Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Beyaz muhafız», sayfa 2

Yazı tipi:

“Ah! O bizimkilerden biri!” diye haykırdı, Nikolka. “Bir dakika, o Belgrad Süvarileri’nden değil miydi?” diye sordu, Aleksey.

“Evet, öyle o, bir süvari… Tahmin edeceğiniz gibi bizi görünce dehşete düştüler: ‘En az iki tane makineli tüfek takımınız olacağını düşünmüştük, bu halde nasıl başa çıktınız?’ dediler. Anlaşılan şafak vakti açılan ateş, yaklaşık bin kişilik bir birlik tarafından Serebryanka’ya yapılan bir saldırıymış. Bizim mıntıkanın ince bir hat tarafından korunduğunu bilmiyor olmaları şanstı, yoksa o çete şehre girebilirdi. Serebryanka’daki vatandaşlarımızın Post-Volynsk’e bağlı bir telefon hatlarının olması da şanstı. Saldırı altında olduklarını haber vermişler ve birkaç batarya da düşmana bir miktar şarapnel göndermiş. Kısa süre sonra heveslerinin kırıldığını, saldırıdan vazgeçtiklerini ve kayıplara karıştıklarını tahmin edersiniz.”

“İyi de kimmiş onlar? Petlyura’nın adamları olmadıkları kesin! Bu imkansız.”

“Kim olduklarını Tanrı bilir. Bence oralı köylülerdi, Dostoyevski’nin ayaklanan “Kutsal Rusya’sı”. Ahh –orospu çocukları…”

“Yüce Tanrım!”

“Yani” diye devam etti, Mişlayevski. Sigarasını adeta emer gibi içine çekiyordu. “Tanrıya şükür sonunda destek geldi. Sayım yaptık, otuz sekiz kişi kalmıştık. Şanslıydık, içimizden sadece iki kişi donarak ölmüştü. O kadar. Ölenlerin dışında iki kişiyi de dönüşte taşımak zorunda kaldık. Onların da bacaklarının kesilmesi gerekiyor…”

“Ne! İki kişi donarak mı öldü?”

“Ne olacaktı? Bir yedek subay, bir de subay. Fakat asıl olay Han’ın yakınlarındaki köy, Popelukho’daydı. Teğmen Krasin’le birlikte donan adamları taşıyacak bir kızak aramak için oraya gittik. Köy tamamen ölüydü. Ortada tek bir hayat belirtisi bile yoktu. Etrafı araştırdık, sonunda üzerinde koyun derisi paltosu ve koltuk değnekleriyle yaşlı bir adam saklandığı yerden çıktı. İster inanın, ister inanmayın, bizi görünce çok sevindi. Bir şeyler olduğunu o anda anladım. Ne olduğunu sordum. Perişan haldeki ihtiyar piç bağırmaya başladı: ‘Merhaba, delikanlılar…’ Ben de rol yapmaya başladım ve onunla Ukraynaca konuştum. ‘Bize bir kızak ver, babalık’ dedim. ‘Veremem’ dedi. ‘O subaylar bütün kızakları alıp Post’a götürdüler.’ Krasin’e göz kırptım ve ihtiyara sordum: ‘Kahrolasıca subaylar. Bütün köy nereye kayboldu?’ Sizce ne cevap verdi? ‘Herkes Petlyura’ya katılmak için gitti.’ Buna ne dersiniz, ha? Gözleri öyle kördü ki bizim de kapüşonlarımızın altında subay rütbesi olduğunu görmedi ve bizi Petlyura’nın adamlarından sandı. Ben de daha fazla dayanamadım, soğuğun da etkisiyle… Tepem attı… İhtiyarı o kadar sert bir şekilde yakaladım ki aklı başından gitti. Bu defa Rusça bağırdım: ‘Petlyura’ya gittiler, öyle mi? Seni geberteyim de gör bakalım, Petlyura’ya katılmak nasılmış! Seni öbür dünya nüfusuna kaydettireceğim, sefil ihtiyar!’ O anda bu pek vatansever ihtiyar (burada Mişlayevski taş yağmuru gibi küfürleri sıraladı) olan bitenin farkına vardı. Hoplayıp zıplamaya ve çığlık atmaya başladı: ‘Ah, efendim, ah efendim, bu ihtiyarı bağışlayın, ben şaka ediyordum, artık gözlerim pek iyi görmüyor, size istediğiniz kadar at vereceğim, hemen efendim, yeter ki beni öldürmeyin!’ Atları ve kızağı böyle aldık işte.”

“Post-Volynsk’e vardığımızda akşam olmuştu. Oradaki kaosu tarif etmem mümkün değil. Alıştırma yapan dört tane batarya saydım. Görünüşe bakılırsa cephaneleri yoktu. Her tarafta sayısız karargah subayı vardı. Ama tabii ki hiçbirinin neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. En kötüsü de elimizdeki iki cesedi bırakacak bir yer bulamamazdı. Sonunda bir ilk yardım vagonu bulduk. İnsan inanamıyor ama cesetleri almamak için güç kullandılar. Bize onları şehre götürüp oraya atmamızı söylediler! Buna gerçekten çok sinirlendik. Krasin, bize, ‘Petlyura gibi davranıyorsunuz’ deyip ortadan kaybolan bir subayı vurmaya kalktı. Nihayet gece çöktüğünde Şetkin’in karargah vagonunu buldum –elbette birinci sınıf, elektrik aydınlatmalıydı… Ve ne oldu dersiniz? Ufak tefek bir adam, bir çeşit emir eri bizi içeri almadı. Hıh! ‘Kendisi uyuyor’ dedi. ‘Albay rahatsız edilmemesi için emir verdi.’ Ben de tüfeğimin dipçiğiyle onu duvara yapıştırınca adamlarımızın hepsi bağırmaya başladı. Bu onların vagondan dışarı çıkmalarını sağladı. Şetkin saklandığı yerden çıkıp bizi yumuşatmaya çalıştı. ‘Aman Tanrım’ dedi. ‘Başınıza gelenler ne kadar korkunç. Evet, elbette hemen ilgileniyorum. Beylere çorba ve brendi verin. Hepinize üç günlük özel izin veriyorum. Yaptığınız tam bir kahramanlık. Kayıplarınız olması çok kötü, fakat onlar, asil bir dava uğrunda öldüler. Sizler için çok endişeleniyordum.’ Ağzındaki brendi kokusunu bir kilometre öteden alabilirdiniz… Aaah!” Mişlayevski birden esneyerek uykulu bir halde kafa salladı. Uykuluymuş gibi mırıldandı:

“Bizim müfrezeye bir vagon ve bir soba verdiler… Ama ben o kadar şanslı değildim. Çıkardığım olaydan sonra beni ayakaltından kaldırmak istedi. ‘Size şehre gitmenizi emrediyorum, Teğmen. General Kartuzov’un karargahına rapor verin.’ Hıh! Şehre lokomotifle gittim… Buz gibiydi… Tamara’nın Kalesi… Votka…”

Mişlayevski’nin ağzındaki sigara düştü, arkasına yaslandı ve anında horlamaya başladı.

“Tanrım, ne hikâye ama…” dedi, Nikolka, dalgın bir sesle.

“Elena nerede?” diye sordu, ağabey, endişeli bir şekilde. “Onu götür de yıkansın. Havlu da ver.”

Elena banyoda, içinde yanan huş ağacı kütüklerinin çıtırdamakta olduğu çinkodan yapılmış kazanın yanında ağlamaktaydı. Mutfak saati cızırtılı sesiyle saatin on bir olduğunu haber verdiğinde artık Talberg’in öldüğüne ikna olmuştu. Para taşıyan tren saldırıya uğramış, korumalar öldürülmüş, kanlar ve beyin parçaları karların üzerine yayılmıştı. Alacakaranlıkta oturan Elena’nın bozulmuş saçlarının arasından yanan ateşin ışığı geçiyor, gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. O öldü, öldü…

O anda kapı zilinin yumuşak ve titreşimli sesi geldi. Bütün ev bu sesle doldu. Elena hızla mutfağa doğru gidip karanlık kütüphaneden geçerek parlak bir ışıkla aydınlanan yemek odasına geldi. Siyah renkli saat zamanı bildirdikten sonra aheste aheste çalışmaya devam etmişti.

Fakat Nikolka ve ağabeyi, başlardaki o neşe patlamalarının ardından çabucak dibe çökmüşlerdi. O neşeleri de ne olur, ne olmaz diye düşünerek Elena’nın hatırınaydı. Ataman’ın Harbiye Nazırı’nın takoz şeklindeki rütbe işaretlerinin, Turbin kardeşler üzerinde iç karartıcı bir etkisi vardı. Aslında o rütbelerden çok daha uzun zaman önce, tam olarak Elena’nın Talberg’le evlendiği gün Turbinlerin hayatında bir çatlak oluşmuş ve o günden beri güzellikler azar azar o çatlaktan sızarak ortadan kaybolmuş, geriye sadece nahoş şeyler kalmıştı. Bunun temel nedeni Kurmay Yüzbaşı Sergey İvanovich Talberg’in çift katmanlı gözlerinde yatıyor gibi görünüyordu…

Bu her ne kadar doğru da olsa, o gözlerin üst katmanındaki mesaj artık açıkça seçilebiliyordu. Sıcak, aydınlık ve güvenli bir ortamda her insanda bulunan bir hazdı bu. Fakat daha derinlerde, Talberg’in bu eve ilk girdiğinde yanında getirdiği yalın bir korku vardı. Her zaman olduğu gibi Talberg’in yüzünde doğal bir şekilde hiçbir şey görünmese de en derindeki katman, elbette gizliydi. Geniş, sımsıkı kemeri, –üniversite ve askeri akademiden– beyaz renkli iki mezuniyet rozeti, ceketinin üzerinde cesaretle parlıyordu. Duvardaki siyah saatin altında, güneşte yanmış yüzü, adeta bir robot gibi bir taraftan diğer tarafa döndü. Talberg fazlasıyla soğuk biri olsa da odadakilere şefkatle gülümsedi. Fakat bu şefkatli gülümsemede bile korkunun izleri vardı. Uzun burnu seğiren Nikolka bu korkuyu ilk hissedendi. Talberg ağır ağır konuşarak taşraya para taşıyan trenin kumandasının kendisinde oluşunu, şehrin yaklaşık kırk beş kilometre dışında, kimler olduğunu sadece Tanrı’nın bildiği kişiler tarafından nasıl saldırıya uğradıklarını anlattı. Bu sözleri duyan Elena’nın gözleri korkuyla kısıldı. Elena, Talberg’in rütbelerini sıkıca kavradı. İki erkek kardeşten de duruma uygun bir nida koptu. Mişlayevski ise yarı ölü vaziyette, altın kaplamalı üç dişini göstererek horlamaya devam etti.

“Kimlerdi? Petlyura’nın adamları mı?”

“Eğer onlar olsaydı” dedi, Talberg, küçümseyici olmakla beraber gergin bir gülümsemeyle. “Şu anda… eee… Sizinle konuşmam pek mümkün olmazdı. Kim olduklarını bilmiyorum. Bir avuç başıboş milliyetçi olmalı. Trene çıktılar ve ‘Bu kimin treni?’ diye haykırarak tüfeklerini salladılar. Ben de “Milliyetçilerin” diye cevap verdim. Sonra biraz daha takıldılar ve biri trenden inmelerini emredince hepsi ortadan kayboldu. Sanırım subay arıyorlardı. Muhtemelen muhafızın Ukraynalı olmadığını, sadık Rus subayları tarafından eğitildiğini sandılar.” Talberg, Nikolka’nın kolundaki çavuş rütbesine doğru manalı bir şekilde bakarak kafa salladı. Sonra saatine bakarak beklenmedik bir şekilde ekledi: “Elena, seninle bizim odada biraz konuşmamız gerek.”

Elena, yatağın üstünde Çar’ın beyaz koluna konmuş bir şahinin durduğu, yeşil abajurlu bir lambanın kendi yazı masasını aydınlattığı ve maun şifonyerin üzerinde duran bir çift bronz çobanın her üç saatte bir gavot çalan saati desteklediği yere, evin Talberglere ait olan bölümüne doğru apar topar kocasını takip etti.

Nikolka, koridorda sendeleyerek yürüyen, iki kez kapı eşiğine çarpan, ardından da banyoda uyuyakalan Mişlayevski’yi büyük çabalar sonucu uyandırmayı başarmıştı. Sonra da boğulmaması için onu gözlemeye devam etti. O sırada Aleksey Turbin, farkında olmadan karanlık oturma odasında dolaşıp duruyordu. Bir süre sonra Aleksey yüzünü pencereye yaslayarak dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladı: Bir kez daha uzaklardan ve sanki pamuğun içine sıkıştırılmış gibi boğuk, zararsız ve -artık bildik-silah sesleri duyuluyordu.

Kestane rengi saçlarıyla Elena, birden yaşlanıp çirkinleşmişt sanki. Kızarmış gözleri ve iki yana sallanan kollarıyla birlikte acınası bir halde, Talberg’in ona söylemek zorunda olduğu şeyleri dinlemeye koyuldu. Talberg, sanki geçit törenindeymiş gibi katı bir ifadeyle ona tepeden bakarak acımasızca konuşmaya başladı.

“Başka bir seçenek yok, Elena.”

Elena, kaçınılmaz olanı kabullenmiş bir ifadeyle cevap verdi:

“Oh, anlıyorum. Tabii, haklısın. Beş ya da altı gün içinde mi diyorsun? Belki o zamana kadar durum daha iyiye gider.”

Talberg bu sefer kendini gerçekten kötü hissetti. Yüzündeki o sabırlı, hiç kaybolmayan gülümsemesi bile yok oldu. Onun yüzü de yaşlandı. Yüzündeki bütün çizgiler, kararını vermiş olduğunu gösteriyordu. Elena’nın beş altı gün içinde, oradan birlikte ayrılacaklarına dair olan umudu hastalıklı ve acınası derecede yanlıştı…

Talberg devam etti: “Ben hemen gitmeliyim. Tren bu gece saat birde hareket ediyor…”

Bu konuşmadan yarım saat sonra şahinli odadaki her şey altüst olmuştu. Yerde bir bavul vardı. Bavulun destekli iç bölmesinin kapağı açıktı. Elena, dudaklarının kenarındaki kırışıklıklarla bitkin ve ciddi görünüyor, sessiz sedasız gömlekleri, iç çamaşırlarını ve havluları bavula dolduruyordu. Dizlerinin üzerine çökmüş olan Talberg, el yordamıyla şifonyerin en alt çekmecesinde anahtarlarını arıyordu. Çok geçmeden oda, toplanıp orayı terk etmenin, hatta daha da kötüsü abajurun yerinden çıkarılmasının neden olduğu perişan bir görüntüye büründü. Bir abajur asla ama asla yerinden sökülmemeli. Abajur kutsal bir şeydir. Tehlikeden kaçıp bilinmezin içinde kaybolan bir sıçan gibi. O abajurun gölgesinde kitap oku ya da kestir; bırak fırtına dışarıda uğuldasın ve onlar gelip seni alana kadar bekle.

Talberg kaçıyordu. Doğrulup ağır bavulun altına saçılmış yırtık pırtık gazete parçalarını ayaklarının altında ezdi. Uzun paltosunu giydi, kulaklıklı siyah sade kalpağını ve gri-mavi Atamanlık rozetini taktı. Kılıcı da belindeydi.

Şehrin 1 No’lu yolcu istasyonunun uzun yol peronunda tren yerini almıştı, fakat lokomotifi ortada yoktu. Bu haliyle başı olmayan bir tırtıl gibi görünüyordu. Tren, her biri beyaz elektrik ışığıyla kör edici bir parlaklığa sahip dokuz vagondan oluşuyordu. Gece saat birde hareket etmek ve General Von Bussow ile garnizonunu Almanya’ya götürmek üzere hazırdı. Talberg’i de yanlarında götürüyorlardı; o doğru karargahı etkilemişti… Ataman’ın vekilliği, budala ve sefil bir komik opera gibiydi (Tal-berg kendisini keskin ve sıradan terimlerle ifade etmeyi severdi) tıpkı Ataman’ın kendisi gibi. Çünkü her şey gittikçe daha da sefilleşiyordu…

“Bak, hayatım (fısıltıyla) Almanlar Ataman’ı sallantıda bırakıp gidiyorlar ve Petlyura’nın ilerleme ihtimali fazlasıyla yüksek… Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun…”

Elena bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Elena hepsini çok iyi biliyordu. 1917 yılının Mart ayında, kırmızı kol bandı takma olayını askeri akademiye ilk rapor eden kişi Talberg olmuştu -gerçekten ilk. Bu, şehirdeki bütün subayların Petersburg’dan gelen haberler karşısında adeta taş kesilerek olan biteni duymamak için karanlıklara saklandıkları, devrimin o ilk günlerinde olmuştu. Devrimci Askeri Komite’nin bir üyesi olarak, meşhur General Petrov’u tutuklayan da Talberg’den başkası değildi. O çok önemli yılın sonlarına gelinirken şehirde hem tuhaf, hem de harika şeyler yaşandı ve birtakım kişiler ortaya çıkmaya başladı –ayaklarında botları olmayan fakat şalvar adı verilen bol, çuval gibi Ukrayna pantolonları, asker parkalarının altından bile fark edilen insanlar. Bu kişiler şehri hiçbir şekilde terk etmeyeceklerini, çünkü savaşın onların meseleleri olmadığını ve şehirde kalmak istediklerini ilan ettiler. Bunun son derece yersiz olduğunu ve sefil bir komik operadan farksız olduğunu düşünen Talberg çok sinirlenmişti. Ve bir noktaya kadar haklı da çıkmıştı: Sonuçlar operayla benzerlik taşıyordu, fakat akan kanın çokluğuna bakılınca ortada komik bir durum görünmüyordu. Bol pantolon giyen adamlar, ormanlardan ve Moskova tarafındaki ovalardan gelen bazı düzensiz askeri birlikler tarafından iki kez şehirden sürüldüler. Talberg şalvarlı adamların önemsiz maceracılar olduklarını ve meşru kuvvetin kaynağının, her ne kadar kökleri Bolşevik köklerinden gelse de, Moskova olduğunu söylemişti.

Fakat bir Mart günü gri renkli rütbeleri, başlarında kendilerini şarapnel parçalarından koruyan kırmızı-kahverengi metal miğferleri ile Almanlar şehre geldiler. Alman süvariler de öyle kaliteli başlıklar takıyor ve o kadar muhteşem atlara biniyorlardı ki Talberg gücün artık kimde olduğunun anında farkına vardı. Alman topçularının gerçekleştirdiği birkaç ağır saldırının ardından Moskovalı adamların cesetleri ormanın içindeki mavi hattın ardında bir yerlerde çürüyerek ortadan kayboldu. Şalvarlı adamlar ise Almanların gelişinden sonra sessizce yeniden şehre döndüler. Bu büyük bir sürprizdi. Talberg utanarak gülümsemiş, fakat korkmamıştı. Çünkü Almanlar orada oldukları sürece şalvarlılar hareketlerine dikkat ettiler, birilerini öldürmeye kalkışmadılar. Hatta sokaklarda dolaşırken bile kendilerinden pek de emin olmayan misafirler gibi ihtiyatlıydılar. Talberg, onların kökleri olmadığını söylüyordu ve yaklaşık iki ay boyunca yapacak hiçbir işi yoktu. Bir gün Nikolka Turbin, Talberglerin odasına girdi. Gördüğü manzara karşısında kendini gülmekten alıkoyamadı: Talberg oturmuş, büyük bir kağıt parçasına dilbilgisi alıştırmaları yazıyordu ve önünde ucuz gri kağıda basılmış ince bir kitap duruyordu. Kitabın üzerinde şunlar yazılıydı:

Ignatii Perpillo
UKRAYNACA DİLBİLGİSİ

1918 Nisan’ındaki Paskalya yortusunda, kubbe biçimindeki çatısına kadar insanlarla dolup taşan sirk salonunun elektrikli ark ışıkları neşeyle vızıldadı. Uzun boylu, bakımlı, askeri bir figür olan Talberg arenanın ortasında durmuş, el kaldırmak suretiyle verilen oyları sayıyordu. Bu, şalvarlıların sonuydu. Artık bir Ukrayna devleti olacaktı, fakat bu devlet bir ‘Atamanlık’ Ukrayna’sı olacaktı – ‘Ukrayna Atamanı’ seçimi yapıyorlardı.

“Moskova’daki o komik operadan sağ salim kurtulduk” dedi, Talberg. Tuhaf görünümlü Atamanlık üniforması, Turbinlerin evindeki o tanıdık eski duvar kağıdı ile uyumsuzluk arz ediyordu. Saatin ding-dongları, bu küçümseme karşısında boğuklaştı ve bütün güzellikler çatlaktan sızarak gitti. Nikolka ve Aleksey, Tal-berg ile hiçbir ortak noktaları olmadığını keşfetmişlerdi. Onunla herhangi bir konuda konuşmak fazlasıyla zordu, çünkü laf ne zaman politikaya gelse Talberg kontrolünü kaybediyordu. Özellikle de Nikolka’nın, “Mart ayında ne diyordun sen, Sergey…?” ifadesiyle söze başlayacak kadar densiz olduğu durumlarda. O anda Talberg seyrek ve güçlü dişlerini sıkıyor, gözlerinde sarı renkli kıvılcımlar çakıyor ve kontrolünü yitirmeye başlıyordu. Dolayısıyla yapılan konuşmanın da bir önemi kalmıyordu.

Komik opera… Elena, kocasının o Baltık-Alman köfte dudaklarının arasından çıkan bu sözcüklerin ne anlama geldiğini biliyordu. Fakat artık komik opera gerçek bir tehdit haline geliyordu ve bu defa tehdit ne şalvarlılara, ne Moskova’daki Bolşeviklere, ne de başkalarınaydı. Bu seferki tehdit, Sergey Talberg’in kendisine karşıydı. Herkesin kendi yıldızı vardır ve Ortaçağ’da saray astrologları haklı nedenlerle geleceği tahmin etmek için horoskoplarına bakarlardı. Onlar, bunu yapabilecek kadar bilgeydiler. Örneğin Sergey Talberg, en talihsiz, en elverişsiz yıldızın etkisi altında dünyaya gelmişti. Her şey tek bir düz çizgide ilerleseydi, hayat Talberg için güzel olabilirdi. Fakat şehirdeki olaylar o şekilde seyretmedi. Fantastik zikzaklarla devam etti. Bu yüzden Sergey Talberg, bir sonraki olayın ne olacağını tahmin edebilmek için boşu boşuna kafa yorup durdu. Elbette olacakları tahmin edemedi. Bununla birlikte şehirden uzakta bir yerde, belki yüz elli kilometre mesafede parlak ışıklarla aydınlatılmış bir tren vagonu beklemedeydi. O vagonun içinde, kabuğundaki bir bezelye gibi bekleyen sinekkaydı tıraşlı bir adam oturmuş konuşuyor, katiplerine ve yaverlerine emirler veriyordu. Eğer o adam şehre ulaşırsa –ki ulaşabilirdi– vay Talberg’in haline! Gazette’nin o sayısını herkes okumuştu. Herkes Yüzbaşı Talberg’in Ataman için oy verdiğini biliyordu. O gazetede Sergey Talberg tarafından yazılmış bir makale vardı ve o makale şöyle diyordu:

“Petlyura, ülkeyi kendisinin komik opera rejimi ile yıkmakla tehdit eden bir maceraperesttir…”

“Elena, burada kalıp saklanarak çok yakın zamanda yaşanacak olayların belirsizliği ile yüzleşme riskini göze alamayacağımı anlamak zorundasın. Sence de öyle değil mi?”

Elena gururlu bir kadın gibi davranarak buna cevap vermedi.

“Sanırım” diye devam etti, Talberg. “Romanya ve Kırım üzerinden Don nehrini geçmek benim için zor olmaz. Von Bus-sow bana yardım etmeye söz verdi. Bana minnettarlar. Bu arada Alman işgali de tıpkı bir komik operaya benzemeye başladı. Almanlar gidiyor. (Fısıldadı) Hesaplamalarıma göre Petlyura da yakında güçten düşer. Asıl güç güneyde -Denikin’de. Kanun ve düzen güçlerinin ordusu oluşturulurken orada olmamanın sonuçlarına katlanamayacağımın mutlaka farkındasındır. Orada olmazsam, bu kariyerimi mahveder –özellikle de Denikin’in eskiden benim bölge komutanım olması nedeniyle. Üç ay içinde –ya da en geç Mayıs ayında diyelim– şehre geri döneceğimizden eminim. Korkma sakın. Sana hiçbir zarar gelmeyecek. Ayrıca eğer bir sıkıntı olursa, kızlık soyadına ait pasaportun hâlâ duruyor. Aleksey’den, gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı seni korumasını isteyeceğim.”

Elena ani bir refleksle başını kaldırdı.

“Bir dakika” dedi. “Aleksey ve Nikolka’ya Almanların bize ihanet ettiklerini söylememiz gerekmiyor mu?”

Talberg kıpkırmızı oldu.

“Tabii, elbette, kesinlikle söyleyeceğim… Ya da daha iyisi onlara sen kendin söyle. Gerçi sen de söylesen durumun pek değişeceği yok ya.”

Bir an için Elena tuhaf bir hisse kapıldı, fakat bunu dışarı vuracak zamanı yoktu. Talberg onu öpüyordu ve bir an için o iki katmanlı gözlerinde tek bir duygu göründü –şefkat. Elena her ne kadar kendisini gözyaşlarına boğulmaktan alıkoyamasa da sessizce ağladı. Her şeye rağmen o annesinin kızıydı ve güçlü bir kadındı. Sırada Talberg’in Elena’nın oturma odasındaki kardeşleriyle vedalaşması vardı. Bronz lambadan gelen pembemsi bir ışık, odanın köşesini aydınlatıyordu. Piyanonun o bilindik beyaz tuşları görünüyordu ve Faust operasının çarpıcı notalardan oluşan melodisi koyu karanlık sözlerden oluşan şiirinin üzerinde dolaşıyor ve neşeli, sakallı Valentine şarkıya başlıyordu:

 
“Sana yalvarıyorum, kız kardeşim için sana yalvarıyorum,
Ona acı, merhamet et!
Onu koru, sana dua edeceğim.”
 

O anda daha önce hassas duygularla ilgili bir kez bile dua etmemiş olan Talberg bile o karanlık akorların yoğunluğunu ve Faust operasının notalarının sayfaları yırtık pırtık eski aile kopyasını anımsadı. Talberg bir daha asla, “Ah Ulu Tanrım” kavatini ve Elena’nın Şervinski’ye şarkı söylerken eşlik edişini duyamayacaktı. Fakat Turbinler ve Talbergler, bu hayattan göçtükten uzun yıllar sonra bile o notalar tekrar tekrar çınlayacak, Valentine sahne ışıklarının altında yürüyecek, parfüm aromaları şişelerinden esinti halinde yayılacak ve güzel kadınlar lamba ışıkları altında bu müziği çalacaklardı. Çünkü Faust, tıpkı “Zaandam’ın Gemi Ustası” gibi ölümsüzdü.

Talberg hazırladığı cümleleri söylerken piyanonun yanında durdu. İki erkek kardeş kaşlarını kaldırmamaya gayret ederek nazik bir sessizlik içinde onu dinlediler –küçük kardeş gururundan, büyük kardeş ise cesaretsizlikten. Talberg konuşurken sesi titriyordu.

“Elena ile ilgilenirsiniz, değil mi?” Talberg’in gözlerinin üst tabakası endişeli ve rica eder bir bakışla onlara bakıyordu. Kekeledi, kaygılı bir tavırla cep saatine bakarak gergin bir tonda konuşmaya devam etti: “Gitme zamanı.”

Elena kocasını kucakladı, onun üzerinde telaşla yarım yamalak bir istavroz çıkardı ve onu öptü. Talberg uçları kırpılmış sert bıyıklarını kayınbiraderlerinin yanaklarına sürttü. Gergin bir bakışla cüzdanındaki kalın kağıt tomarlarını kontrol etti. İnce Ukrayna parası destesini ve Alman marklarını yeniden saydı. Gergin bir şekilde gülümseyerek arkasını döndü ve gitti. Apartman boşluğundaki ışık yanmaya devam ederken merdivenlere çarpan bavulunun sesi duyuluyordu. Tırabzanların üzerinden aşağıya eğilen Elena’nın gördüğü son şey kocasının kapüşonunun sivri tepesiydi.

Gece saat birde, gri bir kurbağaya benzeyen zırhlı bir tren beşinci perondan hareket etti. Karanlık mezarlıkların arasından geçen art arda sıralanmış boş nakliye vagonları homurdanarak hızlanırken lokomotifin kül kapağından sıcak kıvılcımlar çıkıyor ve tren vahşi bir canavar gibi bağırıyordu. Yedi dakikada on kilometre yol alan tren çatırtılar ve parıldayan ışıklar eşliğinde kükreyerek, hem yolcu vagonlarına sıkış-tepiş doluşmuş yolcuların, hem de koruma görevinde bulunan harbiyelilerin ve yedek subayların arasında belli belirsiz bir umut ve gurur uyandırarak Post-Volynsk’e ulaştı. Zırhlı tren, yavaşlamadan ana hatta geçip cesurca Alman sınırına doğru ilerledi. Onun geçişinden on dakika sonra, devasa bir lokomotifi olan bir yolcu treni ışıl ışıl aydınlatılmış düzinelerce penceresi ile Post-Volynsk’ten geçti. Vagonların sonundaki platformlarda beliren Alman askerleri dikkat çekiyorlardı. Dikili taşlarmışcasına devasa görünen askerlerin süngüleri parıldıyordu. Pencereden dışarı sızmakta olan titrek ışık demetlerinin üzerlerine vurmasıyla görünür hale gelen, soğuktan kamburları çıkmış makasçılar, uzun yolcu vagonlarının, kesişim noktası üzerinden gürültüyle geçişini izlediler. Bir süre sonra her şey yeniden görünmez hale geldi ve harbiyeliler kıskançlık, gücenme ve telaş hisleriyle kalakaldılar.

Aniden esen bir kar fırtınası harbiyelileri taşıyan yolcu vagonlarına bir kırbaç gibi çarparken “Kahretsin…” diye sızlanan bir ses geldi, makastan. O gece Post karla kaplanmıştı.

O lokomotifin ardındaki üçüncü vagonda, damalı kumaşla kaplı bir kompartımanda Alman bir teğmenle karşılıklı oturan Talberg, Almanca konuşuyordu.

Arada sırada, oldukça yavaş bir şekilde “Oh, ja” diyerek konuşmaya dahil olan şişman bir teğmen, ağzındaki puroyu çiğnemeye devam ediyordu.

Nihayet teğmen uykuya dalıp, diğer bütün kompartımanların kapıları da kapandıktan sonra ve parlak bir şekilde aydınlatılmış vagonun birbirini takip eden tek düze seslerinden başka duyulan bir ses kalmadığında Talberg koridora çıktı, üzerlerinde şeffaf olarak “S.-W.R.R “ harfleri bulunan soluk renkli perdelerden birini açıp karanlığa doğru baktı. Karanlığın içinden zaman zaman bir anda beliren parlak kar taneleri, aynı anda geçip giderek gözden kaybolurken, ön tarafta hızla yoluna devam eden lokomotifin uğultusu öylesine uğursuz ve öylesine tehditkardı ki Talberg bile kendini kötü hissetmişti.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
ISBN:
978-625-8068-65-8
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre