Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ses Rengi», sayfa 3

Yazı tipi:

GEYİK OTU

Kisa, şehir çocuğudur. Babasının söylediğine göre ilçe merkezindeki büyük bir köyde doğmuş. Doğum belgesinde doğduğu köyün adı kayıtlıdır. O zamanlar, yani Ki-salar orada yaşarken babası şehirde çalıştığından köyden şehre her gün gidip gelirmiş. Köyde güzelce çalışırken ısrarla şehre çağırmışlar. Becerikli olduğunu, güzel kariyer yapma imkânının bulunduğunu, ileride yükseleceğini, kendisi gibi genç kadrolara ihtiyaç duyduklarını söylemişler. Babası teklife pek sıcak bakmamış, ancak annesi çok sevinmiş, eşini ikna etmek için gayret sarf etmiş. Öylece babası şehirde çalışmaya başlamış. İlk davet ettiklerinde bir yıl içerisinde daire vermeyi taahhüt etmişler. Fakat bu konu iyice uzamış. Ailesinin düzenini bozmamak için kendisi gidip gelmiş. Bazı dönemlerde de daire kiraladığı olmuş. Öyle sıkıntılı yaşam sürerken fırtınalı günlerin birinde iyice soğuk alıp çok hastalanmış.

Sonunda bunlar şehre taşınmışlar. O zaman tabii Kisa daha çok küçükmüş, yeni yeni tay tay durmaya çalışıp ha bire düştüğü dönemleriymiş. Babasının anlattığına göre taşındıkları ilk gün çok katlı evin merdivenlerinden yukarı çıkmak gerektiği zaman çocukların hepsi çok korkmuşlar, içeri girmek istememişler. Kisa’dan daha büyük olanlar çabuk alışmışlar. Kisa’nın alışması ise bir yıl sürmüş. Yürümeyi iyice öğrenip koşmaya başladığı zaman bile uzun süre apartman merdiveninden elinden tutarak indirip çıkarmak kolay olmamış.

Sonra ikna olup her şeye alışmış. Şimdilerde şehirde doğmuş, bütün hayatı boyunca yüksek evde yaşamış sanırsın. Yine de köy dendiğinde ağzının açık kaldığı saklanamaz.

Kisa, babasının hep anlattığı uzaktaki köye hiç gitmemiştir. Arkadaşlarının hepsinin dedeleri ve nineleri vardır. Dedelerinin ve ninelerinin yanlarına giderler, onlar ziyarete gelirler. Fakat Kisa’nın kaderine dede ve nine yazılmamış. Bunların babası çok uzakta bir yerdeki dağların dibinde doğmuş. Kisa’dan biraz daha küçük yaşta iken uzaktaki ilçe merkezine taşınmışlar. O zaman da babasının babası görevden dolayı taşınmış. Köyden bahsettikçe Kisa’nın gözlerinin önüne büyük köy canlanır. Babasının anlattığı köyün başka köy olduğunu daha yeni yeni anlamaya başladı.

Her yıl kış aylarında evlerinde uzaktaki köyle ilgili ilginç şeyler anlatılır. Babası ilk önce köyün temiz havasından bahseder. Temiz hava dendiğinde Kisa’nın aklına cam açıldığında odaya giren hafif rüzgâr gelirdi ve babası temiz havayı ağızdan salya akıtarak anlattığından olmalıdır ki dilinde güzel bir tat hissederdi. Yüksek yüksek tepelerle mavimsi dağlardan, onların aralarından geçip duran hayvanlarla kuşlardan söz edildiğinde Kisa’nın boynu bükülürdü. Babası özellikle çeşit çeşit otları anlatırken hiç sıkılmazdı.

İlkbahar gelir gelmez Kisa’yı köye götürmeye söz verirdi.

Bütün kış ilginç hikâyeler anlatıp vaatler yağdıran babası ilkbaharda mutlaka hastaneye yatardı. Hastaneden çıktıktan sonra da uzun süre içine kapanır, kimseyle konuşmaz, sessizliğe kapılırdı. Böylece günler geçer, yaz da gelirdi. Yazın malum işler dolup taşardı. Hikâye de, vaat de unutulurdu. Bazen babasının keyifli olduğu anlardan istifa edip samimi ortamı bulduğu anda köyü hatırlatırdı.

– Köyünüze ne zaman gideceğiz, baba? derdi nazlı nazlı.

– Kaderinize dede ile nineyi yazmayınca zormuş. Kime götüreceğim sizi… Daha sonra bakarız, gideriz, der.

Böylece yıllar yılları kovalar. Kisa annesi ile büyük köye gitmişti, ancak ücra dağlara gitmek nasip olmamıştı. Ücra dağlardan ilk gördüğü şey geyik otu olmuştu.

Öncelikle geyik otunun kokusunu öğrendi.

Bu, şöyle olmuştu. Babasının çeşitli otlar hakkında anlattıkları arasında işte bu geyik otu büyük öneme sahipti. O kadar çok anlatırdı ki muhtemelen bu otun adını diğer kardeşlerinden önce, daha konuşmaya başlamadan önce öğrenmişti. Daha okula başlamadan hayatında hiç görmemiş de olsa aklında canlandırıp ana özelliklerini öğrenerek resmini de yapardı. Bir defasında babasına gösterdiğinde babası benzediğini itiraf etmişti.

O sene babası hastaneden çıkmış olmasına karşın sürekli öksürüp duruyordu. Öksürdükçe alnından önce boynu şıp şıp terler, çok rahatsız olurdu. Annesi ne yapacağını şaşırmış, poşet poşet ilaç getirip eşinin önüne koymuştu. Babası ilaçları bir o yana bir bu yana çevirmiş ve:

– Bunların bin tanesi bir araya gelse bir demet geyik otunun yerini tutamaz, onun bir sapının verdiği tadı veremez, demişti.

– İyice nefesin tükenip tahtalıköye gitmeden bir tanesini iç. Bütün yaz kâğıt kemirirken ne düşünüyordun? dedi annesi. – Koltuğa çakılıp kalacağına ücra dağına gidip bir deste getireydin ya, ne getireceksen. Geyik odunu mudur, elik odunu mu?

– Odun değil, geyik otu, dedi babası öksürmekten daha çok boğularak. Fakat yine de vazgeçmez. – Odun değil, ottur, ot, geyik otu. Ö-hö. Hö, hö, ıhı, ıhı, hı…

– Otun oduna, sen de oduna karışıp neden yanarak yok olmazsınız ha! Yanarak!

Bundan sonra ikisinin kavgasını dinlemek istemeyip yavaşça yerinden kalkıp sessizce kitabını kapattı ve diğer odaya geçti.

– Kisacığım! diye seslendi bir ara babası.

Gittiğinde kafasını dik tutan babası saçlarını kuruturcasına uzun ve zayıf parmaklarıyla tarar gibi sıvazlayarak gülümsüyordu. Babası ya ilaç almış olmalıydı, ya da sinirleri yatışmıştı. Annesi yatak odasına geçip yatmışa benziyordu.

– İnsanlar uzun zamandır çocuklarına mektup yazmaz oldular, – dedi babası gülümsemeye devam ederken Kisa’nın başını okşayarak. – Şimdi ben de boşuna o kadar kâğıt harcadım. Başaramıyorum. Sen yazabilir misin? Ben söylerim. Dikte yazar gibi.

Kisa çok mutlu oldu. Babasına elinden geldiğince yardımcı olmayı çok ister. Şimdi altıncı sınıfa gidiyor. Okuması ve yazması çok güzel. Daha güzel çizdiği resimler için öğretmenlerinden hep övgü sözleri duyar. Her toplantıda söylerler, öğretim yılının sonunda takdir belgesi alır. Daha çok otların resmini yapmaktan hoşlanır.

– Maşallah altıncı sınıfın da yarısını tamamlamışsın, dedi babası Kisa’yı uzun zamandır görmemiş gibi hayretle bakarak. – Sana çok mahcup olmuşum ya! Köye götüreceğimi söyleyeli kaç ilkbahar, kaç yaz geçti değil mi? Seni beşinci kata elinden tutup zorla çıkarıp ensenden dürtüp zorla indirdiğim günler daha dün gibi geliyor.

Kisa gülümseyerek babasına bakıyor. Daha dün saçları gür ve simsiyah idi. Diğer çocukların babaları gibi çok şişman değildir, koca göbeği de yoktur. Boyun ve kolları da kalın değildir. Zayıftı hep. Fakat saçları gür ve simsiyahtı. Hafif kıvırcıktı. Bu yüzden diğer çocukların şişman şişman, göbekli göbekli babalarından biraz da olsa genç görünürdü. Şimdi ise Kisa babasına bakınca onun saçlarının iyice azaldığını, yarısının beyaza dönüştüğünü görüyor.

– Gerçekten de zaman çok hızlı geçermiş baba, dedi Kisa. – Okul sanki daha dün başlamıştı, şimdi ise yılbaşı için hazırlık yapıyoruz. Bak, dışarıda kar yağıyor…

– Öyle mi?! Kar mı yağdı? diyerek babası cama doğru acele etti. – Anlaşıldı, nefesimin neden aniden açılıp moralimin durduk yerde yükseldiği ve kendimi hafif hissetmeye başladığım şimdi anlaşıldı. Kar yağmaya başladı demek. Yağması iyi, değil mi? Yoksa her çeşit mikrop üreyip hastalık çoğalacak.

Babası tekrar yerine oturdu. Avuç içlerini birbirine sürterken oldukça mutlu görünüyordu. “Babam da olmadık şeyler için sevinirmiş” diye düşündü. Karın yağmış olmasına kendisi de çok sevinmişti.

– Şimdi de gıcır gıcır ayaz olsa, dedi babası. – Kâğıdın varmış, hadi yaz. Ben yavaş yavaş söylerim. “Şehirden köye selam” mı dersin, bir şekilde başlasana. Bana başlamak zor geldi ya. Başladın mı?

– Başladım, dedi Kisa. Gerçekten de “Çimkent’ten selam!” diye yazmıştı.

– “Dostum Kasımbek!” de şimdi. Eminim sağ ve salim bir şekilde doğduğumuz köyün güzel havasını teneffüs edip memlekette olmanın mutluluğunu yaşıyorsundur. Ailenin sıhhatte ve iyi günlerde yaşamasını dilerim. Dostum Kasımbek, öncelikle senin hiçbir yere gitmeyip köyde kalmanın ne kadar iyi olduğunu belirtmek isterim. Sağlığın da çok iyi tabii. Daha iyi olmasını temenni ederim. Seninle görüşmeyeli uzun zaman oldu. Ancak haberini alıyorum. Her sene ilkbaharda ve yazın köye gitme planı yaparım, fakat hiç zaman bulup gidemedim. Uzun lafın kısası benim sağlığım pek iyi değil. Uzun yıllar şehre gidip gelerek çalışma sağlığımı bozmuş. İçmediğim ilaç kalmadı. Hastanenin döşeğini de eskittim. Hastaneden iyileşmiş gibi çıkarım, sonra tekrar tutar hastalık. Ancak geyik otu denen bitkiyi koklarsam ve çayını yapıp içersem iyileşecekmişim gibi geliyor. Bana öyle geliyor. Benim bir deste geyik otuna ihtiyacım var. Şehre sık sık geldiğini, fakat bize uğramaya zaman bulamadığını biliyorum. Niva arabanın iki tanesini eskitip üçüncüsünü rüzgâr gibi uçurduğundan da haberim var. Duydum. Şimdi sen benimle aynı ilkokula gittiğini unutmadıysan, merhum babamın kendimizden önce sizlere ve sizin gibilere saman otu sağladığını unutmadıysan geyik otu denen bitkinin bir destesini getiriver. Selamlarla. Çocukluk döneminin seni kendinden daha çok seven dostun Ormantay. Ha, bu arada adresimiz de şudur: Çimkent Şehri, Köktem Sitesi 8 No’lu apartman, 88 No’lu daire”.

Mektubu ertesi gün Kisa’nın bizzat kendisi gönderdi. Evlerinin yanında, kaldırım kenarında postanenin mavi kutusu vardır. Kutunun üstünde tüylerini kabartıp güneşle konuşan kargaya biraz baktı ve işaret parmağını yalayıp küçük kapağı açarak mektubu atıverdi. Babasının söylediğine göre mektup ilçe merkezine iki gün geçmeden ulaşacaktır. Oradan kolhoz merkezine ulaşana kadar iki gün daha geçecek. Böylece dört gün eder. Ondan sonra mektubun hareketi yavaşlamaya başlayacak. Sonrası postacının ücra dağdan merkeze ne sıklıkta geldiğine bağlıdır. Bilimsel ve teknik devrim zamanı ya, insanların çoğu o ücra dağdan merkeze özel araçlarıyla gelip gider, fakat postacı eski atından henüz inmemiştir. Ona şimdilik araba tahsis edilmemiştir. Kisaların kaderine nine ve dede yazılmadığı gibi postacının da kaderine araba yazılmamış gibi. Bu yüzden kolhoz merkezinde dergi ve gazetelerin, mektup ve telgrafların haftalarca birikerek yığın oluşturduğunu babası on senedir gidemiyorsa da çok iyi biliyor. Haftanın sonunda köyden atını terletip postacı yaşlı adam da gelir nihayet… Nice “Niva” marka arabalar, tıka basa mal yüklü mobil dükkânlar, hayvan çiftliklerini dolaşan yöneticilerle diğer yetkililerin sık sık giden çeşit çeşit güzel arabaları ufak tefek dergi ve gazetelerle mektup ve telgrafları ne yapsın ki. Burunlarını kıvırırlar, istemezler. Yani babasının dikte ettiği ve Kisa’nın yamularak yazdığı mektup koca iki hafta sonra ancak ulaşacaktı.

Ulaşmasına iki haftada ulaşır da babasının çocukken kendisinden daha çok sevdiği dostu Kasımbek kaç gün düşünüp taşınır acaba? Kendisi nasıl bir insandır? Önemli olan işte budur. Babasının çocukluk döneminde kendisinden daha çok sevdiği Kasımbek, araç sorunu olan biri değil, iki Niva’yı eskitip üçüncüsünü rüzgâr gibi uçuran biridir. Gelmek isterse hemen ertesi gün de gelebilir. Acaba koşa koşa gelir mi? Öyle biri ise neden bugüne kadar hiç gelmedi? Daha önce gelmediyse zamanı olmamış olabilir, babası böyle bir mektup yazmamış, bu kadar zor durumda kalmamıştır.

Kisa her gün onu beklemeye başlamıştı. Şehirde kar çok yağmaz. Çoğu zaman geceleri yoğun olarak yağar ve öğleye kadar erir. Sadece güneş görmeyen kimi evlerin çatılarında kalır. Babası yeni kar yağınca ve güneş açınca sevinir. Ne yağışın yağdığı, ne de güneşin açtığı çok kapalı havalarda günler çok sıkıntılı geçer onun için. Öyle havalarda babası vücudunda omuzdan aşağı çeken bir ağırlık, eklemlerde sızı hisseder. Kisa okuldan dönerken havanın durumuna dikkat eder, böylece evine vardığında babasını ne durumda bulacağını tahmin eder.

Aradan iki veya üç hafta geçmişti. Kisa okuldan geç döndü. Kendisi öğlencidir, altı ders bitene kadar dışarıda epey karanlık bastırır. Ay aydınlık olunca etraf bembeyaz renge bürünür, yerde kar olduğunda okulun gri beton duvarları bile süt sürülmüş gibi göze beyaz görünür. O gün altı dersten sonra yeni yıl etkinliğinde üstleneceği kurt rolünün provasını yaptılar. Öğretmenleri başrolü kendisine güvenmişti. Orman içerisinde kurt, koyuna rastlar. İkisi bir atışmaya başlar. Sonunda koyunun uslu olmasından ve başkalarına güvenme özelliğinden yararlanan kurt onu yer. Bu senaryo Kisa’nın pek hoşuna gitmiyor. Tilkiye, tavşana rastladığı kısımlar da var, onlar neyse de koyunun ormanda ne işi var? Babasının söylediğine göre koyun ormanda değil, kır ve çayırlarda, açık yeşil alanlarda ve ahır etrafında bulunur. Kurt rolünü öğretmenleri buna özellikle vermişler. Kisa çok sessiz, uysal bir çocuktur. Diğer çocuklar gibi fazla hareketli, uyanık değildir. O nedenle kurtluğa teşebbüs etmesi gerekmektedir. Elbette ondan kurda dönüşecek değil, ancak yapısını, huyunu değiştirmeye, düzeltmeye yardımcı olabilirmiş. Fısıltıyla söyleyecek olursa bazen kurt gibi olmayı beceremezsen çok kolay ağzındaki ekmeğinden olma tehlikesiyle karşılaşabilirsin. Sınıf öğretmeni özel görüşmesinde bu tür tavsiyelerde bile bulundu. Kurt rolü yine de Kisa’nın hoşuna gitmiyor. Aksine koyunun rolünü daha gerçekçi oynayabilirdi. Babasının gözlerini almadan okuduğu gazetelerde sık sık yazdıkları gibi yönetmen (öğretmeni) oyuncuyu (Kisa) seçerken tek taraflı düşünmüşe benziyor. Öğretmeni çok inatçı insandır, ikna etmek çok zordur. Nihayetinde terbiye işine bakan odur, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu o daha iyi bilir.

Ayın aydınlık ışıklarının güneşin kızıl ışınlarından arta kalanları kendine çektiği an. Yerde ince kar var, kara toprak tabakalanıp donmaya başlamış. Ev önündeki alanın kenarlarında sıra sıra binek araçlar duruyor. Onların içinde bir Niva arabası varmış. Arabanın yan kısmındaki buzların kirli rengine bakıp da bu beyaz arabanın uzaktan geldiğini fark etmemek mümkün değildi. Kisa, arabanın her tarafını inceleyip günlerin birinde böyle bir arabayla babasının çocukluk döneminde kendisinden çok sevdiği dostunun da gelebileceğini düşündü. Bir deste geyik otunu getirebilir, değil mi? Camdan içeriye baktı, kapkaranlık. Aniden sopsoğuk beyaz renkli demirin bunun nefesi ile buğulanmaya başlayan kalın camının ve benzinin tanıdık kokularından farklı bir koku küçük burnuna doğru esmiş olmalı ki rahat bir şekilde hapşırdı. Babası geyik otunu ve kokusunu o kadar çok ve sık anlatmıştı ki deminki koku onu hızlıca sürükleyerek apartman kapısına doğru götürmüştü. Altı ders sonrası öğretmeninin kendisini alıkoymasından yorgun döndüğü zamanlarda kafasını kapıya dayayıp zilin kahverengi düğmesine basardı. Bu sefer kafasını kapıya dayar dayamaz kapı açıldı ve Kisa zemini öpeyazdı. Kapı kilitli değildi. Evin alışılmış kokusundan başka bir kokuyu şimdi daha net hissetti. Burnunu çeke çeke bu kokunun geyik otu adlı bitkinin kokusu olduğundan emin oldu. Onu getiren kesinlikle ücra dağın adamıdır. Babasının çocukluğundan kendisinden daha çok sevdiği dostu da olabilir. Başka birinden de iletmiş olabilir.

Ayakkabısını çıkaramıyordu. Botunun bağcıkları kör düğüm olmuştu. Çözmeye zaman kaybetmek istemeyip salona geçmek için sabırsızlandı. Babasını gördü, çok az ilerisinde tanımadığı biri oturuyor.

– Geyik otu dediğimiz işte bu, – babası bir dalını itinayla eline alıp burnuna yaklaştırdı. – İşte, baksana. Bir kokla bak, ta kendisi. Ta kendisi diyorum, çünkü bizim dağdaki geyik otu diğer yerlerdekine benzemez. Tamamen farklıdır. Çiçekleri koyu renkli, yaprakları sık olur. Kokuya ne dersin. Böyle bir kokunun tekrarı yoktur. Ben bugüne kadar sadece köyün geyik otunun hasretini çektim, sadece bunu bekledim. Yoksa her yerden, şu uçsuz bucaksız açık alandan bile bulurdum. Öyle. Bu ağabey de benim çocukluğumda kendimden çok sevdiğim dostum Kasımbek’tir. Benim bir isteğimi, senin yarım sayfa mektubunu hafife almayıp o kadar yerden buraya gelmiş. Tanıştırayım. Bu bizim Kisacık. Köyü soran bir tek Kisa’dır. Bütün kış ilkbaharda veya yazın götüreceğimi söyleyip vaatlerle doyururum. Ancak ilkbahar gelip yaz yaklaşınca bildiğin gibi iş dolup taşar. İnanır mısın iki yıllık iznim yandı. Üstelik her ilkbahar üç aydan fazla hastanede kalıyorum. Bu yüzden de hakkım olan yıllık izni istemeye de utanırım açıkçası. Dostum Kasımbek durumlar işte böyle.

Kanepenin kenarına doğru yan yatan adamı babasıyla karşılaştırdığında bir an daha genç, bir an daha büyük göründü. Daha genç görünmesi yüzündenmiş, hiçbir kırışıklık izi yoktu. Dolgun yanaklarının ucu kıpkırmızı. Babasından büyük görünen yanı ise karın kısmıymış. Göbeğini oldukça serbest bırakmış anlaşılan. Ona rağmen çok hareketli olmasına çok şaşırdı. Yerinden hızla kalkıp balkona çıkarak arabasına baktığında fark etti.

– Demin de söyledim, başının etini yemiş gibi olacağım ama bir daha söylemek istiyorum, dedi babasının arkadaşı. – Köye geldiniz de göğsünüzden mi ittik? İlk başta aksakalın görevi dolaysıyla ilçe merkezine taşındınız. Baban çok geçmeden vefat etti, ne iyi insandı. Sonra da sen kendin şehre kaçtın ve bir daha dönmedin. Ne yaptığını, nerede olduğunu da bilmeyiz. Bundan üç sene önce büyüğümüz üniversite kazandı. O zaman nasıl uğraştığımı bir bilsen. Onu sen sorma, ben de anlatmayayım. İyi olan yanı köye gezmeye, tatil yapmaya giden pek çok insanla tanışıp hayvanımızı da, canımızı da esirgemeden ağırlamış olmamın, yakından tanımamın iyi sonucunu gördüm. Onların arasından yardım edenleri oldu. Akrabadan daha yakın, dosttan daha değerli olduk. Daha geçen sene bir kızıma üniversiteyi kazandırıverdi aslaan! Sonuçta şehirde oturuyorsun, böyle şeylerle ilginin olup olmadığını haber veriversen olmaz mıydı Ormantaycığım. Geyik odununu da büyüterek ağlayacakmışsın gibi istemiş, mektup yazmışsın. Ne olacak ki. Fakat geçen sene fazla toplayamadım. Bu bitkiyi isteyenler de, köyden koşa koşa gelip toplayarak deste dest götürenler de pek çoğaldı. Çay demlemekle kalmayıp küvete demet demet atıp banyosunu yapanlara ne dersin. Fazlalık etmez diye bir çuval toplamıştım. İki avuç kadar kalmış ancak. Alıp hemen buraya geldim. Ah Ormantaycığım, ah dostum. Buralardan sık geçeriz, ama evini bilmeyince. Yoksa bugüne kadar kaç defa gelmiştim. Mektubunu okuduğumda gerçekten gözlerim sulandı. Eskiden bize saman otu getirten baban aklıma geldi… Sen çok zayıflamışsın… Ah Ormantaycığım ah…

Babasının çocuklukta kendinden çok sevdiği dostu bunları söyledikten sonra biraz ara verdi. Babası geyik otundan mıdır, yoksa başka bir şeyden midir bilinmez, terliyordu.

– Ben de buralara bir uğrayıp şu adama ve üniversiteye giden oğlumla kızıma kışın kurutulmuş tuzlu et getirmeyi planlıyordum. Bir baktım mektubun geldi. Sabahın ayazında çıkmıştım öğlen geliverdim. Öğle yemeği yiyip biraz şehri gezdik. Şu adam da çok sıkılmış, iyice kurdunu döktü. İki koyun etiyle değil, yedi sekiz keklik etiyle yetindi. Şehirliler beni çok şaşırtırlar. Az bir şey de sana bırakacaktım, tastamam unutmuşum. Az bir şey bırakır mı, kanadın uçlarını, tırnaklarını bile atmayıp tuzlayarak balkona astı karısı. Çok uyanık bir kadınmış. Hızlıca kekliği haşlayıp eşine çorba da hazırlamayı ihmal etmedi o arada. Ormantaycığım söylemek istediğim bugüne kadar öyle bir çorba içmemiştim. Öyle lezzetli ki dilinle tabağı, parmağı ne varsa yalarsın. Bizim hanım fazla mı haşlıyor, dağın odunu mu hararetli, yoksa tencereye kekliğin yaşlısı mı giriveriyor bilmem eti taş gibi, çorbası kazan gibi kapkara olurdu. Şehir çok rahat tabii. Gaz fırınındaki tencerenin altını kısar, eti yumuşacık haşlarsınız. Tüh, hiç olmazsa bir keklik getirebilseydim. Arabada bırakmalıydım. Hep böyle, aklım öğleden sonra çalışır. Bu sonraki sefer aklımda bulunsun. Keklik ne ki.

Kisa, geyik otunun yaptığı resme oldukça benzediğine çok sevindi. Babasının da morali fena değil. Çocukluk döneminde kendinden çok sevdiği dostu keklikten bahsettiğinde babasının birkaç defa istemeden yutkunarak gülümsediğini fark etti. Kisa keklik etini hiç yemedi. Çorbasının tadını da bilmez. O nedenle ağzından su akmadı, canı o kadar çekmedi.

– Ben artık döneyim, akşamın sert toprağında mesafe almaya bakayım. Ay batana kadar köye varayım, dedi babasının dostu.

– Neden acele ediyorsun? Geceyi burada geçirseydin. Konuşurduk.

– Hayır teşekkür ederim Ormantay. Benim için kanepen varmış, fakat gördüğüm kadarıyla arabama garaj bulamayacaksın. Şu adamda olduğu gibi garajın yokmuş. Onlarda da kalmayacağımı söylemiştim. Şehirde gecelediğimi duyarlarsa ayıp olur. Neyse, hoşça kalın. Geçmiş olsun. Kendinize iyi bakın. Köye bekleriz. Gelirseniz göğsünüzden iten olmaz.

– Geyik odunu değil, geyik otu, dedi babası dostunun yanlışını düzelterek.

– Geyik odunu da var, başka odun da var. Sana hangisi iyi geliyor? Hastalığının adı nedir bu arada?

– Pek çok hastalığın biridir işte, dedi babası.

– İyi hadi.

– Köye bizden selam söyle, dedi babası. – Önümüzdeki yaz şu Kisacığımla gideceğiz. Ne olursa olsun gideceğiz.

– Gelin gelin, dedi dostu, – kimse göğsünüzden itmez. Geyik odunu Haziran başında iyice olmuş olur.

– Geyik otu, dedi babası bir daha düzelterek.

– Onu diyorum, geyik odununu söylüyorum, dedi babasının çocukluğunda kendinden çok sevdiği dostu.

* * *

Her akşam babası kendisi için çay demleyip içine geyik otunun çiçekleri ile yapraklarını, hatta çıplak sapını atarak keyifle çay içme alışkanlığı edindi. Terleyip rahatladığı zamanlarda mırıldanır da olmuştu. Annesinin uzun süren her zamanki dırdırlarını hiç dikkate almamayı alışkanlık hâline getirdi. Önceden annesi çalışmaya başlayan araba gibi dırdırına başlar başlamaz babasının yüzü mosmor kesilir, burun uçları küçülerek yüzü çok değişirdi. Geyik otu geleli beri öyle değil, eline bir şey alıp siper yapıyor. Yani maske gibi kullanıyor. Bu davranışıyla eşini alaya alıyordu veya önemsemezlikten geliyordu. Kisa’ya yılbaşı etkinliği için harika bir kurt maskesi de yapıverdi. Büyük bir istekle şarkı terennüm ederek yaptı.

Geyik otu gerçekten şifa mı olmuştu bilinmez, babası gitgide iyileşmeye başladı. Eskiden ağzına şarkı sözü almayan adam ilk başlarda mırıldanıp sesli sessiz bir şeyler söylerken günlerin birinde üç odalı evde bağıra çağıra tüm sesiyle türkü söyledi. Kisa, abla ve ağabeyleri, annesi, aşağı kattakiler, yan apartmandan öğrenenlerin hepsi çok şaşırdı. Herkes ondan söz etmiş, ilginç bir şey yaşanmıştı.

O günden sonra komşuları için babası Ormantay türkücü olmuştu.

Kisa’nın sınıf öğretmeni aklında olanı kim olursa olsun saklamadan söyleyebilen, müdürden bile çekinmeyen cesur bir kadındı. İlkbahar gelip okul etrafındaki yaş fidanların topraklarını işledikleri günün akşamında veliler toplantısı yapıldı. Toplantıya öğrenciler de katıldı. Öğretmen ikinci dönemin seyrinden, çocukların başarıları ile genel hâl ve davranışlarından söz etti.

Kisa, öğretmenini sever. Bazen kızdığı olur. Kötü olmaları için kızmaz tabii. Ders notları çok memnun edici. Fakat oturup kalkması, çocuklarla ilişkisi, oynaması ve konuşması ile ilgili uyarıları pek çoktur. Neden hep uğraşır bununla? Her şeyi nereden biliyor? Kisa çok şaşırıyor.

Kisa’nın şaşırdığı bir şey de giderken babası, öğretmen ve kendisinin hep birlikte çıkmış olmasıydı. İlkbaharın yeşil seması ışınlarını arttıran Ay’ın ışığıyla parıl parıl parlıyordu. Ağaçlar henüz tomurcuk açmamıştı. Ancak diplerinden yeşil saplar epeyce uzamıştı. Öğretmeni ile babası yan yana yürüyorlardı.

– Kisa çok yetenekli çocuk, dersleri de çok iyi, dedi öğretmeni kaldırımın yüzü buğulandığından kaymamak için babasının koluna girerek. – Sadece çok çekingen, sıkılgan ve sessiz. Büyüyünce çok zorlanacak. Hep söylüyorum. Çocukların yanında pek belli etmemeye çalışır, yalnızken söylerim. Hatta yılbaşı etkinliğindeki gösteride Kisa’ya kurt rolünü verip koyun yedirdim. Siz biliyorsunuz. – Buraya gelince sınıf öğretmeni sessiz ilkbahar akşamı ile tertemiz gece arasında katıla katıla gülmez mi. Öğretmeninin böyle güldüğünü Kisa sınıfta veya okulda, sınıf veya okul dışındaki etkinliklerde ne duymuş, ne de görmüştür. Bu azmış gibi babası öğretmeninden beter bir keyifle kahkaha atmaz mı! Gülüyor. Annesiyle birlikte neden böyle gülmez ki. Hiç görmemiş. – Yine de kurt tarafına yanaşmadı, diye daha çok güldü öğretmeni. – Kisa kurda dönüşür mü? Nerdee?

Babasının da vücudu sarsıldı. İlkbahar akşamı çok özeldi. Karşılarında aylı gece vardı, hava da çok ferahtı. Babası ile öğretmeni hâlâ konuşuyorlardı. Kisaların evine yaklaştılar. Büyüklerin konuşmalarını dinlemek pek hoş değildir. O yüzden onların biraz ilerisinde gidiyordu.

– Öğretmeniniz harika bir insan, dedi babası buna yetişerek. – Ben seviyorum.

– Ben de, dedi Kisa.

– Fakat seni kurt yapmak istemesi çok ilginç.

– Ben geyik olmak istiyorum, dedi Kisa. – Geyik otunu seviyorum ya.

Babası bir daha demin öğretmenin yanında gelirken olduğu gibi keyifle kahkaha attı.

– Bu yaz seni köye götüreceğim. Ne pahasına olursa olsun gideceğiz, dedi.

Yaz da gelmişti sonunda.

Annesinin ailesinin yanında kalıp okuyan yaşça daha büyük kardeşleri kampa gittiler. Babasının çalıştığı dairenin işleri kızışmıştı. Yıllık izin almak için çok uğraştı. Kisa, babasının tekrar hastalanmasından endişelendi. Altıncı sınıfı sağ salim ve pek iyi notlarla bitirdi. Şimdi geyik eti solmadan dağa bir gidebilse. Geyik otu için güzel bir kahverengi torba hazır etti. Ekmeği ince ince dilimleyip kurutmaya başladı. Su koymak için iki kap hazırladı. Kısacası yolculuk için ihtiyaç duyulan her şeyi önceden hazır etti.

Kısmet olunca her şey daha kolay değil mi, babasına yıllık iznini vermişler. Kisa’nın ne kadar sevindiği malumdur, fakat belli etmedi. Annesinden çekindi. Babasının patronları uzağa gitmemesini, iki haftada bir aramasını söylemişler. İzni bitmeden işe geri çağırabilirlermiş.

Babası ne kadar çok ihtiyaç duyulan, önemli bir uzmanmış. Bunlar dağa yola çıkmadan önce annesi oralarda kendilerini özlemle bekleyen kimsenin olmadığını, boşu boşuna köpek gibi yorulacaklarını, sokakta kalmış gibi olacaklarını söyledi tekrar tekrar.

– Annen çok doğru söylüyor, dedi babası. – Oralardan çok önceleri taşındığımız doğrudur. Gitmeyeli de yıllar olmuş. Duyduğuma göre yerel halk çok az kalmış, temiz hava, klorsuz su arayıp dışarıdan gelen pek çok kimse yerleşmiş. Bu nedenle sokakta kalmış gibi olacağımız kesindir. “Sokakta kalmak” derken atalarımız biraz abartmış olmalı. Şahsen ben bazılarının evinde kalıp mahcup olacağıma sokakta kalmayı tercih ederim. Geçen yüzyıldan kalmış arkadaşımız Kasımbek var ya, göğsümüzden itmez herhâlde kendisi söylediği gibi.

İkisi bavullarını alıp yola çıktı. Annesi sinirlendiği gibi kalakaldı. Babası gergin ortamı yumuşatmak için her zamanki gibi türkü tüttürmeye başladı:

 
Sen idin sabah kalkıp heeey, kuzuları serbest bırakan,
Ben idim beyaz atla dolaşıp duran nazlım hey.
Gelince sen aklıma heeey, güzelim hey,
Göl olur aka aka gözyaşlarım nazlım hey…
 

Büyük yol üzerinde otobüsü çok beklediler. Hepsi tıka basa dolu yanlarından geçiyor da geçiyor. Babasının söylediğine göre insanlar özel araç alıyorlar da alıyorlar. Öyle olunca otobüslerde yolcu azalmalı, kendileri rahat binmeliydi otobüse. O hayalleri henüz gerçekleşecek gibi değil.

İkisi iki saat kadar yol kenarında toz ve duman yuttu. Otobüslerin bir tanesi bile durmadı. Arada bir babasına bakıyor, babası aynı şekilde keyifli duruyor. Merkezdeki otogara gidip bilet alarak otobüse rahat binmeleri için geriye doğru yarım saatten fazla mesafe yürümeleri gerekirdi. Keşke öyle yapsalarmış baştan. Babası hayatta özel araçlara el kaldırıp yalvarmaz. Fakat bazen de onların kendileri gelip dururdu. Bunu düşündükten sonra çok geçmeden bunların önüne kıpkırmızı Ciguli marka araba durdu. Kisa, çok sevindi. Kendisine ait küçük bavulu alıp koşmak istedi, babası pek istekli görünmüyordu.

– Nereye? dedi Ciguli sahibi.

– Gideceğimiz yer dağın dibinde. Öncelikle Obruçevka’ya gitmemiz lazım.

– Obruçevka’ya kadar on beş som, dedi sakalı siyah, kaşı siyah, saçı siyah, fakat gözünün rengi belli olmayan genç adam.

– Sağ ol kardeş, dedi babası. – Otobüsün bir som elli dört kuruş aldığı yer için sen on kat fazla istiyorsun. Hadi senin yolun açık olsun, bizim acelemiz yok. İzindeyiz, tatildeyiz.

– On som.

– Hayır, teşekkür ederim. Yalvarma istersin, yararını göremezsin.

– Beş som, üstüne bilet keserim, – diye dalga geçmeye başladı gözlerinin rengi belli olmayan adam. – Beş kuruş için bilet kesmeyenin kolunu kesersin sen baş belası. Yüzünden belli oluyor. Yoksa bedava götürürdüm seni. Bekle öyle akşama kadar…

Babası yerden taş aldı. Ancak Ciguli hızla hareket etti. Taş büyükmüş, değmedi. Kisa’nın morali iyi idi, şimdi ise nasıl davranması gerektiğini bilemeyip başı zonklamaya başladı. Babasına acıdığından ağlamak üzereydi. Ne yapmalıydılar? Hava da gitgide ısınıyordu.

Sıcak havanın pek zararını görmediler. Obruçevka Köyü’ne giden otobüslerde yolcular azalmış olmalı ki bir otobüs durdu. Babası önce Kisa’yı bindirdi, ardından mırıldana mırıldana kendisi bindi.

Öğleden sonrasının geç bir saatlerinde Obruçevka’dan dağ dibine giden otoyol kenarında bir araba daha bekliyorlardı. Şanslarına fazla beklemek zorunda kalmadılar. İyiliksever bir kamyonet dönüp yanlarına duruverdi. Sürücünün yanında kırmızı eşarplı kız oturuyordu:

– Atlayın arabaya, dedi muhteşem bir gülümsemeyle, – dağa gidiyorsunuz değil mi?

– Dağa gidiyoruz, dedi babası.

– Biz biraz beride, sağıcıların oldukları yerde kalacağız. Sonrasındaki iki üç kilometre sizin gibi turistler için çok sorun olmamalı, dedi kız. – Yalnız çabuk olun, dağdaki öğle sağımına yetişmemiz lazım.

Babası Kisa’yı önce bindirdi, ardından bavulları atıp kendisi de hızlıca atlayıverdi. Kamyonet süt konan beyaz fıçılarla dolu idi. Gidene kadar fıçılardan çıkan şıngır şıngır sesle güneş vurdukça ışıl ışıl olan araba kasası çok keyifliydi. Kisa’nın sevinçten yüreği ağzına gelmişti. Kamyonet yola döşenmiş çakıl taşları üzerinde hızla gidip bir tepeden diğer tepeye çıkıyordu.

Bir vadinin yamacına bunların yeşil kahverengi bavullarına benzer renkte çadırlar dikilmiş. Kisa önce onların kamp olduğunu düşünmüştü, ardından yüzü parlayan su kenarındaki benekli inekleri fark etti. Akarsu yatağında bulunan bu ineklere sürü dendiğini biliyor, okumuştu. Araçtan kırmızı eşarplı kız indi zıplayarak. Üzerinde mavi elbise, ayaklarında beyaz benekli ayakkabı. Bunlara dönüp elini alnına götürüp gölge yaparak:

– Bizim yaylamız işte budur. Sizin gideceğiniz köy şu küçük tepenin diğer tarafında, dedi muhteşem gülücüklerini saçmaya devam ettiği gibi. – Nehrin kenarından giderseniz daha çabuk varırsınız, otoyoldan giderseniz biraz uzun olur.

₺41,96

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
370 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-40-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre