Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Abay Yolu 2. Cilt», sayfa 2

Yazı tipi:

– Kapat çeneni, dedikten sonra, konuşmasını sona erdirmek için kısık sesle “artık sesini çıkarırsan sakalından tutar, oğlak gibi keserim seni” dedi.

Kunanbay geri dönerken Takejan ve Maybasar iki kolundan tuttukları Darkembay’ı olduğu yerde alıkoydu. Darkembay’ın yumruklandığını gören Darmen avaz avaz ağlamaya başladı:

– Günahım boynuna… Günahım boynuna, diyerek ağlıyordu.

Darkembay iki sağlam yiğidin baskısı altında olsa da son sözünü Kunanbay’ın ardından sertçe söyledi:

– Dün kudretini Ağa Sultan olarak yürütüyordun. Şimdi Hacı Kunanbay olarak yürütmek için gidiyormuşsun. Anladım, bu Allah yolu değil… Yine yas tutturan Kunanbay yolundan gidiyormuşsun. Öldürt, dalat beni eniklerine, dedi.

Maybasar ile Takejan, ikisi iki taraftan boğuk sesle konuşarak Darkembay’a:

– Kes sesini, nesepsiz, diyor ve o arada nefes nefese pençeleyip didikliyorlardı.

O anda onların yanına kadar gelmiş olan Abay, ağabeyi ile amcasının Darkembay’ın yakasına yapışmış olan ellerini yolarcasına çekti ve sertçe itekleyiverdi:

– Allah’ın belaları, arsızlar! Çekin ellerinizi, deyiverdi.

Desteksiz kalınca sırtüstü düştüğü yerden Abay’a bakan Darkembay, onun yüzünün bomboz olduğunu, iki gözüne kan dolduğunu, Takejan ile Maybasar’ı yarıp geçercesine ateş savurduğunu gördü.

Abay:

– Müdahale etmeyin, arsızlar! Bunun talebi, babamın Allah huzurunda cevap vereceği sorunun kendisi. Ne sandınız, ne düşündünüz siz! Basiretsiz utanmazlar! Mekke’ye giderken de “böyle günahlarım var” diye düşündüğü için gitmiyor mu, dedi ve Maybasar ile Takejan’ın konuşmasına fırsat tanımadı. O anda yüzünü Darkembay’a döndü ve şefkatli bir ses tonuyla.

– Darkembay! Söylemesen olmazdı tabii. Bununla ilgili yürek acın olunca, çetin yerde dile getirsen de ayıplayamıyorum. Babam için ben borçluyum. Beddua etmeden, burada beklemeden dönüver ziyalım. Sözün bana yetti. Etimi bırak, kemiğimden geçti. Git şimdi, gidin hadi, dedi. Darkembay’ı öperek ayağa kaldırdı, cebinden çıkardığı yüz somu5 Darmen’e verdi, bahçenin arka kapısına doğru yönlendirdi…

Kunanbay uzun süre ses çıkaramadı. Birbirine sokularak bahçeden uzaklaşmakta olan Darkembay ile Darmen’in arkasından bakarken içinden fısıldayarak tövbe eden biri gibi olduğu yerde kalakalmıştı. Bu arada Izğuttı ve Uljan Kunanbay’ın yanına yaklaştı, yola çıkma vaktinin geldiğini hatırlattı. Kendine gelen Kunanbay bahçedeki kişilerle aceleci bir şekilde çabuk çabuk vedalaştı ve faytona bindi. Izğuttı ile Uljan da faytona binip onun yanına oturdu. Akrabalarıyla birlikte Uljan da kocasını belirli bir yere kadar götürüp uğurlayacaktı…

Al donlu üç atın koşulduğu şık fayton zengin evin geniş kapısından tıkırdayarak, şıngırdayarak akarcasına çıkarken onları uğurlamak amacıyla başka faytonlara ve atlara binmiş olarak peşlerine takılan insanların sayısı hiç de az değildi. Kunanbay’ın faytonunun ardından iki fayton daha çıktı yola. Onların birine Mekiş ile Abay binmişti. Diğerine ise Tinibek ile baybişesi. Böylesine bol sürücüsü olan faytonlar ve atlılar sokağı doldurup yüksek sesle konuşa konuşa tozutarak giderlerken küçücük şehrin kadını erkeği, çoluğu çocuğu koşturarak kapı önlerine yahut pencere diplerine yığılmış, uzun süre dağılmadan hacca giden yolcuları uğurlayanların arkalarından bakmışlardı. Bu şehirde, bugün, kimin seyahate çıktığını ve nereye gittiğini bilmeyen kimse yok gibiydi.

Salınımı uzun süren topluluğun en önünden hızlı bir şekilde giden Kunanbay’ın faytonu kısa bir süre içinde şehrin dışına çıktı, batıya doğru uzanan toprak yola düştü.

Süvarilerin tamamı yele uçuşturuyor, bir toplaşıp bir dağılarak hemen peşlerinden geliyordu.

Kunanbay dönüp arkasına bakmıyordu. En azından bir duraklık mesafe sonrasında bütün akrabalarla tekrar bir araya geleceğini ve hepsiyle vedalaşacağını biliyordu.

Darkembay’dan ayrıldıktan sonra uzun süre ses çıkaramamış, surat asıp kaş çatarak oturup kalmıştı. “Duruluğumu bulandırdı, duruluğumu bulandırdı efendim” diye düşünüyordu. Bazen, çukurda biriken durgun bir suya atılan keseğin oluşturduğu dalgaları ve o suda oluşan bulanıklığı hayal ediyor, gözünün önüne getiriyordu. Gidişiyle ilgili düşünceleri ve önceden kararlaştırdığı mizacı bu sabahki tavrı ve sözlerindeki gibiydi… Sofuca sözler söyleyip tavırlar takınarak geride kalan halkı kendi yolculuğuna hayır dua ettirecek, arkasında bırakarak yoluna gidecekti. Darkembay, fırtına gibi eserek bütün bunları silip süpürmüş, onu bu hayattan kovarak çıkarmış, fırlatarak dışarı atmış, tek başına bırakmıştı sanki.

Bundan dolayı öfkeden kudurarak uzun süre ses çıkarmadan oturmuş, nihayet kendisini zorlukla toparlamıştı. Artık hiç değilse Uljan’la helalleşip, gönlünü alarak gidecekti.

Mırzahan’a atları yavaşlatmadan sürmeye devam etmesini söyledi ve Uljan’a döndü. Hâlden anlayan ve duygusal bir adam olan Izğuttı o anda sürücüye doğru kaydı, Kunanbay ile Uljan’ı son konuşmalarında yüz yüze ve baş başa bıraktı. Kendisi Mırzahan ile yolun gidişi ve dönüşleri hususundaki tahminlerini konuşmaya başladı. İlkbaharın ilk günleri idi. Bu bölgede yeşilliklerin aheste bir şekilde yeni yeni bitmeye başladığından, kış soğuğunun da tam olarak geçmediğinden dem vuruyordu.

Kunanbay bütün vücuduyla Uljan’a doğru döndü, yüzüne bakarak konuştu:

– Baybişe, sadece ev arkadaşım değil, hayat yoldaşım idin. Uzun geçen ömürde hangi zorluğun altına girersem gireyim, arkamdaki desteğim sen idin. “Kaderin baht verdiği bir insanım” diye düşünürdüm… Konuşmasak da her zaman yerimi gösteren bir sima ile yürek vardı sende. Buna güvenirdim de bazen asabileşir, bazen gurbete giderdim. Bahtımın sarhoşluğuyla şımarmış olmalıyım… Şimdi hangi tepenin başında kalacağımızı kim bilebilir. Senin söyleyeceğin bir kusurum varsa bile, benim sana yükleyecek zerre kadar nazım yok… Samimi yüreğin ve iyi niyetlerinden Allah razı olsun, evlatlarının bahtı açık olsun… Hayatım boyunca benim söyleyeceklerimi kendin söyledin, hayallerimi kendi hayalin gibi benimsedin, dedi.

Kunanbay’ın bu konuşması esnasında Uljan’ın nurlanmış akçıl pembe yüzü içini donduran sezgilerle göğerdi ve çok değişti. Fakat ses çıkarmadan oturdu, yüreğindeki duyguları bastırdıktan sonra:

– Mırza, atalarının ülküsünü hayata geçirecek neslin olsun! Senin için de kendim için de dileyeceğim tek dileğim bu. Bu seyahatine kusur yüklemeyi bırak, naz etsem bile bu yaptığım hâlden bilmezlik olurdu. Beni darağacı gibi yükselterek konuştun. Fakat ben öyle değilim ki! Her dönemdeki işlerimi düşünüyorum da, benim de kabahatim çok yahu. Doğru mu, yanlış mı, bilmiyorum Mırza, dedi ve ağırbaşlılıkla kocasının yüzüne baktı.

Uljan artık dengi biriyle kendi arzuladığı gibi serbestçe konuşan düşünceli bir görünüşe bürünmüştü. Bu arada kendi yüzü de yeniden doğal güzelliğini bulmuş, bir türlü nura bulanmış gibiydi. Seyrek karşılaşılan güzellikte, ferah ve eşsiz bir görünüş… Sözünü sürdürdü:

– Gençlik çağında insana döşek de, ev de, hatta dünya da dar imiş. Ama yaşlanıp da zeval çağına yaklaştıkça dünya genişliyor imiş… Zaman geçtikçe insan küçülüyor, çevresindeki kuytu yerleri aramaya başlıyor, başkalarına yer açmak istiyor. Kusurları azalıyor, bağışlayıcılığı çoğalıyor, hevesi kaçıyor. Bu ruh hâlinin bana galip gelişi üzerinden çok zaman geçti, dedi ve biraz fasıla verdi. Kunanbay tüm dikkatini ona veriyor, can kulağı ile dinliyordu. Düşünceli gözleri “daha da söyleyiver” der gibi yalvarırcasına Uljan’ın yüzüne dikilmişti. Karısının söylediği sözler tam da Kunanbay’ın içindekileri okur gibiydi.

Uljan konuştukça nurlanan yüzünü hafifçe kaldırdı, duygulanan gözlerini birazcık kıstı:

– Son zamanlardaki bu durumu söylediğime bakma, ben de diğer kadınlar gibi biriyim. Ben de onların çektiği; bir o yana bir bu yana savrulmaları, dişleri gıcırdatan gerilmelerle bir kenara çekilip büzüşmeleri içimde yaşayarak geçirdim. Yalnızca kadınlar, ana bağrındaki yavru gibi ya erkeklere yanaşıp dayanarak yahut uzaklaşıp çekişerek büyürler. Kadın erkekten kötülük de alır, haysiyet de alır. “Benim iyiliğim varsa o senin de yabancın değildir, kendindendir” diye bilirim. Sen sen olmasan, ben ben olmazdım herhâlde. Eksikliğim olmuşsa, başkalığım olmuşsa, bunun birazı senden olmuştur. Uzun zamanları böyle geçirdikten sonra, bugün gelip memnuniyetini söyleyerek gitsen yeterli olur. Bu saatten sonra ben seninle çekişecek değilim ya Mırza, dedi. Uzun hayatı boyunca kocasından kaynaklanan pek çok üzüntü hafızasında dursa da onlara değinmedi. Duygularının önünü kesti. İkisi de nice yıllardan beri ilk defa tam da bu helalleşme sırasında birbirine bu kadar açılmıştı. Birbirlerine şükranlarını ifade ederek içtenlikle anlaştılar. Bu durum ikisini de memnun etti…

Bu konuşmadan sonra Kunanbay hafif ve uygun düşen başka konulara geçti. Bu mevzulara Izğuttı’yı da dâhil etti. Kunanbay ile birlikte Mekke’ye gidecek olan imam vekili Öndirbay uzun zamandan beri ona saygı gösteren biriydi. Şimdi bütün akrabalardan da yakın olacak, birlikte seyahat edeceklerdi.

Bu Öndirbay’ın Kunanbay’dan bir ricası vardı. “Ya bir kız vereyim, ya bir kızını alayım, hısım olalım” diye arzuluyordu. Bu defa görüştüklerinde Öndirbay ricasını tekrar dile getirirse, Kunanbay söz keserek yola çıkmak istiyordu. Öyle olursa mektupla bildirecekti. Öndirbay’ın genç bir kızı vardı. Uljan onu gelin edip kendi yanına alsa uygun olurdu. Kunanbay’ın en genç oğlu dağdeviren haylaz Ospan evleneli iki üç yıl olmuştu. Fakat kendisi aklına getirmese de ana babası için torun sevemeden geçen yıllar hüzne dönüşüyordu. Böylece, bu defa, Ospan’a bir eş daha alma fırsatı vardı. Uljan buna hazır olmalıydı.

Yol boyunca bu faytonun içinde konuşulan şimdiki sohbet konusu bu oldu…

Üç kulanın koşulduğu ikinci faytonda Abay ile Mekiş vardı. Bu ikisi uzun süre konuşmadan seyahat etti. Her birinin gönlü bir başka türlü düşüncelerle dolup taşıyordu. Kalabalıktan uzaklaştıktan sonra Mekiş hüzünlü yangıyla betimlenen düşüncelerinin ağır akınına teslim oldu, kendisini dizginlemeden ağladıkça ağladı. Abay bir iki defa ona “yeter artık Mekiş, ağlama” diyerek durdurmak istese de ablası onu dinlemedi. Nihayet Abay sessizce kendi iç dünyasındaki düşüncelere dalıp gitti.

Abay’ın aklını tamamıyla meşgul eden düşünce deminki Darkembay’ın sözleri ile tavırları idi. Abay’a göre o, Kunanbay’ın yemek için önüne koyduğu lezzetli aşı tekmelemiş, alt üst edip gitmiş gibiydi. Onun başındaki pis bez garipliğin talihsizlik kursağı gibi hissediliyordu. Çocuk ise bütün hayatıyla, biçareliğiyle ve Darkembay’ın dile getirdiği doğru çekişmelerle Kunanbay’a verilmiş hayat hükmü gibiydi. Bu hüküm duayla, namazla, oruçla ve hacı olmakla başa çıkılamayacak kadar ağır bir hükümdü.

Bu hüküm karşısında “böyle günah bir rezilliğim vardı” diye pişman olan Kunanbay olsa neyse. Yok! Abay babasının yüzünde böyle hakiki bir pişmanlık da görmüş değildi. Sadece onun her zamanki katı hiddetini görmüştü. Bu iki mizaç arasında uçurumlar kadar fark vardı. Bunlar günahkârlık il masumiyet arasındaki kadar birbirine ters duygulardı. Öyleyse… Babasının bu seyahati, bu gidişi niyeydi? Demek ki Darkembay’ın sözlerinde haklılık payı vardı. Kunanbay’ın gidişi Allah rızası için değildi, toplum üzerindeki tahakkümünü pekiştirmeye yönelik bir gidişti… Bu yargıya ulaşan Abay kaşlarını çatıverdi, derin bir alaycı istihza ve memnuniyetsizlikle gülümsedi. Kunanbay’ın hâlini düşünmekten, gönlünü onun seyahatiyle ilgili kaygılardan uzaklaştırdı ve başka bir hâle büründü.

Hızlı giden fayton o sırada tek tük bitmeye başlamış olan ve yolun iki yakasını bürüyen kısacık otların arasından geçiyordu.

İlkbahar, uzun zamandan beri şehirden çıkmayan Abay’a, gelişini daha yeni beyan etmiş gibi oldu. Sol yakada, uzaktaki ufukta, gri bir duman içinde Semey dağı göründü. O da kardan arınmıştı. Sanki kocaman, yamuk ve sert bir dalga kıvrılıp çatılarak gelmiş, ebede kadar susarcasına dağ olarak katılaşıp kalmış gibiydi. Çevresindeki her yanı birbirinin aynı olan geniş bozkır ortasında tek başına yükselen ve yakışıksızca olduğu yerde kalakalan bu tek tepeli dağ, ebediyete kadar sepsessiz kalarak öylesine uzayıp giden çölün bir devrinde herhangi bir şekilde yerden fışkırırcasına yükselen ama önüne çıkan engele takılarak kalan isyan dalgası mıydı? Öfke patlaması mıydı? İşte öylesine bir görünüşteki farklı bir dağ idi, bu dağ…

Abay, dağın siluetinde böylesine ayrıksı bir yapı görerek gözlerini ayırmadan ona bakarken kalpağını çıkardı. Semey dağından efil efil esen elverişli yel sıcaktan bunalan başını ve yüzünü okşadı.

Haz duyarak derin derin iç çektikçe vücudu dinçleşti, uyanık ve duygusal gönlü de ferahlayıp genişler gibi oldu. Düşüncelerinin temelinde babasının bugün helalleşirken söylediği sözler, hayatı boyunca babasından duymadığı laflar, o güne kadar fark etmediği ücralıklar vardı. Uzun ömrü boyunca farklı bir mizaçla yaşayan babası, şu son saatlerde fevkalade dalgalanarak ortaya çıkan yeni bir sırla kendini göstermişti. Şimdi ayrılacakları dönemde içindeki büyük bir sureti ortaya çıkarmış, kim olursa olsun herkesi bağışlatır türden ar ve keder tonuyla konuşmuştu. O vakitten beri Abay babasını seyahate uğurlayan bir kişi gibi değil, babasının ölerek kopup gideceği saatte onun yanı başında durarak candan gelen samimi ve içtenlikli sözlerle konuşan bir kişi gibi olmuştu.

Mekiş’in sıcak gözyaşlarını bir kez daha sildiğini fark eden Abay kendi işini kendisi anlamayan birisi gibi dağa bakıp mırıldanarak şarkı söylemeye başladı. Mekiş onun tam da bu sırada şarkı söylemesini uygunsuz bularak birdenbire başını çevirdi ve kardeşine baktı. Şaşkınlıkla bakan gözlerini Abay’a dikti. Dikkat kesildi. Kardeşinin söylediği şarkı fevkalade keder dolu, içtenlikli ve bilinçli bir ezgiye benziyordu.

Abay, azıcık sözsüz dizemleri seslendirdikten sonra, bir ara Mekiş’e döndü. Ağırbaşlılıkla attığı bakışta, bozararak ilhamlanan nurlu yüzünde “dinle de gör” diyen bir buyurma işareti vardı. Ezgiye söz kattı. Mekiş baş tarafını tam olarak anlamamıştı. Ne hakkında olduğunu bilmiyordu. Biraz sonra tam olarak dikkat kesilip kulak verdiğinde kardeşinin ezgilere kattığı sözleri anladı.

Kardeşi:

 
 “…
 Mala değil, insana cömert idi,
 Hasmı, sıkıntıya iteleyiverdi.
 Dürüst Mırza utanç duyup,
 Âleme yayacak örneği.
 
 
Kazak oğlu zulüm görse de,
Aradığı yüzle görüşecekti.
Sönmez çıra bırakacak olan
Gönlünü mala kaptırmaz ki”
 

dedikten sonra rengi kaçan yüzünü semaya doğru kaldırdı, iki gözü yaşararak tekrar ilhama daldı. Kısa bir süre sonra vücudunu gerdi, bilinçli bir kuvvetle sesini bastırarak şarkısının sonunu söyleyiverdi:

 
“Buyruğuna Allah’ın
Önceden boyun eğmeli.
Mekiş, anlasan olmaz mı?
Hayat bitince ölüm gelmeli!
Gidenin yolu nurlu olsun demeli
Sabır göstersen uygun düşmez mi”
 

deyip durdu ve yüzünü Mekiş’e döndürdü. O ana kadar sığlaştırarak, kısıklaştırarak baktığı gözlerini şimdi birdenbire tam olarak açmıştı. Mekiş sevinçle gülümsüyordu. Ağlaması bitmiş, gözleri kurumuştu.

“Tekrar söyle” diye ısrar etti. Kardeşi bu fayton yolculuğu sırasında ortaya çıkan ve ilk defa dile getirdiği şiirini tamamıyla aynı şekilde tekrar etmese de bir kez daha söyledi. Ablasının bununla avunduğunu anlayınca tereddüt etmedi, birkaç şiir daha okudu.

Böylece, Kunanbay hakkındaki ağır düşünceleri şimdilik bir sakinlik bulmuşa benziyordu. Sükûnet bulan gönülle ikisi de bir süre sessizce oturdu.

Abay, gönlüne hoş gelen dünya görkemini serbestçe şiirleştirebiliyordu…

Abay’ın yüreği, serin üfürüşü kesilmeden esen parlak güneşli bu ilkbahar gününe başkaca bir sevecenlikle bakıyordu. Nice sıcak dalgalı sezgiler gövdesine sığamayıp içinde sıkışıyormuş gibiydi… Şiir şarkıya dönüşüyor, nazlanarak dile geliyordu… O da ara vermeden mırıldanıyordu.

Abay dikkat etmemişti. Mekiş, onun söylediği bütün şiirleri can kulağıyla dinliyormuş. Hem de yabancı birinin değil, kardeşinin kendi şiirleri olduğunu bilerek dinliyormuş:

– Abay, sen şairmişsin ya efendim, dedi ve gülüverdi.

Abay Mekiş’i unutmuştu. Evvela bu sözden ürkmüş gibi utandı:

– E-e, bunu nereden çıkardın, diye sordu. Mekiş gülerek:

– İşitiyorum ya yahu… Niye saklamak istiyorsun ki? Erbol da, diğer bütün arkadaşların da bunu söylüyor ya! “Atışmalara katılmasa da açık seçik şair” diyorlar, bu doğru mu, dedi.

Abay bunu duyunca güldü:

– Dedikleri doğru! Şairim!

– Ne tür şiirler söylüyorsun?

– Ey Mekiş ey! Benim şiirlerim yele yazılıyor yahu.

– O nasıl yani?

– Ben kederimi sevdiğime söylüyorum. Sevdiğim geri dönemeyecek kadar uzakta. Aynı zamanda sabit bir biçimde yanımda! Yâdımda kalacak tek yangım o ya, onu söyleyince yele yazılmışla bir olmuyor mu? Nene gerek?

– Kederin ne? Bu nasıl söz? Sende nasıl bir yangı olacak ki, diyen Mekiş suçlayıcı ve eleştiren gözlerle baktı. Kardeşinin kaşları çatıldı ve yüzü tekrar asıldı. Tombulca yuvarlaklaşan yüzünde tek bir kırışık bile yoktu. Çok güzel olan yüzüne bu günlerde uzatarak bıraktığı kıvrık bıyıkları da çok yakışıyordu. Seyrek kara sakalı da yüzündeki izanı bozmadan birazcık uzayıp kalmıştı.

Mekiş merakla bakarken Abay’ın burnu ile yüzünde azıcık güneş düşünce fark edilen hafif bir nur görüyordu. Bu, daha yeni olgunlaşan yiğitliğin gerçek yakışıklılık çehresiydi. Ateşli ve şuurlu gözlerinin akı ile karası besbelliydi. Hem görkemli hem sıcak bakan gözleri ile çehresi temizdi. Gören kişiyi kendine çeken ve gayri ihtiyari tekrar baktıran elmas gibi etkili gözler. İncecik olan ve uzunca çizilmiş gibi duran kapkara kaşları da yiğit simasının yakışıklılığını açar gibiydi.

Mekiş, öz kardeşine içten içe överek baktı. “Kederim var” deyişine inanmamıştı. Öyle olunca kardeşini konuşturup meseleyi öğrenmek istedi:

– Peki, ne kederinden söz ettin, şunu anlatsana, diye sordu.

Abay’ın şifa bulmaz gönlünde, geçmiş günün serap gibi güzel hayallerinin hatırası vardı. Bu yürek hissiyatını, ta o günlerde, o günlerden sonra yanılmaz yoldaşı olan bir şarkı ile dile getirmişti. Hatırası, Janibek’te geçen bir yayla gecesiyle ilgiliydi. Süyindik obasında kurulan altıbakan salıncakta asılı beşiği Toğjan’la birlikte hızlandırırken bu şarkıya sırlarını katmıştı ikisi de. Herkesin gözü önünde söyledikleri bir şarkıda aynı duyguyla atan yürekleriyle buluşmuşlardı. Şu ilkbahar günü, Toğjan’ı başkaca büyük bir özlemle hatırlatıyor, alabildiğine arzulatıyordu. Bu duygular içindeki Abay, işte o Topaykök şarkısına başladı.

Ablasının “söyle” dediği kederi, onun yüreğindeki arzusu, aklındaki dileği idi. Bu defa Topaykök’e şakıyan bir sesle değil, yumuşak ve sakin bir ezgiyle başlayınca fevkalade nazik bir keder döküldü. Mekiş özellikle şarkı sözlerini can kulağıyla dinledi. Efkârla dolup taşan yiğit içtenlikle söylüyordu:

 
“Işıldamaz kara gönlüm ne yapsa da,
Ay ile güneş gökyüzüne çakılsa da.
Dünyada senin gibi yâr bulunmaz bana,
Belki sana, benden üstünü bulunsa da…
 
 
Biçare âşık özlese de, sararıp solsa da,
Yâr cayıp, güzel sözden uzak dursa da,
Dayanır, rıza göstererek yârin işine,
Eziyetiyle alay edişine reva olunsa da,
 

dedi ve beti benzi büsbütün atmış olarak duruverdi. Kendisini de, onu da söylemişti. İki arzu. İkisini de alevlerle yakıvermişti. Fakat kötü kaderleri çaresizlik gibiydi. Son dönemlerde sık sık gönlüne dolarak nefesini kesen derdi buydu sanki.

Fakat Mekiş bunu anlamamıştı. O, eskiden hiç duymadığı deminki gibi beklenmedik sözler içinden sadece “yâr” kelimesini anlamış, bunun üzerinde durmuştu. Abay’a sordu:

– Anlamadım. Buradaki “yâr” dediğin de kim ki?

Abay ablasına o kadar da açılacak değildi:

– “Yâr” dediğim, yüreğe keder salan bir insan işte! “Yâr” deneni bilmiyor muydun?

– Benim bildiğim, insan “yâr” diye evindeki yoldaşına der!

Abay irkilerek dönüp baktı:

– Dilda’yı mı kast ediyorsun?

– Evet! Dilda değil mi?

Söz buraya gelince delikanlı söylediklerine pişman olmuş gibi hızla geri döndü. Kederlenip sıkıntılanarak:

– Oy vay Allah’ım! Mekiş efendim Dilda’n kim? Sen ne diyorsun?

Mekiş, Abay’ı çok rahatsız eden sözünden mahcup oldu. Huzursuzlanarak güldü:

– Eyvah eyvah! Sözüm sana törpü gibi dokundu efendim! Biçare Dilda’nın ne günahı var ki?

– Doğru Dilda’nın günahı yok. Fakat benim de onu arzulatan hayal şarkısı söyleyecek takatim yok. Dört evlat doğuran Dilda’yı söyleyişin nedir?

– E-e! Suçu sana evlat doğurması mı?

– Suçu yok. Bilakis evlatları güzel! O çocuklarımın anası. Anamla babamın bulduğu yoldaşım. Hepsi bu kadar işte! Ama alevli yürek, ihtiraslı dostluk dersen, bunların tamamı sönmüş onun gövdesinde. Olduğu zamanlarda da o kadar parıldayan bir kandil yoktu ya, dedi. Bundan fazlasını konuşmak istemeyen Abay susuverdi.

Bu konuşmalardan sonra içinde bulundukları fayton şehirden ilk çıkışlarındaki kalıbına geri döndü, sohbetsiz olarak gitmeye devam etti…

Uzun salınımlı kalabalık bir göç gibi tozutarak art arda giden süvariler arabaların hemen peşinden geliyorlardı. Bunlar üçer dörder, beşer altışar kişilik gruplar hâlinde toplaşan kendi boyunun insanları ile şehir sakinleri idi.

Bu atlılar topluluğunun orta yerinde Takejan vardı. Onun yanındaki dört kişi molla Ğabithan, Cumağul ve Erbol ile hizmetçi yiğitlerden biri olan Doskan idi.

Takejan babasının durumu hususunda şehirde de yol boyunda da içten içe kaygılanarak yaşasa bile ümitvâr genç gönlü güvenilir desteğini bulmuş gibiydi. Hâlâ sağlıklı ve kuvvetli olan babası “sağ salim döner” şeklinde inancı vardı. Abay’ın söylediği yol zorluklarını o kadar derinlemesine düşünmüş değildi. Şehirden çıkınca biraz şüphelenerek molla Ğabithan’dan sorduğunda, hayatı boyunca alabildiğine güvenilirlikle baktığı iyi niyetli Ğabithan hiçbir kaygı hissettirmemişti ona.

Beri tarafı çöl olsa da Kazakların arasında seyahat edecekti, öte tarafı ise gerçek Müslüman olan din kardeşlerinin ülkeleriydi. Onlar, kendileri de hacılık seyahatine çok giderlerdi ve yardımlarını esirgemezlerdi… Bu mahiyetteki sözler Takejan’ı çok sevindirdi.

Bu sıralarda kilo alarak şişmanlamaya başlayan ve delikanlı ağabeyi çağına gelen Takejan şakacı ve güleç bir insandı. Özellikle yakınındaki bir kişiyi diline dolayıp sataşmadan, alaya alıp dalga geçmeden kursağına bir lokma yemek girmezdi. Karşılaşıp birlikte seyahat edecek olsalar daima dalga geçtiği kişi, özellikle yine bu molla Ğabithan olurdu…

Takejan, aksanı ilginç ve saflığı Nasreddin Hoca gibi olan Ğabithan hakkında nice alaycı mevzular yaymıştı halk arasında. Bu mevzular çoğunlukla Ğabithan’ın Kazak dilini kendi diliyle karıştırmasından kaynaklanan ve Kazak diline ters düşen, hoyrat anlamlara da çekilebilen abeslikleriyle ilgiliydi.

Son dönemde Takejan’ın Ğabithan hakkında diline doladığı en yeni mevzu şöyleydi: Takejan bu kış bir gün Ğabithan’ın evine gelmiş. O geldikten kısa bir süre sonra da Ğabithan’ın küçük kızı koşarak içeri girmiş. Kızın yüzü yıkanmamış, gömleği kirli, üstü başı pismiş. Onu görünce üzülen Ğabithan kızına bakarak: “Hey Allah’ım! Kızım Fatma, ne oldu sana? Aygır mı tepti yoksa” demiş diye konuşuluyordu.

Takejan’ın bu rivayeti, Kunanbay’ın peşine takılarak şehre gelen gençlerin ağzına uzun süre pelesenk olmuştu…

Takejan mollanın saflığını bazen kendisinin ufak tefek uygunsuz işlerinde de kullanıyordu. Bundan iki gün önce Tinibek’in konukevinde kalan kalabalık halk arasında Takejan’ın kamçısı kaybolmuştu. Darkan ile Cumağul’a evin sağını solunu arattıran ve bulunmayınca bütün konukların kamçılarını bir araya toplattıran Takejan, önünde yığılı kamçılara bakarken içlerinde olağanüstü güzel sarı ala bir kamçı görmüş. Sordurduğunda bunun Ğabithan’ın kamçısı olduğu ortaya çıkmış… Esasında Ğabithan kamçı, kemer, kın, bıçak gibi küçük eşyalara çok özenen ve herhangi bir yerde gördüğü görkemli ve güzel olanlarına sahip olmak isteyen biriydi. Nasıl ederse eder, beğendiği eşyaya benzer bir tanesine sahip olmadan rahat edemezdi.

Takejan önünde duran diğer kamçıları odasının eşiğine doğru atmış ve sarı ala kamçıyı eline alarak kıs kıs gülmüş:

– Bu benim kamçım olacak, demiş. Cumağul kuşku duyarak:

– Oy vay Takejan! Ğabithan vermez. Sevdiği eşyasına kızı gibi düşkündür bilirsin, nasıl versin, demiş. Takejan buna kulak asmamış.

– Sesini çıkarma, isteyip te alacağımı mı sanıyorsun? Çalacağım, deyince Cumağul da Darkan da karşı çıkamamış, kıs kıs gülüşmüşler.

Cumağul, o arada, Takejan’ın emri üzerine kamçının askı ipini değiştirmiş, parlak deriden yeni bir askı ipi takarak başka bir odaya götürüp saklamıştı.

Ğabithan bu arada geçen iki gün boyunca bütün konukların huzurunu kaçırmış, kamçısını aramış, iyice bitkin düşse de bir ipucu bulamamış ve dermanı tükenmişti. O huzursuz bir hâletiruhiye içinde kamçısını ararken ve dizini döverek kendi kendine üzülürken Takejan hiç oralı olmamış, ses çıkarmadan oturuvermişti…

İşte Takejan’ın o kamçıyı eline alarak dışarı çıktığı ilk gün, bugündü.

Takejan bugünkü yol boyunca uzun süredir Ğabithan’la birlikte at biniyor olsa da özellikle mollanın sağ tarafında bulunmaya dikkat ediyor ve kamçısını göstermiyordu. Ğabithan at binerken kamçı bulamamıştı. Kamçısız olarak Kunanbay’ın ardından at sürerlerken bir ara Takejan’ın elindeki kamçıya gözü takılan Ğabithan atının dizginlerini çekerek birdenbire durduruverdi:

– Oy Takejan! Minim kamşımnı sin aldın mı? Bu ne hıyanet, diyerek bir rezillik görmüş gibi baktı.

Takejan hiç utanıp sıkılmadı:

– Bırakınız molla! Kamçı benimki, dikkatli konuşunuz, dedi. Mollanın yüzüne şaşkın bir kişi gibi bakarken özellikle kibarca konuşmuştu. Şimdi kamçısını sergiye çıkarmış gibi boylu boyunca atının yelesinin üzerinde tutuyordu. Ğabithan ise iki kat afallamış olarak bir kamçıya bir Takejan’a bakıyordu. Örümü, sapı, sarı başı… Sapına işlenen bakır işlemeleri… Hepsi de kendi kamçısı ile tıpatıp aynıydı. Şüphe yoktu. Takejan’a kızarak fırçalayacak oldu. Çünkü onun yaşı daha büyüktü. Patavatsız Takejan’a bazen sert çıkışırdı:

– Üyy, ahmak! Bak hele minim kamşımnı çalmışsın, diyerek elini kamçıya uzattı. Takejan karşı koymadı. Bilakis kamçıyı kendisi uzattı mollaya:

– Molla, kızmadan önce iyi anlayınız. Kamçı benim, iyice bakınız. Bütün özellikleri sizin kamçınız gibiyse “gözüm gördü, imanım kâmil” deyip alınız. Ama sizinki ile aynı değilse şuradaki kalabalık önünde hainlikle suçlamayınız, dedi.

Ğabithan kamçıya yapıştı ve her yerini tekrar tekrar koklar gibi tutarak baktıktan sonra gözünü askı ipine dikti. Diker dikmez kaşlarını çattı. Bir eğilip yaklaşarak, bir uzaktan bakarak inceledi ve nihayetinde başını çalkaladı.

Bu arada Cumağul, Darkan ve Takejan gözlerini ayırmadan onun bütün hareketlerini takip ediyordu. Ğabithan kamçıdan ümidini kesmişti:

– Ay-Hay! Bolmas, bolmas… Hemmesi menin kamşım. Belki, şu, hayvan derisi miniki değil. Benzemesine benziyor, ama kamşı miniki değil. Takejan kuşura bakma, diyerek geri verdi.

Takejan başlangıçtaki oralı olmayan ağırbaşlı görüntüsüyle kamçıyı aldı:

– E-e moldeke, öyle olsun, dedi ve Cumağul’a bakarak sağ gözünü kırparken aynı taraftaki genzini de çekerek yanağını buruşturdu…

Takejan, Cumağul ve Darkan serbest olarak faytonların peşinden at koştururlarken bazen Ğabithan’ın gerisinde kalıyorlar ve göz göze gelerek sessizce gülüşüyorlardı. Bunlar bu şekilde eğlenerek giderken Kunanbay’la vedalaşacakları bir duraklık mesafeye nasıl geldiklerini de anlamadılar.

Öndeki faytonlar durmuştu. Sürücülerin de faytonlarla yolculuk eden büyüklerin de hepsi aşağı inmişti. Önden giden ve faytonlarından inen büyüklere yaklaşan süvariler de belirli bir mesafe kalınca atlarından iniyor, onlara doğru yürüyerek yaklaşıyordu.

Tinibek’in faytonunun arkasına bağlanmış olan büyük saba çözülmüş, Kunanbay’ı çevreleyenlere doğru götürülmüştü. Bütün uğurlayıcılar bir araya toplandıktan sonra o sabadaki kımız ikram edildi. Kunanbay ile Izğuttı’yı ortaya alacak şekilde etrafını sarmış olan akrabalar son defa birlikte dem tadıştı.

Kunanbay artık daha fazla duraksamadan gitmek için acele ediyordu. Izğuttı bunu uğurlayıcı kalabalığa hissettirdi ve kımızı çabuk çabuk içmeleri için acele ettirdi. Nihayet Kunanbay oturduğu yaygının üzerinde ayağa kalktı. O kalkınca herkes ayaklandı. Kunanbay burada kısa bir konuşma yaptı:

– Ey yarenler! Uğurlamak için buraya kadar gelişiniz de yeterli. Halkıma, hemşerilerime selam söyleyin. Hoşça kalın akrabalar! Rızkımız kalmışsa, yiyeceğimiz lokma varsa sağ salim, mutlulukla görüştürsün Allah, dedi.

Tinibek başta olmak üzere bütün büyükler:

– İnşallah inşallah, âmin âmin, dediler.

Kunanbay Uljan’dan başlayarak bütün uğurlayıcılar ile kucaklaşıp vedalaştı. Jakıp ve Maybasar gibi kardeşleri:

– Güle güle ağabeyim!

– Güle güle saygıdeğerim!

– Güle güle bereketim, gibi kısa ve samimi sözlerle uğurladı.

Abay ve Kunanbay bu son kucaklaşmayı sessizce gerçekleştirdi. Babası ona uzun süre sarıldı, hâlâ kuvvetli olan kollarıyla sımsıkı sarılırken oğlunun kokusunu iyice içine çekti, nefesini derin derin alır gibiydi…

Azıcık buharlanmaları da olmasa henüz terleri çıkmayan ve yulaf yedirilerek hazırlanmış olan al don atlar sesli zillerini şıngırdatarak çekip gitti. Şıngırdayan ziller hızlı giden faytonun peşinden burularak havalanan tozla uzun süre oynaya oynaya, konuşa konuşa gidiyordu. Fakat uzaklaştıkça sesi kısıldı. Zilin sesi, sessiz bir şekilde gözlerini dikerek ardından bakan kalabalığa son bir defa eskisi gibi çınladıktan sonra kesildi.

Fayton uzaklaştı, top top yeşermiş otlarla bezeli beli aştı. Bir anda uzun seyahat yolcularını uğurlayıcıların gözlerinden kayboldu.

Daha hâlâ sessizce bekleyen kalabalık ancak o zaman dönmeyi düşündü. Her gönülde kıyamayan bir düşünce ıstırabı vardı. Her biri kendi iç dünyasında kendisiyle baş başa kalmak ister gibiydi. Ses de söz de azdı.

Abay ve Mekiş Uljan’a destek olarak kendi faytonlarına bindirdi. O binince faytonda kalan yer daralmıştı. Abay arabaya binmedi, annesini iyice yerleştirdikten sonra at bindi. Yanına sadece Erbol’u alarak kalabalıktan sıyrıldı, acele etmeden, ağır yürüyüşle döndü.

Her nedense aklında daha önce olmayan uzun ve ağır bir yalnızlık duygusu vardı. Karşı koymadan, bir teselli aramadan, bu duyguya kapılmış olarak sessizce ve tek başınaymış gibi hiç konuşmadan döndü…

2

Günler öncesinden Tinibek’in evini istila eden konukların büyük bir kalabalığı Kunanbay’ın yola çıktığı gün vedalaşarak ayrıldı. Fakat Uljan, kocasını uğurladıktan sonra uzun süre kendi evine dönmedi. Uzun zamandan beri şehre ilk gelişiydi. Aynı şekilde köyünü, obasını özleyerek yaşayan Mekiş de annesini hemen göndermek istemedi. Hısmı Tinibek de Mekiş’in gönlünün babasının gidişi yüzünden kederle dolduğunu görünce:

– Gitmeyiniz, acele etmeyiniz. Bu Mekiş kızımın vaziyeti onu zayıf düşürebilir. Kocası da ticaret kervanıyla uzun bir seyahate çıktı. Onun elemi geçtikten sonra dönersiniz, diyerek arzusunu bildirmişti…

5.Som: O devirdeki para birimi, akçe.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
690 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-601-7999-22-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок