Kitabı oku: «Beyaz muhafız», sayfa 4
“Haaarrghh!”
Nihayet Mişlayevski inleyerek kafasını lavabodan kaldırdığında acı içinde bulanık gören gözlerini netleştirmeye çalıştı. Daha sonra pörsük bir çuval gibi Aleksey’in koluna sıkıca dayandı.
“Ni-kolka!” Sisin ve siyah noktaların arasından birinin sesi gürledi. Aleksey’in bunun kendi sesi olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı. “Nikolka!” diye tekrar etti. Bembeyaz tuvaletin duvarı kendiliğinden açıldı ve rengi yeşile döndü. “Tanrım, ne kadar iğrenç, mide bulandırıcı. Yemin ederim bir daha asla votka ile şarabı karıştırmayacağım. Nikol…”
“Ah- ah” diye inledi, Mişlayevski, boğuk bir sesle ve yere oturdu.
Karanlık bir yarık açıldığında Nikolka’nın çavuş rütbesi göründü.
“Nikol… yardım et de onu yerden kaldıralım. Gel şuradan tut, kolunun altından.”
Sevimli bir şekilde kafasını sallarken “Zavallı adam” diye mırıldandı, Nikolka. Daha sonra arkadaşını yerden kaldırmak için kendisini zorladı. Mişlayevski’nin yarı ölü gibi görünen bedeni düşe kalka ilerlerken titreyen bacakları sabit bir yöne hareket edemiyor, sarkık kafası ipe bağlı bir kuklanınki gibi asılı vaziyette duruyordu. Ding-dong diye yine vurdu saat, adeta duvardan düşmüş ve sıçrayarak tekrar yerine dönmüş gibi. Çiçek demetleri vazonun içinde halk dansları yapıyorlardı. Elena’nın yüzünde kırmızılıklar belirdiğinde sağ kaşının üstüne bir tutam saç düşmüştü.
“Aynen böyle. Hadi onu yatağa götürelim.”
“En azından bornoz falan giydirelim üzerine. Bu şekilde çok uygunsuz bir görüntüsü var. Aptal herifler, ağzınızla içemiyorsunuz şunu. Viktor! Viktor! Neyin var senin, Viktor? Vik…”
“Kapa çeneni Elena. Bunun bir faydası yok. Nikolka, beni dinle, çalışma odamda… bir ilaç şişesi var… üzerinde ‘Ammonii Likör’ yazıyor, etiketinin kenarı yırtık, oradan da anlayabilirsin… zaten amonyak tuzunun kokusunu ayırt edebilirsin herhalde.”
“Peki, hemen gidiyorum…”
“Bir doktor olarak kendinden utanmalısın, Aleksey…”
“Tamam, biliyorum…”
“Ne oldu? Nabzı mı atmıyor?”
“Hayır, sadece kendinden geçti.”
“Lavabo!”
“Ah –aah.”
“Tanrım!”
Amonyağın baskın kokusu duyuldu. Karas ve Elena, Mişlayevski’nin ağzını açtılar. Nikolka da, Aleksey adamın ağzına iki defa o beyaz renkli bulanık sıvıyı dökerken ona yardım etti.
“Aah… uhh… arghhh…”
“Kar…”
“Yüce Tanrım. O da yardım edemez ya. Bunu yapmanın tek yolu…”
Alnındaki ıslak bez, su damlatıyordu. Onun altında, dönmüş, beyazları kanlanmış gözlerinin kapakları yarı kapalıydı. Sivri burnunun etrafında da mavimsi gölgeler vardı. Endişeli geçen bir çeyrek saat boyunca hepsi, dirsekleri birbirine çarpacak kadar küçük bir alanda, kendisini kaybetmiş olan subaya yardım etmek için çabaladılar. Ta ki gözlerini açıp boğuk sesler çıkarana kadar:
“Aah… Bırakın beni…”
“Pekala. Artık daha iyi. Burada uyuyabilir.”
Yataklar hızla hazırlandı ve bütün odaların ışıkları söndü.
“Leonid, sen burada kalabilirsin, Nikolka’nın odasının yanında.”
“Pekala.”
Yüzü kıpkırmızı olmuş, fakat neşesinden bir şey kaybetmemiş olan Şervinski topuk selamı vererek çizmelerindeki mahmuzları birbirine vurup başını eğerek saçlarının ayrıldığı bölümü gösterir şekilde selam verdi. Elena’nın divanın üzerindeki yastıkları kabartan elleri titriyordu.
“Lütfen zahmet etme… Yatağımı kendim yaparım.”
“Saçmalama. Bırak şu yastığı çekiştirmeyi, yardım etmene gerek yok.”
“Elini öpmeme izin ver bari…”
“Ne için?”
“Zahmetlerine karşılık bir minnet ifadesi olarak.”
“Şu anda elimin öpülmesine gerek yok… Nikolka, sen kendi yatağında yat. O nasıl oldu?”
“İyi, uyuyor.” Nikolka’nın odasına bakan odada, birbirine dayalı iki kitaplığın arkasında iki tane yer yatağı hazırlanmıştı. Profesör Turbin’in ailesinde bu oda kütüphane olarak bilinirdi.
Kütüphanenin, Nikolka’nın odasının ve yemek odasının ışıkları sönerken, Elena’nın yatak odasından sızan koyu kırmızı bir ışık hüzmesi kapıdaki dar bir aralıktan geçerek yemek odasına kadar süzüldü. Işık ona acı vermiş, bu yüzden o da yatağının başucundaki lambanın üzerini koyu kırmızı renkli bir tiyatro pelerini ile örtmüştü. Elena, bir zamanlar tiyatroya gittiği akşamlarda bu pelerini giyerdi. Kolları, kürkü ve dudakları parfüm kokardı. Yüzü de özenle pudralanmış olurdu. O pelerin başlığının içindeki yüzü tıpkı Maça Kızı operasındaki Liza’ya benzerdi. Fakat pelerin geçen yıl anlaşılmaz bir şekilde hızla eskidi. Kat yerleri buruş buruş oldu, lekelendi. Kurdeleleri pejmürde bir hal aldı. Hâlâ Maça Kızı operasındaki Liza’ya benzeyen kumral saçlı Elena, yatağının kıvrık ucunda üzerinde geceliğiyle oturmuş, ellerini kucağına koymuştu. Çıplak ayakları iyiden iyiye eskimiş ayı postu halının tüyleri arasına iyice gömülmüştü. Hafif sarhoşluğu tamamen geçmiş, derin bir üzüntü benliğini tıpkı kapkara bir pelerin gibi sarıp sarmalamıştı. Yandaki odadan, Nikolka’nın kapalı kapının karşısındaki kitaplığa çarparak azalan ıslığa benzer nefes alış verişi ile Şervinski’nin gür ve kendinden emin horlaması duyuluyordu. Mişlayevski ve Karas’ın olduğu kütüphaneye ise ölüm sessizliği hakimdi. Simsiyah boş pencerelerle birlikte geceliğine vuran ışıkla baş başa oturan Elena, kah yarı sesli, kah fısıltıyla kendi kendine konuşuyordu.
“Gitti…”
Mırıldanırken, dalgın bir şekilde gözlerini kısıyordu. Kendi düşüncelerini bile anlayamıyordu. O gitmişti, hem de böyle bir zamanda. Fakat o son derece aklı başında bir adamdı ve gitmekle doğru olanı yapmıştı… Bu kesinlikle yapılacak en iyi şeydi.
“Ama böyle bir zamanda…”
Elena fısıldayarak derin bir iç çekti.
“Nasıl bir adam bu böyle!” Onu kendi bildiği şekilde çok sevmiş, hatta ona bağlanmıştı. Şimdi ise bu odanın ıssızlığı, bu kapkara pencereler öylesine kasvetliydi ki aniden çok şiddetli bir daralma hissetti. Yine de ne şu anda, ne de bu adamla geçirdiği on sekiz ay boyunca yüreğinin derinliklerinde bir evliliği evlilik yapan o en temel hissiyat yeşermişti. Öyle bir hissiyattı ki bu, yokluğu onlar gibi harikulade bir çifti -güzel mi güzel, kızıl saçlı, kıymetli Elena ve bir genelkurmay subayı, bünyesinde tiyatro pelerinleri, parfümler ve mahmuzlar barındıran ve çocuk gibi sıkıntıları da olmayan bir evliliği- bile sona sürüklerdi. Genelkurmaydan, aklı başında, özenli bir Baltık Alman subayıyla evlenmişti. İyi ama nasıl biriydi? Eksikliği Elena’nın ruhunun derinliklerindeki o boşluk hissini yaratan hayati öneme sahip o özellik neydi?
“Biliyorum, onun ne olduğunu biliyorum” dedi, Elena, kendi kendine sesli bir şekilde. “Aramızda hiç saygı yok. Farkında mısın, Sergey? Sana hiçbir zaman saygı duymadım” diye ekledi. Anlamlı bir şekilde pelerinine doğru bir parmağını uyarı mahiyetinde kaldırmıştı. Bir an için yalnızlığı onu dehşete sürükleyince o anda Sergey’in orada olmasını arzuladı. O gitmişti. Kardeşleri de ona veda öpücüğü vermişlerdi. Bunu yapmalarına gerçekten gerek var mıydı? Tanrı aşkına ben neler söylüyorum? Ne yapabilirlerdi ki? Geri mi çekileceklerdi? Elbette hayır. Belki de böyle bir zamanda burada olmasındansa, gitmesi daha iyiydi. Ama yine de ona yolun açık olsun demeyi reddedemezlerdi. Tabii, bu olmazdı. Gitmesine izin verdiler. İsteksizce onu kucaklamış olsalar bile yürekten nefret ediyorlardı, ondan. Tanrım, -kesinlikle nefret ediyorlardı. Bunca zamandır kendini kandırıyordun ve bir an için düşünmeyi bıraktığında bu apaçık ortaya çıktı, ondan nefret ediyorlar. Nikolka’da ona karşı hâlâ biraz nezaket ve cömertlik kalıntıları vardı, fakat Aleksey… Kaldı ki bu da tam olarak doğru değildi. Aleksey de iç dünyasında nazik biriydi, fakat bir şekilde nefret duygusu daha güçlüydü. Aman Tanrım, ben neler söylüyorum? Sergey, senin için şu söylediklerime bak. Bir anda bütün bağlarımız koptu… O gitti ve ben buradayım…
“Kocam” dedi, iç çekerek. Sonra geceliğinin düğmelerini çözmeye başladı. “Kocam…”
Kırmızı renkli parlak pelerin dikkatle onu dinledikten sonra,
“Peki, nasıl bir adam senin şu kocan?” diye sordu.
“O bir domuzdan başka bir şey değil!” dedi, Aleksey Turbin, kendi kendine. Koridorun diğer ucundaki odasında tek başınaydı. Elena’nın aklından geçenler ona malum olmuş ve onu çok öfkelendirmişti. “O bir pislik ve ben de pısırığın tekiyim. Onu kovmak belki biraz fazla ileri gitmek olurdu, ama en azından ona arkamı dönmeliydim. Canı cehenneme. Ayrıca onu pisliğin biri yapan şey, böyle bir zamanda Elena’yı bırakıp gitmesi değil, bundan daha fazlası, başka bir nedeni var bunun. Ama tam olarak ne? Tabii ki apaçık belli. Terbiyeden zerre nasibini almamış aptal bir balmumu heykel! Ne zaman ağzını açsa, tam bir mankafa gibi konuşuyor, üstelik askeri akademi mezunu. Onların Rusya’nın elit tabakası olması gerekiyor…”
Evde sessizlik vardı. Elena’nın odasından gelen ışık huzmesi de kaybolmuştu. Elena uykuya dalmış, içindeki hisler de yok olup gitmişti. Fakat Aleksey Turbin uzunca bir süre küçük odasındaki yazı masasının başında mutsuz bir şekilde oturdu. Votka ve Alman şarabı ona hiç mi hiç yaramamıştı. Orada öylece oturmuş, kıpkırmızı olmuş gözleriyle eline rastgele aldığı ilk kitabın sayfalarına bakıyor, zihni farkında olmadan sürekli aynı cümleye geri dönüyordu:
“Onur, bir Rus için hiçbir işe yaramayan bir yüktür…”
Üstündekileri çıkarıp uykuya daldığında neredeyse sabah olmak üzereydi. Rüyasında, üzerinde çuval gibi bol, kareli bir pantolon olan ufak tefek edepsiz bir adam gördü. Adam ona alaycı bir şekilde,
“Çıplakken kirpinin üzerine oturmasan iyi edersin! Kutsal Rusya ruhsuz bir ülke, fakir ve tehlikeli. Ve bir Rus için onur işe yaramaz bir yükten başka bir şey değildir” diyordu.
“Git başımdan!” diye bağırdı, Turbin, rüyasında. “Seni pis küçük sıçan, seni yakalayacağım!” Aleksey rüyasında el yordamıyla masasının çekmecesine uzanıp bir tabanca aradı, buldu. O küçük iğrenç adamı yakalayıp vurmaya çalıştırken rüyası sona erdi.
Birkaç saat boyunca derin, karanlık ve rüyasız bir uykuya daldı. Odasının verandaya açılan pencerelerine doğmakta olan güneşin solgun ve zayıf ışığı vurmaya başladığında, Aleksey şehir ile ilgili bir rüya görmeye başlamıştı.
IV
Dinyeper nehrinin kar ve sisle kaplanarak daha da güzelleşmiş tepelerindeki şehir hayatı, çok katmanlı bir bal kovanı gibi uğulduyor ve buğulanıyordu. Gün boyunca sayısız bacadan, kurdeleler gibi yay çizen dumanlar yükseliyordu. Sis caddeler boyunca havada süzülüyor; yerdeki kar, üzerinde yüründükçe gıcırdıyor; evler beş, altı hatta yedi kata kadar yükseliyordu. Gündüzleri karanlık olan pencereler, gece olduğunda karanlık ve koyu mavi gökyüzüne doğru sıra sıra parıldıyordu. Zarif kavisli direklerin ucunda göz alabildiğine yükselen sıra sıra elektrik küreleri, yan yana mücevherleri andırıyordu. Gündüzleri, içleri samanla doldurulmuş ve yabancı bir ülkede tasarlanmış, sarı renkli, güzel görünümlü koltuklarıyla tramvaylar, konforlu ve düzenli seferlerini yapmaya devam ediyordu. Bir tepeden diğerine arabalarını süren taksi şoförleri, yol boyunca bağırıp çağırarak ilerlerken, samur ve tilki kürkü yakalar kadınların yüzlerine ayrı bir güzellik ve gizem katıyordu.
Bahçeler, üzerlerini kaplamış ve hiç bozulmamış bembeyaz karlar ile sessiz ve huzurlu görünüyordu. Ve Kiev’de dünyanın herhangi bir yerinden daha fazla bahçe vardı. Caddeler boyunca kestane, ıhlamur ve akça ağaçlarıyla kaplı balkonlar her yere yayılmışlardı.
Dinyeper kıyılarında yükselen güzel tepeleri taraçalar halinde, genişleyen, bazen milyonlarca güneş lekesine benzeyen alev almış gibi gözüken, bazen de Imperial Gardens’ın daimi, yumuşak, zayıf ışığında dinlenen, dehşet verici sarp kayalıklar karşısında eski, çürüyen siyah kirişlere sahip korkuluklarıyla fazlaca korumasız olan bahçeler daha da güzelleştirmişti. Baştanbaşa karla kaplanan yamaçlar, uzak taraçalara kadar genişleyip yayılıyor, üç hatlı bir toprak set halinde nehir kıyısında kıvrılarak birleşiyordu. Çok uzakta tıpkı dövülmüş çelikten bir kurdele gibi duran karanlık nehir, gözün göremeyeceği kadar sis içinde, hatta şehrin en yüksek yerinden bile görülemeyecek kadar uzakta, Dinyeper sırtlarında, Zaporijya Siçi’ye, Chersonese’ye ve uzak denize doğru akıyordu.
Kış ayları geldiğinde Kiev şehrinin iki yarısındaki -tepelerdeki Yukarı Kiev ve donmuş Dinyeper’in kıvrımlı kıyılarına yayılmış olan Aşağı Kiev- caddelerine ve ara sokaklarına, dünyadaki bütün diğer şehirlerden daha büyük bir sessizlik çökerdi. Şehrin mekanik gürültüsü taş binaların içlerine doğru çekilir, boğuklaşarak kısık bir mırıltıya dönüşürdü. Güneş ışıklarıyla aydınlanan ve gök gürültülü fırtınalarla yankılanan yaz günlerinde biriktirilen enerji, ışıklara harcanırdı. Öğleden sonra saat dörtten itibaren evlerin pencerelerinde, elektrikli ampullerde, gazlı sokak lambalarında, ışıklandırmalı ev numaralarında ve elektrik santrallarının devasa pencerelerinde beliren ışıklar, insanların aklına insanlığın elektriğe bağımlı bir geleceği olması ihtimalinin korkunçluğunu getiriyordu. Bu devasa pencerelerden içeri bakıldığında, durmaksızın dönen korkunç çarkları ile dünyanın çekirdeğini sarsan makinalar görülebiliyordu. Şehir gece boyunca ışıklarla parlıyor, ışıldıyor, sabaha kadar ışıklarla dans ediyordu. Işıklar söndüğünde şehir kendini yeniden duman ve sisin altına gizliyordu.
Fakat şehirdeki en parlak ışık, Vladimir Tepesi’ndeki devasa Aziz Vladimir Heykeli’nin elindeki beyaz haçtı. Çok çok uzaklardan görülebiliyordu. Özellikle de yaz aylarında koyu renkli yoğun siste, sıra sıra söğütlerin ve dolambaçlı kıvrımların ortasında sandalcılar onu görür ve onun ışığına bakarak şehre ve şehrin rıhtımlarına giden yolları bulurlardı. Bu haç, kış aylarında ise yoğun kara bulutların arasında parlayan, nehrin hafif meyilli doğu yakasının üzerinde, çok geniş iki köprünün arasında duran bir yer işaretiydi. Bu köprülerin bir tanesi sağ kıyıdaki banliyölere doğru uzanan Zincir Köprüsü, diğeri ise yüksek, ince ve üzerinden trenlerin geçerek bir ok hızıyla uzaklara, başka bir şehre, korkutucu ve gizemli Moskova’ya gittiği köprüydü.
Şehir, 1918 yılı kışını, yirminci yüzyılda tekrar etme ihtimali pek olmayan bir gariplik ve sıra dışılıkta yaşadı. Taş duvarların ardındaki bütün apartman daireleri aşırı bir kalabalıkla doldu. Evlerin daimi sakinleri, diğer taraftaki gizemli kentten -tıpkı bir oka benzeyen o köprünün üzerinden geçip- bu tarafa gelen mültecilere yer açmak için sürekli daha küçük alanlarda yaşamaya zorlanıyorlardı.
Bu mültecilerin arasında kır saçlı bankacılar ve eşleri, Moskova’da arkalarında sadık vekillerini bırakmış ve onlara Moskof krallığında oluşmaya başlayan yeni dünya ile bağlantıyı koparmamalarını öğütlemiş kabiliyetli iş adamları, mülklerini gizlice güvenilir yöneticilere emanet etmiş mülk sahipleri, sanayiciler, tüccarlar, avukatlar, politikacılar vardı. Moskova’dan ve Petersburg’dan gelen ahlaksız, doyumsuz ve korkak gazeteciler. Fahişeler. Aristokrat ailelerden gelen saygıdeğer hanımlar ve onların narin kızları. Kıpkırmızı boyalı dudaklarıyla Petersburg’dan gelen soluk tenli yoldan çıkmış kadınlar. Devlet kurumlarındaki yöneticilerin sekreterleri. Tembel ve genç homoseksüeller. Prensler ve hurdacılar, şairler ve tefeciler, zaptiyeler ve İmparatorluk Tiyatrosu’ndan oyuncular. Farklı farklı yerlerden gelen bütün bu insanlar, o daracık yoldan geçerek Kiev’de bir araya geliyorlardı.
İlkbahar mevsimi boyunca, Ataman’ın seçilmesinden itibaren mülteciler şehre akıp durdu. İnsanlar kendi evlerinde divanların ve koltukların üzerinde uyudular. Zenginlerin evlerinde büyük kalabalıklar halinde yemek yediler. Açılan sayısız küçük lokanta gecenin ilerleyen saatlerine kadar hizmet veriyor; kafeler hem kahve, hem kadın satıyor; yeni ve butik tiyatrolarda ünlü aktörler iki başkentin mültecilerini güldürebilmek için kılıktan kılığa giriyor, denenmedik yöntem bırakmıyorlardı. Ünlü tiyatro salonu Siyah Leylak açılmıştı. Şairler, aktörler ve sanatçılara hizmet veren bir gece kulübü olan Toz ve Kül, Nikolayevski Caddesi’nde gün ağarana kadar eğlence sunmaya devam ediyordu. Yeni dergiler bir gecede piyasaya çıkıyor ve Rusya’nın en usta kalemleri Bolşevikler hakkında çirkin sözler içeren yazılar yazıyorlardı. Taksi şoförleri gün boyunca müşterilerini restorandan restorana taşırken, geceleri kabarede orkestra sahne alıyor ve sigara dumanlarının arasından bitkin, beyaz yüzlü, uyuşturucu almış fahişelerin olağanüstü güzellikteki yüzleri parlıyordu.
Şehir, mayalanmaya bırakıldığı tepsiden taşan bir hamur gibi büyümüş, dolup taşmıştı. Kumarhaneler, kimi buralı, kimi Petersburglu, Rusların korktuğu ve saygı duyduğu soğuk ve kibirli tavırlarını muhafaza eden Alman binbaşıların, teğmenlerin, Moskova kulüplerinden gelmiş hilebazların, hayatları ve mülkleri pamuk ipliğine bağlı Rus-Ukraynalı mülk sahiplerinin bulunduğu kumarbazlarla dolup taşıyor, sabaha kadar harıl harıl işliyordu. Maksim’in kahvesinde şişman, büyüleyici bir Romanyalı’nın kemanı adeta bir bülbül gibi şakıyordu. Muhteşem gözlerinin mavimsi beyazları üzgün ve yorgun, saçları kadife gibiydi. Çingene şallarıyla üzerleri örtülmüş lambalar iki türlü ışık yayıyordu: Aşağıya doğru beyaz renkli, yukarıya ve yanlara doğru ise turuncu. Tavan yıldız şeklinde belirsiz mavi ipek kumaşlarla kaplanmıştı. Büyük elmaslar göze çarpıyor, samimi loş köşelerde kestane rengi gür kürkler parıldıyordu. Ortam pişmiş kahve, ter, votka ve Fransız parfümü kokuyordu.
1918 yılının yaz ayları, taksi şoförleri için çok kârlı geçti. Mağazaların vitrinleri çiçeklerle, altından tabakalar gibi asılı duran lezzetli mersin balığı filetolarıyla ve üzerinde iki başlı kartal ambleminin parıldadığı leziz Rus şampanyası Abrau şişeleriyle dolup taştı. Şehre yeni gelenlerin yarattığı baskı yaz boyunca arttı -kemikli beyaz yüzleri ve kırlaşmış kısa fırça bıyıkları olan adamlar, parlayan cilalı çizmeleri ve küstah bakışlarıyla opera tenorları, kelebek gözlükler takan eski Devlet Duma’sı6 üyeleri, adları kulaklarda çınlayan fahişeler. Bilardo oyuncuları, kızları mağazalara götürüp onlara ruj, oje ve en mühim yerlerini açıkta bırakan hafif şifon iç çamaşırları alıyorlardı.
İnsanlar, bu girdabın tek kaçış noktası olarak gördükleri emniyetsiz Polonya üzerinden (Bu arada hiçbirinin orada neler olduğu ve bu yeni ülke Polonya’nın nasıl bir yer olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu) Almanya’ya, o dürüst Cermenlerin şanlı milletine mektuplar yolluyorlardı. Çok geç olmadan bu korkunç iç savaş ve Bolşevik rejiminin gümbürtüsünden bütünüyle kurtulabilecekleri güvenli bir yerlere gidebilmek için Rus topraklarından tamamen çıkmanın gerekliliğini sezip vize için yalvarıyor, para transfer ediyorlardı. Fransa’da, Paris’te yaşamayı hayal ediyorlardı. Oraya ulaşmanın imkansız olmasa da, fazlasıyla zor olduğu düşüncesi ızdırap vericiydi. Fakat başkalarının evlerindeki divanlarda geçen uykusuz gecelerde ansızın akıllara gelen belirsiz ve daha korkutucu başka düşünceler de vardı.
“Peki, ya… Çelik kordon kırılırsa… Gri renkli ordu buraya akın ederse. Ne büyük felaket…”
Çok çok uzaklarda gümbürdeyen silah seslerinin duyulması, bu tarz düşünceleri ortaya çıkarıyordu: Şehir dışındaki silah sesleri, metalik gri Almanlar çevrede barış ortamını muhafaza ederken de, ışıl ışıl parlayan sıcak yaz ayları boyunca duyulmaya devam etti. Şehrin içinde de dış mahallelerde tüfeklerle yapılan çatışmalardan aralıksız gelen boğuk silah sesleri duyuluyordu. Kimin kime ateş ettiğini hiç kimse bilmiyordu. Bunlar hep geceleri oluyordu. Gündüzleri ise insanlar Alman süvari erlerinin ana cadde Kreşçatik ya da Vladimir Caddesi üzerinde ara sıra görünmeleriyle kendilerini güvende hissediyorlardı. Peki, bunlar hangi alaya bağlıydı? Kibirli yüzlerini çevreleyen kürklü başlıkları; taş sertliğindeki çenelerini sıkıca saran pullarla kaplı, pirinçten yapılmış miğfer kayışları; uçları birbirinin aynı, yukarı doğru iki ok gibi duran kızıl renkli “Kayzer Wilhelm” bıyıkları vardı. Birbirine yakın vaziyette, dörtlü sıralar halinde ilerleyen atlı birliğe ait on yedi tane doru at, altı yüz askerin tamamı mavi-gri renkli tuniklerin içinde, Berlin şehrini baştan aşağı donatan, üniformaları dökme demirden Alman kahramanların heykellerine benziyorlardı.
Onları gören insanlar alkış tutuyor, kendilerini yeniden güvende hissediyor ve sınırdaki dikenli telin diğer tarafında öfkeyle dişlerini gıcırdatan Bolşeviklerle alay ediyorlardı.
Onlar, Bolşeviklerden nefret ediyorlardı. Fakat bu nefret, kişiyi savaşmaya ve öldürmeye teşvik eden değil, karanlık köşelerde korkakça fısıldaşmaya yönelten bir nefretti. Geceleyin içlerine dolan nefret hissiyle korkudan nefes nefese kalıyor, gündüz ise restoranlarda Bolşeviklerin, subayları ve bankacıları tüfekleriyle başlarının arkasından nasıl vurduklarını ve Moskova esnafının hastalıklı at etlerini nasıl sattığını anlatan gazeteleri okuyorlardı. Hepsi -tüccarlar, bankacılar, sanayiciler, avukatlar, aktörler, mülk sahipleri, fahişeler, eski Danıştay üyeleri, mühendisler, doktorlar ve yazarlar aynı şeyi hissediyordu– nefret.
Bir de kuzeyden ve batıdan –eski ön cephe– kaçıp şehre gelmiş subaylar vardı. Sayıları çok fazlaydı. Her geçen gün de artıyordu. Buraya gelmek için hayatlarını riske atmışlardı. Çünkü subaylar genellikle parasızdılar ve üzerlerinde mesleklerini belirten silinmez bir mühür vardı. Onları sınırdan geçirecek sahte evrakları hazırlamak diğer mültecilere kıyasla çok daha zordu. Yine de sınırı geçmeyi başarmışlardı. Korku dolu gözleri ve tıraşsız berbat görünümlü yüzleri ile üzerlerinde rütbeleri olmadan hayatta kalma ve yemek bulabilme yollarını da keşfetmiş olarak şehirde boy gösteriyorlardı. Aralarında eskiden de bu şehirde yaşayan ve akıllarında aynı fikirlerle -dinlenmek, eski sağlığını yeniden kazanmak ve yeni bir hayat kurarak her şeye en baştan başlamak, fakat bir asker hayatı değil, normal bir insan yaşamı- eve dönen Aleksey Turbin gibileri de vardı. Ayrıca Petersburg veya Moskova’da kalmaları söz konusu bile olmayan yüzlercesi de artık buradaydı. İçlerinden bazıları -Zırhlı Süvariler, Şövalyeler, Atlı Muhafızlar Mızraklı Muhafızlar- şehrin bu sıkıntılı zamanlardaki belirsiz pisliğine kolayca uyum sağlamışlardı. Ataman’ın korumaları şahane üniformalar giyiyorlardı ve Ataman’ın masasında saçlarını yapıştırarak taramış, çürümüş sapsarı dişleri ve altın dolguları olan iki yüz kadar kişi için yer vardı. Ataman’ın koruması olamayanlar Lipki’de, şehrin en kalburüstü bölgesinde daha da rahat edecekleri, pahalı kürkler giyen varlıklı kadınların kaldığı lambri döşemeli apartmanlara, restoranlara veya otel odalarına yerleştirilmişti.
Dağıtılmış veya yasaklanmış alaylara mensup kurmay yüzbaşılar, Albay Nai-Turs gibi çatışmaların en yoğun olduğu bölgelerde bulunmuş hafif süvariler, yüzlerce asteğmen ve teğmen, Karas gibi eski öğrencilerin ve Viktor Mişlayevski gibi üniversitedeyken orduya yazılmış, fakat bir daha asla okula geri dönüp eğitimine devam edememiş üsteğmenlerin kariyerleri savaş ve devrim tarafından yerle bir edilmişti. Lekelenmiş paltoları, hâlâ iyileşmemiş yaraları, omuzlarının her birinde, eskiden rütbelerinin olduğu yerde parçalanmış siyah şeritlerle şehre gelmiş, kendilerinin ya da başkalarının evlerinde sandalye üstlerinde, paltolarını battaniye gibi kullanarak uyumuşlardı. Votka içmiş, ortalıkta dolaşmış, yapacak bir şeyler bulmaya çalışmış ve sinirden deliye dönmüşlerdi. Bolşeviklerden, onları savaşmaya teşvik edecek şekilde doğrudan ve ateşli bir öfkeyle nefret edenler işte bunlardı.
Bir de harp okulu öğrencileri vardı. Devrim patlak verdiği sırada şehirde dört tane harp okulu vardı –bir mühendislik okulu, bir topçu okulu, iki tane de piyade okulu. Bu okullar isyancı askerlerin saldırısına uğrayınca liselerden yeni mezun olanlar ve birinci sınıf öğrencileri yaralı ve sakat bir halde sokakta kaldılar. Bunlar ne çocuk, ne de yetişkindiler. Ne asker, ne de sivildiler. Bunlar, Nikolka Turbin gibi on yedi yaşında genç erkeklerdi…
“Elbette Ukrayna’nın, Ataman’ın iyiliksever yönetiminde olmasından çok memnunum. Fakat adının önündeki sıfat, yirminci yüzyıldan ziyade on yedinci yüzyıla daha uygun olan bu görünmez despotun kim olduğunu şu ana kadar öğrenme şansım olmadı ve muhtemelen ölene kadar da olmayacak.”
“Evet —gerçekten kim bu Ataman, Aleksey?”
“Eski bir Şövalye Birliği subayı. Bir general. Zengin bir toprak sahibi. Adı Pavel Petroviç Skoropodski…”
Kaderin garip bir cilvesi, onun kazandığı seçimi, 1918 yılının Nisan ayına, gelecekteki tarihçilere hiç şüphesiz fazlasıyla komedi malzemesi sunacak şekilde, bir sirk gösterisine denk getirdi. Fakat insanlar, özellikle de iç savaşın ilk sarsıntılarını çoktan yaşamış olan şehir sakinleri, sadece durumun komikliğini görememekle kalmadılar, bunda herhangi bir mantık olmadığının da farkına varamadılar. Seçim olağanüstü bir hızda gerçekleştirildi. İnsanların çoğunluğu daha neler olup bittiğini anlayamadan her şey tamamlanmıştı -Tanrı Ataman’ı korusun. Hem zaten ne fark ederdi ki? Uzun zamandır dükkanlarda ekmek ve et bulunabiliyordu. Ayrıca sokaklarda vurulma olayları da olmuyordu. Bunlardan daha da önemlisi, Bolşevikler dışarıda tutulmuş, sıradan insanlar yağmadan korunmuştu. Yani bütün bunlar az çok Ataman’ın etkisiyle olmuştu –hatta epeyce bir etkisi olduğu aşikardı. En azından Moskova ve Petersburglu mülteciler ile şehir halkının büyük çoğunluğu, ki kendi aralarında Ataman’ın durumunun garipliğine gülseler ve Yüzbaşı Talberg gibi bu durumu komik bir opera olarak adlandırsalar da, Ataman’a yürekten şükrederler ve birbirlerine “Tanrı’nın izniyle o hep başımızda olsun” derlerdi.
Fakat bunun ne kadar uzun süreceğini Ataman’ın kendisi de dahil hiç kimse bilmiyordu.
Şehirdeki hayatın kayda değer bir normallikle devam ettiği gerçeği bir yana -şehirde polis, devlet kurumları, hatta bir ordu ve değişik isimlerde gazeteler bile vardı- şehirdeki bir kişinin bile Kiev’in dışında ve çevresinde milyonlarca insanın yaşadığı, Fransa’dan bile büyük bir ülke olan Ukrayna’da gerçekte neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Hakkında bir şey bilmedikleri yerler, ülkenin uzak bölgeleri değildi sadece. Her ne kadar saçma görünse de tam bir kara cahillik içinde şehrin otuz-kırk kilometre yakınlarındaki köylerde olan bitenden bile haberleri yoktu. Gerçek Ukrayna’nın durumu hakkında ne bir malumatları vardı, ne de bu umurlarındaydı. Bu ülkeden tamamen nefret ediyorlardı. Ve ne zaman adına kırsal denen o gizemli yerler hakkında, Almanlar’ın köylüleri soydukları, onları acımasızca cezalandırdıkları ve makineli tüfeklerle ateş ederek onları ekin gibi biçtikleri gibi söylentiler duyulsa, Ukraynalı köylüleri savunmak adına kızgın bir ses duyulmamakla kalmıyor, bir de misafir odalarındaki ipeksi abajurların altında kurtlar gibi dişlerini gösterek sırıtıp, homurdanıyorlardı:
“İyi oluyor onlara! Biraz daha abartsalar da bir şey olmaz. Ben olsam daha kötüsünü yapardım. Devrim nasıl olurmuş görsünler. Kendilerini yönetenleri beğenmediler, baksınlar bakalım başkası neler yapıyormuş!”
“Çok yanılıyorsun.”
“Sen ne demek istiyorsun, Aleksey? Onlar sadece bir grup hayvan, başka bir şey değil. Almanlar onlara gösterecek…”
Almanlar her yerdeydi. En azından Ukrayna’nın her yerindeydiler. Fakat uzaklarda, kuzeyde ve doğuda, mavi-kahverengi ormanların en uzak ucunun da ötesinde Bolşevikler vardı. Sadece bu iki kuvvet dikkate alınıyordu.