye başladılar. Onun sesinden hiçbir şey hissetmiyordu. Kendi sesinden ise nefret ediyordu zaten.
– Ooo, sen misin?! Seni gören cennetlik! N’oldu bize böyle! Yabancı düştük sanki. Eşini al gel. Bugün beklerim. Akşam biraz geç dönerim fakat yine de gelin lütfen. Ben gelene kadar dedikodu edersiniz. Hadi kalkın gelin!” dedi Yesmakan sesini yükselterek.
Yine o fısıltı geçti içinden: Baksana şu adama! Mahsus yükseltti sesini, sesinin rengini hissettirmiyor. Gönül dibindeki pisliği gizlemek istiyor. Felakete bak!
– Zaman sıkıntısı var. Baksana, davet ederken bile geç dönerim, diyorsun. Biz de işsiz dolaşmıyoruz ya. Bir gün geliriz. Aklımdasın. dedi Yensebek eski dost tavrını takınarak. – Sana ulaşmak zor. Özel kaleminden randevu almamız gerek. Sonra beklemek lazım.
– Bırak kardeşim, bunlar hep bahane. her şeyden önce geleceğini söyle. Ben her zaman hazırım. Sana kapım her zaman açık. Sen de valla, konuşuyorsun işte…
Bundan beş ay önce Yesmakan’ın hastalandığını duymuştu. – Hasta değildir, belki biraz dinlenmek istemiştir, diye düşünmüştü. Böyle düşünürken Aripbek’e rastladı. Dediğine göre Yesmakan fena düşmüş. Hastaneye yatalı bir ay olmuş. Tedavi görürken hem Almatı’ya, hem de Moskova’ya gidip gelmiş.
– Kimseye söylemeyin, aman… Yensebek’in hastalığı şu şey gibidir, diye fısıldadı Aripbek Baybolov. Fısıldarken etrafına baktı.
– Şu şey gibi diye tekrar etti.
Yine bugünkü gibi bir hal fark etmişti kendisinde. – Şu şeyle hastalandı ha?! Şu şey gibi, onun gibi. O hastalığa yakalanınca çok sürmeden ölenler vardı. Bunu duyar duymaz sorduğu sorudan sonradan epey rahatsız olmuştu: – Yerine kim gelir acaba?
Aslında ziyaret etmeyi düşünmüştü ama işini ona göre ayarlayamadı. İş gezisine çıkmıştı. Sanatoryuma gitmiş gibi. İş gezisi sırasında Yesmakan’ın eşine telefon açtı.
– İş münasebetiyle yurt dışındayım. Yesmakan nasıl?
– Eskisi gibi, dedi Yesmakan’ın eşi.
Eşinin sesi rengini hissettiriyordu. Konuşamadı. Ne diyeceğini, ne soracağını bilemedi. Kadın da dilsiz kaldı.
– İyi midir? diye yine sordu. Yesmakan’ın eşi sesin rengini hissedemedi. Sesin rengi olduğunu pek bilmez herhalde.
– İyi. Eskisi gibi, dedi. – Teşekkür ederim.
Aslında kadının Gülzar olduğundan da tereddüt geçirmişti. Yine sessizlik hükmetti.
– Tamam öyleyse. Sadece bir öğrenmek istedim. Her şey iyi olsun.
– Pekâlâ, dedi Yesmakan’ın eşi. – Teşekkürler!
Gülzar’ın – teşekkürler demesi ne kadar uzak kaldıklarını, yabancılaştıklarını gösteriyordu.
İş gezisinden döndükten beş-altı gün sonra Aripbek’le görüştü. Köpek yavrusunun, her şeyden haberi vardı. Samimiymiş gibi elinden tutarak yolun kenarına doğru çekti. Bir sürü haber anlattı. Her şeyi biliyordu herif. Acayip kurnazdı. – Şu adam gidecek. Ayrılmak istemese de, atıyorlar görevinden. Zavallı o kadar emek verdi. Şu ise yükselecek gibi. Evet, aslında büyüyecek birisine benziyordu en baştan. Çok güçlü ağabey…
Yesmakan’ın durumunu anlatacak diye bekledi. Aripbek onu unutmuş gibiydi.
– Sahi, Yesmakan nasıl? diye sordu Yensebek.
– Sahiden, Yesmakan şu şey gibi değilmiş, dedi Aripbek, Yensebek’in paltosunda bit bulmuş gibi yakasını silerek. – Şu şeyini duyunca çok korktuk doğrusu. Öyle değilmiş. Şu anda yemek yiyebiliyor. İştahı açılmış. Dün ziyaret ettim. Çok iyi. Doktorlar da eskisi gibi değil, her türlü konuşuyorlar valla…
– Öyle miymiş? dedi Yensebek, sesini kontrol edememişti.
Şu şey gibi değilse, o zaman ziyaret etmek lazımdı… Gitmek lazımdı. Şu şey gibi olmadıysa, yine ziyaret etmek lazımdı, galiba…
– Ziyaretine gidemedim. İş münasebetiyle yurt dışındaydım, dedi.
– Şu şey gibi diye söylediklerinde yüreğimiz ağzımıza geldi, dedi Aripbek.
– Giderim gelirim derken mayıs bayramı da yaklaştı. Eninde sonunda öyle oldu. Sonunda – şu şey gibi olmuştur.
Etraf kalabalıktı. Gelip gidenden iğne atsan yere düşmezdi. Hava sıcaktı. Cumartesiydi, tatil günü…
Aynı okuldan mezun olanlar önceden gelip yetiştiler. Hala akın akın geliyorlardı. Yesmakan’ı, cenaze komisyonunun üyesi olarak kabul etmişlerdi. Dolayısıyla gelip gidenler için yemek sıkıntısı yoktu. Defnedilecek yer bile ayarlanmış. Her şey elinde…
– Yensebek Ağa, artık Yesmakan Ağabey yok. Her şey arzu ettiğimiz gibi olsun, elimizden ne gelirse, dedi birisi. – Cenazeyi yarın birde defnedersek, yemek konusunu saat üçe göre ayarlamak lazım, dedi başka birisi.
Biraz sonra Yensebek de – onursal bekçiye dönüştü. Yesmakan’ın ayakları tarafından yer bulabildi. Yeni satın aldığı evi genişmiş. Yüksekmiş. Eve dikkatlice baktıktan sonra gözleri kayarak mevtanın yüzüne düştü. Yüzüne bakamıyordu. Ya canım sıkılır, yâda dayanamam diye düşündü. Boşu boşuna, her şeye, herkese bakarak canın sıkılması da ne! Kendi canından kıymetli ne var. Gidecek olan gider. Bir zamanlar arkadaş, dost gibiydik. Ne olacak sanki, kim kime dost olmamış ki? Kim kimden ayrılmamış şu yalan dünyada…
Yesmakan’ın yüzüne bakarsam, yüreğim ağzıma gelir, diye düşünmesi boşunaydı. Etkilenmemişti bile. Hatta kirpikleri bile titremedi. Yesmakan sanki uyuyordu. Ceketi, kravatı, beyaz gömleği, her şey eskisi gibi yakışmıştı. İşi de değiştirememiş meğer. Uzun zamandır görüşememiştik, fakat aynı şekil, aynı çizgi. Şişmanlamasa da, biraz dolgunlaştı, değişti derlerdi. Yüzü zayıf, şekli şemali aynı. – Hadi, dans etmeden ne yapacağız? Hangi kızla tanışacağız? dediği zamanlardaki gibiydi. Sadece bu anda… Yesmakan’ın güzel dans edebildiğini hatırlayınca yüreği biraz hopladı. Fakat kalbini sakinleştirebildi.
Saçlarına biraz beyaz düşmüş. Şu beyaz ne zamandan beri vardı? Yoktu ya. İhtimal, hastanede beyazlamıştır. Yoksa en son gördüğü o büyük toplantıda saçları simsiyahtı. Başkanın masasına oturmuştu o zaman. Saçını arkaya doğru taramıştı. Kıvırcıktı. Simsiyahtı.
Sonra başka birisi yerini alarak oturacaktı. – Sizi çağırıyorlar, dedi Yensebek’e bakarak.
– Hangi sahne daha iyi olur? Ne dersiniz? Millet durmadan çoğalıyor gördüğünüz gibi, dedi aksakallardan biri. – Gümüş Pirinç iyi olur, dedi Yensebek. – Hem yakın hem geniştir.
– Doğru. O zaman o şekilde haber versinler.
Yirmiye yakın çelenk dizmişler. Yesmakan Dosbolov’u evinden çıkartıp uğurlayacak an da geldi. Arkaya dönüp baktığında kalabalığın ucu görünmüyordu.
– Ne kadar çok adam var. Baksanıza! Yensebek Ağa, ne kadar da çok değil mi? dedi Aripbek içini okur gibi.
Orkestra inledi. Sadece Yensebek adeta bir kurt gibi sessizliğini bozmuyordu. Put gibi ruhsuzdu. Neden dikildi? Neden sessizdi? Kime karşı?..
Cenaze töreninde birkaç kişi konuştu. Yesmakan Dosbolov’un gerçekten büyük adam, milleti için her şeyini feda eden vatandaş olduğunu beyan ettiler. Onun isminin ebediyen kalacağını, unutulmayacağını söylediler. Pişmiş kelle gibi sırıttı. Eskiden gazetelerde de – ebediyen ismi unutulmayacak diye yazarlardı. Sonra – uzun zaman unutulmayacak diye düzeltiler. Yarın Yesmakan’ı da gazete manşetlerine taşırlar. Ne yazarlar acaba? Altına kim imza atar? Büyükler mi, yoksa “dostları” mı? “Dostlar” kategorisine Yensebek dahil midir?
Yensebek yine sırıttı. Burada sırıtmak olmazdı. Sanki tebessüm etti. Ölü bir tebessümdü. Şu ölü tebessümü nereden çıkardı? Yesmakan büyüyünce, iki basamak yükselince bulduğunu sanmıştı.
Gece boyunca uyuyamadı. Sabah kalkınca aynaya baktı. Aynaya baktığında tebessüm ediyordu. Kim? Tabii ki, kendisi. Evet, kendisi. Yabancı birisi değil, ta kendisi. Ölü tebessüm işte… Kim bilir, belki de eskiden de vardı bu gülümseme suratında. O zaman altı aylık bebeği ağlıyordu. Sesi zehir gibi acıydı. Eşinin süt için dışarıya çıktığını tahmin etmişti. Çünkü az önce kapının kapandığını duymuştu. Çocuğu acı bir çığlık kopardı. Kıpırdamadı bile. Gitmedi, yanaşmadı. Ölü tebessümüne dikilmişti. – İnsanda merhamet denen şey kalmadı mı? Nerede merhamet? diye mırıldandı. – İnsanda demenin yerine bende desene! demek istedi aslında. Ölü tebessümle sanki birisinden, bir şeylerden intikam alıyor gibiydi.
Birdenbire bir düşünceye kaptırdı kendisini. Acil karar verdi. Adı unvanı büyük olan misafirlerin etrafında dolaşarak Maşat dağ boğazına davet etti hepsini. Herkes neşeli gibiydi. Üç misafiri de sarhoş olarak bembeyaz “Volga” arabasına bindiler. Yol Kırğı Pazar’dan geçiyordu. Arabanın şoförü fıkra anlatacağım diye arkaya dönerek bakmak istedi. Tam o anda bir ihtiyar adama çarpa yazdı. İhtiyar adamın arkasında bir çuval vardı. Çuvalıyla birlikte yere düştü. İyi ki araba hemen durdu.
– Yahu, şu işe bak, Allah muhafaza etti! dedi misafirin biri.
– Hiç olmadık birisine çarparak dedikodulara maruz kalırdık valla… dedi ikincisi.
– Bir kutu Şımkent birasıyla Aral Gölü’nden gelen balığımız sadaka olsun! dedi üçüncüsü.
Yensebek sessiz kaldı. Ölü tebessümünü bulamadı bu sefer. Az önceki “hiç olmadık ihtiyarın” yere düşmesi onu rahatsız etti. Titredi. Hiç ses çıkartamadı. Fakat arabadan çıkmadı. Yere düşen ihtiyar Yensebek’in bir akrabasıydı. Bu kentte oturuyordu, uzun zamandır haber almamıştı ondan. Çuvalın içinde un varmış. Unu dökülmüştü. Kendi kendine konuşarak bunlarla selamlaştı ve akrabasını fark ettiği halde yaklaşmadı. Avucuyla ununu çuvala dolduruyordu. Homurdandı. Yensebek ise öfkelendi. Adamın kayısı kabuğu gibi kırışık yüzünden ter damlaları dökülüyordu. Ansızın Yensebek’in kalbinden korkunç bir dilek geçti; – Şu zengin ve önemli misafirler bu ihtiyarın benim akrabam olduğunu öğrenemeseler!
– Af buyurun dede, dedi misafirden birisi. – Bir yeriniz ağrıyor mu?
– Dikkatlice dönüverseniz, dedi ikinci misafir.
Üçüncüsü ise konuşmadı. O Yensebek’in evinde birkaç kere bulunmuştu. Akrabasını tanıdı, hatta bir-iki defa aynı sofrada oturmuşlardı. Biliyordu. Tanıdı. Tanımıştı o anda! Fakat Yensebek’in – Tanımasa keşke! diye yanıp tutuşan halini anlamıştı. Bu yüzden tam önünde ununu toplayan ihtiyara değil, Yensebek’e hayretle bakıp tebessüm ediyordu.
Durmadan gülen, sarhoşluk içinde eğlenen misafirleri Yensebek’in evine girmediler. Maşat dağ boğazında geçirdikleri yarım günle kanaat ettiler. Yensebek ise zayıflamış haliyle yine aynaya baktı ve ölü tebessümün yeniden canlandığını fark etti.
Bundan sonra gülerken gerçekten gülmüyordu. Rahatlıkla gülebilenlere deli gibi bakardı. Bazen dikilirdi. Biraz zaman geçince çok şeyden ölü tebessümü aracığıyla intikamını alırdı. Hem böyle teskin oluyor gibiydi…
Düşüncelerinden geri döndüğünde Yesmakan’ın ölü cesedi toprağa veriliyordu. Yensebek’ten başka tüm dostları etrafında dolaşarak yardımcı oluyorlardı. Cesedi kaldırıp yere indiriyorlardı. Cesedi tutamayanlar ise bel bükerek Yesmakan ile mezarlığa inecek gibiydi.
Yensebek de bir avuç toprak attı.
– Siz yardımcı olsanız. Yemekhane işine baksanız, dedi aksakallardan biri Yensebek’e . – Evet, sen gitsen iyi olur, dediler eski sınıf arkadaşları.
Yemekhanenin içi genişti. Birkaç sıraya dizilen masaları doldurdular. İnsan sayısızdı.
Yine herkes sırayla konuşuyordu.
– Bizim adımıza sen de konuş. Yoksa sıra bize gelmez, dedi eski sınıf arkadaşı.
Yensebek bu sefer gerçekten telaşlandı. Hesabında konuşmak yoktu. Daha doğrusu söz verecekler, konuş diyecekler, diye düşünmemişti. Fakat bunun için uyarılması gerekiyordu. Zira daha önemli cenaze törenlerinde protokol denen birşey vardır sonuçta. Yine sınıf arkadaşlarından teklifler yağdı. Fakat kendisini tercih edeceklerine ihtimal vermedi.
Konuşurdu konuşmasına da, sesinin rengini ayarlaması zor işti!
Gözlerini bir noktaya dikmişti. Dudakları morlaşmıştı, kelimeleri net duyulmuyordu. Şimdi de dudaklarının titremeye başladığını fark etti. Fakat burada dudakları morlaştırmamak gerekirdi. Milletin konuşma yaptığı gibi yavaş bir şekilde konuşmaya başlayarak ağzıyla kuş tutar gibi hitap etmek gerekirdi. Sonra gözleri yaşarır gibi yapıp titrek bir sesle bitirmek lazımdı. İşte o zaman sesin rengini kimse anlayamazdı.
Elinde kadeh tutarak ayağa kalktı. Kimin ne olduğunu millet anlar. Anlar anlamasına, güler gülmesine fakat kimse hissettirmez. O belli zaten.
– Yesmakan Dosbolov kimdi?! Ben onun kim olduğunu anlatmak istemem, dedi. – Benden önce ne güzel konuşma yapıldı. O, milletim benim diyen bir babayiğitti. Onun dostları çoktu. İşte o dostlardan birisi bendim… Burada biraz durakladı. Ne kadar güzel bir konuşma yapmak istese de, elinden gelmiyordu. Sesin de rengi de olur, diye bir yerde okuduktan sonra kendi sesinden korkmaya başlamıştı. Konuşurken sesinin rengini fark ederler miydi? Kim bilir belki de öyle renk menk yoktur. Eğer sesin rengi görünseydi, o zaman Yensebek’in ses renginden herkes bayılırdı. Hatta kalpleri dururdu. Kendisi de korkuyor gibiydi. Tabii ki kendi sesinden korkmuyordu. Sesini duyan – akıl sahipleri birşey fark ederler diye korkuyordu. Dolayısıyla farklı bir renk katmalıydı. – Ben yalnızım saygıdeğer dostlar! dedi konuşmasına devam ederek. – Evet, birlikte okuyan arkadaşlardan bu şehirde tek ikimiz kalmıştık. Şimdi ise ayrıldım dostumdan. Kuğu, göle doğru uçtu… Evet, hani derlerdi ya… Beyaz şahin çöle uçtu. Evet, herkesin gideceği yere gitti, derler değil mi? İşte aynen… bir hatip gibi konuşmak istedi. – İşte aynen, o bir sırdaştı. (Gülzar aşağıya doğru bakıyordu. Aripbek nerede acaba?) Bundan sonra sırımı kime söylerim, derdimi kime açarım… (Burnu sızlamış gibi yaptı, yaşarmayan gözlerini sildi. Fakat geç olduğunu anladı.)
Konuşmasını – hadi şerefe diyerek bitirdi. Kadehinden yudumlayarak sofradaki pişmiş tavuğa elini uzattı. Eskiden ah u vah edip konuşurlardı, kafalarını sallayarak mırıldanırlardı, keşkelere boğulup ağlarlardı, fakat bu törende herkes hissiz gibi oturuyordu. Duygularını gizliyorlardı sanki. Yensebek’e böyle göründü. Bu yüzden kafasını kaldırmadı.
– Gerçekten muhteşem bir insandı. İyilere her yerde ihtiyaç vardır, kim bilir belki de öbür dünyaya Yesmakan gibiler lazımdır. Arkasına bakmadan gitti. Arkasında ağlayıp sızlayan bizler kaldık. Bu adama herşey nasip edilmiş, dedi karşı tarafta oturan biri. – Her şehirden, her eyaletten bir sürü dostları varmış, baksana…
Sonra gözlerinden ateş fışkıran birkaç yakışıklı genç konuştu. Herkes Yesmakan’ı bir üstat olduğunu, ağabeyden daha şefkatli olduğunu, merhametli olduğunu söyledi. Yesmakan’ın işini devam ettireceklerini vaat ettiler.
– Ne zaman… Bu kadar delikanlıya ne zaman üstatlık yapmıştı… Böyle pırıl pırıl gençlere… Allah Allah!!!
Eskisi gibi mırıldanarak evine kadar geldi.
Eşi ona bakmadı bile. Mutfağa geçti. Çay demledi. Eşi çayını verirken o buruşmayan yüzünü kapıya doğru çevirmişti. – Merhamet dediğin kaldı mı? Var mıydı eskiden?
Yaş altmışa yaklaştı. Adam gibi elli yaşını kutlamadı. Kimseye söylemedi bile. Mütevazı göründü. Nedenini kendisi de bilmiyordu, fakat doğumun ellinci yılına tören düzenlemedi.
Altmışı da aynen geçer herhalde. Yetmişi de değişmez. Seksenden yine bir şeyler bekler. Fakat kim bilir belki de altmış yaşını dolduramayabilir. İhtimal. – Şu şey gibi hastalık çıktı. Oturduğu şehirde bu hastalığı öyle adlandırmışlar. O hastalığın ilacını değil bu şehir, dünya bulamamış. – Şu şey gibi derler. – Gerçekten öyle miymiş? diye hayret eder. Biraz vakit geçer. – Ne dersin, falan öyle yapmış, derler. – Şu şey gibi demişti, korkunç gerçekten!
Evet, ölümün kendisinden ayrılmadığını bir yerden okumuştu. Ölüm bir yerde bulunuyordur. Hatta seyrediyordur her şeyi! Bazen mırıldanan ölüm müdür, yoksa?! Odur! – Şu şey gibi’den mi tutar, o şey gibi’den mi alır, bir gerçek ki, bir gün gelir bir gün kalır.
Ne kadar çok insan vardı. Ölürse, evet, ölürlerse, ne kadar adam ölür? Tebessüm etmek istedi. Ölü tebessümünü bulamadı. Sırıtmak istedi. Yapamadı.
– Merhamet nerede? İnsanda merhamet kalmadı.
Yıkandı. Sonra çay içti. Eşi işteydi. Kızı da, oğlu da ayrı eve çıkmışlardı. Çocuklarına karşı çok sertti. Çocukları yaramazlık yapmadılar. İkisi de üniversite mezunuydu. Evlenmediler. Merhametten uzaktılar. İhtimal, Yensebek vefat ettikten sonra evlenirler. Öyle sanıyordu. – İnsanlarda merhamet kalmadı! Yoktur merhamet!
– Ben ölürsem kaç insan gelir acaba?
Yine sırıtmak istedi. Biraz sırıtabildi. Yıkanmanın etkisidir. Yerinden kalkıp dolaba doğru yanaştı. İçki alarak kristal bardağın içine döktü. İçti dibine kadar. Yine içti. Yine… Ne derler; er olarak doğan adamın sayımı üçe kadardır. Telefonuna yaklaştı.
Dostları var mıydı? Varsa, ne kadar? Pekiyi, öğrencileri? Hayatında ne kadar iyilik yaptı? Ne kadar genç delikanlıya merhamet edebildi? Okşayabildi mi? Yesmakan’ın cenazesine bir sürü genç geldi…
Artık bundan sonra düşünceyi derinleştirmek istemedi. Sorular sanki sıkıyordu, cevaplar ise nefes aldırmıyordu. Birer düşman kesilmişler. Yine ezdi…
Telefonunun yanında oturdu uzun vakit. Hanidir içmemişti şimdi içki damarlarında dolaşıyordu.
– Ben vefat edersem, kimse gelir mi?
– Yesmakan’a gelmeyen, beraber okuyan kimler var?
Kızılorda’da Köbey var. İki sene önce toplantıda karşılaştılar, telefon numarasını vermişti. Yesmakan’a gelmedi. Onunla haberleşmek lazım.
– Adam lazımmış, a-d-a-m… Mırıldanan hali iniltiye dönüştü. Artık düşünmeye vakit kalmadı. İşini aradı. Kızlar hızlıca bağladılar. Yensebek’in ses renginden ürkmüşlerdi.
– Alo! A-l-o! Köbey sen misin? Hey, kanka-a-a! Eski öğrencilik yıllarından kalan kelimeyi bulabilmiş olmaktan memnundu. – İyi misin? Çoluk-çocuk nasıl? Beşi de mi evlendi? Önem vermiyorsun ha? Ses rengi yine bozuldu. – Deme ya, azalıyoruz valla… Yesmakan gitti kerata. Bugün… Bugün defnettik. Mektup aldım mı diyorsun. Gelmedin? Evet. Haklısın. Anlıyorum. Hepimiz zincirli köpekleriz. Çok güzel geçti. Yemekhaneye ben baktım. Her şeyi hallettim. Öyle işte… Bir haberleşeyim, dedim… Haberleşelim hep… Eve buyurun. Eski adres. İş eskisi gibi. Önemli değil, büyümeyi sizlere emanet ettik. Ok. Hadi görüşürüz. Selam söyle. Tamam. Bugün varız, yarın yokuz… İlişkiyi kesmeyelim. Evet…
– Hızlıca konuşuyor. Benden kurtulmak istiyor kerata. Korkunç hal. Merhamet nerede? Hani nerede? Kimde var?! diye düşündü.
Taraz şehrinde kim vardı? İç çekti. Kim vardı? Oradakilerin hepsi Yesmakan’a gelmişlerdi. Sınıf arkadaşlarından kimse yok. Sahiden, geçen sene sanatoryumda beraber olan Sayduali vardı ya? Onunla haberleşmek gerek.
– Alo! Sen misin Sedoş! Tanımadın mı? Sanatoryumda aynı odada kaldık ya. Evet, benim. Birkaç kere aradım mı diyorsun? İş gezilerimiz çok. Nasılsın? Sağlığın nasıl? Her şeyden önce sağlığın nasıl oldu? Diğeri ise satılır. Dediğin gibi öyle işte. Bizler… Eski hastalık. Hastalıktan ölürsem cenazeme gelir misin? Efendim? Şaka tabii ki? Seni aklımdan çıkartmadım. Bu sene sanatoryuma gidemeyeceğim. Biraz gezmek istiyorum. Seni de ziyaret ederim. Şimdilik o hastalıktan öleni görmedim. Eğer başka bir hastalıktan vefat edersem bir avuç toprak atmaya gelirsin. Hadi bakalım, söz ver. Nasıl? Ölüm dediğin bir anlık… Bugün bir arkadaşımı gönderdim. İyi dostumdu. Gitti öbür dünyaya. İyi insandı. Hayatta olsaydı büyüyecekti. Hayır, kaza değil. Şu şey gibi… Evet, öyle. Bizde ona – şu şey derler. Ne ise. Seni çok özledim. Haberleşelim yine. Eve buyurun. Sonbaharda, tamam gelirim…