Kitabı oku: «Şafak Sökmeden », sayfa 3
ALTINCI BÖLÜM
Kate’in ailesi hastaneye ancak birkaç saat sonra gelebilmişlerdi. Babası işten erken çıkamamıştı (veya çıkmak istememişti). İlk aranan o olmasına rağmen, annesi “çok meşguldü”. Ailesinden herhangi birisi onu görmeye geldiğinde saat akşam yedi civarıydı. Hatta hastane “yetişkin” bir akraba olarak Madison’a bile başvurmaya çalışmıştı. Ama okuldan sonra çok önemli bir “amigo kız” seçmesiyle meşguldü – tabii ki bu kız kardeşinin hayatından daha önemliydi – ve gelememişti.
Bu süre içerisinde birçok doktor ve hemşire Kate’i görmeye geldi ve bunlardan her birisi de en sonucu beyaz saçlı doktor gibi şaşırıp kalıyordu. Sonunda onun hasta rolü oynadığına ve kaza geçirmiş rolü yaparak dikkat çekmek istediğine karar verdiler, ki anne ve babası geldiğinde onlar da aynen böyle düşünmüştü.
Doktorlar anne ve babasına, “Kızınızın hiçbir şeyi yok,” dedi. “En azından fiziksel olarak. Ama bu derecede bir dikkat çekme isteği ciddi bir psikolojik soruna işaret ediyor.”
Annesi, “Psikolojik sorun mu dediniz?” diye sordu.
“İsterseniz sizin bir terapiste yönlendirebiliriz.”
Annesi babasına baktı. “Sigortamızın bunu karşılayacağından emin değilim.”
Kate bütün bunları hasta yatağından izliyor ve giderek öfkeleniyordu. Bütün bunları uydurduğunu nasıl söyleyebilirlerdi? Ambulanstaki hastabakıcılar raporunda tüm kemiklerinin kırıldığını söylemişlerdi! Bu numara yapılabilecek bir şey değildi ki!
Diğer taraftan, başka bir olasılık yerine onun aklını kaçırdığını düşünmenin herkes için ne kadar kolay olduğunu anlıyordu. Sonuçta diğer olasılık neydi ki? Kate’in kendisi bile olan biteni tam olarak anlayamamıştı. Son birkaç saati Elijah’ın boğazına geçirdiği dişlerini düşünürken Romeo ve Juliet okuyarak geçirmişti. Ama bunu acaba sadece hayal mi etmişti? Acaba bu, kazanın yarattığı travmanın ve aşırı dozda propofolün, Elijah’ın o gün gördüğü son kişi olmasının ve kitabın çantasında olmasının neden olduğu bir yanılsama mıydı? Komadaki kişiler genellikle tuhaf deneyimler geçiriyorlardı. Belki de onun da başına gelen şey buydu.
Amy’nin ona bir sürü çılgınca mesaj göndermek yerine Elijah’ı bulmuş olmasını isterdi. Eğer Elijah ile konuşabilseydi, kaza esnasında olanlarla ilgili sorularına yanıt alabilirdi. Sonuçta kazanın tek görgü tanığı oydu.
Bunun yerine babasının arabasının arka koltuğuna oturtulmuş ve hastanenin zamanını boşuna harcadığı, sağlık sigortasının priminin artmasına neden olduğu ve tabii ki Madison’ın amigoluk seçmesinde dikkatini dağıttığı için azarlanmıştı.
Ön koltuktaki annesi, “Gerçekten hala bu kadar çocuk musun?” diye şikayet etti. “Kendini bir kamyonun önüne atacak kadar? Sana çarpıp vücudundaki tüm kemikleri kırmadığı için şanslısın.”
Kate arabanın ona gerçekten çarptığını ve vücudundaki her kemiği kırdığını ileri sürmek istedi ve bunu kanıtlayan Hastane kayıtları da bardı. Ama bu neye yarayacaktı ki? Arka koltukta büzülüp oturdu ve ona söylenenlerin bitmesini bekledi.
Annesi, “Bunu üniversite ile ilgili planlarına son vermen gerektiğini söylediğim için mi yaptın?” diye ekledi. “Gerçekten de çok bencilsin. Senden tek istediğim Madison’ın okul masraflarını karşılamak için birkaç yıl bana yardımcı olman. Siz gençlerin hiç sabrı yok. Büyükannenin küçük kardeşlerine bakmak için on beş yaşında okulu bıraktığını biliyor musun? Bunun için kendisini bir kamyonun önüne atmadı!”
Eve dönüş yolculuğu boyunda Kate’e bu şekilde söylenmeye devam etti. Kate sadece sessizce oturmakla yetindi, ona karşılık vermeyecek kadar kızgındı.
“Komşuların ne düşüneceğini bir düşünsene! İntihar etmeye çalışmışsın gibi. Mahallede aklını kaybetmiş bir çocuğumuz olduğu söylentisinin çıkmasına izin veremem. Bir kere olsun kendin hakkında birisini düşünsen olmaz mı?”
Babası pek bir şey söylemedi, ama bu sözlere eklemede bulundu: “Ve sana başka bir bisiklet alacağımızı sanma.”
Kate sonunda onlara karşılı vermek için kendinde cesaret buldu.
“Peki, okula nasıl gideceğim?”
Annesi, “Madison ile gidersin,” diye tersledi, “o seni götürecek kadar aklı başında biri.”
Araba sonunda evlerinin önünde durdu. Kate elinden geldiğince hızlı bir şekilde arabadan indi ve kapıya koştu.
Annesi, “Şuna bak,” diye çıkıştı. “Gayet de iyi. Vücudunda bir çizik bile yok. Kimi kandırmaya çalıştığını sanıyor?”
Kate evin ön kapısından içeri girdi. Madison ve Max mutfaktan koridora geldi. Max gülümsedi ve tam bir şey söyleyecekken Madison onun sesini kesti.
“Sonunda döndün,” dedi ifadesiz bir sesle. “Hastaneden arayanlar çok ciddi bir kaza geçirdiğini söyledi. Odanı sonunda giyeceklerimi koymak için kullanabileceğimi düşünmüştüm.”
Kate kardeşinin şaka yapıp yapmadığını merak ediyordu ama bir tarafı bunun şaka olmadığına emindi.
Max gözleri ardına kadar açık, “Gerçekten sana bir araba mı çarptı?” diye sordu.
Kate merdivenlere doğru giderken, “Bunun gibi bir şey,” dedi. “Yolda bisikletten düştüm.”
Madison gözlerini kıstı. “Tanrım, Kate, çok dikkatsizsin.”
Kate merdivenleri hızla yukarı çıkarken, “Biliyorum, tamam mı?” dedi iğneleyici bir şekilde.
Odasının kapısını çarparak kapattı ve sırtını kapıya yaslayıp derin derin nefes almaya başladı.
İlk yaptığı şey soyunmak oldu; üzerindeki kıyafetlere daha fazla dayanamıyordu. Annesinden hastaneye gelirken yanında giysi getirmesi söylenmişti ve o da pantolon giymek yerine Kate’in de giymesini istediği tıpkı Madison’ın kıyafetlerine benzeyen pembe etek ve buna uygun bir bluz getirmişti.
Kate çıplak vücudunu incelemeye koyuldu, derisine dokundu, kaburgalarını yokladı. Kazadan iz bile yoktu. Ne bir ezik, ne kesik ne de yara. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi. Belki de gerçekten bütün bunları uydurmuştu?
Ama siyak kotunu ve sweatshirt almak üzere dolabına giderken boy aynasının önünden geçti. Gördüğü görüntü onu baştan aşağı titretti. Kendi görüntüsü yerine belli belirsiz gri bir leke görüyordu. Ayna tamamen buğuluydu. Eliyle silmeye çalıştı ama buğu gitmiyordu.
Aynaya doğru yürüyünce bu belirsiz şeklin tam insan boyunda olduğunu fark etti. Kendisi hareket ettikçe o da ediyordu. Bu onun yansımasıydı.
Kalbi hızla atmaya başladı. Üzerine birkaç giysi geçirdi, avucu terden sırılsıklamdı. Elijah’ı bulmalıydı. Ama nasıl? Bisikleti olmadan şehirden uzağa gidemezdi. Parası yoktu ve taksiye binemezdi. Ve bütün bunların yanında, onu nasıl bulabileceği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu.
Telefonunu aldı ve Amy’nin Elijah’a ulaşmanın bir yolunu bulmuş olmasını diledi. Ona binlerce mesaj göndermişti ama hiçbirisi bunun hakkında değildi. Son mesajı şöyleydi:
Dinah ile konuş. Size gelecek.
Kate, hayır, diye düşündü. Şu anda istediği en son şey kaygılı arkadaşlarının Elijah’ı bulmasına engel olmasıydı.
Tam da o anda kapının çaldığını duydu.
Annesi merdivenlerden bağırdı: “Kate! Arkadaşlarından birisi geldi.” Yaptığı vurguyla arkadaşlarını onaylamadığını belirtmişti.
Kate odadan hızla çıkıp merdivenlerden aşağı idi. Annesi üzerindeki giysilere baktı ve kapıdan çekilip uzaklaşarak Dinah ile onu yalnız bıraktı.
Dinah İskoç çoban köpeği Emerald ile birlikte gelmişti. Kate onu küçük bir yavru olduğu zamanlardan beri biliyordu ve onu gördüğüne sevinmişti.
Dinah arkadaşını görünce, “Kızım,” diye bağırdı. “Neler oluyor? Amy aklını kaçırdı. Hastanede olduğunu söyledi.”
Kate merdivenlerden aşağı inerken, “Önemli bir şey değil,” dedi. Kendisine karşı koyamıyor, Dinah’ın gitmesini gerçekten çok istiyordu. Yapacak şeyleri vardı. Aklını kaçıracak gibiydi ve onu sakinleştirebilecek tek kişi Elijah idi. “Sadece bisikletten düştüm, hepsi bu.”
Kate son basamağa gelmişti. Birden Emerald hırıldamaya başladı. Ona dişlerini gösterdi be kızgın bir ses çıkarttı.
Dinak Emerald’a, “Hey,” dedi ve tasmasından çekti. “Terbiyeli ol.” Kate’ baktı. “Büyük ihtimalle antiseptik koktuğun için sana hırlıyor. Ona veterineri hatırlatıyor. Değil mi kızım?”
Ama Emerald hırlamaya devam etti.
Kate Dinah ile aynı fikirde olmayı isterdi, ama değildi. Emerald ondan korkuyordu, çünkü şimdi ölmüş olması gerekiyordu, çünkü kazadan sonra olan bir şey onu değiştirmişti.
Emerald sesli bir şekilde havlamaya başladı. Sokaktaki ağaçlarda tüneyen kuşlar bu sesten dolayı ötmeye başladılar.
Oturma odasındaki babası, “Birisi şu köpeği sustursun!” diye bağırdı.
Dinah sesini yükselterek, “Gitmem gerek,” dedi, Kate’in babasını kızdırdığı için kendisini suçlu hissediyordu. “Üzgünüm. Ama iyi olduğuna sevindim. Ama Amy’i ara, seni çok merak ediyor.”
Emerald’ı çekerek götürmeye başladı.
Kate, “Arayacağım,” dedi, kapıyı hemen kapamaya o kadar istekliydi ki, neredeyse Dinah’ın “yarın görüşürüz!” dediğini duymayacaktı bile.
Sonunda Dinah gitmişti. Kate merdivenlerden yeniden odasına çıktı ve pencereden dışarı baktı. Dinah hala hırlayan Emerald’ı sakinleştirmeye çalışarak uzaklaştırıyordu. Kuşlar hala yerlerinde duramayıp kanat çırpıyor ve sesli bir şekilde ötüyorlardı.
Babasının alt kattan bağırdığını duydu: “Orada ne oluyor öyle?”
Birden pencereye bir şey çarptı. Kate çığlık atarak geri sıçradı. Cama bir şey daha çarptı.
Kate, “Yarasalar,” diye bağırdı.
Perdeleri kapadı ve böylece dışarıdan gelen ışığı ve pencereye doğru gelmeye devam eden yarasaların görüntüsünü kapadı. Korkmuş ve kafası karışmış bir şekilde yatağa kadar geri geri yürüdü ve yatağın üzerinde oturdu. Gözleri penceresine gelip çarpan yarasaların siluetine takılı kalmıştı. Her yarasa çarpışında yerinden sıçrıyordu.
Hareket edemeyecek kadar korkarak yatak örtüsünü alıp kafasının üstüne çekti ve yatakta kıvrılarak sesleri duymamaya çalıştı.
*
Kate öylece uyuya kalmış olmalıydı, çünkü gözlerini açtığında şafak söküyordu. Yarasaların pencereye çarpası son bulmuştu; her şey sakindi. Gün ışığı pencereden içeri girmeye başlamıştı.
Yataktan çıktı, hastaneden dönünce giydiği giysiler hala üzerindeydi. Bu sefer aynaya baktığında normal yansımasını gördü. Belki de bütün bu olanları hayal etmişti. Sonuçta kazada kafasına çok sert bir darbe almıştı.
Üzerine temiz bir şeyler giymek için pencerenin yanındaki dolabına gitti. Dolabının yanına geldiğinde, pencereden bakınca gördüklerinin beklediklerinden çok farklı olduğunu gördü. Okyanusu gören her zamanki düzenli mahalle yerine karşısında bir şehir manzarası vardı. Sanki New York City’nin göbeğinde bir apartmanın tepesindeymiş gibiydi.
Ama nedense bu beklemediği manzara onu hiç dehşete düşürmedi; sanki normalde penceresinden gördüğü Kaliforniya manzarası yerine olması gereken manzara buymuş gibiydi. Bir gün ailesinde mümkün olduğunca uzağa, doğu yakasındaki üniversiteye gittiğinde görmeyi umduğu manzara işte buydu.
Merak içerisinde pencereden uzaklaştı. Geri dönüp odasına baktığında kendisini bambaşka bir yerde buldu. Kırmızı tuğla duvarlar ve aşırı kullanımdan dolayı eskimiş eski ahşap döşemelerle bezenmiş tavan arası katı gibi bir yerdeydi. Büyük pencereler yerden tavana kadar uzanıyor, bu pencerelerden tüm odaya gün ışığı doluyordu. Odanın ortasında yıpranmış koyu siyah deri bir koltuk vardı ve eski bir konaktaki bir tarihi eser gibi görünüyordu.
Kate “Kimse var mı?” diye bağırdı.
Ayaklarının ucuna basarak köşede altın kaplama çerçeveli bir aynaya doğru yürüdü. Artık üzerinde sweatshirt ve kotu yoktu, bunun yerine uzun, siyah bir elbise giyiyordu. Elbisenin bel kısmı dardı ve bundan dolayı giysi bir kum saati görünümündeydi. Dirseklerine kadar uzanan beyaz eldivenleri vardı. Dudakları kan kırmızıydı. Tıpkı Nicole’ün giyim tarzına benziyordu ve Kate de bunları giymeyi her zaman isterdi, ama bunun için kendine güvenemiyordu.
Aynadaki görüntüde bir hareketlenme oldu. Sıçradı ve etrafında dönünce Elijah ile yüz yüze geldi. Siyak saçları alnının üstünden geriye taranmış ve yeşil-gri karışımı gözlerini ortaya çıkartmıştı.
Kolunu Kate’in beline sararken “Başardın,” dedi.
Bu dünyanın en doğal şeyiymiş gibi gelmişti.
Kate kendisini onun kollarına bırakarak, “Neredeyiz?” dedi.
Elijah tek ayağı üzerinde dönüp, onu kollarında tutarak döndürdü. Kate başını onun göğsüne koydu. Daha hızlı dönmeye başladılar. Oda etraflarında o kadar hızlı dönüyordu ki, tüm renkler birbirine karışıp seçilemez hale geliyordu. Altın çerçeve, kırmızı koltuk, gri gökyüzü birbirine karışmaya başladı. Bir karnavalda atlıkarıncaya biner gibiydi. Bir anda durmak istedi.
Bir anda durdular ve batmaya başladılar, döşeme tahtalarının arasından yere doğru batıyorlardı. Kate midesinde düşme hissinin yarattığı bir boşluk hissetti. Dikine o kadar hızlı bir şekilde düşüyorlardı ki, rüzgâr kulaklarında çınlıyordu. Elijah’a sımsıkı tutundu ve bağırdı. Ama o ona daha da sokuldu ve Kate’in çığlık atarken en son gördüğü, dişlerini boğazına geçirdiğiydi.
Kate çığlık atarak uyandı, ter içinde kalmıştı. Kalbi gümbür gümbür atıyordu.
Gördüğü rüyayı düşündü ve hatırladıklarını bir araya getirmeye çalıştı. Olan biten her şey de bir çılgın rüyadan mı ibaretti? Belki de on yedinci doğum gününde olan her şeyi hayal etmişti ve aşağı kahvaltıya indiğinde onu hediyelerin ve tebrik kartlarının beklediğini görecekti.
Lütfen Tanrım, diye içinden geçirdi, lütfen bütün bunlar kötü bir rüyadan ibaret olsun.
Kate telefonuna baktı ve arkadaşlarından kaygı dolu mesajlar geldiğini gördü. Aşağılara inince doğum günü boyunca birlikte çektikleri selfieleri gördü. Yataktan dışarı fırladı ve kendine bakmak üzere aynaya koştu. Aynı gri, buğulu görüntüyü gördü.
Kafasını sallayarak geri çekildi.
Gerçekti. Her şey gerçekti.
Yarasaların penceresinin dibinde uçması, aynada kendisini görememesi. Bütün bunlar ne anlama geliyordu?
Midesi gurulduyordu. Bu o kadar sesli bir guruldamaydı ki, sanki sesin duyulmasını engellemek istermiş gibi midesini tuttu. Açlık hissi dayanılmaz seviyedeydi.
Üzerine mor bir tişört ve bol bir kot geçirip hızla koridora çıktı.
Makyajının tam ortasında olan Madison, banyo kapısından dışarı bakıp, “Sonunda,” dedi. “Eğer seni her gün okula götüreceksem geç kalmamalısın.”
Madison’ın sesi Kate’in kafasının içinde yankılandı ve başının ağrımasına neden oldu. Başını tutarak hızla merdivenleri indi.
Mutfakta güneş parlıyordu. Kate ellerini gözlerine siper etti.
Babası kızarmış ekmek üzerindeki sahanda yumurtasına eğilmiş, bakışları sanki bir kara delik tarafından çekiliyormuş gibi yumurta sarısına takılmıştı. Annesi köşede durmuş, kahve yapıyordu. Kahve makinesinin sesi o kadar yüksekti ki, Kate’in yüzünü buruşturmasına neden oldu.
Max masada iştahla gevrek yiyordu. Kafasını yukarı kaldırdı ve gülümsedi. Kate bu gülümsemeye karşılık vermedi. Çiğnediği gevrek tanelerinin sesini, sanki kafasının içindeymiş gibi duyuyordu.
Kate hızla dolaba gitti ve açtı, açlığını bastıracak bir şeyler arıyordu.
Annesi, “Yoğurtlar dolabın arkasında,” dedi; sesi Kate’i hiç olmadığı kadar sinirlendiriyordu.
Kate, “Yoğurt istemiyorum,” dedi.
Yoğurt yemenin düşüncesi bile Kate’in midesini bulandırıyordu. Başka bir şey istiyordu. Farklı bir şey.
Annesinin iç geçirdi ve bu Kate’e bir buharlı trenin düdüğü kadar sesliymiş gibi duydu. “Bana sorunlu numarası yapma,” diye tersledi. “Bu şu anda ihtiyacı olan son şey. Eğer kahvaltıda yoğurt yiyeceksin diyorsam, yoğurt yiyeceksin. Kural bu.”
İşte bu anda Kate’in gözleri buzdolabının en altında buzu çözülmekte olan kıymaya kaydı. Derin derin soludu ve çiğ etin kokusunu içine çekti. Kıymanın pembeliğini görmek ağzını sulandırıyordu.
Ona neler oluyordu?
Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atarken, buzdolabının kapısını çarparak kapattı.
Annesi, “Kate!” diye bağırdı. “Sana o yoğurdu yemeni söyledim!”
Annesinin sesi Kate’in zihnine saplanan bir bıçak gibiydi. Bu sese daha fazla dayanamıyordu. Olduğu yerde dönüp birden annesinin üzerine yürüdü.
Annesinin yüzüne karşı, “O aptal, iğrenç yoğurdunu yemeyeceğim!” diye bağırdı.
Herkes dondu kaldı. Max’in kaşığı kâsesinin içine düştü ve bundan çıkan ses Kate’in kulaklarını içinde uğuldadı.
Orada öylece kalakalan annesinin adeta dili tutulmuştu. Kate daha önce hiçbir zaman böyle kendisini savunmamıştı. Kadın ne yapacağını bilemiyordu.
Kate’in babasına, “Robert,” dedi. “Benim le böyle konuşmasına izin verecek misin?”
Kate bu sorunun cevabını duymayı beklemeyecekti. Hızla koridora, oradan da ön kapıya gitti.
Arkasından Max’in sesini duydu “Hey! Nereye gidiyorsun?”
Ama arkasına bakmadı bile.
*
Kate okula anayollardan uzak ara sokakları izleyip dolambaçlı yollardan gitti. Madison’ın onun yanından geçip onu almasını veya babasının ona yetişip onu azarlamasını istemiyordu.
Yol boyunca midesi guruldamaya devam etmişti. Çok açtı.
Tüm sesler onun için çok fazla şiddetliydi ve güneş çok parlaktı. Sürekli elini gözlerine siper ediyordu.
Ne zaman üzerinde kuş yuvalarının olduğu ağaçların yanından geçse kuşlar çıldırırcasına ötmeye başlıyordu. Kate ağaçlara tırmanıp kuşların kafalarını kopardığını düşünüyordu. Bu vahşi düşünceler onu dehşete düşürüyordu.
İnsanların beyinlerinde hasar oluştuktan sonra uyanıp sadece Fransızca konuştuklarını veya Mozart’ın tüm eserlerini piyanoda çalabilmeye başladıklarını okumuştu. Belki de onun başına da böyle bir şey gelmişti; kafasına aldığı darbe onu seslere karşı çok hassas hale getirmişti. Ama bu düşünceyi kafasında çevirdikçe bunun hiçbir şeyi açıklamadığına kanaat getirdi. Olağanüstü bir hızla iyileşmesi, ondan kokan hayvanlar, güzünü kör edecek kadar parlak güneş ve aynadaki görüntüsünün kaybolması… bütün bunların ne anlama geldiğini aslında biliyor, ama bunu kendisine itiraf edemiyordu. Başına gelenleri anlamasına yardımcı olup olamayacağını öğrenmek için Elijah’ı bulması gerekiyordu.
Okula geç kalacağını düşünüyordu, ama okula vardığında daha zil bile çalmamıştı.
Tüm arkadaşları birden, “Kate!” diye bağırdı.
Kate gerildi. Onları şu anda görmek istemiyordu. Hiç zamanı yoktu.
Onun yanına koştular ve onu kucakladılar.
Nicole, “Bütün onları kaçırdım,” dedi. Bugün saçlarının ucu kırmızıydı. “Dinah ve Amy bana her şeyi anlattı. İyi misin?”
Kate kendisini onların kollarından kurtararak, “İyiyim,” diye mırıldandı.
Dinah, “Emin misin?” dedi. “Biraz garip görünüyorsun.”
Kate, “Sana da bir karavan çarpsaydı sen de garip görünürdün,” diye tersledi.
Dinah iki elini de açarak geri çekildi.
Amy kaygılı görünüyordu. “Mesajlarımdan hiçbirisine cevap vermedin,” dedi. “Sadece evi aradığımda Max’ten seni hastaneden taburcu ettiklerini öğrendim.”
Kate kısaca, “Başım şu an çok kalabalık,” dedi. Arkadaşlarına bakmıyordu bile. Gözleri sürekli etrafta dolaşıyor, Elijah’ı arıyordu.
Kızlar Kate’in biraz yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu anladılar.
Nicole, “Benim sınıfa gitmem gerekiyor,” dedi.
Dinah, “Ben de seninle geleceğim,” dedi.
Geri çekildiler.
Amy diğerlerinin arkasından yürürken Kate’e “Öğle yemeğinde görüşürüz, tamam?” dedi.
Ama Kate cevap vermedi. O sırada dört bir yandan üzerine çullanan hisleriyle baş etmeye çalışıyordu. Otoparktaki herkesi, konuşmalarını, ayak seslerini, gülmelerini her şeylerini duyuyordu. Acıyla yüzünü buruşturdu. Güneş o kadar parlaktı ki hiçbir şeye odaklanamıyordu. Ve hava o kadar sıcaktı ki sanki teni yanıyor gibiydi.
Kafasının üzerinde bir yerlerde bir karga sesli bir şekilde ötmeye başladı. Ses ona o kadar acı veriyordu ki, elleriyle kulaklarını kapattı. Karganın yanına başkaları da geldi ve sonunda bir sürü karga başının üzerinde ötmeye başladı.
Kuşların birden bir araya üşüşmesi üzerinde insanlar bağırıp çağırmaya başladı. Kate kafasını ellerinin arasına alırken, hepsi ağızları sonuna kadar açık bir şekilde bunu izledi. Kuş sürüsü ona doğru geliyordu, onun etrafında o kadar hızlı uçuyorlardı ki, kıyafeti ve saçları uçuşuyordu. Onu hedef alıyor gibi gökyüzünden aşağı dalıyor, daha sonra yeniden yukarı çıkıyorlardı.
Sonunda gökyüzüne yükselerek uzaklaştıklarında kuşların ciyaklama ve kanat çırpma sesleri de giderek uzaklaştı. Kate’in etrafına siyah tüyler saçılmıştı. Herkes ona bakıyordu.
Kate Madison’ın arabasının otoparka girdiğini gördü. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Onunla karşılaşmamak için hızla içeri girdi.
Koridor daha karanlık ve daha serindi; burada biraz rahatladı. En azından burada kuşların saldırısına uğrayamazdı. Ama yine de zihninde sürekli kuş seslerinin uğultusu dolaşıyordu.
Koridorda yürürken yanından geçtiği herkesin sesini alçalttığını hissetti. Herkes ona bakıyor ve ağızlarını elleriyle kapayıp fısıldaşıyorlardı. Dün olanları biliyorlardı. Nasılsa dedikodu tüm okula yayılmıştı. Herkes aklını kaçırdığını düşünüyordu.
Sanki yavaş çekimde hareket ediyor gibiydi ve her bakışı, her çatılan kaşı görüyor, her fısıldaşmayı duyuyor, her mimiğin, her küçümsemenin farkına varıyordu.
“Annesi doğum gününde ona araba almadığı için kendisini öldürmeye çalıştığını duydum.”
“Ablasının amigoluk yarışmasından dikkati üzerine çekmek için araba çarpmış numarası yaptığını duydum.”
Giderek öfkeleniyordu. Kimse onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Onu dedikodulara ve kulaktan kulağa dolaşan söylentilere göre yargılıyorlardı. Öfkesi kontrol edilemeyecek seviyeye gelmişti. Onlardan uzaklaşmalıydı.
Onların hepsinden uzaklaşmak için koşmaya başladı. Kendi nefes alış-verişi kulaklarında adeta yankılanıyordu. Kalp atışlarının hızlandığını ve her bir adımının yerdeki fayanslarda yüksek bir ses çıkardığını duyuyordu.
Hızla tuvalete girdi, aynada makyaj yapan kızla arasından kendine yol açtı.
Kızlardan birisi elindeki maskara fırçasını kızgın kızgın sallayarak, “Ah, özür dilerim,” dedi.
Kate onu görmezden geldi ve tuvaletlerden birisine girerek kapısını kilitledi. Midesi eskisinden de ok gurulduyordu. Çok açtı ve bu çok acı vericiydi. Ama tek kötü hissi bu değildi. Cildine sanki iğne batırılıyordu. Çok rahatsız ediciydi, sanki güneş yanığı gibiydi. İçinde bir panik hissi vardı, sanki bir panikatak geçirmek üzereymiş gibiydi.
Biraz nefeslendi. Herkes sınıfına girince koridorlar biraz tenhalaşacaktı. İşte o zaman Elijah’ı aramaya başlayabilirdi.
Zilin çaldığını duydu ve daha sonra kızlar tuvaleti boşaltana kadar bekledi. Her yer sessizliğe kavuşunca kapının kilidini açtı ve dışarı çıktı.
Kızlar aynanın önünü boşalttığından, aynada buğulu, buluta benzer garip yansımasını görebiliyordu.
“Sen nesin böyle?” diye bağırdı aynadaki bu yansımaya. “Nesin sen?”
Yumruğunu aynaya indirdi. Ayna anında paramparça oldu ve ayna kırıkları dört bir yanına düştü.
Kate elinin kanadığını gördü. Ayna eşlini kesmişti. Kan çok güzel görünüyordu. Kan ağzını sulandırmıştı.
Bakışlarını bu görüntüden ayırdı, kalbi hızla çarpıyordu.
Elijah’ı bulmalıyım, diye düşündü.
Koridora çıktı. Bomboştu. Herkes sınıflarındaydı. Koridorda ilerlemeye başladı.
Birisi, “Hey,” diye bağırdı.
Ürkmüştü. Nöbetçi öğretmen oda doğru geliyordu.
Kadın, “İzin kâğıdın nerede?” dedi.
Kate, “İzin kâğıdım yok,” dedi. “Geç kaldım. Sabah hangi dersim olduğunu unuttum.”
“O zaman sana eşlik etmeme ne dersin?” dedi. “Böylece bir daha unutmazsın.”
Kate’in başka seçeneği yoktu. Sinirli sinirli iç geçirerek kadınla birlikte tarih dersine gitti.
Sınıfa girdiğinde herkes yaptığı şeyi bırakıp ona baktı.
Sınıfın arkasından birisi, “Onun öldüğünü sanıyordum,” diye fısıldadı.
Bunu başka kimse duymamış gibiydi. Ama Kate duymuştu.
Öğretmeni doğrularak, “Bayan Roswell,” dedi. “Bize katıldığınız için mutluyuz.”
Bu iğneleyici sözleri Kate’i daha da sinirlendirdi. Şu anda zaten yeterince öfkeliydi, ihtiyacı olan son şey iğneleyici öğretmenler ve birbiriyle fısıldaşan öğrencilerdi.
“Lütfen otur.”
Nöbetçi öğretmen Kate’i sınıfa getirdiği için kendiyle gurur duyuyor gibiydi. Kate ona sinirli bir bakış attı ve daha sonra kimsenin bakışlarına karşılık vermeyerek gidip yerine oturdu.
Tek boş yer pencerenin kenarındaydı. Masa üstünden güneş ışığının yansıdığını görebiliyordu. Oturduğunda, oturduğu yerin güneş ışınları ile ısıtılmış olduğunu fark etti. Terleme başladığını hissediyordu. Tuvalete girdiğinde hissettiği aynı panik duygusuydu bu. Sanki güneş tenini yakıyordu.
Ayağa fırladı. “Tuvalete gidebilir miyim?”
Öğretmen ona döndü ve kaşlarını çattı, sınıfta fısıldaşmalar duyulmaya başlamıştı.
Öğretmen, “Daha yeni geldin,” dedi.
Kate, “Hastayım,” dedi ve bunun gerçekten doğru olması gerektiğini fark etti. Yoksa kendisini böyle ateşi varmış gibi hissetmesinin ne nedeni olabilirdi ki? “Lütfen. Sanırım hastayım.”
Alnında biriken teri gören öğretmen, “Yüzün biraz solgun görünüyor,” diye cevap verdi.
Bir kâğıda bir not yazıp Kate’in sınıftan çıkmasına izin verdi.
Kate öğretmenin uzattığı notu kapıp koridorlardan geçti, kâğıdı yanından geçtiği her nöbetçi öğretmene sinirli bir şekilde gösterdi. Zihninde bir sürü şeyle meşguldü. Kendisini ayakta bile zor tutuyordu.
Umutsuz bir şekilde her sınıfın camından içeri bakarak Elijah’ı bulmaya çalıştı. Ama bu hiçbir işe yaramıyordu. Bir sürü sınıf vardı. Herhangi birisinde olabilirdi.
Onu bulmak için çok daha akıllı bir şekilde davranması gerekiyordu. Yapabileceği en iyi şeyin onun adresini bulmaya çalışmak olduğuna karar verdi. Böylece, okuldan sonra onun evine gidebilir ve ondan kafasında dolaşıp duran tüm soruların cevabını alabilirdi.
Okulun danışma bölümünün bulunduğu yere doğru gitti. Doğruca oraya gidip Elijah’ın adresini soramayacağını biliyordu. Adresi ona asla vermezlerdi. Dikkatlerini dağıtması gerekiyordu.
Herkesin yolundan çekilmesini sağlayacak ve başarısızlığa uğrama şansı olmayan bir yöntemi bilecek kadar lise konulu film izlemişti. Yangın alarmını çalıştıracaktı.
Bir zamanlar böyle bir şeyi düşünemeyecek kadar iyi bir kızdı. Şimdi ise kendisini bu yaptığının doğru olup olmadığını düşünmeden kırmızı kolu çekerken buldu.
Tiz zil sesi her yeri doldurdu. Aşırı hassaslaşan kulakları bu sesten olağanüstü derecede etkilenen Kate eğilip büzüldü.
Danışmadaki çalışanların hızla dışarı çıktı, bunların arasında üzerine yanmaz fosforlu sarı ceketini giyerken, “Bu tatbikat değil!” diye bağıran okul müdürü de dâhildi.
Hepsi gittiğinde Kate hızla ofise girdi. Neyse ki görevli bilgisayarı açık bırakmıştı. Bilgisayarın başına oturdu ve görev çubuğunda küçültülmüş olan veri tabanını açtı.
Elijah’ı adını yazdı ve gördükleri karşısında donakaldı.
Buna inanamıyordu.
Bu adres halka açık bir parka aitti.
Kate kalbi çarpa çarpa adresi bir kâğıda yazdı ve ne pahasına olursa olsun onu bulmaya kararlı bir şekilde odadan koşarak çıktı.