Kitabı oku: «Ejderhaların Yükselişi », sayfa 13

Yazı tipi:

Fakat bu hareket babasını savunmasız bırakmıştı ve bir askerin babasının koluna kılıç saplayışını dehşet içinde izledi. Babası çığlık attı ve diğer asker üstüne doğru gelirken tökezledi.

Kyra dizlerinin üzerinde dururken tanımadığı bir duygu onu ele geçirmeye başladı; karın boşluğundan başlayıp tüm vücuduna yayılıyordu. Bu yabancı bir duyguydu fakat aynı zamanda hemen kabullendiği bir duygu… Ona sınırsız bir güç veriyormuş gibiydi. Tüm vücuduna, her seferinde bir uzvuna doğru damarlarında yayılıyordu. Gücün yanı sıra ona odaklanma gücü de vermişti. Etrafına baktığında ona zaman yavaşlamış gibi geldi. Tek bir bakışta tüm düşman askerlerine göz atmış, hepsinin zayıf noktalarını görmüş, hepsini nasıl öldüreceğini belirlemişti.

Kyra kendisine neler olduğunu anlamamıştı fakat umurunda da değildi. Onu ele geçiren bu yeni gücü kabullenmiş ve bu tatlı öfkeye boyun eğmesine izin vermiş ve onun dediklerini yapmaya başlamıştı.

Kyra ayağa kalktığında yenilmez hissediyordu ve etrafındaki herkes ona ağır çekimde hareket ediyormuş gibi geliyordu. Asasını kaldırdı ve kalabalığa daldı.

Sonrası ise şimşek hızında, değerlendiremeyeceği ve zar zor hatırladığı, görülemeyecek kadar bulanıktı. Gücün kollarını ele geçirdiğini hissetti ve ardından, sonra kimse vurması, nereye vurması gerektiği konusunda yönlendiriliyor gibiydi. Kendini düşman askerlerin arasında bir hayalet gibi gezerken buldu. Bir askerin başının yanına vurdu, sonra uzanıp bir diğerinin boğazına geçirdi. Ardından yükseğe sıçradı ve asasını iki eliyle yan tutup iki askerin başlarına aynı anda indirdi. Kalabalığın arasında fırtına gibi dolanırken asasını döndürdü ve çevirdi; ardında sağa sola devrilmiş askerlerden bir iz bıraktı. Hiç kimse onu yakalayamıyordu, hiç kimse onu durduramıyordu.

Metal asasın zırhlara vurup çıkarttığı çınlama havayı doldurdu. Her şey inanılmaz büyük bir hızda oluyordu. Hayatında ilk defa kendini evrenle bir hisseti, sanki artık kontrol etmeye çalışmıyor, kontrol edilmesine izin veriyor gibiydi. Bu yeni gücü anlayamamıştı. Bu güç onu hem dehşete düşürmüş hem de coşturmuştu.

Kısa süre içinde Lordun Adamlarının hepsini köprüden temizlemişti. Kendini uzak köşede ayakta durup son bir askerin iki kaşının arasına asasını indirirken buldu.

Kyra hızlı nefes alıp verirken bir anda zaman tekrar eski hızına döndü. Etrafına bakıp yarattığı zararı izlerken herkesten fazla şoke olmuştu.

Köprünün uzak köşesinde bir düzine veya bir düzine kadar asker kalmıştı ve hepsi de ona gözlerinde panikle bakıyordu. Arkalarını dönüp koşarak kaçmaya başladılar, karda kayıyorlardı.

Sonra bir bağırış duyuldu ve Kyra’nın babası bir saldırıyı yönetmeye başladı. Kaçan adamların peşine düştüler, onları sağdan ve soldan çembere alıp tek bir asker kalmayana kadar öldürdüler.

Bir boru sesi daha duyuldu. Savaş bitmişti.

Babasının tüm adamları, tüm köylüler durmuş, imkânsızı başardıklarını fark ederek şoke olmuşlardı. Fakat tuhaf bir şekilde, bu tip bir zaferden sonra genelde atılan zafer çığlıkları yoktu; hiçbir adam kutlama veya kucaklaşma yapmıyordu, hiçbir keyifli bağırış yoktu. Aksine hava tuhaf bir şekilde gergindi, herkeste karamsar bir hava vardı. Bugün orada birçok iyi kardeşlerini kaybetmişler, cansız bedenleri her yana yayılmıştı. Adamların duraklamasına sebep olan da belki bu durumdu.

Fakat Kyra biliyordu ki bundan fazlası vardı. Sessizliğe sebep olan bu değildi. Buna sebep olanın kendisi olduğunu biliyordu.

Savaş alanındaki tüm gözler dönmüş ona bakıyordu. Leo bile gözlerinde korkuyla ona bakıyordu, sanki artık onu tanımıyormuş gibiydi.

Kyra yanakları hala kırmızı ve hızla nefes alarak dururken tüm gözlerin üzerinde olduğunu hissetti. Herkes ona hayranlıkla bakıyordu; fakat aynı zamanda şüpheyle de bakıyorlardı. Ona sanki aralarındaki bir yabancıymış gibi bakıyorlardı. Hepsinin kendilerine aynı soruyu sorduğunu biliyordu. Kendisinin de cevabını bulmak istediği, onu her şeyden çok dehşete düşüren bir soru:

Kimdi o?

BÖLÜM YİRMİ BİR

Alec oğlan yığınının arasında sıkışmış ayakta dururken uykuyla uyanıklık arasında gidip geliyor, kısa rüyalar görüyordu, kötü rüyalar… Oğlanlarla dolu bir tabutta, kapak üzerine kapanırken boğulduğunu görüyordu.

Korkuyla sıçrayarak uyandı, hızlı nefes alırken taşıyıcının içinde durmakta olduğunu hatırladı. İkinci bir tam gün boyunca taşıyıcı tepeleri ine çıka, ormanların içine gire çıka sarsılarak daha fazla durakta durulmuş ve daha fazla oğlan alınmıştı. Alec son karşılaşmadan beri ayaktaydı, böylesini daha güvenli buluyordu fakat sırtının ağrısı onu öldürüyordu. Fakat artık umurunda da değildi. Bu şekilde uyuklamayı daha kolay buluyordu, özellikle de Marco arkasındayken. Onlara saldıran oğlanlar taşıyıcının uzak tarafına çekilmişlerdi fakat o noktadan sonra kimseye güveni kalmamıştı.

Taşıyıcının sarsıntısı Alec’in bilincine işlemişti ve sabit bir zeminde durmanın nasıl bir şey olduğunu unutmuştu. Ashton’ı düşündü ve hiç olmazsa onun burada dikiliyor olmadığı gerçeğiyle biraz da olsa avundu. Bu durum ona bir amaç, devam etmesi için cesaret verdi.

Gölgeler uzamaya başladığında, yolculuğun sonu gelmeyecek gibi görünüyordu ve Alec Ateş Duvarlarına hiç ulaşamayacaklarını düşünüp umutsuzluğa kapıldı.

Alec oğlanların arasında bir heyecan dalgasının yayılmakta olduğunu hissetti ve bu kez bunun farklı bir şey olduğunu biliyordu. Oğlanlar demir parmaklıkların arasından bakarken canlanmaya başlamışlardı. Alec dönüp dışarıya bakmaya çalıştı, dengesi bozulmuştu fakat kalabalığın arasından dışarıyı göremiyordu.

“Bunu görmelisin,” dedi Marco dışarı bakarken.

Marco önünden çekilince Alec bir göz atma şansı buldu ve gördüğü manzara hayatı boyunca unutmayacağı şeydi:

Ateş Duvarları.

Alec hayatı boyunca Ateş Duvarları hakkında bir şeyler duymuştu fakat hiçbir zaman var olduklarını düşünmemişti. Hayal edilmesi en zor şeylerden biriydi ve bunun nasıl mümkün olacağını ne kadar uğraşsa da hayal bile edememişti. Ateşler nasıl bu kadar yükseğe çıkabiliyordu? Nasıl sonsuza dek yanabiliyorlardı?

Fakat şimdi, onlara ilk kez bakıyordu ve gerçek olduklarını artık biliyordu. Manzara nefesini kesti. Orada, ufukta Ateş Duvarları duruyor, efsanelere uygun şekilde bulutlara kadar yükseliyordu. O kadar büyüktü ki nerede sona erdiği anlaşılamıyordu. Bulunduğu yerden bile ateşlerin çatırtısını ve sıcaklığını hissedebiliyordu. Büyüleyiciydi fakat aynı zamanda dehşet vericiydi.

Alec Ateş Duvarlarının ilerisinde ve gerisinde konuşlanmış yüzlerce asker gördü. Oğlanlar ve erkekler, nöbet tutuyordu ve her otuz metrede bir gibi bir sıklıkla yayılmışlardı. Yolun sonunda ufukta siyah, taş bir kule ve etrafında birçok ek yapı gördü. Burası bir etkinlik merkeziydi.

“Yeni evimiz burası gibi görünüyor,” diye gözlemde bulundu Marco.

Alec isle kaplı oğlanlarla dolu, pis koğuşları gördü. Midesinin burkulduğunu hissetti. Gördüğü şey geleceğine üzücü bir göz atış gibiydi, hayatının döneceği cehenneme bakmak gibi…

*

Alec Pandesialı görevlilerce taşıyıcıdan sürüklenip diğer oğlanlarla birlikte yere devrilirken kendini hazırladı. Oğlanlar üzerine yığıldığında nefes almak için uğraştı, zeminin sertliği ve karla kaplı oluşu ona şoke etmişti. Kuzeydoğu iklimine hiç alışık değildi ve üzerindeki Orta Diyar kıyafetlerinin çok ince olduğunu ve orada hiçbir işe yaramayacağını fark etti. Birkaç gün uzaklıktaki, güneydeki Soli’de zemin daha yumuşak, yeşil bataklıklarla kaplı, suluydu. Oraya hiç kar yağmazdı ve hava her zaman çiçek kokardı. Burası ise soğuk, sert ve cansızdı. Havada sadece ateş kokusu vardı.

Alec oğlan yığını altından kendini kurtarıp zar zor ayağa kalktığından sırtından ittirildiğini hissetti. İleriye doğru tökezlerken dönüp baktığında arkasında bir görevlinin olduğunu ve oğlanları sanki sığır sürüsü itiyormuş gibi koğuşlara doğru ittiğini gördü.

Alec’in arkasındaki taşıyıcının içinden düzinelerce oğlan indiriliyordu ve bir kısmının ölmüş olduğunu ve gevşekçe yere yığıldığını görmek onu şaşırttı. O taşıyıcıda kendisinin de sıkışık vaziyette oradan çıktığını ve yolculuğu atlattığını hatırlayıp hayrete düştü. Vücudundaki tüm kemikler ağrıyordu, eklemleri sertleşmişti ve yürümeye başladığında, daha önce hiç hissetmediği kadar yorgun hissediyordu. Aylardır uyumamış gibi hissediyordu ve sanki dünyanın sonuna gelmiş gibiydi.

Çatırtı sesleri havayı doldurdu ve Alec başını kaldırıp baktığında yüz metre kadar uzağında Ateş Duvarlarını gördü. Oraya doğru yürürlerken duvarlar git gide büyüdü. Onları şahsen bu kadar yakından görmek büyüleyiciydi ve attığı her adımda artan sıcaklığına minnettar oldu. Fakat bir yandan da daha yakından ne kadar sıcak olabileceklerini düşünüp korktu. Devriye gezenler yirmi metre kadar yakınında geziyorlardı. Alışılmışın dışında koruyucu bir zırh giydiklerini fark etti fakat yine de sağda solda, çöktüğü belli, yatanlar da vardı.

“Şu ateşleri görüyor musun oğlum?” diyen şeytani bir ses duydu.

Alec dönüp baktığında taşıyıcıda kavga ettiği oğlanın arkasından geldiğini gördü, arkadaşı da yanındaydı ve alaycı bir ifadeyle bakıyordu.

“Yüzünü oraya yapıştırdığım zaman kimse seni tanıyamayacak, annen bile. Ellerini bir kütüğe dönüşünceye kadar yakacağım. Kaybetmeden önce sahip olduklarının kıymetini bil.”

Serti kaba bir sesle güldü, öksürük gibi bir ses çıkartıyordu.

Alec meydan okuyarak baktı, şimdi Marco da yanındaydı.

“Taşıyıcıda beni yenmeyi beceremedin,” diye cevapladı Alec “ve burada da yenemeyeceksin.”

Oğlan kıs kıs güldü.

“Burası taşıyıcı değil oğlum,” dedi. “Bu gece benimle uyuyacaksın. Bu kışlalar artık bizim. Bir gece, bir çatı. Sadece sen ve ben. Ve istediğim kadar zamanım var. Bu gece veya yarın olabilir; hiç beklemediğin gecelerden birinde uyuyor olacaksın ve seni yakalayacağız. Yüzün ateşlere yapışmış olarak uyanacaksın. Sıkı uyu,” diye gülerek cümlesini bitirdi.

“Gerçekten o kadar sıkıysan,” dedi Marco “neyi bekliyorsun? İşte buradayız. Dene bakalım.”

Alec oğlanın arkadaki Pandesialı görevlilere bakarken yüzündeki kararsızlığı gördü.

“Zamanı gelince,” diye cevapladı.

Daha sonra sinsice kalabalığa karıştılar.

“Merak etme,” dedi Marco. “Sen uyuduğunda ben uyanık kalırım ve sen de aynısını benim için yaparsın. Bu pislikler bize yaklaşacak olursa onları buna pişman ederiz.”

Alec koğuşlara merak içinde bakarken, onaylayarak başını salladı; minnettardı. Ağzına kadar dolu girişe birkaç metre uzaktalarken Alec binadan yayılan vücut kokusunu alabiliyordu. İçeri itildiğinde geri çekildi.

Alec yalnızca yüksek pencerelerden gelen zayıf ışıkla aydınlanan koğuşun karanlığına uyum sağlamaya çalıştı. Yerdeki pisliği görünce her ne kadar berbat da olsa taşıyıcının bile oradan daha iyi olduğunu fark etti. Bir sıra şüpheli, saldırgan yüz ona bakıyor, sadece gözlerinin akı görünüyor, onu süzüyorlardı. Sonra bağırıp çağırmaya başladılar. Yeni gelenlerin gözünü korkutmaya ve bölgelerine sahip çıkmaya çalıştıkları belliydi. Koğuşların içi gürültüyle doldu.

“Taze et!” dedi biri.

“Ateş Duvarları için yem!” diye bağırdı bir diğeri.

Büyük odanın içinde derinliklere itildikçe Alec artan bir endişe duygusu hissetmeye başladı. Sonunda samanlardan oluşan boş bir noktanın önünde durdular Marco’yla birlikte fakat anında sırtından ittirildi.

“Orası benim yerim oğlum.”

Alec dönüp baktığında daha yaşlı bir aceminin kendisine bakmakta olduğunu gördü. Elinde bir hançer vardı.

“Tabii eğer gırtlağını kesmemi istemiyorsan,” diye uyardı.

Marco öne çıktı.

“Samanlık sende kalsın,” dedi. “Zaten kokuyor.”

İkili arkalarını dönüp koğuşun içlerine doğru ilerlemeye devam ettiler, ta ki Alec uzak köşede, gölgede bir parça saman bulana kadar. Etrafında kimse yoktu ve Marco ile birlikte sırtlarını duvara yaslayıp oturdular.

Alec rahatlayarak bir nefes Verdi, oturmak ve hareket etmemek ağrıyan bacaklarına çok iyi gelmişti. Sırt duvara dayalı, odanın köşesinde kolayca tuzağa düşürülemeyeceği bir noktada ve odayı rahat görebildiği bir yerde kendini güvende hissetmişti. Yüzlerce aceminin boş boş dolandığını gördü, hepsi bir tartışma halindeydi ve her an düzinelercesi akın ediyordu. Birçoğunun ölü olarak, ayak bileklerinden sürüklenerek dışarı çıkartıldıklarını gördü. Burası cehennemin bir görüntüsüydü.

“Merak etme, daha da kötü hale gelecek,” diyen bir ses duydu.

Alec dönüp birkaç metre uzağında gölgenin içinde yatan bir oğlan gördü. Daha önce fark etmemiş olduğu bu oğlan, sırt üstü yatmış, elleri başının altında tavana bakıyordu. Bir barça samanı çiğniyordu ve sesi kalın ve yorgundu.

“Büyük ihtimalle açlıktan öleceksin,” dedi oğlan gizemli bir şekilde. “Buraya gönderilen oğlanların yarısı açlıktan ölür. Birçoğunu da hastalık öldürür. Hastalığa yakalanmasan bile bir başka oğlana yakalanırsın. Bir parça ekmek için kavga edebilirsin veya hiçbir sebep yokken! Belki yürüyüşünü beğenmezler, belki görünüşünü… Belki de onlara bir başkasını hatırlatırsın. Veya hiçbir sebebi olmayan bir nefrete kurban gidersin. Buralarda bunlar çok olur.”

İçini çekti.

“Ve bütün bunlar da seni öldürmezse,” diye ekledi, “o ateşler öldürür. Belki ilk veya ikinci nöbetinde olmaz ama troller en beklemediğin anda bu tarafa geçerler, genelde yanarak gelirler ve öldürecek birini ararlar. Kaybedecek hiçbir şeyleri yoktur ve hiçlikten gelirler. Geçen gece gördüm bir tanesini, dişlerini oğlanın boğazına geçirdi, diğer oğlan hiçbir şey yapamadı.”

Alec ve Marco birbirlerine baktı; nasıl bir hayata adım attıklarını merak ediyorlardı.

“Hayır,” diye ekledi oğlan, “Burada oğlanların bir aydan fazla hayatta kaldığını görmedim.”

Sen hala buradasın,” dedi Marco.

Oğlan samanı çiğnemeye devam edip gülümsedi; hala tavana bakıyordu.

“Çünkü ben nasıl hayatta kalacağımı öğrendim,” diye cevapladı.

“Ne zamandır buradasın?” diye sordu Alec.

“İki aydır,” diye cevapladı. “Aralarındaki en uzun süre.”

Alec şoke olup yutkundu. En uzun hayatta kalma süresi iki aydı. Burası gerçekten bir ölüm fabrikasıydı. Buraya gelmekle hata mı yaptığını düşünmeye başladı. Belki de Pandesialılar Soli’ye geldiğinde savaşmalıydı. Evinde, hızlı ve acısız bir ölüm olurdu. Düşüncelerinin kaçmak üzerine yoğunlaştığını fark etti. Sonuçta ağabeyi kurtulmuştu, orada kalarak kazanacağı ne vardı?

Alec kendini kapıları ve pencerelere bakıp muhafızları kontrol ederken buldu. Bir yol var mı diye bakınıyordu.

“Bu güzel,” dedi oğlan, hala tavana bakıyor fakat onu da gözlemliyordu. “Kaçma düşüncesi. Burada düşünülecek tek şey. Hayatta kalmanın tek yolu.”

Alec kızardı. Oğlanın aklını okumuş olmasından utanmıştı ve bunu doğrudan ona bakmadan yapabilmiş olmasına hayran olmuştu.

“Fakat bunu sakın denemeyin,” dedi oğlan. “Kaçımızın kaçmayı denerken öldüğünü söyleyemem. O şekilde ölmektense öldürülmeyi tercih ederim.”

“O şekilde ölmek derken?” diye sordu Marco. “İşkence mi ediyorlar?”

Oğlan başını salladı.

“Daha beter,” diye cevapladı. “Gitmene izin veriyorlar.”

Alec kafası karışmış bir şekilde bakıyordu.

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu.

“Burayı çok iyi seçmişler,” diye açıkladı. “Şu orman ölümle doludur. Yabandomuzları, canavarlar, troller, hayal edebileceğiniz her şey var. Hiçbir oğlan asla sağ çıkamaz.”

Oğlan sırıttı ve ilk defa onlara baktı.

“Ateş Duvarlarına,” dedi genişçe gülümseyerek, “hoş geldiniz arkadaşlar.”

BÖLÜM YİRMİ İKİ

Kyra ilk savaşının sersemliği üzerinde, Volis’in dolambaçlı sokaklarında yürüyor, karlar çizmelerinin altında çıtırdıyordu. Her şey çok hızlı olmuştu, hayal ettiğinden çok daha sert ve daha yoğundu. Adamlar ölmüştü, iyi adamlar, hayatı boyunca tanıdığı adamlar. Korkunç ve acı dolu yollarla ölmüşlerdi. Babalar, ağabeyler ve eşler artık karda ölü yatıyordu. Zemin gömme için çok sert olduğundan cesetleri kale kapılarının dışında yığılmıştı.

Gözlerini kapattı ve aklından bu görüntüleri silmeye çalıştı.

Büyük bir zaferdi ve fakat aynı zamanda onun tevazu sahibi olmasını, gerçek bir savaşın nasıl olduğunu görmesini ve hayatın ne kadar kırılgan olabileceğini anlamasını sağlamıştı. Bir insanın ne kadar kolay ölebileceğini ve bir insanı ne kadar kolay öldürebileceğini görmüştü ve ikisi de eşit miktarda rahatsız ediciydi.

Ömrü boyunca büyük bir savaşçı olmak istemişti fakat şimdi bunun ağır bir bedeli olacağını görebiliyordu. Kahraman olmak için can atıyordu fakat kahramanlıkla ilgili hiçbir şeyin kolay olmadığını anlamaya başlamıştı. Savaş ganimeti gibi eliyle tutabileceği veya duvarına asabileceği bir şey değildi. Fakat tüm erkekler de onun peşinden koşuyordu. Bu kahramanlık denen şey neredeydi? Şimdi savaş bittiğinde nereye gitmişti?

Günün olayları Kyra’nın her şeyden çok kendisiyle ilgili meraklanmasına sebep olmuştu; birdenbire ortaya çıkan ve sonra hızla kaybolan gizemli gücü hakkında düşündü. Onu tekrar çağırmayı denedi ama başaramadı. O neydi? Nereden gelmişti? Kyra bilmediği veya kontrol edemediği şeyleri sevmezdi. Daha az güce sahip olup yeteneklerinin nereden geldiğini anlamayı tercih ederdi.

Kyra sokaklarda yürürken kendi halkının tepkisi de kafasını karıştırıyordu. Savaştan sonra herkesin panik içinde evlerine koşup kaleyi boşaltmaya hazırlanmalarını bekliyordu. Ne de olsa birçok Lordun Adamı ölmüştü ve yakın zamanda Pandesia’nın gazabını göreceklerinden emindi. Daha büyük ve korkunç bir ordu onlar için gelebilirdi. Bu yarın, sonraki gün veya sonraki hafta olabilirdi ama geleceklerinden emindi. Buradaki herkes yaşayan ölüydü. Nasıl bu kadar korkusuz olabiliyorlardı?

Halkla haşır neşir olurken Kyra hiçbir korku görmemişti. Aksine coşkulu, enerji dolu, yenilenmiş insanlar gördü; özgürlüğüne kavuşmuş insanlar gördü. İnsanlar sağa sola koşuşturuyor, birbirlerinin sırtına dostça vuruyor, kutlama yapıyor ve hazırlanıyorlardı. Silahlarını bileylediler, kapıları sıkılaştırdılar, taş yığınlarını yükselttiler, yiyecek depoladılar ve büyük bir sorumluluk duygusu içinde aceleyle hareket ettiler. Babasının örneğini takip eden Volisliler çelik gibi bir iradeye sahipti. Kolay zapt edilemeyecek insanlardı ve işin aslı neye mal olursa olsun, olasılıklar ne kadar amansız da olsa, bir sonraki yüzleşmeye hazırlanıyor gibi görünüyorlardı.

Kyra halkın arasında gezerken başka bir şey daha fark etti, onu rahatsız eden bir şey; halkın ona bakış şekli… Yaptıkları hakkındaki dedikodunun yayılmış olduğu belliydi ve insanların, onun arkasından fısıldaştığını duyabiliyordu. Hayatı boyunca tanıdığı ve sevdiği tüm insanlar şimdi ona sanki onlardan biri değilmiş gibi bakıyordu. Bu durum aralarında bir yabancı gibi hissetmesine sebep olmuştu ve gerçek evinin neresi olduğunu merak etti. En önemlisi, babasının ondan sakladığı sırrı merak etmişti.

Kyra kalın duvarlarla örülü surlara yürüdü ve taş merdivenleri tırmandı. Leo da hemen arkasındaydı. Üst katlara çıktı. Yaklaşık her yarım metrede bir nöbet tutan babasının askerlerini geçti ve onların da bakışlarının değiştiğini gördü, gözlerinde yeni bir saygı ifadesi vardı. Bu bakış her şeye değerdi.

Kyra köşeyi döndü ve uzakta kemerli geçidin üzerinde durup kırsal alana bakan, bunca yolu gelmesinin sebebi adam duruyordu: babası. Orada durmuş, elleri belinde, etrafında birkaç adamıyla yükselen kara bakıyordu. Rüzgârla gözlerini kırptı. Rüzgârdan veya henüz taze olan savaş yaralarından etkilenmemiş görünüyordu.

Daha sonra Kyra’ya döndü ve adamlarına bir işaret yaptı. Adamlar yürüyerek uzaklaştı ve ikisini yalnız bıraktı.

Leo öne koşup babasının elini yalarken babası da kurdun başını okşadı.

Kyra babasıyla yüz yüze tek başına dururken ne diyeceğini bilemiyordu. Babası ifadesiz bir şekilde ona baktığında, ona kızgın mıydı, onunla gurur mu duyuyordu yoksa ikisi birden mi, emin olamadı. Babası en sıradan zamanlarda bile çok karmaşık bir adamdı; fakat hiç de sıradan bir zamanda değillerdi. Yüzü arkalarındaki dağ kadar sert ve yağan kar kadar beyazdı. Volis’in kendinden yontulmuş olduğu kadim taşa benziyordu. Babası mı oradandı yoksa orası mı babasındandı emin olamamıştı.

Sonra tekrar dışarıya döndü ve kırsal Alana bakmaya başladı. Kyra da yanında dışarıya bakıyordu. Babasının konuşmasını beklerken yalnızca rüzgârla bölünen bir sessizliği paylaştılar.

“Buradaki güvenliğimizin, güvenli hayatımızın özgürlüğümüzden daha önemli olduğunu düşünürdüm,” dedi sonunda, sesi düşük bir gök gürültüsü gibiydi. “Bugün yanıldığımı fark ettim. Bana unuttuğum şeyleri hatırlattın. Özgürlüğümüz, onurumuz her şeyden önemli.”

Kızına dönüp bakıp gülümsediğinde Kyra babasının bakışlarındaki sıcaklığı görüp rahatladı.

“Bana harika bir hediye verdin,” dedi babası. “Bana onurun ne demek olduğunu hatırlattın.”

Babasının sözlerini onu etkilemişti ve gülümsedi ve kendisine kızgın olmadığını anlayıp rahatladı. Aralarındaki çatlağın giderildiğini hissetti.

“Bir insanın ölümünü görmek zor bir şeydir,” dedi, sırtını kırsal alana dönmüş, düşünceli bir şekilde. “Benim için bile!”

Daha sonra uzun bir sessizlik oldu. Kyra babasının olanlar hakkında konuşup konuşmayacağını merak ediyordu; konuşmak istediğini seziyordu. Aslında kendisi de konuşmak istiyordu ama nasıl olacağını bilmiyordu.

“Ben farklıyım Baba, öyle değil mi?” diye sordu nihayet, sesi yumuşaktı ve soruyu sormaya korkuyordu.

Babası ne düşündüğü anlaşılmaz şekilde ufka bakmayı sürdürdü fakat sonunda başının küçük bir hareketiyle onayladı.

“Annemle ilgili bir şey, değil mi?” diye sorguladı. “Kimdi o? Ben senin kızın mıyım?”

Babası ona bakarken gözlerinde hüzün ve tam olarak anlayamadığı bir nostaljik bakış vardı.

“Bu sorular başka zamanın soruları,” dedi. “Hazır olduğun zaman.”

Şimdi hazırım,” diye ısrar etti.

Babası başını salladı.

“Önce öğrenmen gereken çok şey var, Kyra. Senden saklamak zorunda kaldığım çok sır var,” dedi, sesi pişmanlıkla doluydu. “Bunu yapmak bana acı verdi fakat sbu seni korumak içindi. Her şeyi öğrenme zamanın yakındı, kim olduğunu öğrenme zamanın…”

Babasının karşısında dururken kalbi hızla atıyordu, öğrenmek için can atıyordu fakat aynı zamanda korkuyordu.

“Seni büyütebileceğimi düşündüm,” diye içini çekti. “Beni bu günün geleceği konusunda uyardılar fakat ben inanmadım. Bugüne kadar, yeteneklerini görene kadar. Senin yeteneklerin…benden öteye geçiyor.”

She kafası karışık şekilde kaşlarını çattı.

“Anlayamıyorum Baba,” dedi. “Ne demek istiyorsun?”

Babasının yüzü bir karar ifadesiyle sertleşti.

“Bizim için artık gitme vakti,” dedi, sesinde kararlılık vardı. Kesin kararını verdiği zaman kullandığı ses tonunu kullanıyordu. “Volis’i derhal terk etmeli ve dayını, annenin erkek kardeşi Akis’i bulmalısın. Ur Kulesi’nde.”

“Ur Kulesi’nde mi?” diye tekrarladı şoke olmuş halde. “Öyleyse dayım bir Gözcü mü?”

Babası başını salladı.

“Çok daha fazlası. Seni eğitmesi gereken kişi o ve yalnızca o hakkındaki gizemleri ortaya çıkarabilir.”

Sırları öğrenmek onu heyecanlandırırken Volis’i terk etme fikri onu bunaltmıştı.

“Gitmek istemiyorum,” dedi. “Burada kalmak istiyorum, seninle birlikte. Özellikle de şimdi, bu zamanda.”

Babası iç geçirdi.

“Maalesef senin ve benim isteklerim artık hiç önemli değil,” dedi. “Bu artık seninle ve benimle ilgili değil. Bu artık Escalon’la ilgili; Escalon’un tamamıyla… Topraklarımızın kaderi senin ellerinde. Anlamıyor musun, Kyra?” dedi. “O sensin. Halkımızı karanlıktan çıkartacak olan sensin.”

Kyra gözlerini kırptı, şoke olmuştu ve duyduklarına inanamıyordu.

“Nasıl?” diye sordu. “Bu nasıl mümkün olabilir?”

Fakat babası sessizliğe gömülmüş, tek kelime daha etmiyordu.

“Senin yanından ayrılamam Baba,” diye yalvardı. “Gitmem. Şimdi değil.”

Babası hüzünlü gözlerle kırsal alanı inceliyordu.

“On dört gün içinde burada gördüğün her şey yok edilecek. Bizim için artık umut yok. Hala vaktin varken kaçmalısın. Sen tek umudumuzsun; burada bizimle ölmen kimseye yardımcı olmaz.”

Bu sözler Kyra’nın canını acıtmıştı. Halkı ölürken oradan ayrılmaya ikna edemiyordu kendini..

“Geri gelecekler, öyle değil mi?” diye sordu.

Bu sorudan çok bir tespit gibiydi.

“Evet,” diye cevapladı babası. “Volis’i çekirge sürüsü gibi kaplayacaklar. Tanıdığın ve sevdiğin şeylerden geriye hiçbir şey kalmayacak.”

Bu cevap karşısında midesinin burkulduğunu hissetti ve artık hiç olmazsa gerçekleri bildiği için babasına minnettardı.

“Peki ya başkent?” diye sordu Kyra. “Eski Kral ne yapıyor? Andros’a gidip savunma için eski orduyu toplaman gerekmez mi?”

Babası başını salladı.

“Kral bir kez teslim oldu,” dedi öfkeyle. “Savaşma vakti çoktan geçti. Andros artık politikacılar tarafından yönetiliyor, askerler değil ve hiçbiri güvenilir değil.”

“Fakat hepsi Volis için olmasa da Escalon için başkaldıracaktır, öyle değil mi?” diye diretti.

“Volis sadece bir kale,” dedi babası, “Sırtlarını dönmeyi göze alabilecekleri bir kale. Bugünkü zaferimiz her ne kadar muhteşem olsa da onların Escalon’u topyekûn savaşa sokmasına yetecek kadar büyük değil.”

İkisi de gözlerini ufka dikmiş sessizce duruyordu ve Kyra babasının sözlerini düşünüyordu.

“Korkuyor musun?” diye sordu.

“İyi bir lider her zaman korkularını takip etmelidir,” diye cevapladı babası. “Korku hislerimizi keskinleştirir ve hazırlanmamıza yardım eder. Fakat bu ölüm korkusu değildir, iyi bir şekilde ölmeme korkusudur.”

Orada durmuş gökyüzüne bakarlarken babasının sözlerinin ne kadar doğru olduğunu fark etti. Aralarında uzun ve huzurlu bir sessizlik oldu.

Sonunda babası ona döndü.

“Ejderhan şimdi nerede?” diye sordu ve sonra aniden arkasını dönüp, ara sıra yaptığı gibi yürüyüp gitti.

Kyra tek başına gökyüzüne bakarken garip bir şekilde aynı şeyi merak ediyordu. Gökyüzü boştu; toplanan bulutlarla ağırlaşıyordu. Aklının bir köşesinde bir çığlık duymayı ve bulutların arasından dalışa geçen kanatlarını görmeyi umut ediyordu.

Fakat hiçbir şey yoktu. Yalnızca boşluk ve sessizlik… Ve babasının derinleşen sorusu:

Ejderhan şimdi nerede?

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
10 eylül 2019
Hacim:
272 s. 4 illüstrasyon
ISBN:
9781632912398
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,6, 27 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4,8, 5 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 19 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,4, 51 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 7 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 5 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 4 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre