Kitabı oku: «Kahramanların Görevi », sayfa 8
10
Ziyafetin verildiği salonda oturan MacGil insanlarını izliyordu. Masanın bir ucunda o, diğer ucunda McCloud oturuyor, aralarında ise iki klandan yüzlerce kişi yer alıyordu. Saatler devam eden şenlikler, en sonunda sabah mızrak müsabakasında yaşanan gerilimi dindirebilmişti. Tıpkı MacGil’in de düşündüğü gibi, erkeklerin aralarındaki farklılıkları unutması için gereken tek şey, şarap, et ve kadındı. Şimdi kırk yıllık silah arkadaşlarıymış gibi uyum içinde oturuyorlardı. Hatta MacGil artık kimin hangi klandan olduğunu bile ayırt edemiyordu.
Esas planının işlediğini gören MacGil en sonunda haklı çıktığını hissediyordu. İki klan daha şimdiden yakınlaşmıştı bile. Kendinden önceki atalarının başaramadığı şeyi, o başarıyordu; halkanın iki tarafını birleştirerek iki krallığı, belki dost olmasalar bile, en azından huzur içinde geçinen iki komşu haline getirebilmek. Yeni kocası McCloud Prensi ile kol kola girmiş olan kızı Luanda mutlu gibiydi. Bu duyduğu suçluluk duygusunu biraz azalttı. Belki kızını feda etmiş olabilirdi, fakat en azından Luanda bir gün kraliçe olabilecekti.
MacGil bugüne ulaşmalarını sağlayan plan aşamalarını ve danışmanlarıyla yaptığı saatler süren tartışmaları düşündü. O, asla bu birlikteliğe karşı çıkan danışmanları gibi düşünmemişti. Bu barışı devam ettirmenin kolay olmayacağını biliyordu. Elbet bir gün McCloud’lar, Yüksek Topraklar’daki evlerine yerleşecek, bu düğün unutulacak ve aralarındaki huzursuzluk tekrar gün yüzüne çıkacaktı. MacGil saf biri değildi. Fakat artık iki klan arasında bir kan bağı kurulmuştu ki, yeni çiftin bir de çocukları olduğu zaman bu bağı göz ardı etmek öyle çok kolay olmayacaktı. O çocuk bir gün büyür de, tahtına başına geçerse, Halka’nın iki yanından doğmuş biri olarak belki onu sonsuza dek birleştiren kişi olacaktı. İşte o gün Yüksek Topraklar artık tüm bu kavganın kaynağı olmaktan çıkacak ve tek bir kralın altında her yer refaha kavuşacaktı. Bu MacGil’in kendisi için değil, torunları için düşlediği bir hayaldi. Ne de olsa Halka her daim güçlü kalmalıydı ki, kendini Kanyon’un ötesinden gelen vahşilere karşı koruyabilsin. İki klanın birbirinden ayrı olması dünyanın geri kalanı için bir güçsüzlük belirtisiydi.
Ayağa kalkan MacGil bağırarak, “Kadeh kaldırmak istiyorum.” dedi.
Kral’a kulak kesilmiş yüzlerce kişi ayağa kalkarak kadehlerini kaldırdı.
“En büyük çocuğumun evliliğine! MacGil ve McCloud’ların birleşmesine! Ve Halka’nın her yanında barışın hüküm sürmesine!”
Masadakiler, “BU LAFLARA KULAK VERİN!” diye bağırdıktan sonra hep beraber içkilerini kafalara diktiler. Salona tekrar kahkaha ve ziyafetin gürültüleri hakim oldu.
Odayı inceleyen MacGil diğer çocuklarını görmeye çalıştı. Tabii ki ilk gördüğü Godfrey oldu. Kucağında iki tane kadın, elinde koca bir bardak ve etrafını saran tekinsiz arkadaşlarıyla oturuyordu. Ardından sevgilisi Firth’e gereğinden fazla yakın oturmuş olan Gareth vardı. Firth’ün kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Kral, Gareth’ın gözlerindeki ifadeden, onun bir şeyler planladığını hissetti. Bunun ne olabileceğini düşünmek bile istemeyen Kral kafasını başka yöne çevirdi. Odanın en uzak köşesinde ise en küçük oğlu Reece, yanında yeni çocuk Thor ile beraber silahtarlara ayrılan masada yemek yiyorlardı. Thor’u çoktan oğluymuş gibi görmeye başlayan Kral, Reece’in onunla iyi anlaştığı görünce mutlu oldu.
Küçük kızı Gwendolyn’i ise kenardaki masalardan birinde hizmetçileriyle kıkırdarken gördü. Kızın bakışlarını takip edince Thor’a ulaştı. Gwen’i bir süre inceleyen Kral, onun Thor’a abayı yakmış olduğunu anladı. Bunun olacağını tahmin edememişti ve şimdi buna nasıl tepki vermesi gerektiğini bilmiyordu. Bu başını ağrıtabilecek bir durumdu, hele ki karısının haberi olursa.
“Her şey göründüğü gibi değildir.” dedi bir ses. Sesin sahibi olan Argon, hemen Kral’ın yanına oturmuş ve beraberce yemek yiyen iki klanı izliyordu.
“Sen bu durumdan ne çıkarıyorsun?” diye sordu MacGil. “Krallıklarda barış yakın mı?”
“Barışlar asla sabit değildir.” dedi Argon. “Her zaman iniş ve çıkışlar olur. Senin burada gördüğün şey, barışın tamamlanmamış, kaba bir hali. Onun yüzlerinden sadece biri. Atalarından beri süregelen bir düşmanlığa zorla barışı dayatmak istiyorsun. Fakat ortada yüzlerce yıllık bir kan davası var. Ruhlar intikam çığlıkları atıyor. Ve sen tüm bunların üstünü basit bir düğünle örtemezsin.”
Argon’un yanında her zaman olduğu gibi gerildiğini hisseden Kral, şarabından bir yudum daha aldıktan sonra, “Ne demek istiyorsun?” diye sordu.
Yüzünü Kral’a dönen Argon’un bakışları o kadar şiddetliydi ki, MacGil’in içi endişeyle doldu. “Savaş olacak. İlk saldıran McCloud’lar olacak. Buna göre kendini hazırla. Şu an burada gördüğün insanların çoğu, kısa bir süre sonra aileni öldürmek için canla başla uğraşıyor olacaklar.”
Yutkunan MacGil, “Kızımı onlardan biriyle evlendirmekle yanlış mı yaptım yani?” diye sordu.
Bir süre sessiz kalan Argon, “Pek sayılmaz.” dedi. Lafını bitirdikten sonra kafasını çeviren Argon’un bu hareketini Kral çok iyi biliyordu; konu kapanmıştır. Kral hayal kırıklığına uğramıştı, çünkü daha sormak istediği milyonlarca soru vardı; ancak büyücünün bunların hiçbirini cevaplamayacağını çok iyi biliyordu. O zaman Kral da Argon’un gözlerine bakmaya başladı. Büyücü, kızı Gwendolyn’i izliyordu. Kendisi de kızı izlemeye başlayan Kral, Gwen’in Thor’u takip ediyor olduğunu gördü.
Birden meraklanan MacGil, “Onlar için bir beraberlik görüyor musun?” diye sordu.
“Belki.” dedi Argon. “Henüz belirlenmeyen çok fazla şey var.”
“Bulmaca gibi konuşuyorsun.”
Omuz silken Argon kafasını başka tarafa çevirdi. MacGil daha fazla cevap alamayacağını anladı. “Bugün olanları gördün mü? Çocuğun yaptığı şu şeyi?”
“Yaşanmadan önce biliyordum.” diye yanıtladı Argon.
“Sence bunun anlamı nedir? Bu çocuk güçlerini nereden alıyor? Senin bir benzerin mi?”
Argon’un ona çevirdiği bakışlardan korkan MacGil neredeyse kafasını başka yöne çevirecekti. “O, benden çok daha güçlü.” dedi.
MacGil şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Argon’un böyle bir şey dediğini daha önce hiç duymamıştı. “Senden daha mı güçlü? Sen benim büyücümsün ve tüm diyarlarda senin yanına yaklaşabilecek başka biri yoktur.”
Argon tekrar omuzlarını silkti. “Gücün tek bir çeşidi yoktur. Bu çocuğun güçleri senin hayal edebileceğinin çok daha ötesinde. Çocuk bile bunların farkında değil. Kim olduğuna ya da nereden geldiğine dair hiçbir fikri yok.” dedikten sonra bakışlarını MacGil’e çevirdi ve “Fakat senin bir fikrin var.” dedi.
Meraklanan MacGil, “Öyle mi? Lütfen söyle. Bilmem lazım.” dedi
Argon kafasını olumsuz anlamda salladı. “Hislerini takip et. Bunun doğru olduğunu göreceksin.”
“Çocuğu ilerde neler bekliyor?” diye sordu MacGil.
“Harika bir lider olacak, tabii müthiş bir savaşçı da. Kendi krallığına sahip olacak. Seninkinden çok daha büyük olanlara. Ve senden çok daha büyük bir kral olacak. Bu onun kaderi.”
Bir an için MacGil’in içi kıskançlıkla doldu. Reece ile beraber bir şeylere gülen çocuğa baktı. Silahtarlara ayrılan masada oturan, sıradan, güçsüz ve salondaki en genç şu çocuğa. Böyle bir şeyin nasıl mümkün olacağını anlayamıyordu. Lejyon’a bile ucu ucuna katılabiliyordu. Bir an Argon’un yanılıyor olma ihtimalini gözden geçirdi.
Fakat Argon bugüne kadar asla yanılmamıştı ve bu tür önemli şeyler hakkında asla öylesine laflar da etmemişti. “Bana bunları neden anlatıyorsun?” diye sordu Argon’a.
Argon ona baktı, “Çünkü hazırlanma zamanın geldi. Çocuğun eğitilmesi gerek. Ona elindeki tüm imkanları sağla. O artık senin sorumluluğunda.”
“Benim mi? Peki ya babası?”
“Ne olmuş babasına?”
11
Gözlerini aralayan Thor’un başı dönüyordu ve nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Üzerinde yattığı saman yığınından suratını kaldırıp, ağzının kenarındaki salyaları sildiği an kafasında, tam gözlerinin ardına müthiş bir acı saplandı. Yaşadığı en kötü baş ağrısıydı. Dün geceyi, Kral’ın verdiği ziyafeti ve hayatında ilk kez ağzına içki koyuşunu hatırladı. Oda dönüyor gibiydi. Boğazı kupkuruydu. Bir daha asla içki içmeyeceğim, diye yemin etti.
Nerede olduğunu iyice idrak edebilmek için basık tavanlı yapıda göz gezdirmeye başladı. Samanların üzerinde sızmış halde yatan bir çok başka beden vardı ve hepsi horluyordu; arkasını döndüğünde birkaç adım ilerisinde horlayan Reece’i gördü. O an nerede olduğu Thor’a dank etti; sızdığı bu yer kışlanın ta kendisiydi. Lejyon’un kışlası. Etrafındaki on beş oğlanın çoğu aşağı yukarı onun yaşlarındaydı.
Thor, Reece’in sabahın erken saatlerinde onu buraya getirişini ve samanların üzerine yıkılışını hayal meyal hatırlıyor gibiydi. Sabahın ilk ışıkları açık pencerelerden içeri sızıyordu. Thor tek uyananın kendisi olduğunu fark etti. Kıyafetlerini çıkarmadan yatmıştı ve saçları yağlı gibiydi. Banyo yapmak için her şeyini verirdi, ancak bunun için nereye gitmesi gerektiğini hiç bilmiyordu. Bir damla su için de yapmayacağı şey yoktu. Ve tabii karnı da gurulduyordu, acıkmıştı.
Tüm bunlar Thor için çok yeniydi. Barakaların bile nerede olduğunu tam olarak bilmemesi bir yana, hayatta onu nelerin beklediğine veya Lejyon’da gündelik hayatın nasıl olduğuna dair ise tek bir fikri dahi yoktu. Ancak mutluydu. İnsanın başına döndüren dün gece, hayatının en güzel gecesiydi. Kendine Reece gibi bir arkadaş edinmiş ve Gwen’i arada bir onu keserken yakalamıştı. Kızla konuşmaya çalışmış, fakat ona ne zaman yaklaşmaya niyetlense buna cesaret edememişti. Bunu düşünmek ona acı veriyordu. Etrafta çok fazla insan vardı. Belki sadece ikisi olsaydı, o zaman cesaretini toplayabilirdi. Tabii onu bir daha görebilecek miydi, bilmiyordu.
Thor daha düşüncesini tamamlayamadan kışla kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. Tüm oda ışıkla doldu.
“Silahtarlar, ayağa kalkın!” diye bağırıyordu birileri.
Gümüşler’in çok sayıda üyesi üzerlerinde sallanan zincirli zırhları ile içeri girerek, ellerindeki metal sopaları tahta duvarlara vurmaya başladılar. Kulakları sağır eden sesin gürültüsünü duyan bütün çocuklar uyanmaya başladı.
Grubun başında Thor’un dün arenadan hatırladığı sert görünümlü asker yer alıyordu. Reece bu geniş omuzlu tıknaz adamın adının Kolk olduğunu söylemişti. Kel kafasının altında kısa bir sakal ve burnunun üzerinden geçen bir yara izi vardı. Çattığı kaşlarla doğrudan Thor’a bakıyordu gibiydi. Parmağını ona doğru kaldırıp, “Sen evlat!” diye bağırdı. “Ayağa kalmanızı söyledim!”
Thor’un kafası karışmıştı. “Fakat zaten ayaktayım efendim.” diye cevapladı.
İleri fırlayan Kolk elinin tersiyle Thor’a vurdu. Thor’un canı darbeden çok, böyle bir şey yaşadığı için acımıştı. Tüm bakışlar üzerine çevrildi.
Kolk, “Bir daha üstlerine cevap verme!” diye bağırdı.
Thor bir cevap veremeden Kolk odanın içinde bağıra çağıra dolaşmaya başlamıştı bile. Kimini çekerek kenara fırlatıyor, kalkmakta olan bazılarının ise kaburgalarına tekme savuruyordu.
Teselli edici bir ses, “Endişelenme.” dedi. Kafasını çeviren Thor karşısında Reece’i gördü. Reece, “Sana özel bir durum değil. Yöntemleri böyle. Bizi yıldırmak istiyorlar.” dedi.
“Ancak sana bir şey yapmadılar.”
“Tabii, babam yüzünden. Ancak nazik davrandıkları da söylenemez. Her zaman tetikte olmamızı istiyorlar. Böylece daha güçlü olacağımızı düşünüyorlar. Onları fazla ciddiye alma.”
Thor ve Reece de kışladan dışarı çıkarılan çocukların arasında katıldı. Dışarı çıktıklarında suratlarına çarpan güneş ışıkları yüzünden Thor elini kaldırıp, gözlerini kıstı. Aniden midesi bulanan Thor yanına doğru dönüp kusmaya başladı.
Diğer çocukların kıs kıs güldüğünü işitebiliyordu. Arkasından bir muhafızın itmesiyle tekrar sıraya giren Thor, kolunun tersiyle ağzını sildi. Kendini hiç bu kadar kötü hissettiği olmamıştı.
Arkasından gelen Reece gülümsedi. “Zor bir geceydi, öyle değil mi?” diye sordu. Thor’u kaburgalarından dürtükleyerek, “İkinci bardaktan sonra durmanı söylemiştim.” dedi sırıtarak.
Gözlerine saplanan ışık Thor’u rahatsız ediyordu; güneş hiç bugünkü kadar rahatsız edici gelmemişti. Hava şimdiden çok sıcaktı ve deri zırhının altında şimdiden terler birikmeye başlamıştı. Thor, Reece’in dün gece onu uyardığı anı hatırlamaya çalıştı ama, buna imkan yoktu. “Ben böyle bir şey dediğini hatırlamıyorum.” dedi.
Sırıtışı iyice genişleyen Reece, “Çok normal. Çünkü beni dinlemedin.” dedikten sonra güldü. “Ha, bir de kız kardeşimle konuşmak için yaptığın şu beceriksizce girişimler.” tekrar güldü. “Hayatımda bir kızla konuşmaktan bu kadar çok korkan başka biri daha görmemişimdir.”
Hatırlamaya çalışan Thor’un suratı kızardı. Fakat hatırlayamıyordu. Her şey bulanıktı. “Umarım seni sinirlendirmemişimdir.” dedi. “Kız kardeşin konusunda.”
“Beni sinirlendiremezsin. Eğer seni seçerse, bu beni sevindirir.”
Bir tepeye çıkmaya başlayan grup hızlandı. Attıkları her adımla güneş daha da kavurucu hale geliyor gibiydi.
“Fakat seni uyarmalıyım; kraliyetteki herkes onun peşinde. Onun seni tercih etme ihtimali ise… Zor diyelim.”
Kraliyet Sarayı’nın yeşil tepelerinden hızla geçerlerken Thor’un içi rahatladı. Reece onu her şeyiyle kabul etmişti. Bu ona halen çok şaşırtıcı geliyor olsa bile sanki Reece onun için tıpkı bir kardeş gibiydi. Bu arada Thor gerçek kardeşlerini de fark etmişti. Az ilerisinde yürüyorlardı. Bir tanesi dönerek Thor’a öfkeli bir bakış attı ve yanındakine Thor’u işaret etti, o da Thor’a alaycı bir gülümseme ile baktı. Şimdiye kadar ağızlarından Thor ile ilgili tek bir güzel laf çıkmamıştı. Fakat Thor’un tek isteği de her zaman buydu.
“Lejyon, sıraya gir! Derhal!”
Etraflarını saran Gümüşler, elli kişilik gruplarını ikişerli tek sıraya sokmaya çalışıyorlardı. Elinde bambu bir sopa tutan asker Thor’un önündeki çocuğun sırtına sert bir darbe indirdi; haykıran çocuk hızla sırasına girdi. Kısa süre içinde sıraya giren grup, arazide düzgün adım yürümeye koyuldu.
Kolk, “Bir savaş meydanında, tüm ordu tek bir yumruktur” diye bağırdı. “Burası annenizin arka bahçesi değil. Şu an savaşa gidiyorsunuz!”
Nereye götürüldüklerini merak Thor yanındaki Reece ile beraber terden sırılsıklam haldeydiler. Halen midesi bulanıyor, ne zaman kahvaltı edip, bir şeyler içebileceğini merak ediyordu. Dün gece o kadar çok içtiği için kendine gene kızdı.
Tepeden aşağı inip, kemerli taş bir geçitten geçtikten sonra kolezyum benzeri bir yapıya ulaştılar. Buranın Lejyon’un idmanlarını yaptığı yer olduğu aşikardı. Karşılarında mızrak fırlatmak, ok atmak, taş sallamak ve kılıçla vurmak için her türden hedef tahtası vardı. Bu görüntü Thor’u heyecanlandırdı. Bir an önce içeri girip silahları kullanmak, antrenman yapmak istiyordu.
Thor iyice heyecanlanmıştı ki arkasından gelen bir dirsek kaburgalarına indi. Thor ve onun yaşlarındaki altı çocuk daha ana gruptan ayrılıyordu.
Kolezyumdan uzaklaşmaya başladılar. Kolk, “Antrenman yapacağını mı sanıyorsun?” dedi alayla. “Bugün senin işin atlarla ilgilenmek.”
İleriye doğru bakan Thor nereye götürüldükleri kavradı; arazinin diğer ucundaki atlar. Kolk şeytani bir şekilde gülümsedi.
“Diğerleri mızrakları fırlatıp kılıçlarını savururken, siz atlarla ilgilenecek ve onların dışkılarını temizleyeceksiniz. Herkes bir yerden başlamalı. Lejyon’a hoş geldiniz.”
Thor yıkılmıştı. İşlerin böyle ilerleyeceğini hiç tahmin edemezdi.
Suratını ona yaklaştıran Kolk, “Özel olduğunu mu sanıyordun evlat?” diye sordu. Thor adamın onu pes ettirmek için böyle yaptığını biliyordu. “Sırf Kral ve oğlu seni sevdi diye benim de mi seveceğim mi sandın? Artık benim emrimdesin. Anlıyor musun? O mızrak karşılaşması esnasında çektiğin numara umurumda bile değil. Küçük bir çocuktan başka bir şey değilsin. Beni anlıyor musun?”
Önünde epey uzun ve zor bir çalışma dönemi olduğunu anlayan Thor, yutkundu.
Kolk başka bir çocuğa eziyet etmek için yanından ayrılırken işleri daha da kötü hale getiren bir olay yaşandı. Thor’un önündeki kısa boylu iri çocuk, yassı burunlu yüzünü ona doğru dönerek, “Sen buraya ait değilsin.” dedi. “Hile yaparak aramıza dahil oldun. Bizim gibi seçilmedin. Bizden değilsin. Hiçbirimiz senden hoşlanmıyoruz.”
Onun yanındaki başka bir çocuk Thor’a dudak bükerek bakıyordu. “Defolup gitmen için elimizden geleni yapacağız.” dedi. “Lejyon’a katılmak kolay, önemli olan burada kalabilmek.”
Çocukların ona karşı duyduğu nefret Thor’u ürküttü. Şimdiden düşman edinmiş olduğuna inanamıyor, bunu hak etmek için ne yapmış olabileceğini anlayamıyordu. O sadece Lejyon’a katılabilmek istemişti.
“Neden kendi işinize bakmıyorsun?” dedi biri.
Thor sesin sahibine baktı. Uzun boylu, zayıf, kızıl saçlı bu çocuk yeşil gözlere ve çilli bir surata sahipti. “İkiniz de buradaki diğerleri gibi at dışkısı kürekliyorsunuz. Siz de pek özel sayılmazsınız. Gidin başkasına bulaşın.”
“Çok konuşma yalaka.” dedi çocuklardan bir tanesi ve devam etti, “yoksa senin de peşine takılırız.”
Kızıl saçlı, “Denesenize.” diye çıkıştı.
Kolk, “Ben size söz vermeden konuşmayacaksınız.” dedikten sonra çocuklardan birinin kafasına sertçe vurdu. Thor’a laf atan iki çocuk bunu görür görmez susup önlerine döndüler.
Thor ne diyeceğini bilmiyordu; kızıl saçlıya müteşekkirdi. “Teşekkürler.” dedi.
Kızıl saçlı ona dönerek gülümsedi. “Adım O’Connor. Elini sıkardım ama bunu yaparsam büyük ihtimalle şaplağı yerim. O yüzden bunu görünmez bir el sıkışma olarak kabul et.” dedikten sonra gülümsedi. Thor bu çocuğu şimdiden sevmişti. “Onlara aldırma. Hepimiz gibi korkmuş haldeler. Lejyon’a katılırken bizi neyin beklediğini hiçbirimiz bilmiyorduk.”
Kolk, “Dizginleri tutun.” diye emretti. “Sıkı tutun ve atları yorulana kadar dolaştırın. Çabuk olun!”
Atın dizginlerini tutan Thor’a hayvanın tepkisi şaha kalkarak, ön bacaklarını üzerine doğru indirmek oldu. Son anda kaçmayı başaran Thor’a gruptaki diğer çocuklar gülmeye başladı. Ardından bir de Kolk’un kafasına vurması üzerine iyice sinirlenen Thor, arkasını dönerek adama bir tane yumruk sallamak istedi.
“Artık Lejyon mensubusun evlat. Asla geri çekilmeyeceksin. Karşındaki kim olursa olsun. İster hayvan, ister insan. Şimdi o dizginleri tut.”
Cesaretini toplayan Thor ileri atıldı ve yerinde duramayan atı dizginlerinden yakaladı. Atın ondan kurtulmak için gösterdiği tüm çabalara rağmen dizginlere sıkıca asılan Thor, hayvanı çamurlu araziden diğerlerinin yanına doğru çekmeye başladı. At ona direnerek, sürüklemeye çalışıyordu ancak, Thor buna izin vermiyor, kolayca pes etmeyeceğini hayvana gösteriyordu.
“Duyduğum göre daha sonraları işler biraz düzeliyormuş.”
Sesin geldiği yöne bakan Thor, O’Connor’ın gülerek kendisine yaklaştığını gördü. “Pes etmemizi istiyorlar, farkındasın değil mi?”
Thor’un atı bir anda durdu. İstediği kadar dizginleri çeksin, hayvan yerinden kıpırdamıyordu. Ardından Thor hayvanın durma sebebini gördü; daha fazla dışkı. Bir şeyden bu kadar çok dışkı çıkabileceğini asla düşünmemişti.
Sırıtan Kolk, Thor’un avucunu kısa bir kürek yerleştirdi. “Temizle!”
12
Öğlen güneşinin altında kalabalık pazaryerinde pelerininin başlığı kafasına çekilmiş halde duran Gareth tanınmamak için uğraşıyordu. Kraliyet Sarayı’nın halk kokan bu kalabalık sokaklarından her zaman uzak durmaya çalışırdı. Etrafı bağıran, alışveriş yapan, birbirini kazıklamaya çalışan insanlarla doluydu. Köşede bir tezgahın önünde, sanki satıcının meyveleriyle ilgileniyormuş gibi yapıyordu. Hemen birkaç adım ötesindeki Firth, karanlık bir sokağın girişinde duruyor, buraya gelme amaçlarını yerine getiriyordu.
Gareth arkası dönük halde konuşmalara kulak kabartıyordu. Firth ona zehir satabilecek bir paralı askerden bahsetmişti. Gareth zehrin güçlü ve işini görecek bir şey olmasını istiyordu. İşi şansa bırakmaya niyeti yoktu. Ne de olsa kendi hayatını tehlikeye atıyor olacaktı.
Yerel eczanelerden isteyebileceği bir şey değildi bu. Bu görevi Firth’e vermiş, Firth de karaborsayı araştırmıştı. Başkalarının yönlendirmesi sonucu Firth, sinsice konuşan bu tekinsiz tipe ulaşmıştı. Alışverişin yapılacağı bu son görüşme için Gareth gelmekte ısrar etmiş, kendisine işine yaramayacak bir iksir verilmemesinden ve her şeyin pürüzsüz gittiğinden emin olmak istemişti. Ayrıca Firth’ün bu işin altından kalkıp kalkamayacağından de emin olamamıştı. Konu bu tür önemli şeyler oldu mu, kendisinden başka kimseye güvenmezdi.
Adamın neredeyse yarım saat beklemişlerdi. Bekleyiş sırasında pazaryerinde bol bol itilip kakılan Gareth, tanınmamak için dua etmişti. Gerçi sırtı karanlık sokağa dönük olduğu sürece tanınsa bile hemen oradan uzaklaşarak, olayla olan bağlantısını koparabilirdi.
Hemen birkaç metre ötesindeki Firth şapşal görünümlü adama, “İksir nerede?” diye sordu.
Hafifçe kafasını çeviren Gareth, pelerin başlığının ucundan baktı. Adi görünümlü adam fazla zayıftı ve büyük siyah gözleri ile yanakları içine çökmüş bir tipti. İnsandan çok bir fareye benziyordu. Gözlerini kırpmadan dimdik Firth’e baktı. “Para nerede?” dedi.
Gareth, Firth’ün bu işin altından kalkacağını umuyordu; çünkü genelde işleri eline yüzüne bulaştırırdı. Firth, “Sen iksiri verdiğin zaman, ben de parayı vereceğim.” dedi.
Güzel, diye düşündü Gareth, etkilenmişti.
Kısa bir sessizliğin ardından, “Paranın yarısını şimdi verirsen sana iksirin yerini söylerim.” dedi adam.
“İksir nerede dedim.” diyen Firth’ün sesi şaşırtıcı derece yüksek çıkmıştı. “Vereceğini söylemiştin.”
“Evet, öyle demiştim. Ama getireceğim dememiştim. Sen beni salak mı sandın? Her taraf casus kaynıyor. O iksirle ne yapmak niyetindesin bilmiyorum ama iş olsun diye istemediğin ortada. Yoksa niye zehir almak isteyesin ki?”
Gareth sesi çıkmayan Firt’ün savunmasız yakalandığını anlamıştı.
Gareth sikkelerin hemen kendini belli eden o sesini duydu. Hafifçe o tarafa doğru baktığında kraliyet amblemli altınların Firth’ün kesesinden, adamın avucuna aktığını gördü. Gareth huzursuzlanmaya başlamıştı. Geçen her bir saniye, sanki dolandırılacaklarmış hissini kuvvetlendiriyordu.
“Uğursuz Orman’a gideceksiniz.” dedi adam en sonunda. “İçeri doğru beş kilometre girdikten sonra tepeye çıkan yola sapacaksınız. Tepeye ulaşınca bu sefer de sola döneceksiniz. Gördüğünüz en karanlık ağaçlık alandan geçtikten sonra küçük bir açıklığa ulaşacaksınız. Cadı’nın kulübesi. İçerde seni bu kadar çok arzuladığın iksirle bekliyor olacak.”
Firth tam oradan ayrılmaya hazırlanıyordu ki adam birden onun kıyafetine yapıştı. Hırıldayarak, “Para” dedi. “Çok az.”
Gareth, Firth’ün suratına yayılan korkuyu görebiliyordu. Bu işle onun ilgilenmesini istediği için o an pişman oldu. Bu tipsiz herif Firth’ün korktuğunu görmüş olmalı ki onun bu durumundan faydalanmaya niyetindeydi. Böyle işler Firth’ün doğasında yoktu.
“Ne istediysen verdim ya işte.” diye itiraz etti Firth. Fazla yükselttiği sesi kulağa efemine geliyordu. Bu, diğer adamı hepten cesaretlendirdi. Herif artık pis bir şekilde sırıtıyordu.
“Fakat şimdi daha fazlasını istiyorum.”
Firth’ün gözleri dehşetle açıldı ve panik içinde kafasını Gareth’a çevirdi.
Gareth hemen kafasını çevirdi. Tespit edilmediğini umuyordu. Firth nasıl bu kadar salak olabilirdi? Umarım beni ele verecek bir şey söylemez, diye düşündü.
Gareth iyice heyecanlanmıştı. Tedirginlikle önündeki meyvelerle oynamaya başladı. Sırtını çevirdiği sessizlik sanki sonsuza dek sürecekmiş gibiydi. Aklından bin bir tane kötü şey geçiyordu.
Lütfen bu tarafa doğru gelmesin, diye dua ediyordu Gareth. Lütfen. Her şeyi yaparım. Bu suikast fikrinden bile vazgeçmeye hazırım.
Sırtına hızla bir el indi. Arkasına döndü. Adi herif iri siyah ve ruhsuz gözleriyle doğrudan Gareth’ınkilerin için bakıyordu. “Ortağınla geldiğini söylememiştin.” dedi. “Yoksa sen bir casus musun?”
Gareth bir şey yapamadan, adam onun başlığını indirdi. Gareth’ın suratını görür görmez şaşkına döndü. “Asil Prens”, adam kekeliyordu. “Fakat burada işiniz ne?”
Fakat gözlerini kısarak sırıtan adamın suratına bir saniye içinde tüm olan biteni anladığını gösteren bir ifade yerleşti. Gareth’ın umduğundan daha zeki çıkmıştı.
“Anlıyorum.” dedi adam. “İksir sizin için, değil mi? Birilerini zehirleyeceksiniz ama kimi? Evet, asıl soru bu…”
Gareth paniğe kapıldı. Bu adam fazla çabuk kavrıyordu. Tüm planları alt üst olmak üzereydi. Firth her şeyi mahvetmişti. Eğer bu adam Gareth’ı şikayet ederse, kendisine idam cezası vereceklerini biliyordu.
“Babanız belki de?” diyen adamın gözlerinin içi parlıyordu. “Evet, öyle olmalı, değil mi? Taht sırasında es geçildiniz. Niyetiniz babanızı öldürmek.”
Gareth için bu kadarı fazlaydı. Bir an daha düşünmeden ileriye doğru bir adım attı ve çıkardığı küçük bir hançeri adamın göğsüne sapladı. Adamın nefesi kesildi. Gareth yoldan geçen birinin bu olayını tanıklık etmesini istemiyordu. O yüzden adamı kıyafetinden tutarak, adamı iğrenç nefesini alabileceği bir mesafeye kadar çekti. Boştaki elini adamın ağzına koydu. Adamın sıcak kanı Gareth’ın avucuna akıyor, parmaklarının arasından kayıyordu.
Arkadan yaklaşan Firth görüntü karşısında dehşetle inledi. Gareth adamın ölmesini beklerken onu en az altı saniye bu şekilde tuttu. Ardından hareketsiz bedeni yere doğru bıraktı.
Endişeyle gören birileri var mı diye etrafı kontrol etti; şansına pazaryerinden bu karanlık sokağa çevrilmiş hiçbir kafa yoktu. Pelerinini çıkararak artık ölmüş olan adamın üzerine örttü.
“Çok, çok ama çok üzgünüm” diyordu Firth sürekli. Tıpkı küçük bir kız gibi kendini kaybetmişçesine ağlıyor ve Gareth’a yaklaşırken titriyordu. “Sen, sen iyi misin?” dedi.
Gareth elinin tersiyle adama vurdu. “Kes sesini ve defol git.”
Firth hızla oradan uzaklaştı.
Gareth oradan ayrılmak üzereydi ki, durup geri döndü. Yapacak son bir şeyi kalmıştı; eğilip, ölü adamın avucundaki paraları aldı ve kendi kesesine koydu. Ne de olsa artık bunlara ihtiyacı olmayacaktı.