Kitabı oku: «Kahramanların Görevi », sayfa 9
13
Gareth arkasından gelen Firth ile beraber hızla ormanda ilerliyordu. Firth olmasını en son istediği şeyin başına geldiğine inanmakta zorlanıyordu. Artık olaya bir ölüm karışmış, yani onlara ulaşacak bir ipucu oluşmuştu. Kim bilir o adam başka hangi insanlara bu alışverişten bahsetmişti. Firth iksiri onlara satacak olan adamla yaptığı konuşmalarda daha dikkatli davranmış olması gerektiğini biliyordu. Yaptığı bu hata Gareth’ı ele verebilirdi.
“Çok üzgünüm” dedi Gareth’a. Bir yandan da onun hızına yetişmeye çalışıyordu.
Oralı olmayan Gareth hızını daha da arttırdı. “Yaptığın şey zayıf ve aptalcaydı. Ne olursa olsun benden yana bakmamalıydın.” dedi.
“Bakmak istememiştim. Ancak daha fazla para istediği zaman ne yapacağımı bilemedim.”
Firth haklıydı; zor bir durumda kalmıştı. Bencil ve açgözlü bir domuz olan satıcı, oyunun kurallarını son dakikada değiştirerek ölmeyi hak etmişti. Gareth adam için üzüldüğü falan yoktu. Tek umduğu cinayeti kimsenin görmemiş olmasıydı. İsteyeceği son şey ardında bir iz bırakmaktı. Babasının suikasti halinde her şey zaten tüm ayrıntılarıyla araştırılacağı için, Gareth’ın planında yapılacak en küçük bir hataya bile yer yoktu.
En azından ormana gelebilmişlerdi. Yaz güneşine rağmen yüksek okaliptüs ağaçları her yeri karartıyordu. Bu orman Gareth’ın ruh haliyle uyum içindeydi. Gareth buradan nefret etmişti. Adamın tarif ettiği dolambaçlı yolları takip ediyordu. Adamın onlara yalan söyleyip saçma sapan bir yere yönlendirmemiş olduğunu umuyordu. Çünkü adam yalan söylemiş olabilirdi. Belki de onları bir tuzağa yönlendirmişti ve birileri onun ve Firth’ün parasını çalmak için hazır bekliyordu.
Gareth kendine kızdı. Firth’e haddinden fazla güvenmişti. Bu işi en başında kendisinin halletmesi gerekirdi, tıpkı diğer tüm işlerini yaptığı gibi. “Dua et ki bu iz bizi cadıya ulaştırsın.” dedi Gareth. Firth’e göz dağı veriyordu, “Ve o cadının da bir zehri olsun.” dedi.
En sonunda tıpkı adamın demiş olduğu gibi bir yol ağzına geldiler. Sağa dönüp bir tepeye çıktıktan sonra onları bir dönüş daha bekliyordu. Adamın söyledikleri doğru çıkmıştı, karşılarındaki yer ormanın en karanlık kesimi gibiydi. Ağaçlar inanılmaz sıklıkta ve içe içeydiler.
Gareth bu ağaçların arasına girer girmez tüyleri diken diken oldu. Havada kötücül bir şeylerin varlığını sezebiliyordu. Vaktin gündüz olduğuna inanamıyordu.
Korkudan geri dönmeyi düşünmeye başladığı an, adamın dediği gibi bir açıklığa ulaştı. Ağaçların arasındaki küçük bir açıklık burayı aydınlatıyordu. Tam ortasında ise taştan bir kulübe vardı. Cadının evi.
Gareth heyecanlandı. Açıklığa girince kimsenin izlemediğinden emin olmak için etrafına bakındı. Bunun bir tuzak olmadığından emin olmalıydı.
“Bak, adam doğruyu söylüyormuş” dedi Firth heyecanla.
Gareth, “Bunun bir anlamı yok.” diyerek onu azarladı. “Dışarda kal ve etrafı gözle. Eğer birini görürsen kapıyı çalarsın. Ayrıca sesini de kes.”
Gareth kulübenin küçük kapısını çalmakla uğraşmadı. Kapının demir kulpundan tuttuğu gibi fazla kalın olmayan kapıyı açıverdi ve kafasını eğerek içeri girdikten sonra kapıyı kapadı.
Karanlık olan iç mekanı aydınlatan tek şey etrafa yayılmış tek tük mumlardı. Burası tek odalı bir yapıydı ve içerde hiçbir pencere bulunmuyordu. Bir gücün etrafını sardığı hissetmeye başlamıştı. Çıt çıkmayan odada karşılaşacağı her şey için kendini hazırlıyordu. Burada kötü bir şeyler olduğundan emindi. Tüyleri ürpermişti.
Karanlığın içinde önce bir hareket, ardından ise bir ses geldi. Buruşuk tenli yaşlı bir kadın kambur vücuduyla ona doğru aksayarak ilerliyordu. Kadın elindeki mumu kaldırdığında kırışıklık ve siğillerle dolu suratı meydana çıktı. Kadın en az kulübenin etrafını saran eğri büğrü ağaçlar kadar yaşlı görünüyordu.
“Bu karanlıkta bile başlığını indirmiyorsun.” dedi kadın. Suratında şeytani bir gülümseme vardı, sesi ise çatırdayan ağaçlarınkine benziyordu. “Buraya gelme amacın hiç masumane değil.”
Cesur ve kendinden emin görünmeye çalışan Gareth hızla, “İksir için geldim.” dedi. Ancak sesindeki tedirginliği bastırması mümkün değildi. “Sende hanımördeği kökünün bulunacağını söylediler.”
Uzun süren sessizliği bozan ürkütücü ses, küçük odanın içinde yankılandı.
“Asıl soru ben de olup olmaması değil, senin onu neden istiyor olduğun.”
Uygun bir cevap bulmaya çalışan Gareth’ı heyecan sardı. “Senin neden umurunda olsun ki?” diye sordu.
“Kimi öldüreceğini bilmek beni neşelendirir” diye yanıtladı cadı.
“Bu seni ilgilendirmez. Sana parayı getirdim.”
Kemerine uzanan Gareth altının olduğu keseyi ve ölü adamdan aldığı parayı odadaki küçük bir masanın üzerine bıraktı. Sikkelerin sesi odada çınladı.
Bu paraların kadını susturacağını umuyordu. İstediğini alıp, buradan tek parça halinde ayrılabilmek için dua etti.
Parmağını uzatan cadı, tırnağını altın kesesine takıp onu inceledi. Nefesini tutan Gareth, kadının konuyu daha fazla uzatmayacağını umuyordu.
“Sanırım bu kadarı ağzımı açmamam için yeter” dedi kadın.
Arkasını dönüp karanlığa daldı. Kadın kendi kendine bir şeyler homurdanıyor ve Gareth’ın görebildiği kadarıyla küçük, cam bir şişenin içine bir şeyler karıştırıyordu. Karışımdan kabarcıklar çıktı ve kadının şişenin üzerine bir tıpa yerleştirdi. Gareth artık sabırsızlanmaya başlıyordu. Kafası milyon tane endişeyle dolup taşmıştı; ya tam şimdi, şu an birileri onun yerini tespit etmişse? Ya kadın ona başka bir iksir verirse? Ya kadın birilerine konuşursa. Belki de kadın onu tanımıştı. Emin olamıyordu.
Gareth yaptığı planlar konusunda şüpheler duymaya başlamıştı. Birine suikast yapmanın bu kadar zor olacağını tahmin edememişti. Gareth’a hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir sessizliğin ardından kadın, avucunun içinde kaybolacak kadar küçük cam şişeyi ona uzattı.
“Bu kadar küçük mü?” dedi. “İşime yarayacak mı?”
Cadı sırıttı. “Bir adamı öldürmek için ne kadar azına ihtiyaç duyacağını bilsen şaşırırdın.”
Gareth arkasını dönüp kapıya doğru ilerlemeye başlamıştı ki omuzunda soğuk bir el hissetti. Kadının odanın diğer ucuna nasıl bu kadar hızla gelebildiğini anlayamadı. Korkudan donmuş bir halde kadına baktı.
Gareth’ın hemen dibinde biten kadın gülümsüyordu. İğrenç kokan vücudunu ona doğru iyice yaklaştırıp ani bir hareketle adamı yanaklarından tutarak kendine çekti ve öptü. Pörsümüş dudaklarını Garet’ınkilere iyice bastırmıştı.
Gareth’ın midesi kalktı. Hayatı boyunca başına gelen en iğrenç şeydi bu. Kadının dudakları bir kertenkeleye, diline değen dili ise bir yılana ait gibiydi. Gareth kurtulmaya çalışıyordu fakat, kadın suratını sıkıca tutup iyice bastırıyor ve dudaklarını ona yapıştırıyordu.
En sonunda kendini kurtarmayı başardı. Elinin tersiyle dudaklarını sildi. Onu izleyen cadı kıkırdıyordu.
“Öldürdüğün ilk kişi her zaman en zorudur.” dedi. “Bir dahaki sefere çok daha kolay gelecektir.”
*
Gareth hızla kulübeden dışarı fırlayarak açık alana çıktı. Firth onu bekliyordu. “Sorun ne? İçerde neler oldu?” dedi endişeli bir sesle. “Sanki biri seni bıçaklamış gibi görünüyorsun. Canını yakacak bir şey mi yaptı yoksa?”
Soluklanmaya çalışan Gareth ağzını tekrar sildi. Firth’e ne diyeceğini bilmiyordu. “Buradan uzaklaşalım. Derhal!” dedi.
Açıklıktan çıkarak tekrar ormanın içine girmek üzere hareket ettiklerinde üzerlerindeki gökyüzü birden kapkara bulutlarla kaplandı. Güneşi gökyüzü birden ortadan yok oluvermişti. Daha önce böyle bir şeyin bu kadar hızlı gerçekleştiğini hiç görmemiş olan Gareth, bunun normal olmadığının farkındaydı. Cadının güçlerinin nereye kadar uzandığını merak ederken birden ensesine doğru buz gibi bir rüzgar esmeye başladı. Yaşlı kadının öpücüğü tarafından lanetlendiğinden şüphelenmeye başladı.
Israr eden Firth, “İçerde ne oldu?” diye sordu.
“Bundan bahsetmek istemiyorum.” dedi Gareth. “Hem de hiçbir zaman.”
Geldikleri yoldan geri dönmeye başlayan ikili kısa süre sonra Kraliyet Sarayı’na uzanan yola girdiler. Gareth tam rahatlamaya başlamış ve yaşananları kafasının derinlerine gömmeye hazırlanıyordu ki arkalarından yaklaşan bot sesleri işitti. Arkalarından yaklaşanları görünce inanamadı.
Bu kardeşi Godfrey’di. Yanındaki aşağılık Harry ve ondan aşağı kalmayan diğer iki arkadaşıyla beraber kahkahalar atarak yürüyorlardı. Onca yer varken karşısına burada çıkmışlardı. Koca ormanın içinde, bu ıssız yerde. Gareth tüm planlarının suya düşebileceğinden korktu.
Gareth onlara sırtını dönerek başlığını kafasına indirdi ve iki kat daha hızlı ilerlemeye başladı. Godfrey’in onu görmediğini umuyordu.
“Gareth?” diye arkasından seslenildi. Artık başka bir şansı kalmamıştı. Adımlarını durdurdu, kapüşonunu indirdi ve kardeşine döndü. Godfrey neşeyle ona doğru yaklaşmaya başladı. “Ne işin var burada?”
Gareth ağzını araladı ama aklına söyleyebilecek hiçbir mazeret gelmiyordu. Onun kurtarmak için öne çıkan Firth, “Yürüyüşe çıkmıştık.” dedi.
Godfrey’in arkadaşlarından biri kadınsı bir sesle, “Ooo…demek yürüyüşe çıktınız, ha?” diye alay etti. Diğerleri güldüler. Gareth, Godfrey ve arkadaşlarının onun cinsel tercihini küçümsediklerini biliyordu ama şu an bu umrunda bile değildi. Önemli olan konuyu değiştirebilmekti. Burada oluşlarının asıl sebebini merak etmeye başlamalarını istemiyordu.
“Siz burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu konuyu değiştirmek için.
“Buralarda yeni bir taverna açılmış.” dedi Godfrey. “Oradan yeni çıktık. Tüm krallıktaki en iyi bira resmen. Biraz ister misin?”, elindeki şişeyi Gareth’a uzattı.
Gareth hayır anlamında kafasını salladı. Onun dikkatini bir şekilde dağıtması gerektiğini biliyordu. Onu azarlamaya karar verdi. “Babam gündüz vakti içiyor olduğunu duyarsa çok öfkelenir.” dedi. “Elindekini bırakıp saraya dönsen iyi olur.”
İşe yaradı. Godfrey sinirlenmişti ve artık Gareth’ı umursamadığı belliydi. Babasıyla olan ilişkisini düşünüyordu.
“Babamın duygularını ne zamandan beri düşünür oldun?” diye karşılık verdi.
Gareth artık sıkılmıştı. Bir sarhoşa ayıracak vakti yoktu. Godfrey’in dikkatini dağıtmayı başarmıştı ve artık buradan gitmeyi istiyordu. Arkasını onlara döndükten sonra yoldan aşağı ilerlemeye başladı. Adamların alaycı gülüşlerini duyabiliyordu. Fakat bunlar umurunda değildi. Yakında son gülen kendisi olacaktı.
14
Tahta bir masanın başında oturan Thor, parçalar halinde önünde duran ok ve yayla uğraşıyordu. Yanında ise Reece ve Lejyon’dan birkaç kişi daha vardı. Hepsi silahlarının üzerine eğilmiş, kimisi tahtadan yaylar oyuyor kimisi ise yayların iplerini gerginleştiriyordu.
“Bir savaşçı kendi okunun yayını takabilmelidir.” dedi Kolk. Oğlanların yanından yürüyor, eğilerek tek tek hepsinin neler yaptığını inceliyordu. “Gerginlik doğru oranda olmalı. Az olursa, okunuz hedefe ulaşmaz. Fazla olursa, ok yönünü değiştirir. Silahlar savaşlarda veya seferler esnasında kırılabilirler. Yolculuk esnasında onları tamir edebilmeyi öğrenmelisiniz. Mükemmel savaşçı aynı zamanda bir demirci, marangoz ve tamircidir de. Ve kendi silahınızı tamir edene dek, onu gerçekten kullanmayı öğrenemezsiniz.”
Kolk hemen Thor’un arkasından durarak çocuğun omzuna doğru eğildi ve elindeki oku o kadar hızlıca çekti ki, yaylar Thor’un canını acıttı. “Yaylar iyi olmamış. Fazla eğriler. Savaş esnasında böyle bir şey kullanmaya kalkarsan seni kesin öldürürler. Ve tabii yanındaki silah arkadaşlarını da.”
Kolk oku masanın üzerine fırlatıp devam etti; çocuklardan birkaçı bu duruma kıs kıs güldüler. Kızaran Thor yayı tekrar tutarak çekebildiği kadar çekti ve okun üzerindeki çentiğe oturttu. Gün boyunca yaptığı bir sürü ağır ve lüzumsuz işin üzerine bir de saatlerdir bununla uğraşıyordu.
Diğerlerinin çoğu dışarda antrenman yapıyor, birbirleriyle çalışıyor ve kılıç kullanıyorlardı. Camdan dışarı baktığında uzaktaki ağabeylerini gördü; tahta kılıçlarıyla idman yaparlarken kahkahalar atıyorlardı. Thor, her zaman olduğu gibi işin en eğlenceli tarafı onlara kaldı, diye düşündü. Yine onların gölgesindeydi. Thor bunun adil olmadığını düşünüyordu. Burada istenmediğine dair olan inancı gittikçe büyüyor, kendini Lejyon’un gerçek bir üyesi değilmiş gibi görüyordu.
“Endişelenme, yakında işin inceliğini çözersin.” dedi yanında oturan O’Connor.
Yayla uğraştığı için avuç içleri yara dolmuştu; son bir kez yayı tüm gücüyle gerdi ve en sonunda şansı yaver gitti. Yay, okun üzerindeki çentiğe tam oturdu. Müthiş bir tatmin duydu.
Güneş iyice yükselmişti. Elinin tersiyle alnını süren Thor, bu işin daha ne kadar süreceğini merak etti. Bir savaşçı olmanın ne demek olduğunu düşünmeye başlamıştı. Kafasındaki imge bundan çok daha farklıydı. O sürekli antrenman yapacağını düşünmüştü. Ancak sanırım bu da bir tür antrenman sayılabilir, diye içinden geçirdi.
“Lejyon’a bunun için katılmamıştım.” dedi O’Connor. Sanki kafasından geçenleri okumuştu. Ona bakan Thor çocuğun sürekli suratında olan o gülümsemeyi görünce rahatladı.
“Kuzey Eyaletinden geliyorum.” diye sözlerine devam etti. “Ben de tüm hayatım boyunca Lejyon’a katılmayı hayal ettim. Kafamda sürekli idman yapıp, savaşacağımızı canlandırırdım. Bu can sıkıcı işlerle uğraşmayı değil. Ancak düzelecektir. Yeni olduğumuz için bunlarla uğraşıyoruz. Bir çeşit kabul aşaması gibi bir şey. Burada bir hiyerarşi var. Ayrıca yaşı en küçük olanlar biziz. On dokuz yaşındakilerden herhangi birinin böyle bir şeyle uğraştığını görmedim. Bu durum sonsuza dek sürmeyecektir. Ayrıca şu an öğrendiğimiz işe yarar bir yetenek bence.”
Bir boru öttü. Dışarı bakan Thor tüm Lejyon’un toplanmakta olduğunu gördü. Sahanın ortasındaki taştan dev duvarına önüne yerleşiyorlardı. Duvarların tepesinden beşer metre aralıklarla ipler bırakıldı. Duvar en az yirmi metre uzunluğundaydı ve hemen dibine saman yığınları yerleştirilmişti.
“Ne bekliyorsunuz?” diye bağırdı Kolk. “HAREKET EDİN!”
Gümüşler etraflarını sarıp bağırmaya başladılar ve Thor ne olup bittiğini anlayamadan diğerleriyle beraber masadan kalkarak duvara doğru koşmaya başladı.
İplerin yanına gelmişlerdi. Hepsi heyecanlanmıştı. Thor sonunda diğerlerinin arasında dahil edilmekten mutluluk duyuyordu. Hemen Reece’in yanında yerini aldı. O’Connor da onun yanına geldi.
Çocuklarının suratlarını inceleyen Kolk, “Savaşa girdiğiniz şehirlerin çoğunun surlarla çevrili olduğunu göreceksiniz.” diyordu. “Bu surları aşmak bir askerin görevidir. Tipik bir kuşatmada, ip ve kancalar kullanılır, tıpkı bu duvarın üzerine yerleştirdiklerimiz gibi. Ve onları kullanmak bir savaş esnasında başınıza gelebilecek en tehlikeli işlerden biridir. Bunun kadar açık bir hedef haline geleceğiniz başka bir durum çok nadirdir. Düşman üzerinize erimiş kurşun dökecek, oklar atacak ve kayalar bırakacaktır. Doğru an gelene kadar tırmanmayı aklınızdan bile geçirmeyin. Tırmanmaya başladığınız zaman ise çok dikkatli olun, yoksa ölürsünüz.”
Derin bir nefes alan Kolk bağırdı, “BAŞLAYIN!”
Oğlanların hepsi hızla iplere atıldılar. Thor tam bir tanesini kapacaktı ki başka biri ondan önce davrandı. Hemen yakınındaki başka bir tanesini kaptı ve tırmanışına başladı.
Thor’un taşın üzerindeki ayağı devamlı kayıyordu. Yine de epey hızlıydı ve çocukların birçoğunu geride bırakmıştı. Bu hızla giderse en öne geçeceğini anladığı zaman en sonunda biraz iyi hissetmeye ve kendiyle gurur duymaya başladı.
Birden sırtına sert bir şey çarptı. Duvarın tepesinde duran Gümüşler, aşağıya taşlar, çubuklar ve birçok çerçöp atıyorlardı. Thor’un yanındaki ipe tırmanan çocuk suratını korumak için elini kaldırınca dengesini kaybederek aşağı, samanların içine düştü.
Thor’un tutuşu da gevşemişti ama yine de dayanıyordu. Sırtına inen bir sopa az kalsın onu aşağı uçuracaktı. Temposunu düşürmezse duvarın üstüne ilk çıkan olacaktı. Ancak birden kaburgasına biri tekme attı. Ne olduğunu anlayamadan ikinci bir tekme daha yedi ve kafasını o tarafa çevirdiği zaman yanındaki çocuğu gördü. Thor tepki veremeden bir tekme daha savuran çocuk Thor’u aşağıya yolladı. Samanların içine gömülen Thor’un düşüşü neyse ki canını yakmadı.
Soluklanmaya çalışan Thor üstünü başını temizledi. Tırmananların hepsi teker teker aşağı düşüyordu. Düşmeyenlerin ise Gümüşler tarafından ipleri kesildi. Tek bir tanesi bile yukarı çıkmayı başaramamıştı.
“Ayağa kalkın!” diye bağırdı Kolk. Thor da diğerleriyle beraber doğruldu.
“KILIÇLAR!”
Çocukların hepsi tahta kılıçların olduğu geniş bir ayaklığa doğru koştu. Thor da hemen bir tane aldı ve ne kadar ağır olduğunu görünce şaşırdı. Şimdiye dek kaldırdığı herhangi bir silahtan en az iki kat daha ağırdı. Taşımakta zorlanıyordu.
“Ağır kılıçlar, başlayın!” diye bağırdı biri.
Thor ilerde Lejyon’a ilk geldiği zaman ona saldıran budala Elden’ı gördü. Suratındaki yaralar halen acıyordu. Elden kılıcını yukarı kaldırmış, öfkeli bir suratla ona doğru geliyordu.
Thor son anda kılıcını kaldırarak Elden’ın darbesini engelledi ama kılıç o kadar ağırdı ki onu engellemekte zorlanıyordu. Daha iri ve güçlü olan Elden bunu fırsat bilip Thor’un kaburgalarına bir tekme attı.
Thor acı içinde dizlerinin üzerine çöktü. Elden suratına doğru kılıcını tekrar savurdu ve Thor güç bela bu darbeyi de engellemeyi başardı. Elden hızla bir hareketle bu sefer kılıcını Thor’un bacaklarına yönlendirdi. Ayakları yerden kesilen Thor yere yuvarlandı.
Etraflarına toplanan küçük bir kalabalık hemen tezahürata başladı. Kavga yavaş yavaş herkesin ilgisini çekmeye başlamıştı. Oğlanların hepsi Elden’a destek çıkıyor gibiydiler.
Elden kılıcını tekrar indirdi. Thor yana doğru yuvarlandı. Bir an için eline fırsat geçen Thor bundan yararlandı ve kılıcını hızla Elden’ın dizinin arkasına savurdu. Nazik bir noktaya yapılan bu vuruş Elden’ı yere devirdi.
Thor hemen ayakları üzerine doğruldu. Elden da kalktı. Hiç olmadığı kadar öfkeli görünüyordu. Karşı karşıya geldiler.
Thor hiçbir şey yapmadan öylece duramayacağını biliyordu; Elden’ın üstüne ilerleyerek bir hamle yaptı. Ancak çok ağır olan tahta kılıç, darbesini yavaşlatıp, Elden’ın kolaylıkla bloke etmesine yol açtı. Bunu fırsat bilen Elden hemen kılıcının ucuyla Thor’un kaburgalarına vurdu.
Thor elinden kılıcını düşürerek yere çöktü. Tükenmişti.
Diğer oğlanlar neşe içinde bağırıyorlardı. Dizlerinin üzerinde duran Thor’un boğazına Elden kılıcının ucunu dayadı ve buyurgan bir sesle, “Teslim ol!” dedi.
Elden’a düşmanca bir bakış atan Thor, dudağındaki tuzlu kanın tadını alabiliyordu. “Asla.” diye mırıldandı meydan okurcasına.
Yüzünü buruşturan Elden kılıcını kaldırdı ve indirmek için hazırlanmaya başladı. Thor’un yapabileceği hiçbir şey yoktu. Büyük bir darbenin onu beklediğini çok iyi biliyordu.
Kılıç inmeye başladığında gözlerini kapatan Thor, odaklanmaya çalıştı. Dünya yavaşlamış ve sanki kendisi başka bir aleme gönderilmişti. Üzerine inmekte olan kılıcı, onun yaptığı hareketi hissedebilmeyi başladı ve evrenden bu kılıcı engellemesini arzu etti.
Vücudunun ısınmaya ve karıncalanmaya başlamıştı. O odaklandıkça, sanki bir şeyler değişiyordu. Sanki tepesindeki kılıç artık onun kontrolündeydi.
Birden duran kılıç havada asılı kaldı. Thor gücünü kullanarak bir şekilde onu durdurmayı başarmıştı. Kafası karışan Elden bir kılıca bir Thor’a baktı. Tekrar zihin gücünü kullanan Thor, kafasında Elden’ın bileğini sıkıca tutup, sıkmaya başladı. Birkaç saniye geçmeden acılar içinde bağıran Elden kılıcı elinden düşürdü.
Diğer oğlanların tümü oldukları yerde donup kalmışlardı. Gözleri dehşetle açılmış ve şaşkınlık içinde Thor’a bakıyorlardı.
“O bir iblis!” diye bağırdı bir tanesi.
“Bir büyücü!” diye haykırdı başka biri.
Thor’un kendisi de şaşkındı. Az önce yaptığı şeyi nasıl yaptığına dair hiçbir fikri yoktu. Ancak bunun normal bir şey olmadığını biliyordu. Kendiyle gurur duyuyor, ama bir yandan utanıyordu da. Cesareti yerine gelmiş, fakat korkmuştu.
Kolk, Thor ve Elden’ın arasına girdi. Azarlayan bir sesle, “Burası büyü yapılacak yer değil evlat, ya da her neysen.” dedi. “Burası dövüşülecek bir yer. Sen bizim kurallarımızı çiğnedin. Bu yaptığını iyice düşüneceksin. Seni, gerçek tehlikelerin olduğu bir yere yollayacağım ve işte o zaman büyülerinin seni ne kadar iyi koruyacağını göreceğiz. Kanyon’da devriye gezen muhafızlara katılacaksın.”
Lejyon’da herkes nefeslerini tuttu. Ortama bir sessizlik çökmüştü. Thor kendisinden istenenin tam olarak ne olduğunu anlamadı ama kulağa pek iyi gelmediği kesindi.
Reece, “Onu Kanyon’a yollayamazsın!” diye itiraz etti. “Bunun için fazla yeni. Başına kötü bir şey gelebilir.”
Reece’e ters bir bakış atan Kolk, “Ne istersem onu yaparım evlat.” dedi. “Babacığın seni korumak için burada değil. Veya onu. Ve bu Lejyon benden sorulur. Ağzından çıkanlara dikkat etsen iyi olur, çünkü sırf kraliyet ailesinden olduğun için istediğin her şeyi söyleyebileceğini sanma.”
“Pekala.” dedi Reece. “O zaman ben de onunla giderim.”
“Tıpkı benim de gideceğim gibi.” dedi O’Connor ileri çıkarak.
Kolk onlara baktı ve yavaşça kafasını salladı. “Şapşallar. Seçim sizin. İstiyorsanız ona katılabilirsiniz.” dedi ve ardından Elden’a döndü, “Bu kavgayı sen başlattın ve bedelini ödeyen de sen olmalısın. Bu geceki devriyeye sen de katılacaksın.”
Elden’ın gözleri korkuyla dolmuştu, “Fakat efendim, beni Kanyon’a yollayamazsınız!” diye itiraz etti. Thor ilk defa onun bir şeyden korktuğunu görüyordu.
Kolk, Elden’a doğru yaklaştı ve “Yollayamaz mıyım?” dedi. “Eğer böyle konuşmaya devam edersen yollamak bir yana, seni bu krallığın en ücra noktasına yollarım.”
Cevap veremeyecek kadar yıkılmış haldeki Elden başını eğdi.
Kalabalığa seslenen Kolk, “Başka katılmak isteyen var mı?” dedi.
Daha büyük, iri veya güçlü olan oğlanların hepsi korku içinde başka taraflara baktılar. Tedirgin suratları gören Thor yutkundu ve Kanyon’un ne kadar kötü olabileceğini merak etmeye başladı.