Kitabı oku: «Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?», sayfa 5
Van’ın İleri Gelenleri Kimlerdi?
Van’da o yıllarda hem dindarlığıyla, hem Cumhuriyet Halk Partisi veya Demokrat Parti çevresinde ün salmış kimler vardı?
Van’da ve çevresinde bazı medrese âlimleri vardı. Onların medreseleri de vardı. O medreselerde eğitim yaparlardı. Fakat onların medreselerinde etraflarında toplanan on kişiyi geçmezdi. 5- 6 müderrisleri vardı. O müderrisler ders verirlerdi. O müderrislerden birisi Zeynel Abidin Efendi’ydi. Özalp müftüsü de oldu.
Özalp müftüsü olduğu dönemlerde yanına gider gelirdim. Onun da medresesi vardı. 5-6 kişiye ders verirdi. Tabii bunlar Arapça eğitim görüyorlardı. Bunun gibi Molla Ali Ozo diye, Erciş’te bir müderris vardı. Molla Ali Malazgirtliydi, fakat Van’da kalırdı. Molla Ali de talebe okutan bir adamdı. Molla Ali sonradan İstanbul’a gidip yayıncılık yaptı. İstanbul’da Beyazıt çarşısında kitapçı dükkânı vardı. Sürekli tercüme yapıyordu. Kendi kitaplarını kendisi yayımlıyordu.
Molla Ali dediğiniz kişi Ali Arslan değil mi?
Evet. Sonra birileri ona yol gösterdi. İlmi kuvvetli bir adam oldu.
“İslam İnançları” diye bir kitabı var büyük boy.
Evet. Tercümeler yapıp yayımlıyordu. Sonra onun gibi bir de Molla Abdurrahman vardı. Molla Abdurrahman daha çok İran edebiyatıyla ilgilenir ve Farsça okuturdu. Belki bizim Özalp ve Saray çevresinde en kuvvetli âlim Abdülkadir Yekkoş efendiydi. Bizim hocamızdı Tebriz’den gelen Molla Tahir hocanın da hocası oydu.
Yekkoş Abdülkadir Efendi gerçekten çok kuvvetli bir âlimdi. Urmiye’de eğitim görmüş. Aslen Yüksekovalıdır fakat gençliğinde İran’ın Urmiye şehrine gitmiş ve orada eğitim görmüş. Önce Saray müftüsüydü. Saray köy olduktan sonra Özalp müftüsü oldu. Sadece bir ya da iki kişiye ders verirdi. Özellikle de edebiyat konularında çok mahir bir adam olduğu için aruz ilmini okuyanlar, İran edebiyatını okumak isteyenler Yekkoş’un yanına gelirlerdi.
Bizim yörede birçok müftü Saray’a, Özalp’e gelip Yekkoş Efendi’den şiir ve edebiyat öğrenirlerdi. Mesela, Başkale müftüsü uzun süre o zattan eğitim aldı. Böyle bir özelliği vardı.
Van’da belki en çok sevdiğim, muhabbet ettiğim adam Molla Ali idi. Norşin Camisi’nin imamıydı, Said Nursi’nin köylüsüydü. Said Nursi ile akrabalığı olduğu da söylenirdi. Molla Ali çok otantik bir adamdı. Son derece rahat konuşurdu. Hiçbir hizbe bağlantısı yoktu. Senenin birinde Van’da kendisiyle görüştüğüm zaman benden Mevlâna’yı anlatmamı istedi. “Mesnevi”yi anlatmamı istedi. Ben de kendisine biraz Mevlâna’dan, “Mesnevi”den bir şeyler anlattım. Bu arada Mesnevi’deki “Eşek-Kabak” hikâyesini anlattım. O zamana kadar “Mesnevi”yi okumamış. O hikâyeyi anlattıktan sonra çok tuhafına gitti.
Erbakan’ın yeğeni Van’da teğmendi. Terhis olacağı zaman arkadaşlarla havaalanına yolcu etmeye gittik. Molla Ali de yanımızda. Orada arkadaşı konuşturdular; kiminle kalıyorsun, kimsin şudur budur. “Babam öldü ben annemle birlikte kalıyorum.” dedi. Öyle deyince Molla Ali hemen devreye girdi, “Kurban benim de karı öldü senin ananı ver bana ben alayım.”
Böyle rahat bir adamdı. Fakat müthiş bozuldu çocuk. Sonra birileri yanaştılar yanına, “Bu molladır, bunların hâlleri böyledir. Sansürlü konuşmayı bilmezler.” dediler.
Medreseleri Abartıyor muyuz?
Sırası gelmişken medrese nedir? Sizin anlatımınızdan anlaşıldığı kadarıyla biraz Arapça, biraz “Kur’ân-ı Kerim” bilen birisi bir evin bir odasını medrese yapıyor, köylerden de 3-5 kişiye ders veriyor. Öğrenci belli saatlerde geliyor veya uygun yer varsa orada da yatıp kalkıyor. Orada üç dört sene kalıyor. Sonra eğitim bitince hadi git deniyor.
Molla olup çıkıyor.
Bilinen durum bu. Aman aman çok iyi bir eğitim değil. İkinci bir husus Türkiye’de Anadolu’da olduğu gibi orada bir hafız yetiştirme geleneği yok. Dini öğretiyor; fakat sistematik, İslam’ı bütünleyici, kuşatıcı bir İslam öğretisi de yok.
Şimdi bazı medreseler yasaklanmıştı. Yasak olduğu için zaman zaman jandarmalar medreselere baskın düzenliyorlardı. Adamları yakalayıp hapse atıyorlardı. Sonradan bir kanunla “Kur’ân Kurslarının” açılmasına izin verildi.
İmam hatiplerin açılmasının akabinde “Kur’ân Kurslarının” da açılmasına izin verildi. Sonra bizim o yörelerde de bazı medreseler “Kur’ân Kursu” açıyoruz gibilerinden müsaade alıyorlardı.
Hoca efendiler buralarda üç beş kişiyi eğitiyorlardı. Fakat yörede bazı medreseler çok kuvvetliydi. Kuvvetli olan medreselerden birisi Bitlis’in Norşin medresesi idi. En kuvvetli hoca efendiler orada, sonra da Tillo’da olurdu.
Devlet-Millet İlişkisi Nasıldı?
Hocam, siz ortaokula başladığınızda diğer öğrencilerden 3-4 yaş büyüktünüz. Öğretmenleriniz olmadığı için derslerinize kaymakam, tabur komutanı gibi kişilerin geldiğini anlattınız. O dönemde hükûmet tabibinin, kaymakamın veya devletin diğer görevlilerinin halkla ilişkileri nasıldı? Birbirlerine nasıl bakarlardı?
Benim okuduğum ortaokul Menderes’in emriyle açılmıştı. Onun bir sebebi de Van Milli Eğitim Müdürü Vahap Kaya’dır. O, öğretmen arkadaşlarıyla görüşüp yeni ilçe olan Özalp’e ortaokul yaptırılması için bir dernek kurduruyor. Derneğe yardım toplamak için makbuz bastırmışlar. Makbuzdan başbakanlığa da göndermişler. Nasıl olduysa makbuzlar Menderes’in eline de geçmiş. Menderes makbuzların hepsini satın almış. Bir de emir vermiş; “Madem bunlar ortaokul istiyorlar hemen bu sene başında bunlara ortaokul açılsın.” Ve Menderes’in bu emriyle ortaokul açılıyor. Menderes’in emriyle okul açıldığı için oradaki memurlar buna itina gösteriyorlardı. Hatta o sene içerisinde meşhur Karagöz oyuncusu Hayali Küçük Ali Özalp’e geldi. Bize ve oradaki memurlara Karagöz oynattı. Ondan sonra aynı zamanda Milli Eğitim müfettişi olan Reşat Nuri Güntekin, Özalp’e geldi.
Başbakanın emriyle açılan okul olduğu için kaymakam olsun, hükûmet tabipleri olsun, diğer ilkokul öğretmenleri olsun, diğer derse gelen hocalar olsun bize itina gösterirlerdi. Ama halkla münasebetleri iyi değildi. Bütün memurların münasebetleri neredeyse sıfırdı.
Bir defa, babam dâhil hepsi rüşvet alırdı. Babam tahsildardı ve o dâhil hepsi köylüleri tuzağa düşürmek için tezgâhlar kurarlardı. Köylülerden haraç almak da hoşlarına giderdi.
Babam, kaymakam ve mal müdürü ile birlikte köylere sayıma gitmişler. Hayvanlarını, tarladaki ürünlerini sayıyorlar. Hayvan ve ürün miktarına göre vergi tahakkuk ettiriyorlar. Bir köye gitmişler; iki köylü kaymakama yalvarmış: “Bizim bu kadar davarımız yok, bize çok fazla davar yazdınız, gelin bakın bizim o kadar davarımız yok.” Kaymakam bunları kovmuş. Biraz sonra adamlar bir daha gelip yalvarmışlar. “Bizim hayvan miktarımızı az yazın, azaltın.”
Bunu bana babam anlattı. Öz babam anlattı. Dedi “Kaymakam yiğit adamdı. Bir tekme vurdu iki tane Kürt’ü kayadan yuvarladı, öldürdü.” Ben de babama kaymakam için “Vay gâvur herif, nasıl gâvur bir adammış.” dedim. Babamın canı sıkıldı “Ulan oğlum onlar Kürt’tü.” Yani değerlendirmeleri böyleydi.
Bu arada bir hatıramı daha nakledeyim; lise 1 veya 2’deydim. O sırada bir amca oğlum var. Askerdeyken bir albayın emir eri olmuş. O albay da Menderes’e kafa tutmuş. 60 darbesi olunca Menderes’e kafa tutmasının mükâfatı olarak albayı Van Valisi yaptılar. Adamın adı Fikret Ersan’dı. Azerbaycan kökenli ve Şia mezhebindendi. Benim amca oğlu da “Albayım Van’a vali oldu.” diye gidip iş istiyor. Vali de ona ne iş yapabileceğini soruyor. O da atlı posta dağıtıcısı olabileceğini söylüyor. Vali sormuş ona atı olup olmadığını sormuş. Olduğunu ve çok iyi at binicisi olduğunu söylüyor. Vali, “Sen atını alıp getireceksin buraya, ben de göreceğim.” demiş. Amca oğlu köyden ata binip Van’a geliyor, hükûmet binasının önüne dikiliyor. Vali çıkıyor hükûmet binasının önünde onu ata bindiriyor. Hükûmet binasının önünde atla bir ileri, bir geri gidiyor. Vali, “Atın tamam, senin diploman var mı?”,“İlkokul üçten terk” demiş. Vali, “Ben seni ilkokula göndereyim. Git orada seni imtihan etsinler. Sana bir diploma versinler” diyor. Öyle anlaşılıyor ki kendisi de ilkokula telefon etmiş, “Bir adamım gelecek ona bir diploma düzenleyin.” demiş. Bizim amca oğlu da geldi, bu durumu bana anlattı. Bana biraz ders ver, ben imtihana gireceğim neler sorabilirler onu bana öğret dedi.
Böyle bir ay sürdü. Her gün yanıma geliyor ben ona 4 işlem öğretiyorum, tarih öğretiyorum, işte İstanbul şu tarihte fethedildi, cumhuriyet şöyle kuruldu gibi şeyler öğretiyorum. İmtihan günü ilkokula gitti. İmtihandan sonra çarşıda buluştuk. “Ne oldu? İmtihana girdin mi?” diye sordum. “Girdim, ne sordularsa hepsini bildim.” dedi. Ben de merak edip ne sorduklarını öğrenmek istedim. Meğer bunu tahtanın başına kaldırmışlar, “Bir küp çiz.” demişler. O da turşu küpü çizmiş. Bakmış öğretmenler katıla katıla gülüyorlar. Onların gülüşünden işkillenmiş, “Kulplu mu olsun, kulpsuz mu olsun?” diye sormuş.“Kulplu olsun” demişler. İki tane de kulp takmış küpe. Sonra bakmış daha çok gülüyorlar. “İsterseniz dört kulp yapayım” demiş. Sonra içlerinden biri “Sen bildin. Git bir hafta sonra gel diplomanı al” demiş. Diplomayı aldıktan sonra vali hakikaten kendisine atlı dağıtıcı (eskiden müvezzi derlerdi) işini verdi.
Medreselerde Hangi Dersler Okutuluyordu?
Sizin gittiğiniz dönemdeki medrese müfredatı hakkında ne düşünüyorsunuz? Mesela neler okutulurdu. Bir de 60 inkılabından sonra öğrenci bulunabiliyor muydu?
Medreselerde önce Arapça öğretilirdi. Arapça öğreniminde ilk okuttukları “Binâ” adında bir kitaptı. Küçük bir risaledir. Bu Arapça kelimelerin yapısı, kelime üretmesiyle ilgili bir kitaptır. Bütün medreselerde bu kitabı okurlardı. Hani bizde de derler ya “Benim oğlum binâ okur, döner durur gene okur.” gibi. “Binâ”yı okuduktan sonra bir üst derecesi “İzzî”, “Maksut” okurlardı. Bu kitapları okudukça öğrencinin Arapçası gelişirdi.
Bu üç dersi okuduktan sonra belki en yüksek derecede “Camî” okurlardı öğrenciler. “Cami”, Molla Abdurrahman Cami’nin yazdığı kitabın adıdır. Bu biraz şiir, edebiyat (Arap dili üzerine) bedii ve belagat gibi konuları da içerirdi.
Arap edebiyatında şiir, hitabet gibi konuları anlatırdı. “Camî”yi okuduktan sonra talebe artık bir yere imam olabilecek ehliyeti almış olurdu. Hatta öğrencilere icazet de düzenlerlerdi. Hoca Efendi bir sayfalık bir şey yazardı. İşte falan falanca bende şunları okudu gibilerinden. Bugünkü manasıyla diploma.
Saray’daki Yekkoş dediğim şaire özel hocalar gelirdi. Yani okumuş hoca olmuş onlara müntehî derlerdi. Yani ilimleri nihayete erdirmiş adamlar Yekkoş’un yanına gelirlerdi. Yekkoş onlara Fars edebiyatı, Farsça divanlar okuturdu.
Fars dilinde okuttuğu ilk kitap “Gülistan”dı. Ondan sonra aruz okuturdu. Ben Yekkoş’a yakın olmam hasebiyle “Gülistan”la başladım. Yekkoş, okuturken aynı zamanda ezberletirdi. “Gülistan”ı ben ne kadar okuduysam okuduğum şeylerin hepsini ezbere bilirdim. Bugün bile şöyle dinç kafayla baksam Gülistan’ı ezbere okurum.
Bizim Yekkoş Hoca Efendi Kasım 1957’de vefat etti. O vefat edince bizim oraya Zeynel Abidin Efendi müftü oldu. Ben de yaz tatillerinde Zeynel Abidin’in yanına gitmeye başladım. Zeynel Abidin Efendi’nin oğlu ve çoğu Siirtli olan birkaç talebesi vardı. Onların arasına girer, birlikte okurdum. Zeynel Abidin Efendi’nin yanında “Binâ” okuyarak Arapçaya başladım.
Zeynel Abidin Efendi Farsça bilmezdi. O yüzden talebelerine Arapça okutuyordu. Daha sonra ben tabii liseye gidince hoca efendiden ayrılıp Van’a gittim. Bu sefer Van’da bir süre Hacı Davut Camii’nde kaldım. O dönemde hiç yurt ya da talebe evi yoktu.
İslami ilim geleneğindeki medreselere baktığımız zaman oralarda akait, kelam, tefsir, fıkıh, hadis ve bunların usulü, siyer, İslam tarihi okutulduğunu biliyoruz. Sizin anlattığınız medrese müfredatında ise sadece dil dersleri var. Dolayısıyla medreselerden çıkanlardan İslam adına fazla bir şey beklenmemeli.
Bunların zaten hedefleri köy imamı olabilmekti. Kelam, Siyer bilenlerin köylerde işi olmazdı. Onlar daha yükseği okumak için başka yerlere giderlerdi. Bizim o bölgede öyle kaliteli medreseler yoktu. Kaliteli medreselerde okumak isteyenler genellikle Siirt’e, Mardin’e, Bitlis’e giderlerdi. Hatta Muş’a, Bulanık’a gidenler olurdu. Van’da Arvasilerden Müftü Kasım Efendi vardı. Hatırı sayılan bir adamdı. Malazgirt’ten Molla Ali Ozo Van’a gelirdi. Van’a geldikleri zaman onları tanıma imkânı buldum. Ağrı’nın, Patnos’un biraz ilerisinde Küfreviler vardı. Cesim Küfrevi, Kasım Küfrevi, Besim Küfrevi. En büyükleri Cesim Küfrevi’nin Van’a geldiğini bilirim. Hoca efendilerle toplanıp sohbet ederlerdi. Biz de kıyıda köşede o sohbetleri dinlemeye çalışırdık.
Herhâlde bu medreselerde imam yetiştirecek düzeyde bir Arapça bilgisi, ilmihal bilgisi veriliyordu. İlimde daha ilerlemek isteyen Norşin’e, Tillo’ya mı gidiyor? Oralarda biraz daha üst bilgileri alanlar tatmin olmuyorlarsa Şam’a, Ezher’e filan mı gidiyorlardı?
Gidenler olurdu. Mesela Şam’da Molla Ramazan-ı Buğuti var. Molla Ramazan-ı Buğuti Botanlı’dır. Vaktiyle oraya gidip kalmış. Ondan sonra Suriye vatandaşı olmuş. Çok kıymetli eserler yazan bir adamdır.
Talebe olduğumuz dönemlerde arkadaşımla birlikte zaman zaman Risale-i Nur medresesine giderdik. Onlar bir ev tutarlardı. Evde bir öğrenci sabit kalırdı. Orada toplanılır, Risale-i Nur okunurdu. Bazen büyük abiler gelirdi. Mesela Erzurum’dan Mehmet Kırkıncı Hoca sık sık Van’a gelir o medresede özel dersler yapardı.
1960 senesinde Said Nursi öldüğü zaman, arkadaşım Aziz ile birlikte Urfa’ya cenazesine gitmek istedik. Çok heveslenmemize rağmen gidemedik. Tabii Said Nursi’nin yanında kalmış, ondan ders almış olan Kırkıncı Hoca gibi hoca efendiler Van’a geldikleri zaman bizim medrese hocaları onlara çok gıpta ederlerdi. Çünkü onlar biraz daha bilgili adamlardı. Bizim oranın hocaları çok bilgili değillerdi. Açıkçası pısırıktılar.
O dönemde kaçak olarak medrese işleten hoca efendiler, medreselerini müsaade alarak “Kur’ân Kursu”na dönüştürdüler. Böylece medreseler resmiyet kazanmış oldu. Adı “Kur’ân Kursu”ydu ama onlar orada gene aynı müfredatı okutuyorlardı.
Medresetüzzehra Kimin Hayaliydi?
Sizin medreseye gittiğiniz dönemde Said Nursi’nin hayalindeki Zehra Medreselerinin Van’da açılması konuşulur muydu?
Konuşulurdu tabii. Said Nursi uzun süre Van’da kaldığı için onu bizatihi tanıyan adamlar, aileler vardı. O aileleri şimdi hatırlayamayacağım. Onlardan biri radyo tamircisi Mehmet Kuralkan idi. Hamit Hoca vardı. Mesela Hamit Hoca Van’da Tahir Paşa diye bir validen bahsetmişti.
Osmanlı paşası olan Tahir Paşa’nın iki Fransız misafiri varmış. Misafirler olduğu zaman Tahir Hoca diğer hoca efendilerden birini çağırır, onlara sarayında yemek ikram edermiş. Said Nursi de orada bulunmuş. Tercüman aracılığıyla Said Nursi ile Fransız misafirler arasında fikir münakaşaları olmuş. Münakaşalarda Said Nursi onlara baskın gelmiş. Malum Avrupa’da kaşıkla ve ayrı tabakta yemek yeniyor. Bizde de tabak ortaya koyulur, herkes oraya kaşık sallar. Fransız kendi usullerinin daha iyi olduğunu ifade ediyormuş. Said Nursi de bizim böyle ortada yemenin daha iyi olduğunu ifade etmiş ve bunu şöyle ispat etmiş. Demiş ki:
Birisi kaşığı tabağa uzattıysa, diğeri onu bekler. O kaşığını çektikten sonra öbürü kaşığını daldırır yemeğe. Bu, sosyal adalete riayet etmektir. Siz birbirinize itimatsız olduğunuz için yemeği baştan itibaren ayırıyorsunuz. Ondan sonra aynı kaptan yemek yendiği zaman mide tıka basa dolmuyor. Bu da sağlık açısından daha önemli diye anlatmış.
Tabii Said Nursi Kürt isyanı çıktıktan sonra Van’ı terk edip Erek Dağı’na çıkmış. Orada kendine kulübe yaptırmış, orada yaşamış. Hatta Mehmet Kuralkan Van’dan ona ekmek peynir gibi azık götürürmüş. Said Nursi onlara kulübesinde ders verirmiş.
Said Nursi’nin yakın çevresinden insanlar gördük ama onlarla öyle pek haşır neşir olmadık.
Topal Kâmil Efendi diye yaşlı bir adam vardı; kendisinden önceki hoca efendileri çok iyi bilirdi. Hatta bu Topal Kâmil Efendi bizim Yekkoş Abdulkadir Hoca’nın da sınıf arkadaşıymış.
Kız Çocukları Okula Gidiyor muydu?
Cumhuriyet’in ilanının üzerinden 20-25 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra siz ortaokul ve liseye başlamışsınız. Daha sonraki dönemlerde Cumhuriyet’in getirdiği yeni düzen halkta tepkiyle karşılanıyor. Özellikle dindar çevreler veya Kürt coğrafyasında yaşayan halk eğitim sisteminin gayri İslami olduğunu söylüyor, çocuklarının Cumhuriyet’in okullarına gönderilmesini gâvurlaşmak olarak nitelendiriyor.
O dönemde hem Nurcu çevrelerde, hem tasavvufi ortamlarda sizin okula gitmenize karşı tepki var mıydı? Bir de buna ek olarak sizin okuduğunuz dönemlerde halk kız çocuklarını okullara gönderiyor muydu?
Evvela kız çocukları çok az okurlardı. Okuyan kız çocukları da memur çocukları olurdu. Mesela yüzbaşı, gümrük muhafaza memuru gibi kişiler kızlarını okutuyordu. Yerli halktan kızını okutan adam bilmiyorum. Kız çocuklarını ilkokula, ortaokula verenler memurlardı.
Bizim okuduğumuz dönemlerde gittiğimiz medreselerde bizim okuduklarımızla alay ederlerdi. Yani okula gidiyorsun, gâvurluk öğreniyorsun gibi alay ederlerdi. İstihzaî bir bakış tarzları vardı.
Fakat arkadaşım Aziz Açışlı ile benim, diğer lise talebelerine nazaran farklı bir yönümüz vardı. İkimiz de abdestli namazlı dindar insanlardık. Hoş bir dinî yaşayışımız vardı. Kendi kendimize Risale-i Nurları, başka dinî eserleri, “Kur’ân-ı Kerim”i hatta Osmanlıca kitaplar edinip okuyorduk. Böyle bir özelliğimiz vardı. Bu yüzden medresedeki hoca efendiler benimle Aziz Efendi’yi istisna tutarlardı.
Ama genelde lise veya ortaokul talebelerine hoş gözle bakmazlardı. Onlar liselere, ortaokullara Türk mektepleri derler ve hoş bakmazlardı. Bölgeye gelen memurlara Türk derlerdi. Türklere yakışır mekteplerdir, bu mekteplere ancak Türkler gider derlerdi. Yöre halkının okullara böyle bir bakış tarzları vardı.
Türklere yakışır mektepler derken, yani böyle Türklerin dinden uzaklaştıkları, dinsizleştirildikleri yönünde bir kanaat mi olurdu halkta?
Tabii, tabii, onları söylerlerdi.
Aslında bu kanaat sırf Van’a, Güneydoğu’ya ait bir şey değil. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dindar halk, Anadolu insanı çocuğunu mümkünse okula göndermemiş, zorlama karşısında erkek çocuklarını göndermiş. Kız çocuklarını hiç göndermemiş. Daha da zorlama olunca hiç değilse ilkokulu okusunlar, okuryazar olsun diye biraz yumuşamış, ilkokuldan sonra hiç okutmamış. Bu 1950’li 1960’lı yıllara kadar böyle gelmiş.
Babam bile memur olmasına rağmen beni okutmasının en büyük sebebi onun yerine tahsildar olmam içindi. Yani babam emekli olacak ben onun yerine tahsildar olacaktım. Babamın en yüksek seviyede düşündüğü şey buydu.
Risale-i Nur’u ilk okuyuşunuz birinin gözetiminde mi oldu? Yoksa Risaleleri bağımsız mı okudunuz?
Bağımsız, kendi kendimize okuduk. Yalnız dışardan abiler geldiği zaman, onlara ayrıca gider onların anlattıklarını dinlerdik.
Risale okumaya başladığınız dönemde Said Nursi’yi merak etmediniz mi? O sırada halk onunla ilgili konuşmuyor muydu?
Said Nursi eğitiminin büyük çoğunluğunu Van’da görmüş. O’nun döneminde çok güçlü hoca efendiler varmış. Molla Resul, Molla Yusuf gibi kişiler varmış. Said Nursi’yle münakaşa edip meseleleri tartışırlarmış. Hatta bir ara bizim o yöredeki molla efendiler Said Nursi’yi İstanbul’a göndermişler. Said Nursi bizim o yöredeki hoca efendilerin mümessili olarak, temsilcisi olarak 1907 senesinde İstanbul’a gitmiş. İstanbul’a gitmesi dahi bizim o yöredeki hoca efendilerin teşviki ile olmuştur. Tabii biraz da Tahir Paşa’nın onlara açılım sağlamasından kaynaklanıyordu. Çünkü onlar üniversite bilmezlerdi. Ama Tahir Paşa Van’a üniversite açılması fikrini onlara aşılamış olmalı ki onlar da bu isteği dile getirmişler. Çünkü Said Nursi’yi de Van’a bir üniversite açılması talebini iletmek üzere temsilci olarak İstanbul’a göndermişlerdi. Nitekim II. Abdülhamid de onu benimsemiş, kabullenmiş ve bütçe de tahsis etmiş. O bütçe, Van Üniversitesi için harcanmadan önce Balkan Savaşları çıkmış ve ayrılan bütçe Balkan Savaşları’na harcanmış. Biz o zaman bunları idrak edecek seviyede değildik.
Risale-i Nurların Sadeleştirilmesini İstemeyenler Kimler?
Risale-i Nur, 100 yıl önce bir ihtiyaçtan dolayı doğmuş. Pozitivizme yani maddeciliğe karşı insanlara imanî ve aklî örnekler vererek İslam dini anlatılmaya çalışılmış. Ama aradan 100 yıl geçmiş; Said Nursi’nin müntesipleri o günkü şartlar değişmemiş gibi Risale okunmalı diyorlar.
Bu manada Risaleler “Kur’ân-ı Kerim”in önüne engel oluyor. Yani Risale’yi “Kur’ân-ı Kerim”in önüne geçiriyorlar. Yanlış olan bu. Her vaktin bir vacibi vardır. O gün yapılması gereken iş oydu. Ama artık bugünün şartları geçerli. Hani Mecelle’de bir kaide var; “Zamanın değişmesi hükmün değişmesini zorunlu kılar.” diye.
21’inci yüzyılın ilk çeyreğini bitirmek üzereyken bugünkü insanlara “Kur’ân-ı Kerim”i nasıl anlatmamız gerektiği üzerinde kimse durmuyor. Israrla ve inatla Risale-i Nur denilmesini İsla-mın geleceği açısından yanlış buluyorum.
Haklısınız. Az önce Risale-i Nur’da imanî hakikatlerin çok kolaylaştırılarak anlatıldığını ifade ettim. Bugün piyasada pek çok ilmihal yazan pek çok insan var. Dinin başlangıç bilgilerini ihtiva eden kitaplar. Bu kitaplar Risale-i Nurlara eş değerde kitaplar hâline getirilip halka sunulabilir. Basitleştirilmiş şekliyle Risale-i Nur’a alternatif olarak istifade edilen halk kitapları yazılabilir. Nitekim başlangıçtan beri Nurcular bu ihtiyacı duymuşlar. Bu yönde birtakım denemeler de yaptılar. Küçük sözler, bu ihtiyacın bir ifadesidir. Bu kitapları yazmaya Nurcular adapte olamadılar ve hatta rıza da göstermediler.
İşin büyüsünü, tılsımını burada görüyorlar, sadeleştirilmesine karşılar.
“Kur’ân-ı Kerim”in bile Arapça’dan tercüme edilmesine izin verilmişken aynı dilde yazılmış bir kitabın sadeleştirilmesine karşı çıkmak son derece yanlış bir şey.
Daha ilerisi de var; Isparta’da Hüsrev Altınbaşak Efendi’nin başlattığı harekete mensup olanlar Risale-i Nurları Osmanlı harfleriyle okumanın gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Zarurete binaen yeni harflere çevrildi. “Üstat Risale-i Nurları Osmanlıca yazıp okutuyordu.” diyorlardı.
Söz buraya gelmişken, biliyorsunuz Nurcular birçok gruplara bölünmüş durumda. Bunlardan bir grup da Fethullah Gülen’nin örgütü. Fethullah Gülen de Risale-i Nurların okunması yerine kendi eserlerini okutup ayrı bir cemaat oldu.
Evvela bu işler Fetullah Gülen’in mantığından, düşüncesinden çıkmış işler değil. Bir üst akıl işi. Dolayısıyla Fethullah Gülen’in çapı buna yetmez. Bir üst yapı, bir üst kuruluş bunları planlıyor, bu işleri beceriyor ve tabii ki bunu yapanlar da büyük ölçüde Fethullah Gülen’in elemanları, öğretmenleri, hizmetlileri olduğu için bunlar hep Fethullah Gülen’in aklından çıkmış şeklinde değerlendiriliyor.
Fethullah Gülen burada sadece bir piyondur. Amerikan siyaseti, Batı devletlerinin siyaseti böyledir. Devletleri ele geçirmenin, devletleri kendisine tabi devletler hâline getirmenin birtakım yolları var; Batılı devletler bunu çok iyi biliyorlar. Hatta bu alanda mütehassıs olmuşlar.
Bundan 30-40 sene önce İran’da Şeyh Kutbuttin vardı. Sünni idi. Şeyh Kutbuttin’i Amerika’nın Detroit şehrine götürüp yıllarca beslediler. Şeyh Kubbuttin’in Kirmanşah’ta çömezleri vardı. Şahın aleyhinde propaganda yaptılar ve Şah aleyhinde bir halk hareketi meydana geldi. Şah, bir halk hareketi sonucu düşürüldü. İşte bunu besleyen, bu hareketi besleyen Batılı güçlerdi. Sünni halkı Şah aleyhine kışkırtıyorlardı.
Batılılar niye yaptı bunu? Çünkü herkes biliyor ki Şah belli bir dönemden sonra Batılı devletlere posta koyup petrolü kesti. Günümüzde de bütün savaşlar petrol savaşlarıdır. Amerika’nın Irak’ı işgal etmesi, Suudi Arabistan’la yapmış olduğu antlaşmalar; bütün bunlar hep petrol davası, enerji davasıdır. Dolayısıyla Şah’a karşı da böyle bir yapılanmayı sağladılar ve Şah’ı devirdiler. Öte yandan, Fethullah Gülen Pensilvanya’ya gitmeden önce orada Karzai vardı. Karzai’yi de yıllarca ABD’de beslediler ve şartlar olğunlaştığında Karzai’yi Afganistan’ın başına geçirdiler. Hatta bir tane Uygur kadın var Amerika’da. Geçenlerde Uygur ilinde Çin hükûmetine karşı ayaklanmalar olduğu zaman bu kadının beyanatlarını duymuşsunuzdur. O kadın da Amerika’dadır. Uygur Türklerine emirler gönderiyor.
Fethullah Gülen de Türkiye’den gitme bir adamdır. Fethullah Gülen’i keşfettiler. Bu, Batılıların ihtisas alanıdır. Kimden neyi üreteceklerini çok iyi bilirler. Alıp götürdüler, senelerce beslediler, hâlâ da besliyorlar. Gülen’nin dünyadaki bütün okulları Amerika’nın düşüncesiyle kurulmuştur. Hatta birçoklarının finansmanını da Amerika karşılıyor. Sadece dershanelerden kazanılan parayla değil, ayrıca Amerika’nın da bunlara katkıları vardır.
Amerika’nın derdi davası tepkisiz, emperyalistlere itiraz etmeyen, itaatkâr Müslüman tipi yaratmaktır. Mevlâna da kendi zamanında bunu yapıyordu. Günümüzde de bunu bu şebeke vasıtasıyla yapıyorlar. Ilımlı Müslüman yaratmak, tepkisiz Müslüman yetiştirmek… Bunu bu müesseselerle yapacaklar. Bunun en kestirme yolu budur. Bu amaçla okullar açıyorlar. Okullar kaliteli eğitim veriyor. Bakın en kaliteli öğretmenler buralarda. Devletin yapamadığı şeyi onlar yaptılar. Yıllardır bu hükûmetin yapamadıkları şeyleri bu mekteplerde yapabildiler.