Kitabı oku: «Beyaz muhafız», sayfa 3
III
13 numaralı binanın alt katında bulunan, mühendis ve ev sahibi Vasili Lisoviç’in yaşadığı dairede gecenin bu saatinde tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yalnızca ara sıra yemek odasındaki bir fare tarafından bölünen bir sessizlik. Israrlı bir şekilde küflenmiş bir peynir kabuğunu kemirmeye çalışan fare, mühendisin karısı Wanda Mikhailovna’nın cimriliğine lanet okuyordu. Bu küfürlerin muhatabı olan sıska ve kıskanç Wanda, o sırada nemli ve soğuk evinin yatak odasında derin bir uykudaydı. Lisoviç ise kalın perdeli, kitaplarla dolu, içinde olması gerekenden daha fazla eşya bulunan, bu nedenle de insanda fazlasıyla samimi bir izlenim bırakan çalışma odasında uyanık vaziyetteydi. Mısır Kraliçesi biçiminde ve üzerinde yeşil renkli çiçekler bulunan bir avize, odayı yumuşak ve gizemli bir ışıkla aydınlatıyordu. Bu odada gizemli bir şey daha vardı. O da büyük, deri koltuğuna gömülmüş mühendisin ta kendisiydi. O koltukta oturan adamın Vasili Lisoviç değil de Vasilisa olması, ne zaman ne olacağı bilinmeyen bu günlerin belirsizliğini ve gizemini her şeyden daha iyi bir şekilde ifade edebilirdi… Kendisi, elbette adının Lisoviç olduğunu söylüyor, onunla görüşen birçok insan da ona Vasili diye hitap ediyordu. Ancak bunu yalnızca yüzüne karşı yapıyorlardı. Arkasından konuşurken herkes ondan Vasilisa diye bahsediyordu. Bütün bunlar 1918 yılının Ocak ayında, şehirde birbirinden garip şeyler yaşanmaya başladıktan sonra oldu. O günlerde, 13 numaralı binanın sahibi imzasını değiştirdi ve ileride bir gün kendisi aleyhinde kullanılabilecek herhangi bir belgeyle karşılaşmaktan korktuğu için bütün belgeleri, sertifikaları, emirleri ve karneleri “Vas. Lis.” şeklinde imzalamaya başladı.
Vasilisa imzasını değiştirmekle uğraşırken, 18 Ocak 1918’de, elinde Vasili Lisoviç tarafından imzalanmış bir şeker karnesi olan Nikolka, şeker almayı başaramadan Kreşçatyik’te sırtına bir taş yemiş ve iki gün boyunca kan tükürmüştü. (Şeker için sırada bekleyen cesur insanların hemen başlarının üstünde bir bomba patlamıştı.) Eve geldiğinde duvarlara tutunan ve rengi yemyeşil olan Nikolka, Elena’yı telaşlandırmamak için gülümsemeyi başarmıştı. Fakat ağız dolusu kan tükürdüğünde Elena: “Tanrım, ne oldu sana?” diye feryat etmiş, o da ona cevaben, “Vasilisa’nın şekeri yüzünden, Allah belasını versin!” demişti. Hemen ardından rengi bembeyaz olmuş ve olduğu yere yığılmıştı. Nikolka ancak iki gün sonra yataktan çıkabilmişti. Fakat Vasili Lisoviç’in varlığı artık son bulmuştu. Önce 13 numaralı binada yaşayanlar, ardından şehrin tamamı ona Vasilisa demeye başlamıştı, bir tek adı gerçekten Vasilisa olan kız dışında.
Vasilisa, ara sıra geçen kızakların seslerinin de kesilip, sokağın tamamen sessizleştiğinden emin olduktan ve yatak odasında karısının çıkardığı ıslığa benzer sesleri dikkatle dinledikten sonra hole çıktı. Orada kilitleri, sürgüyü, zinciri ve kapı kolunu dikkatlice kontrol ettikten sonra çalışma odasına dönerek devasa masasının çekmecesinden dört tane parlak kilitli iğne çıkardı. Sonra karanlığın içine doğru parmak uçlarıyla ilerledi. Odaya geri döndüğünde elinde bir kilim ve bir havlu vardı. Tekrar olduğu yerde durup etrafı dinlemeye başladı. Hatta bu kez parmağını da dudaklarına götürdü. Ceketini çıkartarak kollarını sıvazladıktan sonra rafların birinden bir yapıştırıcı, yuvarlanarak rulo haline getirilmiş bir boy duvar kağıdı ve bir makas aldı. Pencereye yaklaşıp ellerini gözlerine siper ederek dışarı, caddeye baktı. Kilitli iğneleri kullanarak pencerenin sol üst kanadına havluyu, sağ kanadına da kilimi astı. Boşluk kalmaması için gerekli düzenlemeleri yaptı. Bir sandalyenin üzerine çıkarak kitap raflarının en üstünde, el yordamıyla bir şeyler aramaya başladı. Oradan aldığı küçük bir bıçak ile duvar kağıdını yukarıdan aşağıya kesti. Sonra dik açıyla iki yana doğru devam etti. Ardından bıçağı tuğlanın kesiğine sokup, önceki gece kendisinin yaptığı iki tuğla büyüklüğündeki gizleme yerini ortaya çıkardı. İnce çinkodan yapılmış kapağı yerinden çıkarıp sandalyeden aşağı indi. Korku içinde pencerelere bakıp havluya usulca vurdu. Şıngırdayan anahtarın iki kez dönmesiyle açılan çekmecenin arka bölümlerinden, özenle gazeteye sarılmış ve tel ile dört yanından tutturularak bağlanmış bir paket ortaya çıktı. Vasilisa bu sırrını duvarın içine gizleyerek kapağı kapattı. Duvar kağıdı parçaları yerine tam olarak oturana kadar kesme işlemine devam ederken sandalyenin kırmızı renkli kumaş kaplamasının üzerinde uzunca bir süre durması gerekti. Duvar kağıtları, altlarına sürülen yapıştırıcı ile duvardaki boşluğu kusursuz bir şekilde kapattı: Yarım çiçek dalları diğer yarısıyla, kare de diğer kareyle eşleşti. Mühendis sandalyesinden indiğinde duvardaki gizli saklama yerinden hiçbir iz olmadığından emindi. Vasilisa yaptığı işin sonucundan memnun ellerini ovuşturdu, arta kalan duvar kağıdı parçalarını toparladı ve küçük sobada yaktı. Sonra da küllerini ezerek dağıtıp yapıştırıcıyı sakladı.
O sırada, karanlık ve ıssız caddede, gri renkli, hırpani, kurda benzer bir yaratık akasya ağacının dallarının arasından sessizce süzülerek aşağıya indi. Yarım saattir orada oturuyor, soğuktan donmasına rağmen hırslı bir şekilde havlunun üst tarafındaki içeriyi gösteren boşluktan Lisoviç’in yaptıklarını seyrediyordu. Bu meraklı adamın dikkatini çeken şey, pencerenin üzerine kapatılmış bir yeşil havlu görüntüsünün garipliğiydi. Kar yığınlarının arasında bir o yana, bir bu yana ilerleyen insan figürü, caddede ve ara sokaklarda dolaşarak gözden kayboldu. Fırtına, karanlık ve kar, el birliğiyle onu içine alıp bıraktığı bütün izleri yok etti.
Gece. Vasilisa koltuğunda. Yeşil renkli gölgelerin arasında tıpkı Taras Bulba’ya benziyor. Uzun, çalı gibi sarkık bıyıklar: Onun adı Vasilisa değil, o bir erkek, kahrolası! Masanın çekmecesinden duyulan hafif bir anahtar şıngırtısının ardından ortaya kırmızı kumaşın üzerinde duran uzunca dikdörtgen biçiminde banknotlardan oluşan, yeşil sahne paralarından bir tomar çıktı. Üzerlerinde Ukrayna dilinde açıklamalar vardı:
Devlet Bankası Sertifikası
50 Ruble
Kredi Notları Paritesine Göre Dolaşımda
Banknotun bir yüzünde sarkık bıyıkları ve bel küreğiyle Ukraynalı köylü bir adam ve elinde orağıyla bir köylü kadın vardı. Diğer yüzünde ise oval bir çerçeve içinde aynı iki köylünün kırmızımsı kahverengi yüzleri büyütülmüş bir haldeydi. Adam özdeşleştiği uzun bıyıklarıyla eksiksizdi. En üstte ise bir uyarı bulunuyordu:
Sahteciliğin cezası hapistir
Uyarının altında da imza vardı:
Devlet Bankası Müdürü:
Lebid-Yurçik
Atının üzerinde duran, yüzü dağınık metal favorilerle çevrili, bronz bir II. Aleksander figürü, göz ucuyla Lebid-Yurçik’in sanat eserini inceliyor ve lamba ayaklığı olarak işlev gören Mısır Kraliçesi’ne doğru pis pis sırıtıyordu. Duvarda Vasilisa’nın boynunda Aziz Stanislav nişanı bulunan atalarından biri dehşetle banknotlara bakıyordu. Yanı başlarında Brockhaus ve Ephron’un ansiklopedisinin yeşil ve siyah ciltleri geçit törenindeki atlı muhafızlar gibi dururken Gonçarov ve Dostoyevski kitaplarının sırtları da yeşil ışıkta hoş bir şekilde parlıyordu. Hem konforlu, hem de güvenli bir dünya.
Duvar kağıdının altındaki gizli yere yüzde beş oranlı hazine bonolarıyla birlikte on beş tane Çar dönemine ait 1000 rublelik banknot, dokuz tane 500 rublelik banknot, yirmi beş tane gümüş kaşık, altın bir saat ve zincir, üç tane sigara tabakası (üzerinde ‘Kıymetli meslektaşımıza’ yazıyordu, fakat Vasilisa sigara içmiyordu), elli tane 10 rublelik madeni para, iki tane tuzluk, altı kişilik gümüş yemek takımı ve gümüş bir çaydanlık gizlemişti. İkinci gizli bölme daha büyüktü. Odunluğun dışındaki kapı girişinden iki adım ileri, bir adım sola, sonra da duvardaki kalaslardan birinin üzerindeki tebeşirle işaretli yerden bir adım ileri. Her şey, daha öncesinde içinde Einem marka bisküviler bulunan teneke kutuların içine konulmuş, dikiş yerleri katranla kaplı muşambayla sarılmış ve bir buçuk metre derine gömülmüştü.
Üçüncü gizli bölmesi ise tavan arasında, bacanın 1,80 m. kuzeydoğusunda, sıvanın içindeki bir oyuktaydı. Burada bir şeker maşası, 183 tane 10 rublelik altın para ve parasal değeri yirmi beş bin rublelik hazine bonosu vardı.
Lebid-Yurçik, günlük masraflar içindi.
Vasilisa paralarını her saydığında hep yaptığı gibi etrafına bir göz gezdirdi. Parmağını yalayıp bir deste sahne parasını saymaya başladı. Derken bir anda rengi bembeyaz oldu.
“Kalpazanlık” diye gürledi, öfkeyle kafasını sallayarak. “Kepazelik!”
Vasilisa’nın suratı asıldı. Mavi gözleri dik dik bakmaya başladı. Onluk banknotların üçüncü destesinde bir sahtecilik vardı. Dördüncüsünde iki, altıncısında iki, dokuzuncu destede ise art arda üç tane banknot tam olarak Lebid-Yurçik’in onu hapse attırmakla tehdit ettiği türdendi. Toplamda yüz on üç adet banknot vardı ve sekiz tanesinde bariz kalpazanlık belirtileri bulunuyordu. Bu paralardaki köylünün gözlerinde neşeli değil, kasvetli bir bakış vardı. Yeterince tırnak ve iki nokta işareti yoktu ve kağıtları Lebid’inkilerden daha iyiydi. Vasilisa içlerinden birini eline alıp ışığa doğru tuttu. Lebid’in imzasının üzerinde yapılan belirgin sahtekarlık kağıdın diğer tarafında belirdi.
Vasilisa yüksek sesle kendi kendine, “Bunlardan birini yarın arabacıya vereyim” dedi. “Çarşıya da gideceğim zaten. Orada o kadar incelemiyorlar paraları.”
Sahte paraları arabacıya ve çarşıya vermek üzere dikkatlice bir kenara ayırıp geri kalanları yine anahtarlarını şıngırdatarak çekmeceye kilitledi. O anda yukarıdan gelen ayak seslerini duyunca ürperdi. Ölümcül sessizliği, kahkahalar ve bastırılmış sesler bozuyordu. Vasilisa, II. Aleksander’a dönerek,
“Görüyorsun ya, hiç rahat yok…” dedi.
Üst kat yeniden sessizliğe bürünmüştü. Vasilisa esneyerek bir tutam bıyığını okşadı, penceredeki kilim ile havluyu indirip oturma odasının ışıklarını açtı. Bu ışık, gramofunun üstünde mat bir yansımaya dönüyordu. On dakika sonra ev bütünüyle karanlığa gömülmüştü. Vasilisa fare, küf ve uyuyan huysuz bir çiftin kokusunun hakim olduğu yatak odasında karısının yanında uykuya daldı. Rüyasında Lebid-Yurçik atıyla çıkageliyor, ellerinde iskelet anahtarları olan bir hırsız çetesi de onun gizli zulasını buluyordu. Bir kupa valesi sandalyenin üzerine çıkıp Vasilisa’nın bıyığına tükürüyor, ona yakın mesafeden ateş ediyordu. Vasilisa soğuk terlerle çığlık çığlığa uyandığında ilk duyduğu şey, yemek odasındaki bir paket peksimeti yiyen fare ailesinin sesleri oldu. Onun ardından üst kattan, halıların ve tavanın arasından kahkahalar ve bir gitarın hoş sesi duyuldu… Aniden üst kat zemininden alışılmadık güçte ve tutkuda bir ses yükseldi. Gitar, marş ritmi çalmaya başlamıştı.
Vasilisa sesleri duymamak için çarşafların arasına girerken, “Yapılacak tek şey var, onları apartmandan atmak” dedi. “Terbiyesizlik bu. Gece de rahat yok, gündüz de.”
Harbiyeliler
Uygun adım geliyor
Kılıç sallıyor
Marş söylüyor
“Yine de iyi düşünmeli… Kötü günler geçiriyoruz. Onları buradan atarsak yerlerine kimi alacağız? Bunlar en azından asker ve bir şey olursa bizi korurlar… Kışt!” Vasilisa hareket eden fareye kızgın bir şekilde bağırdı.
Gitar sesi…
Yemek odasındaki şamdanda dört tane ışık yanıyordu. Mavi renkli alev flamaları gibi. Verandaya açılan ikili pencereler, krem renkli perdelerle sıkı sıkıya örtülmüştü. Taze sera çiçeği demetleri, beyaz masa örtüsüyle tezat oluşturuyordu. Masanın üzerinde üç şişe votka ve ince şişelerde beyaz Alman şarabı vardı. Uzun ayaklı bardaklar, kesme kristal vazolarda elmalar, limon dilimleri, her tarafta ekmek kırıntıları, çay…
Koltukta buruşturulmuş bir Peep-show mizah dergisi sayısı. Kafaları çok karışıktı. Ruh halleri bir an sebepsiz bir neşeye meylederken, hemen ardından bir melankoliye sürükleniyordu. Şarkılar, karşı konulamaz ölçüde komik şakalar, gitar, Mişlayevski’nin sarhoş kahkahaları. Elena’nın, Talberg’in gidişinin ardından kendini toparlayacak vakti olmamıştı… Beyaz şarap acısını tamamen dindirmemiş, sadece biraz hafifletmişti. Elena masanın başında, kolçaklı bir sandalyede oturuyordu. Tam karşısında, masanın diğer ucunda da bornozunun içinde saçı sakalı birbirine karışmış ve yüzü aşırı bitkinlik ve votka yüzünden kızarmış bir halde Mişlayevski oturuyordu. Soğuk, yaşadığı dehşet, votka ve kızgınlıktan gözlerinde kırmızı halkalar oluşmuştu. Masanın uzun taraflarından birinde Aleksey ve Nikolka, diğer tarafında da eskiden Majesteleri’nin Mızraklı Süvari Birliği’nde Üsteğmen olan, şimdi ise Prens Balorukov’un kadrosunda emir subayı olarak görev yapan Leonid Şervinski ve onun yanında da hâlâ lisedeki takma adı ‘Karas’ –Sazan olarak bilinen Topçu Teğmen Fyodor Stepanov oturuyordu. Kısa boylu, tıknaz biri olan ve gerçekten bir sazan balığına benzeyen Karas, Talberg’in gidişinden yaklaşık yirmi dakika sonra Turbinlerin ön kapısında Şervinski’ye rastlamıştı. İkisinin de yanında şişeler vardı. Karas iki şişe votka getirmişti. Şervinski’nin çantasında ise dört şişe beyaz şarap vardı. Ayrıca Şervinski, üç kat paket kağıdı ile sarılmış devasa bir gül buketi getirmişti –elbette güller Elena içindi. Karas kapı girişinde Şervinski’ye kendisi ile ilgili haberleri vermişti: Yeniden topçu üniformasına dönmüştü. Üniversitede çalışmaya daha fazla dayanamamıştı. Zaten artık bir anlamı da yoktu. Herkes işini bırakıp savaşmalıydı. Bir de Petlyura şehre girerse üniversitede vakit geçirmek, zaman israfından da kötü bir şey olurdu. Gönüllü olmak herkesin göreviydi. Ayrıca topçu alayının eğitimli atış subaylarına ihtiyacı vardı. Başında Albay Malişev’in bulunduğu alay, iyi bir alaydı –üniversiteden bütün arkadaşları o alaydaydı. Ancak Karas çaresizlik içindeydi. Çünkü Mişlayevski, o aptal piyade müfrezesine katılmak için onlardan ayrılmıştı. Bütün o “ya zafer, ya ölüm” safsataları aptalcaydı. Ayrıca hangi cehennemdeydi bu Mişlayevski? Şehrin dışında bir yerlerde postasıyla birlikte öldürülmüş bile olabilirdi…
İşin aslı Mişlayevski burada, hemen yukarıdaydı! Onlaryukarı çıkarken, yatak odasının loş ışığında, güzel Elena, çerçevesi gümüş yapraklarla bezeli aynanın karşısında aceleyle yüzünü pudralayıp gülleri kabul etmek için yanlarına geldi. Yaşasın! Hepsi buradaydı. Karas’ın buruşuk apoletlerindeki çapraz bağlı altın toplar ve özenle ütülenmiş mavi pantolonu. Talberg’in gittiği haberini duyan Şervinski’nin küçük gözlerinde utanmaz bir parıltı belirdi. Bu ufak tefek süvari, bir anda o muhteşem sesini ortaya çıkarma isteği duydu. Evlilik Tanrısı’na bir düğün şarkısı söylerken, pembe aydınlatmalı oturma odasını Şervinski’nin harikulade sesi doldurdu –ne kadar da güzel şarkı söylüyordu! Şervinski’nin gerçekten de eşsiz bir sesi vardı. Elbette kendisi şu anda bir subaydı, aptalca bir savaş içindeydiler, Bolşevikler, Petlyura ve herkesin yapması gereken görevleri vardı. Fakat ilerleyen zamanlarda, her şey normale döndüğünde Petersburg’daki nüfuzlu bağlantılarına rağmen ordudan ayrılabilir -bunların ne tür bağlantılar olduğunu hepsi biliyordu (bir şeyleri bilindiğini gösteren kahkahalar) -ve sahneye çıkabilirdi. La Scala’da ve -Bolşevikleri tiyatro salonunun dışındaki alanda bulunan sokak lambalarının direklerinde sallandırmaya başlar başlamaz- Moskova’da, Bolşoy’da şarkı söyleyebilirdi. Bir keresinde Zhmerinka’da Kontes Lendrikov ona aşık olmuştu, çünkü Epithalamion’u söylerken Do yerine Mi’ye kadar çıkmış ve beş ölçü boyunca o seste kalmıştı. ‘Beş’ dedikten sonra Şervinski başını hafifçe eğerek utangaç bir şekilde etrafına bakındı. Sanki bu hikâyeyi kendisi değil de bir başkası anlatmalıymış gibi bir ifadesi vardı.
“Mmm, evet. Beş ölçü. Pekala, hadi yemek yiyelim.”
Şimdiyse oda duman bulutlarıyla kaplanmıştı…
“Senegalli askerler nerede? Hadi ama Şervinski, sen karargahtasın. Neden orada olmadıklarını söyle bize. Lena hayatım, hadi biraz daha şarap iç, hadi. Her şey yoluna girecek. Gitmekle doğru olanı yaptı. Don’a kadar gidecek ve Denikin’in ordusuyla birlikte geri dönecek.”
“Geliyorlar” dedi, Şervinski, titrek bir sesle. “Destek kuvvetleri yolda. Size söyleyeceğim önemli haberlerim var. Bugün Kreşçatik’te kendi gözlerimle Sırp konakçı subaylarını gördüm ve en geç birkaç gün içinde de iki Sırp Alayı şehre gelecek.”
“Bir dakika, emin misin?”
Şervinski’nin yüzü kızardı.
“Evet, eminim. Onları kendi gözlerimle gördüm diyorum. Bence bu soru çok yersiz oldu.”
“İyi, güzel de, sadece iki alay neye yetecek?”
“İzin ver de sözümü tamamlayayım. Prens bugün bana şahsen askeri nakliye gemilerinin Odessa Limanı’nda askerleri indirmeye çoktan başladığını söyledi. Yunan askerleri ve Senegal’den iki tümen gelmiş. Yalnızca iki hafta daha kendi başımıza dayanmamız gerekiyor. Ondan sonra Almanların o küstah suratlarına tükürebiliriz.”
“Dönek piçler.”
“Eğer bunların hepsi doğruysa Petlyura’yı yakalayıp asmamız uzun sürmez! Sallandıracağız onu!”
“Onu bizzat ben silahımla vurarak onu öldürmek isterdim.”
“Bir de ellerimle boğmak. Sağlığınıza beyler.”
Birer içki daha. Artık herkesin kafası dumanlanmaya başlamıştı. Üç kadeh içen Nikolka, mendil almak için odasına koştu. Holden geçerken (insanlar kendilerini izleyen hiç kimse olmadığında doğal davranırlar) portmantonun üzerine yığıldı. Orada Şervinski’nin parlak altın kabzalı, kavisli kılıcı asılıydı. İran Prensi’nden bir hediye. Şam bıçağı. Tabii bunu ona veren bir prens falan yoktu. Kılıç da Şam işi falan değildi, ama yine de son derece kaliteli ve pahalı bir kılıçtı. Kılıfının içinde asılı, çirkin bir mavzer, onun yanında da Karas’ın mavi çelik namlulu otomatik Steyr’ı duruyordu. Nikolka tutunmak için kılıfın o soğuk ahşabına doğru seyirtirken parmakları mavzerin ölümcül namlusuna dokunduğunda heyecandan neredeyse gözyaşlarına boğulacaktı. Birden içinde dışarı çıkıp savaşmak için derin bir arzu duydu. Şimdi, şu dakika şehrin dışındaki karla kaplı tarlalarda. Harbiyeli akranları karanlıkta kar ve tipi altında soğuktan donarken sıcak bir evde oturup votka içtiği için kendinden utandı. Karargahtakiler akıllarını kaçırmış olmalılardı -müfrezeler hazır değildi, öğrenciler eğitimli değillerdi, Senegallilerden henüz hiçbir iz yoktu. Ayrıca onlar muhtemelen çizmeler kadar siyahlardı… Tanrı aşkına, o halde bu soğukta donarak öleceklerdi -neticede onlar sıcak iklime alışıklardı, öyle değil mi?
“Ataman’a gelince…” Aleksey Turbin bağırıyordu. “İlk önce onu sallandıracağım! Son altı ayda bizi aşağılamaktan başka hiçbir şey yapmadı. Ukrayna’da sadık bir Rus Ordusu kurmamızı engelleyen kimdi? Ataman. Şimdi de işler kötünün daha da kötüsü bir hale geliyor, bütün olanlardan sonra bir Rus Ordusu kurmaya başladılar. Düşman artık çıplak gözle görülebilecek kadar yakına geldi. Biz bu saatten sonra askerleri toparlamak, birlikler oluşturup karargahlar kurmak zorundayız. Üstelik bunu bir de olaylar tam bir keşmekeş halini aldıktan sonra yapmak durumundayız! Tanrım, tam bir ahmaklık!”
“Panik havası estiriyorsun” dedi, Karas, soğuk bir ifadeyle.
Karas’ın bu çıkışı karşısında Turbin küplere bindi.
“Ben mi? Panik mi yaratıyorum? Sen gerçeklere öylece gözlerini kapatıyorsun. Ben ortalığı velveleye veren tipte biri değilim. Ben sadece içimi döküyorum. Panik mi? Korkma. Ben yarın gidip senin şu Topçu Alayı’na kaydımı yaptırmaya çoktan karar verdim bile. Ve de senin şu Malişev, beni bir doktor olarak almayı kabul etmezse, kendimi erlerin arasına kaydettireceğim. Bütün bunlardan bıktım usandım artık! Panik değil bu…” Boğazına bir parça salatalık takıldı. Şiddetli bir şekilde öksürmeye ve tıkanmaya başladı. Nikolka da sırtına vurarak ona yardım etmeye çalıştı.
“Çok güzel!” Karas masaya vurarak araya girdi. “Erlerin arasına diyor bir de –seni iyileştirelim de alay doktoru ol sen.”
“Yarın hep birlikte gideriz” diye mırıldandı, sarhoş haldeki Mişlayevski. “Hep birlikte. I. Aleksander Lisesi’ndeki sınıfımızın hepsiyle birlikte. Yaşasın!”
“O tam bir pislik” diye devam etti, Turbin. Sesinde nefret vardı. “Neden doğru dürüst Ukraynaca bile konuşamıyor beyefendi! Şerefsiz! Önceki gün o piç Kuritski’ye bir soru sordum. Geçen Kasım ayından beri ne hikmetse beyimiz Rusça konuşmayı unutmuş. Adını da değiştirmiş, kulağa Ukraynaca gelsin diye. Ben de ona Ukraynaca’da ‘kedi’ nasıl söyleniyor diye sordum, ‘kit’ dedi. Ben de peki ‘kit’ kelimesinin Ukraynacası ne diye sordum. Bu onun işini bitirdi. Kaşlarını çattı, ama tek kelime edemedi. Artık bana günaydın bile demiyor.” Nikolka gürültülü bir kahkaha kopardı.
“Seferberlik, ha!” diye devam etti, Turbin. Yüzünde acı dolu bir ifade vardı. “Dün polis karakollarında neler olup bittiğini görmemiş olmanız çok kötü. Bütün karaborsacılar, emir yayınlanmadan üç gün önce seferberlikten haberdardı. Buna ne diyorsunuz? Üstelik her birinin ya fıtığı ya da ciğerlerinde leke vardı. Bu hastalıkları uyduramayanlar da yer yarılmış da içine girmiş gibi ortadan kayboldular. Ve bu, arkadaşlar çok kötü bir işaret. Eğer seferberlik resmi olarak duyurulmadan önce bu bilgi ortalıkta dolaşıyor ve bütün kaytarıkcıların bundan sıyrılma şansı oluyorsa, durum gerçekten çok kötü demektir. Ah gerizekalı ah! Geçen Nisan’da Rus subayları ile güçlendirilmiş birlikler kurmamıza izin verseydi, şimdiye kadar Moskova’yı almış olurduk. Anlamıyor musunuz? Sadece burada, bu şehirde elli bin gönüllü adamdan bir ordu kurabilirdi, hem de ne ordu! En iyilerden oluşan, birinci sınıf bir ordu. Bütün yedek subaylar, bütün öğrenciler ve liseliler, bütün subaylar ki şehirde onlardan binlercesi var, memnuniyetle böyle bu oluşuma katılırlardı. Sadece Petlyura’yı Ukrayna’dan atmakla kalmaz, şimdiye kadar Moskova’ya kadar gider ve Troçki’yi de sinek gibi ezerdik. Şu an Moskova’ya saldırmanın tam sırası olurdu, artık kedileri bile yiyecek kadar düşmüşler. Ve orospu çocuğu Ataman Skoropodski Rusya’yı kurtarabilirdi.”
Turbin’in yüzü kızarıp lekelenirken sözcükler ağzından ince bir salya tabakasıyla beraber ortalığa saçılmaya başladı. Gözleri yanıyordu.
“Hey, sen doktorluk falan yapma, senin Savunma Bakanlığı yapman gerek. Ciddi söylüyorum” dedi, Karas. Yüzünde ironiyle karışık bir gülümseme vardı, fakat Turbin’in konuşması onu hem memnun etmiş, hem de heyecanlandırmıştı.
“Aleksey toplantıların olmazsa olmazıdır, tam bir hatip” dedi, Nikolka.
“Nikolka, sana daha önce de birkaç kez komik olmadığını söylemiştim” diye yanıtladı, ağabeyi. “Nüktedan olmaya çalışmak yerine biraz şarap iç.”
“Fakat şunun farkına varmalısın ki” dedi, Karas. “Almanlar sadık bir ordunun kurulmasına asla izin vermezlerdi. Bu onlar için fazlasıyla korkutucu olurdu.”
“Yanlış!” diye haykırdı, Aleksey, aniden. “İhtiyacımız olan tek şey aklı başında biriydi. Ataman ile bir orta yol kesinlikle bulabilirdik. O zaman Almanları onlar için bir tehdit oluşturmadığımıza ikna da edebilirdik. O savaş bitti ve biz kaybettik. Şimdi başımızda çok daha büyük bir dert var; savaştan daha kötü, Almanlardan çok daha büyük, yeryüzündeki her şeyden çok daha büyük bir dert ve onun adı Troçki. Almanlarla konuşmalıydık; una ve şekere ihtiyacınız var, değil mi? Peki, o halde istediğinizi alın ve askerlerinizi doyurun. Ukrayna’yı da işgal edin isterseniz, ama bize yardım edin. Bırakın da kendi ordumuzu kuralım, bu sizin yararınıza olur. Ukrayna içinde düzeni korumanıza yardım ederiz ve o kahrolası köylülerimizin Moskova hastalığına tutulmasına mani oluruz. Eğer şu anda şehirde Ruslardan oluşan bir ordu olsaydı, Moskova’dan çelik bir duvarla ayrılmış olurduk. Petlyura’ya gelince de… kıh-kıhh…” Turbin elini şiddetli bir şekilde boğazına attı. Kuvvetli bir öksürük krizine yakalanmıştı.
“Dur!” diyerek ayağa kalktı, Şervinski. “Dur biraz, burada Ataman’ı müdafaa etmek durumundayım. Bazı yanlışlar yapıldığını kabul ediyorum, fakat Ataman’ın planı temelde doğruydu. Nasıl diplomatik davranılacağını biliyor. Her şeyden önce bir Ukrayna devleti… Ondan sonra Ataman tam olarak senin söylediğin şeyi yapacaktı –Ruslardan oluşan bir ordu. Mantıklı olan da buydu. Haklı olduğumu da kanıtlayabilirim…” Şervinski ciddi bir ifadeyle pencereyi işaret etti. “İmparatorluğun üç renkli bayrağı Vladimirskaya Caddesi’nde dalgalanıyor.”
“Çok geç!”
“Evet, haklı olabilirsin. Epeyce geç oldu, fakat Ataman hatalarını telafi edilebileceğinden emin.”
“Öyle olması için Tanrı’ya yürekten dua ediyorum” diyen Aleksey Turbin, odanın köşesindeki Meryem Ana ikonuna doğru dönerek istavroz çıkardı.
“Plan şöyleydi” diye söze başladı, Şervinski. Resmi bir ifade takınmıştı. “Savaş bitince Almanlar kendilerini toparlayacak ve bize Bolşeviklere karşı savaşımızda yardım edeceklerdi. Sonra Moskova ele geçirildiğinde Ataman, Majesteleri İmparator II. Nikolas’a Ukrayna’nın sadakatini sunacaktı.”
Bu lafın üzerine odaya ölümcül bir sessizlik çöktü. Nikolka’nın yüzü, çektiği ızdırapla bembeyaz oldu.
“Ama İmparator öldü” diye fısıldadı.
Aleksey Turbin, afallamış bir halde, “Ne diyorsun sen, II. Nikolas öldü mü?” diye sordu. Ve olduğu yerde sallanmakta olan Mişlayevski gözlerini kısarak Şervinski’nin bardağına baktı. Şervinski’nin cesaretini toplayabilmek için çok fazla içtiği belliydi.
Dirseği masada, yana eğdiği başını elinin üstüne koyan Elena, dehşet içinde ona bakıyordu.
Fakat sanılanın aksine Şervinski sarhoş falan değildi. Elini kaldırarak güçlü bir sesle konuşmaya başladı:
“Acele etmeyin. Dinleyin. Sizden rica ediyorum beyler, söyleyeceklerim bitene kadar sessiz kalın. Ataman’nın maiyeti Kayzer Wilhelm’e sunulduğunda neler olduğunu bildiğinizi sanıyorum.”
“En ufak bir fikrimiz bile yok” dedi, Karas, konuyla ilgili görünen bir ifadeyle.
“Ben biliyorum.”
“Hıh! Her şeyi de biliyor” diye alaycı bir tonda lafa karıştı, Mişlayevski.
“Beyler! Bırakın da konuşsun.”
“Kayzer, Ataman ve maiyeti hakkında cana yakın bir şekilde konuştuktan sonra şöyle dedi: ‘Artık sizleri baş başa bırakayım beyler; bundan sonraki konuşmaları yönetecek olan kişi…’ Perdeler aralandı ve Çar II. Nikolas salona girdi. ‘Ukrayna’ya geri dönün beyler’ dedi. ‘Ve alaylarınızı hazırlayın. Zamanı geldiğinde bizzat orduların başına geçeceğim ve birlikte Rusya’nın kalbine, Moskova’ya gideceğiz.’ Bu sözlerin ardından kendini tutamadı ve ağlamaya başladı.”
Şervinski, gözlerinin içi gülerek etrafındakilere baktı. Sonra bir kadeh şarabı tek seferde içip yüzünü buruşturdu. Tekrar yerine oturup bir dilim jambonu midesine indirene kadar da odadaki sessizlik bozulmadı.
“Bunlar var ya, bunların hepsi dedikodudan ibaret” dedi, Aleksey Turbin. Acı bir ifadeyle kaşlarını çatmıştı. “Bu hikâyeyi daha önce de duymuştum.”
“Hepsi öldürüldü” dedi, Mişlayevski. “Çar, Çariçe ve veliaht.”
Şervinski yan tarafa, sobaya doğru döndü. Derin bir nefes alarak söze başladı:
“Eğer buna inanıyorsanız, büyük bir hata yapıyorsunuz. Majesteleri İmparator’un ölümü ile ilgili haberler…”
“Birazcık abartılmış” dedi, Mişlayevski. Bu, sarhoş bir espri denemesiydi.
Elena kızgınlıktan titremeye başlayınca avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Kendinden utanmalısın Viktor! Bir de subay olacaksın.”
Mişlayevski tekrardan sise gömüldü.
“…belli bir amaç güdülerek Bolşevikler tarafından uyduruldu” diye devam etti, Şervinski. “İmparator kendisinin sadık eğitmeni yardımıyla kaçmayı başardı, şey, affedersiniz, Çariçe’nin eğitmeninin yardımıyla. Mösyö Gilliard ve birkaç subay onu, şeye, Asya’ya götürdüler. Oradan Singapur’a, sonra da deniz yoluyla Avrupa’ya gittiler. İmparator şu anda Kayzer Wilhelm’in misafiri.”
“İyi de Kayzer’in kendisi de ülkesinden kovulmadı mı?” diye sordu, Karas.
“İkisi birlikte Danimarka’da, Danimarka Prensesi olarak doğmuş olan Majesteleri İmparatoriçe Maria Fyodorovna’nın yanındalar. İsterseniz bana inanmayın ama ben bu haberi bizzat Ataman’dan duydum.”
Nikolka içten bir şekilde inledi. Ruhu şaşkınlık ve şüpheyle kıvranıyordu. Ona inanmak istiyordu.
“O halde, eğer bu doğruysa” diye söze girdi, aniden. Ayağa fırladıktan sonra yüzündeki yaşları sildi. “Kadeh kaldıralım: Majesteleri İmparator’un sağlığına!” Kadeh, üzerine gelen ışıkla parladı. Kenarındaki kesme kristal oklar Alman malı beyaz şarabı delip geçti. Çizmelerin mahmuzları sandalyelerin ayaklarına çarpıyordu. Mişlayevski, sallanarak ayağa kalkıp masaya sıkıca tutundu. Elena da ayağa kalktı. Hilal biçiminde örülmüş altın renkli saçları çözülüp şakaklarına dökülmüştü.
“Ölüp ölmemesi umrumda bile değil” diye haykırdı, Elena. Izdırap dolu bir ifadesi vardı. “Artık ne fark eder ki? Ona içiyorum.”
Aleksey, “Dno İstasyonu’nda tahttan feragat edişi asla affedilmeyecek. Asla. Fakat bugün daha acı bir tecrübeyle öğrenmiş bulunuyoruz ki Rusya’yı ancak Monarşi kurtarabilir. Bu yüzden eğer Çar öldüyse, yaşasın yeni Çar!” diye haykırarak kadehini kaldırdı.
“Hurra! Hurra! Hurra!” şeklinde haykırarak yemek odasını inlettiler.
Vasilisa ise alt katta soğuk terler döküyordu. Birden uyandı, tiz bir çığlık attı. Bu çığlığı karısı Wanda’yı da uyandırdı.
Wanda, Vasilisa’nın geceliğini sıkıca kavrayarak, “Tanrım, Yüce Tanrım…” diye mırıldandı.
“Neler oluyor? Saat sabahın üçü!” Ağlamakta olan Vasilisa siyah renkli tavana bakarak avazı çıktığı kadar bağırdı. “Bu sefer bunlardan gerçekten şikayetçi olacağım!”
Wanda homurdandı. İkisi de bir anda kaskatı kesildiler. Tavandan aşağı doğru oldukça belirgin bir şekilde gelen kalın ve bulanık bir ses dalgası, adeta bir çan gibi çınlayan, kuvvetli bir bariton yankılanıyordu:
“…Tanrı Majestelerini Korusun…
“…Rusya’nın Çarını…”
Vasilisa’nın kalbi durdu. Ayakları bile soğuk terler döküyordu. Dilinin keçeleştiğini hissediyordu. Doğru düzgün konuşamadı:
“Hayır… olamaz… bunlar çıldırmış… Bizi asla canlı olarak kurtulamayacağımız bir belanın içine sürükleyecekler. Eski milli marşı söylemek yasak! Tanrım, ne halt ediyor bunlar? Sokaktan geçenler seslerini duyacak, Tanrı aşkına!”
Wanda kendini adeta bir taş gibi yatağa bırakıp çoktan uykuya dalmıştı. Fakat Vasilisa yukarıdan gelen son melodiler de söylenip bitene kadar yatamadı.
“Rusya bir tek Ortodoks inancını ve tek bir Çar’ı kabul eder!” diye bağırdı, Mişlayevski, sallanarak.
“Doğru!”
“Bir hafta önce… tiyatroda… Birinci Paul oyununu izlemeye gittim” diye mırıldandı, Mişlayevski, kısık bir sesle. “Ve sahnedeki aktör o sözleri söylediğinde sessiz kalamadım ‘Doğru!’ diye haykırdım -ve ne oldu biliyor musunuz? Herkes alkışladı. ‘Geri-zekalı!’ diye bağıran üst tabakadan birkaç kişi dışında herkes.”
“Kahrolası Yahudiler” diye gürledi, Karas. Artık o da neredeyse Mişlayevski kadar sarhoştu.
Yoğun bir sis onları sarıp sarmaladı… Ding-dong! Dingdong!… Artık daha fazla votka-hatta şarap bile- içilmemesi gereken safhayı çoktan geçmişlerdi. Sırada kendinden geçme ya da mide bulantısı aşamaları vardı. Tavandaki lambanın adeta efsunlanmış gibi sallanarak dans ettiği dar tuvalette her şey bulanıklaşmış ve hiç durmadan dönüyordu. Beti benzi atmış, acınacak haldeki Mişlayevski şiddetli bir şekilde kustu. Kendisi de sarhoş olan Aleksey Turbin yanağındaki kas seğirmesi ile berbat görünüyordu, Mişlayevski’ye yardımcı olmaya çalışırken saçları oldukça ıslak bir halde alnına yapışmıştı.