Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler», sayfa 2

Yazı tipi:

XIII. yüzyılda Konya’da şair ve ediplerin sayısı yüzlerle ifade edilecek kadar çoktu. Ahmet Eflâkî’nin Selçuklular Zamanında Konya’da Dinî ve Fikrî Hareketler’de anlattığına göre, senenin birinde Mevlana ve can dostları Ilgın’a (Ab-i germ) bir gezi için gitmişler ve yolculukları çok neşeli geçmişti. Bu gidiş ve dönüşte Mevlana ve arkadaşları karşılıklı, bir divan olacak kadar şiir yazmışlardır.12 Bu şairlerin şiirleri, Mevlana’dan 90 sene sonra Divan-ı Kebir’in içine alınmak suretiyle muhafaza edilmiştir. Mevlana, Mesnevi’sini önce kürrâseler (sahifeler) hâlinde yayımlıyordu. Bu kürrâseler İrani çevreler arasında büyük ilgi görüyordu. Tabii bu ilgi Mevlana’nın şevkini arttırıyor ve yazmaya devam ediyordu.

Genel olarak Türkiye Selçukluları devri, fikrî hareketler bakımından çok renkli ve çeşitlidir. İran ve Türk illerinden gelen çeşitli tarikatlara, dinî ve fikrî mezheplere mensup şeyhler, dervişler ve bilginler tarikatlarını ve fikirlerini yaymak için Anadolu’yu çok müsait bulmuşlardır. Bu bakımdan devletin merkezi olan Konya’da bütün bu fikir hareketlerine mensup zümrelere ait karargâhlar vardı. Başlangıçta bu zümreler arasındaki ilişkiler gayet iyi idi. Selçuklu Devleti’nin müsamahalı siyaseti, dinî ve fikrî zümreler arasındaki ilişkilere de yansımaktaydı. Moğol işgalinden sonra yani Selçuklu Devleti’nin Moğolların egemenliği altına girmesinden sonra diğer Anadolu şehirleri ile birlikte Konya’da da dinî ve fikrî zümreler arasındaki bu sulh ve sükûn ortamı, anarşi dolu bir ortama dönüştü. Özellikle Mevlana ve çevresi ile Ahiler arasındaki mücadeleler bu huzur ve güven ortamını bozan olayların başında gelmekteydi. Şehirde Şems-i Tebrizî’ye karşı büyük bir muhalefet cephesi oluşmuştu. Bu yüzden iktidarda bulunan Ahiler, işlediği bir suçtan ötürü Şems-i Tebrizî’ye suikast düzenleyerek öldürdüler. Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi olayında devrin Adliye Nazırı (Emir-i Dad) Nusratüddin Ahmed bulunmaktadır. Bu yüzden Şems’in öldürülmesi olayının adli bir vaka olduğu anlaşılmaktadır.13 O dönemde Ahiler şehirde inzibat ve güvenlik hizmetini görüyorlardı.

Bu olay Mevlana ve çevresindekiler ile Ahiler arasındaki gerginliği had safhaya çıkardı. Devlet adamları bu gerginliği yatıştırmak ve Moğolların iç işlerine müdahalelerini önlemek için Ahi Evren Nasîrüddin, Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi gibi bazı kişilerin Konya’dan Kırşehir’e gitmelerini sağladılar. Mevlana ve halefleri, XIII. asrın sonlarında fikrî üstünlük kurmuşlardı. Şehrin güvenliğinde söz sahibi olmuşlardı. Bu mücadeleler ve Moğolların fikrî ve siyasi baskıları yüzünden Konya’dan uç bölgelere ve Memlûklüler ülkesine, yani Suriye’ye göçler olmuştur. Sadreddin Konevî’nin, vasiyetinde14 “Gençler bir an önce Anadolu’yu terk etsinler.” demesi bundandır. Aynı şekilde Hacı Bektaş-ı Veli de halifelerine uç bölgelere göçmelerini öğütlemektedir.15Özellikle 1261 yılında bazı münevverlerin ve emirlerin, Moğollar tarafından öldürülmesi şehirde büyük bir tedirginlik yaratmıştı. Bu tedirginliği yaşayanlardan biri de Sadreddin-i Konevî’dir.

Diğer Anadolu şehirlerinden farklı olarak Konya’da İran unsurunun sosyal ve kültürel bir ağırlığı bulunduğu fark edilmektedir. Mevlana’nın Fîhi Mâ fîh’inden çarşı ve pazar dilinin Farsça olduğu anlaşılmaktadır. 90 senelik ömrü Anadolu’da geçen Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Rebabnâme’nin mukaddimesinde: “Ben Türkçe bilmiyorum. Bu eserde derlediğim Türkçe sözler sünuhat kabilinden gönlüme doğmuştur.” demektedir.16 Intihâname’sinde de “Türkçe ve Rumca söylemeyi bırak çünkü bu dilleri bilmiyorsun.” diyor.17 Sultan Veled’in bu itirafı İran dili ve kültürünün Konya’da iyice yerleşmiş olduğunu göstermektedir. XIV. asrın başından itibaren Konya’nın Karamanoğulları’nın yönetimine girmesinden sonra şehrin etnik durumu Türkler lehine gelişme göstermiştir.

Konya, Selçuklular zamanında ticari faaliyetlerin çok yoğun olduğu bir merkez durumunda idi. Karaman, Aksaray, Akşehir ve Beyşehir istikametlerinden gelen yollar da Konya’da birleşiyorlardı. Bu durum, şehre ticari bir canlılık vermekte idi. Bu yollar üzerinden 30 km ara ile sıralanan kervansaraylar ticari faaliyetlerin emniyet içinde yürütülmesini sağlamaktaydı. Selçuklu Devleti, ticari faaliyetlerin düzenli bir biçimde, aksamadan yürütülmesine ve gelişmesine büyük önem vermekteydi. Şehir içinde de çok sayıda han ve bedesten bulunmaktaydı. Bu hanlardan birçokları yakın zamana kadar faallerdi. Anadolu dışına mal ihraç, ithal etmek; ithalat ve ihracatı güven altına almak maksadıyla ülkenin her yanında kervansaraylar yapıldığı gibi Akdeniz ve Karadeniz sahillerinde muhkem kaleler ve tersaneler inşa edilmiştir. Konya’da gayrimüslimler, şehirde Türk unsurunun yanında İranlılar, Hintliler ve Araplar, gayrimüslimler de vardı. Doğu illerinden gelip yerleşmeler neticesinde Konya’da büyük bir nüfus artışı olmuş ve şehir süratle büyümüştür. Bunun sonucunda yerli Rum halk, iyice azınlık durumuna düşmüş bulunuyordu. Aileler içinde Rum, Ermeni Gürcü asıllı köleler bulunuyordu. İlim meclislerinde ve ders halkalarında İslami ilimlere dair eserleri mütalaa edenler arasında gayrimüslim olan şahısların adlarına da rastlanmaktadır. Mesela 641 (1243) yılı Safer ayında Sadreddin-i Konevî’nin ders halkasında Gulbek b. Abdullah ve Özbek b. Abdullah adlarında iki gayrimüslim şahsın (biri Ermeni diğeri Türk asıllı) bulunduğunu görüyoruz.18 Keza Sultan II. İzzeddin Keykâvus’un veziri olan Kadı İzzeddin’in Vakfıyesi’ne imza koyanlar arasında Thomas adlı bir Rum bulunmaktadır. Bu Rum’un sultana yakın olduğu da belirtilmektedir.19 Vâkıâ Ahi Evren de Letaif-i Hikmet adlı eserinde bu sultana Anadolu’daki Rumlara yakınlık göstermesini ve onlara ekonomik yardımda bulunmasını öğütlemektedir.

Mevlana bir gün dostu Salahuddin-i Zerkub’un yanına gitti. Zerkub kendisine bağ tanzim ediyordu. Usta ve ameleler çalışıyorlardı. Mevlana, Zerkub’a sordu: “Bu çalışanlar kimlerdir?” Zerkub da bu amelelerin Türk olduklarını söyledi. Bunun üzerine Mevlana ona: “Ey efendi! Bağ imar etmek için Rum ameleler, yıkmak için Türk ameleler çalıştırman gerekir. Çünkü Allah Türkleri dünyayı harap etmek, Rumları imar etmek için yaratmıştır.” der. Eflâkî de Mevlana’nın bu görüşüne ilave olarak ve teyit ederek: “Günümüzde de öyle değil mi? Güzelim Konya’yı harap ettiler.”20 diyor. Bu haber Rumların toplumda saygın tutulduklarını göstermektedir.

Genel olarak Anadolu şehirlerinde Rum, Ermeni gibi gayrimüslim halklara ait mahalleler bulunuyordu. XIII. asırda Konya’da dış surlar dâhilinde gayrimüslimlere ait bir mahallenin mevcut olmadığı, bugün ayakta duran Selçuklular devrinden kalan yapıların dağılımından anlaşılmaktadır. Selçuklular zamanında düzenlenen birçok vakfiyelerin şahitleri arasında gayrimüslim kişilerin adlarına sık sık rastlandığına göre bu gayrimüslimler İslami eğitim de görüyorlardı. Ancak surlar dışında belli bir yerde ikamet etmekte oldukları muhakkaktır. Zira Cumhuriyet Dönemi’ne kadar Konya’da Rum ve Ermeni azınlıklar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Gayrimüslimlerin en yoğun olarak yaşadıkları yer ise Sille idi.

SELÇUKLULAR ZAMANINDA KONYA’DA SU ŞEBEKELERİ

Türkiye Selçukluları zamanında Konya’nın ve yakın çevresindeki bağ ve bahçelerin su ihtiyacını karşılayan su şebekelerini açıklamaya geçmeden önce şehir olarak Konya’nın Selçuklular zamanındaki genel durumunu kısaca tasvir etmek yerinde olacaktır. Orta Çağ İslam dünyasında şehirlerin kuruluş ve dizayn biçimi üç aşağı beş yukarı birbirlerine benzer. Konya da bir Orta Çağ şehri olarak dizayn edilmiştir. Bu yönü ile diğer Anadolu şehirlerine örnek olmuştur.

Türkiye Selçukluları Devleti’nin başşehri olarak Konya XIII. yüzyılda 50 bin nüfuslu büyük bir şehir idi. Bu nüfus, o günün şartlarında oldukça yüksek sayılır ve kalabalık bir şehir olduğu anlamına gelmektedir. Konya’yı bir Selçuklu şehri olarak yeniden kuran ve değişmez bir başşehir olmasını sağlayan I. Alâeddin Keykubad olmuştur. Keykubad’dan önceki dönemlerde Konya defalarca Haçlı kuvvetlerinin işgallerine uğradığı gibi iç savaşlar sırasında defalarca muhasara altına alınmış ve şehir bu saldırılara karşı savunulamamıştır. Çünkü şehrin sağlam savunma sistemi yoktu. Şehir daha çok Gevale Kalesi’ndeki askerî birlikler tarafından savunuluyordu. Şehir muhafız birlikleri burada bulunuyordu. Bugünkü Alâeddin Tepesi’nin etrafını çevreleyen Romalılardan kalan surlar çok yetersiz idi. Sultan Mesud bu surları tahkim etmiş ve bugünkü Alâeddin Cami’yi inşa etmişti. Caminin yerinde bir kilise olduğu tahmin edilmektedir. Sultan Alâeddin Keykubad 1219 yılında iktidara gelince şehrin saldırılara karşı güvenliğini sağlamak için bütün emirlerini görevlendirerek Alâeddin Tepesi etrafındaki surları yeniden inşa ettiği gibi bir de şehrin oturduğu alanı çepeçevre kucaklayan dış surlar inşa ettirdi. 140 emir iki sene gibi kısa bir zamanda bu işi tamamladılar.21 Bu dış surları da çevreleyen derin bir hendek yapılmıştı. Meram Deresi’nin suyu, Sille Çayı ve sel suları bu hendeğe bağlanarak üçüncü bir savunma hattı oluşturulmuştu. Dış surların 12 kapısı vardı. Bu kapılardan şehri dış dünyaya bağlayan içi su dolu hendek üzerine köprüler inşa edilmişti.

XIII. yüzyıl boyunca Konya’da hızlı bir nüfus artışı olmuştur. Buna bağlı olarak yapılaşma da artmıştır. Artan nüfus surların içine sığmayınca sur ve hendeğin dışında mahalleler oluşmuş, bağ evleri yapılmıştır. Bu devrin şairi Ünsî Şehnâme’sinde o günkü Konya’da 360 zaviye, 70 hanikâh, 7 büyük cami (cuma namazı kılınan camiler) ve 300 mescidin yıldız gibi şehre dağıldığını yazmaktadır.22 Bu dinî yapılar üzerinden hesap yapıldığı zaman Konya’nın 50 bin nüfuslu bir şehir olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bu büyüklükteki şehrin su ihtiyacını karşılamak için yöneticilerin büyük uğraş verdikleri ve bu yönden şehri tahkim ettikleri sağlam su şebekeleri inşa ettikleri anlaşılmaktadır. Evvela şehrin su ihtiyacı künklerle Meram Deresi’nden şehre ulaştırılan su ile karşılanmaktaydı. Bu künklerle şehre getirilen su, gene künklerle şehirdeki yapılara ve halkın kolayca ulaşacağı çeşmelere verilmekteydi. Cami, mescit, hanikâh gibi müesseseler için suyun ne kadar büyük önem taşıdığı izahtan varestedir. Zaman zaman temel hafriyatları sırasında o dönemde döşenmiş künklere rastlanmaktadır. Keza tarihî yapılarda yapılan kazı ve incelemelerde de bu künkler görülebilmektedir. Bu binalar inşa edildiği zaman temele künkler de döşenmiştir. O dönemde künk döşemek suretiyle çok uzak mesafelere su götürme yöntemi yaygın olarak kullanılmıştır. Şehirde suyun en fazla ihtiyaç duyulduğu alan hiç şüphesiz şehrin sanayi bölgesiydi. İsmet Paşa İlkokulunun doğusu sanayi bölgesiydi. Meram Deresi ve Sille Çayı sanayi bölgesinden geçmekteydi. Derici atölyeleri işte bu akarsuyun kenarında olmalıdır. Çünkü bu iş alanı ancak akarsu kenarında kurulabilir.

Konya’da yer altı sularına kolay ulaşıldığı için evlerin bahçelerine kuyular vurulmak suretiyle de su temin edilmesinin yaygın bir yöntem olduğu anlaşılmaktadır. O zamandan kalan bir kuyu bugün hâlâ duruyor. Bu kuyu Ahi Bedrüddin Gühertaş’ın bahçesinin kuyusu idi. Şems-i Tebrizî’yi öldürenler onun cesedini Ahi Bedrüddin Gühertaş’ın bahçesindeki kuyuya atmışlardı.23 Bilahare bu kuyunun üzerine Şems-i Tebrizî için türbe inşa edilmiş ve kuyunun ağzı sanduka ile kapatılmıştır. Geniş bilgi için sarnıçlar inşa ederek yaz için su biriktirme ve saklama yöntemi de yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. O dönemden kalan sarnıç örnekleri de vardır.

Türkiye Selçukluları zamanında şehirler kurulurken şehirde oluşan atık suları şehir dışına atmak için muntazam atık su yolu (rah-ı çerkab) şebekesi inşa edildiği görülmektedir.24 Bu atık su yollarının, içinde insan yürüyebilecek kadar geniş olarak inşa edildiği anlaşılmaktadır. Moğollar 1243 yılında Kayseri’yi muhasara ettikleri zaman bir türlü şehir surlarından gedik açamadılar. Moğollara karşı şehri Ahiler savunmaktaydı. Sonunda hain çıkan şehir Subaşısı Ermeni asıllı Hüsâmeddin-i Hacok atık su yolundan surların dışına çıkmış, Moğol Komutanı Baycu Noyan ile gizli bir görüşme yapmış ve Moğol askerlerinin atık su yolundan şehre girmelerini sağlamıştı. (İbn Bibi, el-Evamirü’l-alâiyye, Neşr. A. Sadık Erzi, Ankara, 1956. s. 528-531.) Karaman Oğlu Mehmed Bey ile Alâeddin Siyavuş da Akşehir’den Konya’ya dönünce şehir halkı şehrin kapılarını kapatmış onları şehre sokmamışlar ve savunmaya geçmişlerdi. Bunun üzerine Mehmed Bey ve Alâeddin Siyavuş atık su yolundan şehre girmeye çalışmışlardı.

Konya, Türkiye Selçukluları zamanında etrafı bağlık bahçelik olan bir şehir idi. Çevresindeki bu bağ ve bahçelerin su ihtiyacı çevredeki derelerden Konya Ovası’na akan sulardan karşılanmaktaydı. Suyu en bol olan dere ise hiç şüphesiz Meram Deresi idi. O dönemde Meram Deresi ve çevresi ormanlık bir alandı. I. Gıyâseddin Keyhüsrev 1203 yılında Gevale Kalesi’ni zapt etmeye çalışırken kuşatma uzun sürmüştü. Başarısız duruma düşen askerler Meram Vadisi’ndeki ormanlık alana dağılmışlar ve bu ormanlık alanda askerleri tekrar toparlamak mümkün olamamıştı.

Meram Deresi boyunca müteaddit su değirmenleri vardı. Yakın zamana kadar bu değirmenler faal idiler. O dönemde de Meram Bağları bugün olduğu gibi gezinti ve tenezzüh yeriydi. Şehrin ileri gelenleri burada bağ ve bağ evi ediniyorlardı. Mevlana ve Sadreddin Konevî’nin sık sık Meram’a tenezzühe çıktıkları ve dostlarının bağ evlerine gittikleri rivayet edilmektedir. Bugün üzerinde Sille Barajı’nın bulunduğu Sille Deresi’nin suyu da Hoca Cihan Mahallesi cihetinden Konya’ya ulaşmaktaydı. Bu cihetteki bağ ve bahçeler bu su ile sulandığı gibi şehrin ihtiyacında da kullanılmaktaydı.

Konya ve çevresini besleyen su kaynaklarından biri de Hatip ve Çayır-bağı Sularıydı. Konya’yı zapt etmek için gelen askerî birlikler Hatip’te konuşlanıyorlardı. Konya’ya gelen Haçlı kuvvetleri ve Moğol askerleri burayı kendilerine karargâh tutuyorlardı. Hatta Hülagu Han’ın amcasının oğlu olan Moğol orduları komutanı Baycu Noyan bazı siyasi emellerini gerçekleştirmek için burada bir kışla inşa etmişti ve otağını da burada kurmuştu. Mevlana Celâleddin’i burada huzuruna kabul etmişti. Bu sudan dolayı Konya Ovası’nın bu kesiminde geniş ekim alanları vardı. Meram gibi bağlık ve bahçelik idi.

Vezir Kadı İzzeddin’in Vakfiye’sinden öğrendiğimize göre25 Kadınhanı ilçesi Kadı İzzeddin’in ikta mülkü olduğu gibi Kestel Ormanları’ndan kaynaklanan Kestel suyu da Kadı İzzeddin’in ikta mülkü idi. Onun için bu suyun tasarruf yetkisi ona ait idi. İmam Hatip Lisesinin bulunduğu yerde Kadı İzzeddin’in inşa ettiği cami, medrese ve bir darüşşifa (Mâristân-i Atik) bulunmaktaydı. Bu suyun satışından sağlanan gelirleri, kurduğu müessesenin harcamalarına tahsis etmiştir. 1252 yılında düzenlenen bu Vakfiye’den anlaşılmaktadır ki Kestel Suyu, Kadınhanı yakınlarındaki Koşmar köyünden geçerek Konya Ovası’na inmekteydi. Kayacık’tan geçerek Sıra Çalılar mevkisinden Divanlar (Divanegan) köyüne ulaşmaktaydı. Bu suyun açık havada bu kadar uzak mesafeye gitmesi imkânsız görünüyor. Muhtemelen bu mesafeye künk döşenmiştir diye düşünüyorum. Konya’nın kuzey cihetine düşen ekili arazileri bu su ile sulanıyordu.

II. Bölüm

a. Devlet Adamlarının Bilimi Himayeleri

Selçuklular zamanında teşekkül eden Türk-İslam medeniyetinin ilk bir buçuk asrında felsefe ve pozitif ilimlere büyük bir ilgi duyulduğu dikkati çekmektedir. Bunun da en önemli sebebi, Anadolu’da kurulan ilk Türk devletleri yöneticilerinin ilim ve fikir adamlarını bu alana yönlendirmeleri ve müspet ilimlerle mücehhez olan ilim adamlarını himaye edip onların çalışmalarına imkân vermeleridir.

Anadolu’da ilk ilmî faaliyetlerin Dânişmend Oğulları Devleti zamanında ve Dânişmendliler bölgesinde başladığını tespit etmekteyiz. Bu devletin kurucusu Melik Ahmed Gazi, Selçuklu ailesinin muallimi Dânişmend Ali Taylu’nun oğludur. Kendisi de babası gibi dânişmend (bilge) bir kişi idi. Kurduğu devlete “Dânişmendiyye” devleti denmesi bundandır. Anadolu’nun ilk medreseleri XII. asrın ilk yarısında Dânişmend Oğulları zamanında Niksar, Tokat, Sivas ve Kayseri’de yapılmıştır.

Bugünkü bilgilerimize göre Anadolu’da ilk defa bilimsel bir eser telif eden İbnü’l-Kemal İlyas b. Ahmed, Dânişmendlilerin Kayseri şehir muhafızı olup heyet (astronomi) ilmine dair olan Keşfü’l-akabe adlı eserini Dânişmend Oğlu Melik Ahmed Gazi’ye sunmuştur.26 Eserinde Melik Ahmed Gazi’nin astronomi ve felsefeye ilgi duyduğunu da belirten İbnü’l-Kemal, eserinin bir yerinde de onun hakkında: “O yüce zatı iltizam edenler çoğunlukla fazıl ve filozoflardır (hükemâ). Dünyanın her yanından bilge kişiler o hazrete yöneldiler. Her biri ilmini yayması nispetinde itibar görüp o hazretin cömertlik denizinden paylarını aldılar.27 Demek suretiyle Melik Ahmed Gazi’nin bilimi ve bilim adamlarını himaye ettiğini ifade etmiştir.

XII. asrın sonlarında Anadolu Selçukluları, Dânişmend Oğulları Devleti’ni ortadan kaldırdılar. Fakat Dânişmend Oğullarının koyduğu bilimsel gelenek Dânişmend ilinde devam etmiştir. Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan, Dânişmend Oğulları Devleti’ni ortadan kaldırdıktan sonra Dânişmendlilerin başşehri Tokat ve çevresini oğlu Rükneddin Süleyman Şah’a vermişti. Dânişmend ilinde eğitim gören Süleyman Şah da Dânişmend Oğlu Melik Ahmed Gazi gibi ilim sever, fazıl ve filozof bir insandı. Mutaassıp bir Şafii olan İbnü’l-Esir onun hakkında şöyle demektedir: “Ancak onun itikadının bozuk olduğu, felsefi inançlar taşıdığı, bu inançta olanların ona sığınıp ondan yardım ve himaye gördükleri nakledilir. Fakat o akıllı idi. Halkın tepkisinden çekindiği için bu inanç ve itikadını açığa vurmazdı.28 Bilahare Selçuklu tahtına oturan Süleyman Şah, Tokat ve yöresinde Dânişmend Oğlu Melik Ahmed Gazi’nin başlattığı ilmî ve fikrî geleneği devam ettirmiştir. Yine İbnü’l-Esir, çeşitli mezhepten ilim adamlarının onun huzurunda münakaşa ettiklerini bildirmektedir.29 İbn Bibi, İşrâki Filozof Şihabüddin-i Suhreverdi el-Maktûl’un Pertevnâme adlı felsefi eserini Tokat’ta Süleyman Şah’a takdim ettiğini yazmaktadır.30

Dânişmendli emirlerden ve Dânişmendnâme adlı destani eserin kahramanlarından Terken Şâh’ın torunu olup Sultan I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad zamanlarında Amasya valisi olan Emir Mübârizüddin Hâlifet Gazi, 1209 (606) yılında Amasya’da medrese inşa etmiştir.31 Bu medresede hizmet veren Hâkim Bereket adlı bir bilgin tıp ilmine dair Tuhfe-i Mübârizî ve Hulâsa der ilm-i Tıb adlarında Türkçe iki eser yazmıştır.32 Onun bu eserleri Anadolu’da telif edildiği bilinen ilk Türkçe eserlerdir.

Anadolu Selçukluları Devleti sultanları da pozitif ilimlere vâkıf idiler ve bu ilim sahiplerini gözetiyorlardı. Nitekim o dönemin tarihçisi İbnü’l-Esir, Anadolu Selçukluları Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah’ın Babası Kutalmış’tan bahsederken: “Tuhaf olan şu ki bu Kutalmış Türk olmasına rağmen astronomi (nücum) ilmini çok iyi biliyordu. Ayrıca kavimler ilmini de iyi bilirdi. Kendisinden sonra da oğulları bu ilimlere rağbet göstermeye devam ettiler ve bu ilimlerde sivrilmiş olan bilim adamlarını korudular.”33 demek suretiyle bu hususu gayet açık bir suretle ifade etmektedir. XII. yüzyıl sonlarında Anadolu’ya gelip Akâid-i Ehl-i Sünnet adlı bir eser yazan Ömer b. Muhammed b. Ali es-Savî adında bir zat adı geçen eserinin ön sözünde: “Diyar-ı Rum’a (Anadolu’ya) geldim. İnsanların astronomiye (ilm-i nücum) rağbet ettiklerini ancak dinî ilimlerden bihaber olduklarını gördüm.”34 diyerek İbnü’l-Esir’in dediklerini teyit etmektedir.

Çok yönlü bir ilim adamı olan Hubeyş b. İbrahim et-Tiflîsi adlı zat Sultan II. Kılıçarslan zamanında Kayseri’ye gelmiş ve bu sultanın himayesine girmiştir. Sıhhatti’l-Ebdân ve Takvîmü’l-Edviyye adlarında tıbba dair eserler telif ettiği gibi Medhalilâ İlmi’n-Nücum ve Beyânü’n-Nücum adlarında astronomiye dair ve Beyânü-s-Sinâat adlı hirfete dair eserler de yazmıştır.35 II. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra iki nöbet Selçuklu tahtına oturan oğlu I. Gıyâseddin Keyhüsrev de pozitif ilimlere vâkıf, şair ve edip bir sultan olarak bilinmektedir. İbn Bibi onun İbn-i Sina’nın hayranlarından olduğunu yazmaktadır.36 Bu sultanın kız kardeşi Gevher Nesibe Hâtûn da Kayseri’de devrin en büyük tıp merkezlerinden birini inşa etmiştir. Muhtemelen Tiflisli Hubeyş b. İbrahim, bu tıp merkezinin ilk müderrisidir. Bugün de bu medrese ayakta durmakta ve hizmet vermektedir.

I. Gıyâseddin Keyhüsrev, iki oğlu I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad’ı da kendisi gibi yetiştirdiği anlaşılmaktadır. Bu üç sultan da Arapça, Farsça ve Rumca biliyorlardı. Bilim sever idiler ve Anadolu’da birçok bilimsel müesseseler kurmuşlardır. Özellikle de Sultan Alâeddin Keykubad çok kültürlü bir sultan olarak tanınmaktadır. Heyet ilmine vâkıf idi. Ahi Teşkilatı’nın başmimarı olup Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasîrüddin Mahmud Yezdan-Şinaht, Mürşidü’l-Kifâye ve Ahlâk-i Nasırı adlı eserlerini ona ithaf etmiştir. Ahi Evren onu hâkim bir kişi olarak anlatmaktadır. Yine bu Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud, Alâeddin Keykubad’ın emri ile İbn-i Sina’nın bazı eserlerini Farsçaya tercüme etmiştir.37 İbn Bibi de onu okumayı seven bir hükümdar olarak anmaktadır. Heyet ilmine dair eserleri okumaktan hoşlandığını, Nizâmü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’sinde, İmam-ı Gazali’nin Kimya-i Saadet’ini ve Kâbus-i Veşmgîr’in Kâbusnâme’sini çokça mütalaa ettiğini de bildirmektedir.38

b. Alâeddin Keykubad Örneği

Türkiye Selçukluları Sultanı I. Alâeddin Keykubad dönemi her bakımdan Anadolu’nun en parlak ve en güçlü olduğu bir dönemdir. I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in oğludur. Babası, kardeşi Rükneddin Süleyman Şah tarafından 1196 yılında tahttan indirilip yurt dışına sürüldüğü zaman o henüz omuzlarda taşınan bir çocuk idi. I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in uzun ve maceralı yolculuğu esnasında Alâeddin Keykubad, babasının etrafındaki kalabalık cemaatle birlikte Trabzon’dan deniz yoluyla İstanbul’a gelmiş ve Bizans’a sığınmışlardı. Dokuz yıl süren bu sürgün hayatında Komnenoslar denilen imparatorluk hanedan üyesi olan Manuel Mavrozomes ailesinin konuğu olmuşlardı. Çünkü I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in hanımı Manuel Mavrozomes’un kızıydı. Alâeddin Keykubad ve ağabeyi İzzeddin Keykâvus’un delikanlılık çağları sürgün döneminde ve İstanbul’da geçti. Dolayısıyla ilk tahsilleri de burada geçmiştir. Dokuz yıl süren bu sürgün esnasında Rumcayı öğrenmiş olmaları yanında beraberlerinde götürdükleri lalalardan da ders alıyorlardı şüphesiz. Bu iki şehzade babalarının atabeyi olan Seyfüddin Ayaba’nın gözetiminde eğitim ve öğretim gördükleri İbn Bibi’nin anlatımlarından anlaşılmaktadır.39 I. İzzeddin Keykâvus ve kardeşi I. Alâeddin Keykubad’ın gençlik dönemlerinde çok iyi Farsça ve Arapça öğrendikleri bilinmektedir. Özellikle Farsça olarak yazdıkları günümüze gelen şiirlerinden yüksek derecede Farsça öğrendikleri görülmektedir.

Osmanlılarda olduğu gibi Türkiye Selçuklularında da şehzadeler belli şehirlerde eğitim ve öğretim görürlerdi. Türkiye Selçuklularında Malatya ve Tokat vilayetleri şehzadelerin eğitim ve öğretim gördükleri bölgeler idi. Şehzadeler melik statüsü ile bu illere gönderiliyordu. I. Gıyâseddin Keyhüsrev dokuz sene süren sürgün hayatından sonra tekrar Anadolu’ya dönüp ikinci defa tahta geçince büyük oğlu İzzeddin Keykâvus’u Malatya’ya, ikinci oğlu Alâeddin Keykubad’ı Tokat’a melik statüsü ile gönderdi. Bu dönemde ona lalalık yapan bilim ve fikir adamları kimlerdi? Bu konuda bize herhangi bilgi ulaşmış değildir. Fakat tıp ilmine dair eserleri ile tanıdığımız Hâkim Bereket tam o tarihlerde Amasya’da bulunuyordu. Alâeddin Keykubad’ın bu Türkmen bilge kişiye yakınlığı bulunduğu kuvvetle muhtemeldir. Keykubad’ın amcası II. Süleyman Şah da Tokat bölgesi şehzadesiyken kardeşi I. Gıyâseddin Keyhüsrev’i tahttan indirerek onun yerine geçmişti. Felsefeye ve tabiat bilimlerine vâkıf sanatkâr ruhlu bir sultan idi.40 Alâeddin Keykubad da zihniyet bakımından ona benzemektedir.

Selçuklular döneminde Malatya ve çevresinde İran millî kültürü, Tokat ve çevresinde ise Türkmencilik ülküsü kuvvetli idi. Onun için bu iki yörenin halkı arasında şiddetli fikrî ve siyasi rekabet yaşanmaktaydı. Bu yüzden bu iki vilayetin halkı kendi şehzadelerini iktidara getirmek, sultan yapmak yönünde faaliyette bulunuyorlardı. Aynen bugünkü siyasi partiler gibi faaliyet gösteriyorlardı. Bu yüzden Gıyâseddin Keyhüsrev 1211 yılında vefat edince Malatya Şehzadesi İzzeddin Keykâvus ile Tokat şehzadesi olan Alâeddin Keykubad arasında taht mücadelesi baş gösterdi. Bu mücadelede I. İzzeddin Keykâvus galip gelince kardeşi Alâeddin Keykubad’ı Malatya yakınlarındaki Minşar Kalesi’nde tutukladı. Böylece Alâeddin Keykubad, kardeşinin iktidarı süresince sekiz yıl tutuklu kaldı. Ancak İzzeddin Keykâvus bir suikast sonucu öldürülünce41devlet ileri gelenleri Alâeddin Keykubad’ı tahta oturtmaya karar verdiler. Böylece 1219 yılında Alâeddin Keykubad’ın Selçuklu tahtına geçmesi gerçekleşti. Bu durum Türkmen çevrelerde büyük sevinç yaratmıştır. Burada amacımız, I. Alâeddin Keykubad’ın ilmî kişiliğini açıklamak olduğundan olayların detaylarından sarfınazar ediyoruz.

Yukarıda da ifade edildiği üzere Alâeddin Keykubad’ın şehzadeliği, eğitim ve öğretimi Tokat’ta geçti. Bu bölge o dönemde Dânişmend ili diye anılıyordu. Çünkü Dânişmend Oğulları Devleti bu bölgede kurulmuştur. Yüz sene bu bölgede hüküm süren Dânişmend Oğulları, ülkelerinde Türk millî kültürüne dayalı bir mefkûreyi ve gazilik ülküsünü yerleştirmiş ve bunu devletlerinin politikası hâline getirmişlerdi. Ülkelerinde birçok medreseler kurarak tabii bilimlerin tedris edilmesini ve böylece bilimsel/ilimlerin yerleşmesi ve gelişmesini sağlamışlardır. Dânişmend Oğullarının bu bölgeye yerleştirdikleri bu zihniyet Osmanlılar zamanında da bir süre devam etmiştir. Ünlü Osmanlı Tarihçisi Paul Wittek, Timurlenk’in Anadolu’yu istila etmesinden sonra parçalanan Osmanlı Devleti’nin birliğini Amasya Şehzadesi I. Mehmed Çelebi’nin yeniden sağlamış olmasını bu şehzadenin 10 sene dağlık Amasya bölgesinde Dânişmend Oğullarından intikal eden millî şuur ve gazilik ruhu içinde yetişmesi ve bu ruh ve şuur ile yeniden tav almış olması ile izah eder.42 İşte Alâeddin Keykubad şehzadelik döneminde Dânişmend ilinde, Türkmencilik ruhu ve gazilik ülküsü içinde yetişmiştir. Bu yüzden o dönemde Türkmenler ona “Uluğ Sultan” diyorlardı.43

Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’nın “şeyhü’ş-şüyûh”ü Şihabüddin es-Sühreverdi 1220 yılında Alâeddin Keykubad’a Fütüvvet üniforması kuşatmak üzere Anadolu’ya geldiğinde bir süre Malatya’da kalmıştı. O Malatya’da iken Kübreviyye Tarikatı Şeyhi Necmüddin-i Daye telif etmiş olduğu Mirsadü’l-İbad adlı eserini Şeyh Şihabüddin-i Sührederdi’ye takdim etmiş, o da eseri mütalaa edince çok beğenmiş ve yazarına: “Bu Diyar-ı Rum’un genç, bilgili, ilmî ve ilim adamlarını himaye eden bir sultanı var. Sen bu eserini ona ithaf et.” demiş ve onun bu tavsiyesi üzerine Şeyh Necmüddin-i Daye Mirsadü’lİbad adlı ünlü eserini Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad’a sunmuştur.44 İbn Bibi’nin anlattığına göre Beyşehir Gölü kenarında inşa edilen Kubâdâbâd Sarayı’nın tamamlandığı tarihte Alâeddin Keykubad burada tatil yaparken birtakım ilim adamları Kubâdâbâd’a gitmişler, sultan adına kaleme aldıkları eserlerini kendisine takdim etmişler. Sultan da bu gelen ilim adamlarıyla günlerce sohbetlerde bulunmuş, onların eserlerini mütalaa etmiş ve onlara büyük izzet, ikram ve ihsanlarda bulunmuştur.45

Sultan Alâeddin’in bu ilim severliğinden olmalı ki bugüne kadar kütüphanelerde yaptığım araştırma ve taramalarda Sultan Alâeddin Keykubad’a 12 eserin sunulduğunu tespit etmiş bulunuyorum. Bu eserlerden dört tanesini Ahi Teşkilat’ının başmimarı olan Ahi Evren Hace Nasîrüddin46 takdim etmiştir. İbn Bibi, Alâeddin Keykubad’ın ibadete riayet eden ve okumayı seven bir sultan olduğunu; Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si ile İmam Gazali’nin Kimya-i Saadet’ini ve Kâbus-i Veşmgîr’in Kâbusnâme’sini çokça okuduğunu ve fakat heyet (astronomi) ilmine dair eserleri okumayı pek sevdiğini anlatmaktadır.47 Takdir edersiniz ki heyet ilmine dair eserleri okuyabilmek için iyi derecede matematik ve geometri bilmek gerekir. Demek ki Uluğ Sultan tabii ve akli ilimlere vâkıf bir kişi idi. İbn-i Sina’nın bazı eserlerini tercüme ettirmesi de onun tabiat bilimlerine vukufuna şehadet eder. İbn Bibi’nin bildirdiğine göre babası da İbn-i Sina’nın hayranlarındandı.48

Onun tabiat ilimlerine eğilimi Dânişmend ilinde almış olduğu eğitimden gelmektedir. Çünkü Dânişmend Oğulları bilge bir aileden gelmekteler. Kurdukları devlete “Dânişmendiye” denmesi de bundandır. Mutezile mezhebinde oldukları için tabii ilimlere büyük önem atfetmişler, bu ilimlerde isim yapmış bilim ve fikir adamlarını ülkelerine celbedip ve onlara medreseler inşa ederek eserler yağmalarına ve fikir üretmelerine vesile olmuşlardır. Dânişmend Oğullarının Kayseri şehir muhafızı İbnü’l-Kemal diye ünlenen İlyas b. Ahmed adlı bir zat, Dânişmend Oğulları Devleti’nin kurucusu Melik Ahmed Gazi’ye sunduğu Keşfü’l-Akebe adlı astronomiye dair eserinin ön sözünde Melik Ahmed Gazi hakkında: “Pek çok filozoflar ve faziletli kişiler ve dünyanın dört bir yanından akliyeciler (Ehl-i ukul) o yüce zata yöneldiler ve her hin sahip oldukları ilimleri yaymaları ve uygulamaları nispetinde o hazretin cömertlik denizinden pay almaktalar.49 demek suretiyle bu gerçeği ifade etmektedir. O dönemde Dânişmend ilinde telif edilen eserlerin hemen tamamı tabiat bilimlerine dairdir. Demek istiyorum ki Sultan Alâeddin Keykubad Dânişmend ilindeki Dânişmend Oğullarından tevarüs eden havayı teneffüs etmiş bir bilge sultandır. Tasavvufla arasının iyi olmaması da yine yetiştiği muhitteki dinî eğilimden kaynaklanmaktadır.

Alâeddin Keykubad, bölgesinde bilgin bir sultan olmasına rağmen Şems-i Tebrizî, bu sultana şiddetli muhalefetinden dolayı Makalat’ında onun hakkında şöyle demektedir: “Sultan Alâeddin Keykubad cahil ve cimrinin tekiydi. Satranç oynamaktan ve iyi ok atmaktan başka bir marifeti yoktu.”50 Evvela Şems-i Tebrizî zihniyet ve dinî eğilim bakımından sultana muhalif idi. Onun hakkındaki bu beyanında samimi değildir. Şems’in bu beyanına dayanarak Sayın Muhammed Emin Riyahi’nin de Alâeddin Keykubad’ı gereği gibi takdir etmediği görülmektedir.51 Oysa Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud ona ithaf ettiği Yezdan-Şinaht adlı eserinin hatimesinde onun bilge kişiliği hakkında şöyle demektedir: “İlahi ve tarihî bilimlerin meselelerinden olan hikmet sırlarını bu eserde açtım. Yunanlılardan bugüne kadar hükema bu sırları böylesine ifşa etmeyi reva görmemişlerdir. Aristo bu yüksek sırların ancak istidat sahibi olanlara açılabileceğini söylemiştir. Fakat ben zayıf ve hadim kul, o Yüce Meclis’te (Alâeddin Keykubad’da) o istidadı gördüğümden bu özlü risaleyi tasnif edip bu yüksek hediyeyi ve ebedî saadet vesilesi olacak olan bu eseri yüce huzura göndermeyi vacip gördüm. Bu eser o yüce meslise ve ona yadigârdır.”52 Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu ifadelerinden Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad’ın bilge kişiliği ve bilimsel zihniyeti hakkında güvenli ve kesin bir bilgi edinilmektedir. Ona ithaf edilen diğer eserlerde de Keykubad’ın bilge kişiliği hakkında buna benzer ifadeler bulunmaktadır.

12.Eflaki, Menakibü’l- arifin, II, 759-760.
13.Mikâil Bayram, Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, Konya 2006, s. 152-157.
14.O. Nuri Ergin, “Sadreddin Konevi ve Eserleri” , Şarkiyat Mec. (İst. 1958), II. 82-83.
15.Firdevsî-i Rumî, Menakıb-i Hacı Bektaş-ı Veli, Hacıbektaş İlçe Ktp. no. 200, yp. 196a.
16.F. Köprülü, Millî Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri, İstanbul 1928.
17.Age., Neşr. C. Hümaî, Tahran, 1315, s. 7.
18.Yusufağa Ktp. Nr. 4692, yp. 130b.
19.Mikâil Bayram, “Selçuklu Veziri Kadı İzzeddin Tarafından Düzenlenen bir Vakıfnâme”, Ata Dergisi, Konya 1997, s. 47-53.
20.Menâkibu’l-arifin, II, 721; Eflâkî, burada Ahilerin ve Karaman Oğullarının isyanını kastetmektedir.
21.Anonim, Tarih-i Al-i Selçuk, Neşr, F. Nafiz Uzluk, Ankara, 1952, s. 45.
22.Age. Neşr. Mesut Koman, Konya, 1942.
23.Geniş bilgi için bk. A. Gölpınarlı, Mevlana Celâeddin, İstanbul, 1959, s. 81-85.
24.İbn Bibi, El-Evamirü’l-Alâiyye, Neşr. A. Sadık Erzi, Ankara, 1956, s. 528-531.
25.Bu Vakfiye’nin orijinal metni Mevlana Müzesi arşivindedir.
26.“Mikâil Bayram, Anadolu’da Te’Iif Edilen İlk Eser “Keşfu’l-Akabe”, Konya, 1981, s. 10-15, 20.
27.Keşfü’l-Akabe, Fatih Ktp. No. 5426. Yp. 250a.
28.İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi ‘t-Tarih, Beyrut, 386/1966, XII, s. 196.
29.el-Kâmil, XII, 196. Burada bahsedilen münakaşada bir fakihin hakaretine maruz kalan filozof, Maktûl Suhreverdi’den başkası değildir.
30.el-Evâmirü’l-Alâiyye, Nşr. A. Sadık Erzi, Ankara, 1956, s. 25.
31.Re’fet Yinanç, “Amasya Hâlifet Gâzî Medresesi”, Vakıflar Dergisi, Ankara, 1982, XV, s. 5-14.
32.Bu iki eserin birer nüshası Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi No. 12049 ve 12050’de kayıtlıdır. Bu iki eser, Anadolu’da telif edildiği bilinen ilk Türkçe eserlerdir. Hâkim Bereket de Anadolu’da ilk Türkçe eser veren bilgin durumundadır.
33.el-Kâmil, X, 37.
34.Akaid-i ehl-i Sünnet, Fatih Ktp. No. 5426, yp. 193a.
35.İsmail Paşa, Hediyetül Arifin, 1263
36.el-Evâmirü’l-Alâiyye.
37.Ayasofya (Süleymaniye) Ktp. No. 4851, yp. 31b. Aynı zamanda doktor olan Ahi Evren’in tıbba dair llmu’t-Teşrih adlı eseri günümüze kadar gelmemiştir.
38.el-Evâmirü’l-Alâiyye., s. 228.
39.İbn Bibi, el-Evâmirü’l-Alâiyye, Neşr, A. Sadık Erzi, Ankara 1956. s. 264-273; Anonim Selçuk-name, Ankara 1952, s. 45-46.
40.İbnü’l, el-Kâmil fî’t-tarih, Beyrut 1386/1966, XII, 196.
41.Kadi Ahmed, el-Veledü’ş-Şefık, Fatih (Süleymaniye) Ktp. No. 4518, yp. 218; Menakib-i Evhadüddin-i Kirmânî, Neşr. B. Furûzan-fer, Tehran 1969, s. 252-261.
42.Ankara Bozgunundan İstanbul Zaptına, Belleten, Ankara, 1943, VII, 582.
43.Anamur’daki Ak Mescid kitabesinde Sultan Alâeddin bu unvanı ile anılmıştır.
44.Mirsadü’l ibad Neşr M. Emin-i Riyahi Tehran 1366, s. 20-22.
45.El-Evamirü’l alaiyye, s.
46.Mikâil Bayram, Hace Nasîrüddin Muhammed-i Tusî‘nin İntihalciliği, S.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Konya 2005, Sayı.20, s. 11-12.
47.el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 228
48.el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 25.
49.Fatih (Süleymaniye) Kütüphanesi, No. 5426, yp. 250a.
50.Makâlat-ı Şems-i Tebrizî, Nesr. M. Ali-i Muvahhid, Tahran, 1377, I, 333.
51.Edeb-i Farisî der Kalem-rev-i Osmanî, Tahran, 1396.
52.Yezdan-şinaht, Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi, No. 4819, yp. 138h.