Kitabı oku: «Arena Bir », sayfa 8

Yazı tipi:

"Halen ne bekliyorsun?" diye bağırıyorum Ben'e. "Ateş et!"

Camdan dışarı sarkan Ben, iki eliyle sıkıca tuttuğu tabancasıyla nişan alıyor.

Köle avcıları birden direksiyonu kırarak, sola doğru keskin bir dönüş yapıyorlar. Geç de olsa, neden yavaşladıkları anlıyorum: tam önüme kısmen donmuş bir göl çıkıyor. Yavaşlamaları aslında bir tuzakmış; arabayı doğruca gölün içine doğru süreceğimi umuyorlardı.

Direksiyonu o kadar hızlı kırıyorum ki, gölün içine dalmaktan ucu ucuna kurtuluyoruz. Ancak dönüşün sertliğinden dolayı arabamız karlı arazide dönmeye başlıyor. Arabanın bu şekilde dönerek, etrafı bulanıklaştırması beni de sersemletiyor. Bir yere çarpmamamız için dua ediyorum.

Şansımıza, etrafta çarpabileceğimiz hiçbir nesne olmadığı için kurtuluyoruz. Birkaç dönüş daha yaptıktan sonra duruyoruz ve ben biraz soluklanıyorum. Ucuz atlattık.

Bu köle avcıları düşündüğümden daha zekiler. Böylesi cesur bir hamle yapabildiklerine göre, bu çevreyi iyi biliyor olmalılar. Nereye gittiklerinden kesinlikle eminler. Tahminime göre, kimse onları daha önceden bu kadar içerlere kadar takip etmemiş olmalı. Ben'e baktığımda tabancanın halen elinde olduğunu görüyorum; şansımız epey yerinde olmalı. Kafamdaki bu düşünceleri bir kenara atıp, vitesi değiştirdikten sonra gazı köklüyorum.

Birden kulağıma bir bipleme sesi geliyor. Gösterge panelinde kırmızı bir ışığın yanıp sönmekte olduğunu görüyorum: AZ BENZİN.

İçime bir sıkıntı doluyor. Bu şimdi olmamalıydı. Hele ki tüm bu atlattıklarımızdan sonra. Bu kadar yaklaşmışken…

Tanrım lütfen, benzinimiz en azından onları yakalayana kadar yetsin.

Bipleme sesi, tıpkı ölüm çanları gibi kafamın içinde yankılanıyor. Köle avcılarını artık göremiyorum ve tek yapabileceğim onlara ait izleri takip etmek. Birkaç farklı tekerlek izinin iç içe girmiş olduğu bir tepeye varıyoruz. Hangi yöne dönmem gerektiğini bilemiyorum ve bu bir tuzak olabilirmiş gibime geliyor. Dümdüz devam ederek, rotamı korumaya karar veriyorum ama bunu yapmamla beraber, içimden bir his bu izlerin eski olduğunu ve Bree'yi kaçıranların farklı bir yola dönmüş olabileceğini söylüyor.

Kendimi dar bir yolda buluyorum ve gökyüzü bir anda görülebilir hale geliyor. Bir zamanlar Central Park gölü olan yer, artık içi karla dolmuş koca bir kraterden ibaret. Dibinden devasa boyuttaki otlar yükseliyor. Arabanın anca sığdığı darlıktaki yolun kenarından, aşağı doğru dik bir yokuş iniyor, sağımda ise gölün dibine doğru bundan daha bile dik başka bir yokuş bulunuyor. Tek bir yanlış harekette, işimiz anında biter. Köle avcıları neden böyle bir tehlikeli bir yolu seçsinler ki, diye düşünüyorum ama zaten etrafta onlara ait bir iz de yok.

Bir şeyin bize hızla çarpmasıyla, kafam öne doğru fırlıyor. Kafam en başta karışsa da neler olduğunu anlıyorum: arkadan bir araba bize çarptı.

Köle avcılarını ve sadist sırıtışlarını dikiz aynasından seçebiliyorum. Hafifçe kaldırdıkları maskelerinden görünen grotesk, tuhaf suratları, biçimsiz ve çarpık dişlerinden Biyokurbanı oldukları anlaşılıyor. Hız kazanarak, bize çarptıkları zaman suratlarında beliren zevk ifadesinden, içlerindeki sadistliği görebiliyorum. Tekrar çarpmalarıyla beraber boynumdan bir kıtırdama sesi geliyor. Sandığımdan daha akıllılar: bir şekilde arkamıza geçmeyi başararak, avantajlı duruma geldiler. Böyle bir şeyin olmasını beklemiyordum. Ne manevra yapabilecek yerim, ne de frenlere basmak gibi bir şansım var.

Tekrar, fakat bu sefer başka bir açıdan çarparak, arabamızı yana kaydırıyorlar. Gölü çevreleyen demir korkuluklara çarpıp, diğer tarafa savrulduğumuzda neredeyse kayalıklardan aşağı yuvarlanıyoruz. Bizi fena sıkıştırdılar. Tekrar böyle çarpacak olurlarsa, bizi kayalıklar aşağı yuvarlar ve işimizi bitirirler.

Gazı sonuna köklemek onlardan kaçabilmemiz için tek yol. Fakat en azından bizim kadar hızlılar ve gene çarpmak üzereler. Bu seferki çarpışma bizi bariyerlerle buluşturuyor, öncekinden daha fazla kayarak, neredeyse kayalıklardan uçuyoruz. Şansımıza çarptığımız bir ağaç bizi bu hazin sondan koruyarak, yola devam etmemizi sağlıyor.

İçimdeki umutsuzluk gittikçe artıyor. Sersemlemiş Ben'in, rengi atmış durumda. Birden aklıma bir fikir geliyor.

"Onlara ateş aç!" diye bağırıyorum.

Hızla penceresini açarak, tabancayı doğrultuyor.

"Bu açıdan lastiklerini vurabilmem imkansız!" diye bağırıyor sertçe esen rüzgarın üstünden sesini duyurabilmek için. "Çok yakınımızdalar. Açı çok dar."

"Ön camlarına nişan al" diye cevaplıyorum. "Sürücü değil, yolcuyu öldür!"

Dikiz aynamdan görebildiğim kadarıyla benim fikrimi çalıyorlar: yolcu koltuğundaki köle avcısı camını indirerek, tabancasına sarılıyor. Umuyorum ki Ben ateş etmekten korkmaz ve birilerini vuran ilk biz oluruz. Birden rüzgarın gürültüsünü bile bastıran silah sesleri duyuluyor.

Her an kafama isabet edebilecek bir kurşun fikri beni ürkütüyor.

Fakat ilk ateş edenin Ben olduğunu görünce şaşırıyorum. Dikiz aynama baktığım zaman ise şaşkınlığım hepten artıyor: Ben'in atışları yerine ulaşmış. Ön camın yolcu tarafında bulunan kısmına yaptığı atışlar o kadar isabetli ki, mermiler, kurşun geçirmez camı delerek içeri girmişler. Cama sıçrayan kırmızı şeyin ise tek bir anlamı olabilir; kan.

Buna inanamıyorum: Ben, yolcuyu vurmayı başarmış. Ben. Daha birkaç dakika önce gördüğü ceset karşısında afallayan

şu çocuk. Bu hızda giderken köle avcıını vurabilmiş olması akıl alır gibi değil.

Taktiğim işe yarıyor. Aniden yavaşlayan arabalarının hızını, gazı köklemek için bir avantaj olarak kullanıyorum.

Birkaç dakika içinde gölden uzaklaşıp, tekrar araziye çıkıyoruz. Artık oyunun kuralları değişti: hem bir adamları ölü, hem de onlara yetiştik. Artık en sonunda avantaj bizde. Benzinin azaldığı gösteren işaret biplemeyi kesse, belki biraz iyimser hissetmeye bile başlayabilirim.

Hızımızı biraz düşürerek, arkamdan hızla gelen arabanın yanına yaklaşıyorum. Sürücünün suratında kaygılı bir ifade var. Bu, vurulanın Bree değil de, diğer köle avcıı olduğunu kanıtlıyor. Gözümün ucuyla şöyle bir görebildiğim Bree'nin hayatta oluşu, içimi umutla dolduruyor. İlk defa bu işi başarabilecekmişim gibi hissediyorum. Onu geri alabilirim.

Artık köle avcısıyla yan yanayız. Direksiyonu hızla üstüne kırarak, arabasına çarpıyorum. Aracı arazide kontrolünü kaybederek yalpalasa da gitmeye devam ediyor. Kendini toparlar toparlamaz, fırsat kaybetmeden arabasını doğrudan üstümüze sürerek, bize çarpıyor. Bu sefer yalpalayan bizim aracımız. Bu herifin pes etmeye niyeti yok.

"Ateş et!" diye bağırıyorum Ben'e. "Sürücüyü vur!"

Eğer Ben vurmayı başarırsa arabanın kontrolden çıkacağının farkındayım, fakat başka bir şansımız yok. Hem zaten kaza geçirecekse ağaçlarla kaplı bu arazi bunun gerçekleşmesi için en iyi yer.

Hızla penceresini indiren Ben, bu sefer kendinden daha emin bir şekilde nişan alıyor. Diğer araçla tam olarak aynı hizadayız ve bu Ben'in tam olarak sürücüye nişan alabilmesini kolaylaştırıyor. İşte şimdi tam zamanı.

"ATEŞ ET!" diye haykırıyorum tekrar.

Ben tetiği çektiği zaman, her şeyi alt üst eden o sesi duyuyorum.

Boş bir şarjöre ait olan o ses. Ben tetiği defalarca çekiyor ama çıkan tek ses, 'klik'. Gölün orada tüm bir şarjörü boşaltmış olmalı.

Direksiyonu bize doğru kıran köle avcısının suratında beliren zafer dolu, şeytani ifadeyi görebiliyorum. Çarpışmanın etkisiyle karlı araziden çıkarak, yeşillik bir tepeye sürükleniyoruz. Birden karşımda camdan bir duvar beliriyor. Bir şeyler yapmak için çok geç.

Duvardan içeri girmemizle beraber cam, sanki bir bombayla parçalarına ayrılıyormuş gibi her tarafa saçılıyor ve arabanın parçalanmış çatısından içeri yüzlerce küçük parça halinde yağıyor. Nerede olduğumuzu anlamam birkaç saniyemi alıyor: Metropolitan Sanat Müzesi. Mısır Bölümü.

Etrafa şöyle bir baktığım zaman, ortadaki koca piramit dışında her şeyin yağmalanmış olduğunu görebiliyorum. Arabayı döndürerek, cam parçalarının içinden çıkarıyorum. Bizden yaklaşık 50 metre kadar ilerde olan köle avcısının ardından, gene gaza basıyorum.

Tepeciklere ine çıka ilerlediği parkın güneyine doğru peşindeyiz. Bir türlü susmak bilmeyen benzin göstergesine endişeli gözlerle bakıyorum. Artık bir tepenin üzerindeki yıkıntılardan ibaret olan Belvedere Şatosu'nun gölgesinin üzerine düştüğü bir gölcüğün bitişiğinde bulunan açıkhava tiyatrosuna ait harabenin yanından geçiyoruz. Kar ve otlarla örtülü tiyatronun koltukları paslanmış bir halde.

Bir zamanlar geniş çim alanların bulunduğu araziden hızla geçiyoruz, köle avcıının yaptığı zikzakları birebir takip ederek, çukurlardan kaçıyorum. Bree'nin yaşadıklarını düşündükçe, içim kötü oluyor. Tek dileğim, bu olayların onda kalıcı bir etki bırakmaması. Umarım Bree'nin içinde babama ait bir şeyler vardır ve bu onu güçlü kılar.

Şansıma şöyle bir şey gerçekleşiyor: köle avcılarına ait araç, biraz ilerdeki devasa bir çukura giriyor. Savrulan arabasının kontrolünü kaybederek, 360 derece dönüyor. Bree'nin başına bir şey gelmesinden korkarak, ben de ürküyorum.

Arabaları iyi durumda. Birkaç kez daha döndükten sonra düzelen araba, tekrar hızlanmaya başlıyor. Fakat azalan mesafeyi, hızla kapatmaya başlıyorum. Birkaç saniye içinde tam arkasında olacağım.

Ama bir aptallık yapıp, onun arabasına bakarken, yolu kontrol etmeyi unutuyorum. Tekrar yola baktığımda ise beni büyük bir şok bekliyor: tam karşımızda duran dev gibi bir hayvan.

Direksiyonu kırıyorum ama artık çok geç. Doğrudan ön cama çarpan hayvan, yuvarlanarak tavanın üzerinden geçiyor. Kan izleriyle dolan camı temizlemesi için silecekleri çalıştırıyorum, çok şükür ki halen iş görür haldeler. Cama yayılan koyu kandan dolayı dışarıyı zar zor görebiliyorum.

Çarptığım şeyin ne olduğunu anlamak için dikiz aynasından baktığımda, yerde yatan kocaman, ölü bir devekuşu görüyorum. Şaşkına dönmüş durumdayım. Daha neler olduğunu kavrayamadan, hepten afallıyorum, çünkü karşımızda bir aslan var.

Aslana çarpmaktan kıl payı kurtuluyoruz. İnanamadığım için arkama ikinci kere dönüp bakıyorum. Aslan oldukça sıska ve sağlıksız görünüyor. Kafam epey karışmış bir halde. Fakat en sonunda neler olup bittiğini anlıyorum: hemen solumda yer alan Central Park hayvanat bahçesinin kapıları ve camları sonuna kadar açık. Etrafta dolaşan birkaç hayvanın yanı sıra tüm etleri kemirilmiş leşler de karların içine gömülmüş durumda.

Etrafa bakmamaya çalışarak, köle avcılarının peşinden gaza basıyorum. Önce bir tepeciğe, ardından doğrudan kraterin içine inen bir yokuştan yollarına devam ediyorlar. Bir zamanlar buz pateni pisti olarak kullanılan bu yerde paslanmış, büyük bir tabelada silik harflerle şu yazıyor; "Trump."

Parkın sonuna doğru yaklaşıyoruz. Hızla sol tarafa dönen köle avcısının peşinden, bir tepeye tırmanmaya başlıyoruz. Birkaç dakika içinde, aynı anda Central Park'tan çıkarak, 59. Cadde ve 5. Bulvar'a varıyoruz. Tepeden fırlayan arabamız, bir süre havada süzülüyor. Sertçe yere indiğimizde kayarak bir heykele çarpıyoruz ve ben bir anlığına kontrolü kaybediyorum. Heykel ise yana yatıyor.

Bir anda karşımıza devasa ve yuvarlak bir çeşme çıkıyor; son anda etrafından dönerek, köle avcıını takip ediyorum. Kaldırıma çıkan köle avcısının aracı, devasa bir binanın yanından hızla geçiyor. Plaza Hotel'i. Bir zamanlar kusursuz bir görünüm sergileyen cephesi, artık bakımsız bir durumda ve pislik içinde. Kırılmış camları ise onu adeta bir gecekonduya benzetmiş. Köle avcısı binanın girişinde yer alan güneşliğin paslı ayaklarına çarptığı zaman, güneşlik doğrudan üstüne düşerek, aracının kaportasından sekiyor. Güneşlikten kaçmak için direksiyonu kırıyorum, beni atlatabilmek için hızla sola dönerek kestirme bir yola giriyor. Çıkmaya başladığı kısa, taş merdivenlere bende giriyorum ve arabamız her basamakta sallanıyor. Bir zamanlar Apple Store olarak kullanılan camdan bir kutu şeklindeki dükkana doğru ilerliyor. İşin enteresan tarafı, dükkanın cephesinin halen sağlam oluşu. Hatta savaş başladığından beri zarar görmemiş bir halde kalan karşılaştığım tek yapı.

Fakat artık değil. Köle avcısı son anda direksiyonu kırıyor ama benim bunun yapabilmem için çok geç. Apple kutusunun ön tarafından içeri giriyoruz. Etrafa dağılan onlarca cam parçasından bazıları tavanımızdaki delikten içeri yağıyor. Ayakta kalmayış başarmış olan bu tek yapıya verdiğim zarar

kendimi biraz suçlu hissettirse de, iPad'e harcamış olduğum paralar, bu hissimi törpülüyor.

5. Bulvar'a dönen köle avcısını takip ediyorum. Aramızdaki mesafe aşağı yukarı 30 metre, fakat kemiğini arayan bir köpek gibi, benim de onun peşini bırakmaya niyetim yok. Tek dileğim benzinin bitmemesi.

5. Bulvar'ın düşmüş olduğu durum beni şaşırtıyor. Bir zamanlar zenginliğin ve materyalizmin sembolü olan bu ünlü meydan, şu an tıpkı diğer her şey gibi terk edilmiş, harap olmuş, dükkanları yağmalanmış bir halde. Meydanın ortasından çıkan otlar, etrafa bataklıkmış gibi bir hava veriyor. Boş katları, kırılmış camları ile adeta perili bir eve dönüşmüş olan Bergdorf's'un5 yanından geçiyoruz. 57. Cadde'ye yaklaşırken terk edilmiş arabaların etrafından dolanıyorum ve dikkatimi Tiffany's'den6 arda kalanlar çekiyor. Eskiden 'güzellik' dendiği zaman akla gelen ilk yer olan bu dükkan da tıpkı Bergdorf's gibi perili bir köşke dönmüş. Kırılmış vitrinlerinde tek bir pırlanta dahi yok.

55. , 54. ve 55. Cadde'yi hızla geçiyoruz. Aziz Patrick Katedrali'nin yanından geçerken uzun zaman önce yıkılmış kemerli kapısını görüyorum. Yıkılmış duvarlarından içeriye bakıldığında, yapının diğer tarafındaki vitray camlar görülebiliyor.

Gözlerimi yoldan fazla ayırmışım çünkü 48. Cadde'ye doğru keskin bir dönüş yapan köle avcısını neredeyse kaçırıyordum. Fazla hızlı gittiğim için frene basmamla beraber 360 derece dönüyoruz. Şansımıza, hiçbir şeye çarpmıyoruz.

Yola geri dönüp, takibe kaldığım yerden devam etsem bile, köle avcısının yaptığı kurnaz hareket aramızdaki mesafeyi biraz açıyor. 48. Cadde boyunca, batıya doğru onu takip ederken Rockefeller Center'ın önünden geçiyoruz. Babamla Noel'de buraya geldiğimiz zamanlarda her şeyi nasıl da büyüleyici bulduğumu hatırlıyorum. Fakat şu an ki haline inanamıyorum: her yer çöken binaların enkazlarıyla dolu. Bu koca mekan artık dev bir moloz yığınından ibaret.

Gözlerimi yoldan fazla uzun bir süre ayırmış olmalıyım, çünkü kafamı yola çevirir çevirmez hızla frene basıyorum ama çok geç: bir zamanlar Rockefeller Center'ın sembolü olan Noel ağacı yola devrilmiş şekilde, önümde uzanıyor. Çarpacağız. Çarpışmadan biraz önce halen üzerinde olan ışık ve süslemeleri seçebiliyorum. Kahverengi olan ağacın ne kadar süredir bu şekilde yolun ortasında yattığını merak ediyorum.

180 kilometre hızda tam ortasına dalıyorum. Çarpışma o kadar güçlü ki, karın üzerinde kaymaya başlayan ağacı bir süre sürüklüyorum. En sonunda direksiyonu sağa kırarak ağaçtan kurtuluyorum. Binlerce çan iğnesi aracın tavanındaki deliklerden içeri serpiliyor. Bir kısmı ise halen ön camda bulunan kana yapışıyor. Arabamızın dışardan nasıl göründüğünü tahmin bile edemiyorum.

Köle avcısı bu şehri fazla iyi biliyor: yaptığı akıllıca hareketler ona epey bir zaman kazandırıp, görüş alanımdan kaybolmasını sağladı. Fakat halen aracına ait izleri görebiliyorum ve anladığım kadarıyla Altıncı Bulvar'a doğru dönüyor.

Altıncı Bulvar da, çoğunun baş aşağı dönük olduğu, tekerlekleri dahil, kullanılabilecek en ufak parçalarına kadar sökülmüş olan tank ve Humveeler ile moloz yığınlarından oluşan başka bir bölge. Sokağın her yanına dağılmış araçlara çarpmamaya özen göstererek, köle avcısını takibe devam ediyorum. Milyonuncu kez nereye gidebiliyor olacağını düşünüyorum. Sırf beni kaybedebilmek için şehirde öylesine dolaşıyor mu? Kafasında belli bir istikamet var mı? Arena Bir'in nerede olduğunu hatırlayabilmek için kendimi zorluyorum. Bugüne kadar oranın gerçek olup olmadığından bile emin değildim.

Altıncı Bulvar'da hızla onu takip ediyorum. 43. Cadde'yi geçerken göz ucuyla Bryant Parkı'nı ve kenarında yer alan, bir zamanların New York Halk Kütüphanesi'ni görüyorum. Bu harika binaya gitmeye bayılırdım. Fakat artık yıkıntılardan ibaret.

Köle avcısı 42. Cadde'ye hızla dönüş yapıyor ve ben bu sefer tam arkasındayım. İkimizde ilkin kaydıktan sonra, arabalarımızı toparlıyoruz. Batıya doğru 42. Cadde'yi hızla geçerken, acaba Batı Tarafı Otoyolu'na mı gidiyor, diye merak ediyorum.

Sokağın sonuna geldiğimizde, Times Meydanı'na varmış oluyoruz. Meydanın ortasına, büyük kavşağın olduğu yere doğru onu takip ediyorum. Bu meydanın büyüklüğünü, çeşitliliğinin ve dolaşan yüzlerce insanın varlığının beni küçükken nasıl büyülediğini hatırlıyorum. Etrafta yanıp sönen reklam tabelaları ve ışıkların, gözlerimi kamaştırmaları aklıma geliyor.

Fakat, artık burası da her şey gibi yıkıntılardan ibaret. Tabii ki ışıkların hiçbiri çalışmıyor ve civarda tek bir insan bile yok. Büyük bir gururla asılı duran reklam tabelaları ya rüzgarda tehlikeli bir şekilde sallanıyorlar ya da sokağın ortasına yüz üstü devrilmiş haldeler. Kavşağın çevresi dev gibi otlarla sarılı. Eskiden meydanın merkezinde yer alan askerlik şubesinin önü ironik bir biçimde, parçalarına ayrılmış ve havaya uçmuş tank gövdeleriyle dolu. Burada nasıl bir çatışma yaşanmıştır acaba.

Köle avcısı ani bir hareketle Broadway'e doğru dönüyor. Onun peşinden döndüğüm zaman karşımda gördüğüm şey beni şoke ediyor: hapishane duvarına benzeyen, üzeri dikenli tellerle çevrili kocaman bir çimento duvar gökyüzüne doğru yükseliyor. Duvarlar gözlerimin alabildiği kadar uzuyor ve Times Meydanı'nı, sanki güneyden gelebilecek bir şeye karşı koruyormuş gibi duruyor. Köle avcıı duvarın içinde yer alan bir açıklıktan içeri giriyor ve aniden inen demir bir kapı beni dışarda bırakıyor.

Duvara çarpmadan durmayı başarabiliyorum. Duvarın ardındaki köle avcıları çoktan uzaklaşmaya başladılar bile. Onları tamamen kaybettim.

Buna inanamıyorum. Şu an hiçbir şey hissedemiyorum. Donmuş bir halde, motoru saatler sonra ilk defa durmuş aracımızın içinde sessizce otururken, vücudum titriyor. Böyle bir şeyin olacağını tahmin edemezdim. Bu duvarın neden burada olduğunu, niçin Manhattan'ın bir parçasına böyle bir şey yapmış olabileceklerini merak ediyorum. Kendilerini neden koruyor olabilirler ki?

Fakat sorumun üzerinden bir dakika bile geçmeden cevabımı alıyorum.

Metalin gıcırdamasını andıran bu ürkücü sesi duyduğum zaman, tüylerim diken diken oluyor. Etrafımızdaki kanalizasyon kapaklarından, bir sürü figür belirmeye yükselmeye başlıyor. Biyokurbanları. Times Meydanı'nın her yerindeler. Bir deri bir kemik halleri ve üzerlerine geçirdikleri paçavralarla dehşet verici gözüküyorlar. Çılgınlar.

Gerçekten de varlarmış.

Çevremizdeki bu asfalt arazinin her yanından ortaya çıkmış, üzerimize doğru geliyorlar.

O N İ K İ

Ben daha tepki veremeden, üzerimizde bir hareketlenme sezinliyorum. Duvarın üzerine çıkan köle avcıları, suratlarında maskeleri, ellerinde makinalı tüfekleriyle bize nişan alıyorlar.

"SÜR!" diye bağırıyor Ben çılgıncasına.

Silah sesleri başlamadan, gazı köklüyorum. Kurşunlardan oluşan bir sağanak arabanın üstüne doğru yağıyor. Tavandan, metalden ve kurşun geçirmez ön camdan sekiyorlar. Tavandaki deliklerden içeri girmemeleri için dua ediyorum.

Köle avcısıyla beraber Çılgınlar da her yanımızdan saldırıya geçiyor. İçlerinden biri arkamıza dolanarak, ucunda yanan bir bez parçasının bulunduğu bir şişeyi üzerimize doğru fırlatıyor. Arabanın biraz önüne düşen Molotof kokteyli patlayarak, etrafa alevler saçıyor. Tam zamanında direksiyonu kırarak, alevlerin sadece arabanın yanına sürtünmesine izin veriyorum.

Başka bir tanesi koşarak, ön cama atlıyor. Sıkıca tutunduğu camı bırakmayan bu herif, birkaç santim ötemdeki öfke dolu suratıyla bana doğru bakıyor. Direksiyonu birkaç sefer hızla kırarak, onu arabanın üzerinden atmayı başarıyorum.

Birkaç tanesi daha bagaja ve kaportaya atlayarak, bizi yavaşlatıyor. Gaza sonuna kadar basarak, 42. Cadde boyunca onları üzerimden atmaya çalışıyorum.

Fakat üç tanesi tutunmaya devam ediyor. Bir tanesi yolda sürüklenirken, diğeri kaportada bize doğru ilerliyor ve kaldırdığı levyeyi, ön cama indirmeye hazırlanıyor.

Sekizinci Bulvar'a doğru yaptığım sert bir dönüşle üçünü birden karlı zemine fırlatmayı başarıyorum.

Ucuz atlattık. Hem de çok ucuz.

Bulvar'da ilerlerken, duvarda başka bir geçit daha olduğunu görüyorum. Birkaç adet köle avcısı bu geçidin başında duruyorlar. Benim onlardan biri olmadığımın farkında olmayabileceklerini tahmin ediyorum. Ne de olsa Times Meydanı'nın girişleri bütün bir bulvar boyunca uzanıyor. Belki kendimden emin bir şekilde, doğruca o tarafa doğru sürersem beni kendilerinden zannedip, sorun çıkarmayabilirler.

Direksiyonu oraya doğru kırarak, duvardaki geçide doğru sürmeye başlıyorum. Yüz metre… elli…otuz… Halen açık duran geçide doğru ilerliyorum. Artık durmak yok. Olur da kapatırlarsa, kesin ölürüz.

İşlerin ters gitmesi ihtimaline karşı kendimi hazırlıyorum, Ben de aynısını yapıyor. Bir kaza geçireceğimizden emin sayılırım.

Fakat hiçbir sorun çıkmadan geçiyoruz. Başardık. Epey bir rahatlıyorum.

İçerdeyiz. Sekizinci Bulvar'dan içeri doğru tek şeritli yolda ilerliyorum. Onları Broadway'de yakalamak için sola doğru bir dönüş yapmak üzereyken, Ben ileriyi göstererek, "Oradalar!" diye bağırıyor.

Gözlerimi kısarak gösterdiği yeri seçmeye çalışıyorum. Ön cam halen kan ve çam ağacından fırlayan dikenlerle dolu.

"ORADALAR!" diye tekrar bağırıyor.

Bu sefer onları görebiliyorum: on blok kadar ilerimizdeler. Penn İstasyonu'nun dışında park halinde birkaç Humvee. Takip ettiğimiz araç da binanın önünde, egzozundan dumanlar çıkararak duruyor. Araçtan çıkan sürücü hızla Penn İstasyonu'nun merdivenlerini inerken, kelepçeli elleri birbirlerine zincirlenmiş olan Bree'yi ve Ben'in kardeşini yanında sürüklüyor. Onun bu halini gördüğüm zaman, kalbim duracak gibi oluyor.

Boş benzin göstergesi hiç olmadığı kadar yüksek bir sesle ötüyor ama ben yeniden gazı köklüyorum. Tek ihtiyacım olan birkaç blok daha yetmesi. Hadi ama. Hadi!

Bir şekilde başarıyoruz. İstasyonun girişine yakın bir yerde frene basıp, arabadan çıkmayı düşünürken, çok fazla zaman

kaybetmiş olduğumuzu fark ediyorum. Onları yakalayabilmenin tek bir yolu var: doğruca Penn İstasyonu'nun içine doğru sürmek. İstasyonun girişi, aşağı doğru dik bir şekilde uzanan taş basamaklara sahip. Arabalar için uygun olmayan bu merdivenlerde aracımızın ne yapacağını merak ediyorum. Acı verici olacak bu deneyim için kendimi hazırlıyorum.

"SIKI TUTUN!" diye haykırıyorum.

Sola doğru bir dönüş yaptıktan sonra, hız kazanmaya başlıyorum. 200 kilometreye ulaştım. Yapmayı planladığım şeyi anlayan Ben, sıkıca tutunarak "YAVAŞLA!" diye bağırıyor.

Fakat artık çok geç. Havalandıktan sonra taş basamaklara doğru dalışa geçiyoruz. Savrulan vücudum ve her basamakta zıplayan tekerlekler yüzünden aracın kontrolünü kaybediyorum. İyice hızlandıktan sonra, tüm gücümüzle Penn İstasyonu'nun kapılarına çarpıyoruz. Kapılar menteşelerinden fırlıyorlar ve kendimizi bir anda istasyonun içinde buluyoruz.

Arabanın kontrolünü tekrar sağlamayı başarıyorum. Arabayı ilk kez karla kaplanmamış bir yerde sürüyorum. Tekrar, başka bir merdivenden aşağı arabayı sürterek iniyoruz. Gürültülü bir şekilde yere çarpıyoruz.

Tren denetimi için kullanılan geniş, mağarayı andıran bir odada frene basarak, arabayı düzeltmeye çalışıyorum. İlerimizde düzinelerce köle avcısı var. Suratlarında şaşırmış bir ifadeyle dönüp, bize doğru bakıyorlar. Ne olup bittiğini anlamadıkları suratlarından görünebiliyor. Onlara kendilerini toparlayacak zaman tanımak istemiyorum. Onları lobutmuşlar gibi düşünerek, doğruca üzerlerine nişan alıyorum.

Yolumdan çekilmeye çalışıyorlar ama hızlanarak, aralarından birkaç tanesine çarpıyorum. Arabanın çarpmasıyla bükülen vücutları, kaportanın üzerinden uçuyor.

İlerlemeye devam ederken, kız kardeşimi kaçıran köle avcısını görüyorum. Yanındaki Ben'in kardeşini de bir trene koyuyorlar. Bree'nin de çoktan bu trene bindirilmiş olduğunu tahmin ediyorum.

"Bu benim kardeşim." diye bağırıyor Ben.

Trenin kapısı kapanınca, son bir kez gaza basıyorum, en azından kardeşlerimizi kaçıran köle avcısına çarpabilirim. Gözleri, ona çarpmak üzere olan bir arabanın farlarına kilitlenmiş bir ceylan gibi donup kalıyor. Çarpmama anlar kala, göz göze geliyoruz.

Onu, arabayla trenin arasına bir sandviç gibi sıkıştırarak, ortadan ikiye ayırıyorum. Trene de 140 kilometre ile vurduğumuzdan, suratım gösterge paneline çarpıyor. Ben travma geçirmeye başlarken, aracımız artık kullanılmaz bir biçimde yerde bir süre sürüklendikten sonra, tamamen duruyor.

Başım dönüyor ve kulaklarım çınlıyor. Bizi arayan köle avcılarının uzaktan gelen koşturma seslerini hafifçe işitebiliyorum. Arabamızın biraz bile yavaşlatmayı başaramadığı tren, ilerlemeye devam ediyor. Ben, bilincini kaybetmiş bir şekilde koltukta hareketsiz duruyor. Ölüp, ölmediğini merak ediyorum.

İnsanüstü bir çabayla, kendimi araçtan atıyorum.

Tren artık hızlanıyor sayılır ve onu yakalamak için yapabileceğim tek şey koşmak. Trene yetişiyorum ve zıplayarak tutunduğum bir metal çubukla kendimi yukarı çekerek, ayaklarımı koyacak bir yer buluyorum. Trenin üzerindeki pencerelerden birine kafamı sokup, Bree'yi arıyorum. Pencere pencere dolaşarak, içeri girebileceğim bir kapıya ulaşıyorum.

Trenin hızından saçlarım uçuşurken, çaresiz şekilde kapıya uzanmaya çabalıyorum. Trenin bir tünele doğru yaklaştığını görünce, kalbim duracak gibi oluyor. Kaçabileceğim hiçbir yer yok. Kısa sürede içeri girmeyi başaramazsam, duvara çarpacağım.

Sonunda kapı koluna uzanabiliyorum. Tam açacakken, kafamın yanına inanılmaz bir acı saplanıyor.

Sert bir şekilde taş zemine düşüyorum. Üç metrelik bu düşüş nefesimi kesiyor. Yerde yatmış, trenin uzaklaşmasını izliyorum. Birileri bana sağlam bir yumruk atmış olmalı.

Acımasız suratı ve sert bakışlarıyla bir köle avcısı başıma dikiliyor. Birkaç tanesi daha yaklaşıyor. Etrafımda toplanıyorlar. İşim bitmek üzere.

Fakat bu artık çok önemli değil: çünkü tren içinde kız kardeşimle beraber çoktan uzaklaştı bile.

Zaten artık hayatın benim için bir önemi kalmadı.

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
09 eylül 2019
Hacim:
293 s. 6 illüstrasyon
ISBN:
9781632912138
İndirme biçimi:
Serideki Birinci kitap "Köle Tüccarları Üçlemesinin"
Serinin tüm kitapları