Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Abay Yolu 2. Cilt», sayfa 3

Yazı tipi:

Tinibek hanesinin şimdi büyük bir saygıyla ve usulünce ağırladığı az sayıdaki konukları Uljan, Abay ve Takejan ile onların maiyetinde kalan üç dört yiğit idi. Bu dönemde Tinibek’in altlı üstlü büyük ahşap evinin bütün odaları yeni döşenen pek çok eşyanın güzelliğiyle göz kamaştırır gibiydi. Halılar, alacalar, oyalı nakışlı keçeler ile karşılıklı olarak asılan duvar halıları bütünüyle yıkanıp temizlenmiş ve tekrar serilmişti.

Halk kısa bir süre sonra yaylaya çıkacaktı. Şehirden uzaklaşacaktı. Çoluğun çocuğun, gelinlerin kızların yazlık elbiseleri olsun, obaya, konu komşuya ve konuklara ikram edilecek olan çay, şeker gibi sarf malzemeleri olsun, satın alınacak mal çoktu. Çok evli pek çok obanın anasına dönüşen Uljan’dan hediye bekleyenler de az değildi. Uljan şehirde bulunduğu bu günler içinde aklına düşen şeyleri Abay ile Takejan’a, Ğabithan ile Erbol’a sipariş ediyor, her gün pazardan bir şeyler aldırıp getirtiyordu.

Abay annesinin dönüş vakti yaklaşırken her akşam başka malzemelerle birlikte cilt cilt kitaplar da getiriyordu eve. Bu kış Abay altı ay boyunca babasını yola çıkarmak meşgalesiyle şehirden ayrılmamış, Rusça öğrenmeye büyük ilgi göstermişti. Birkaç yıldan beri kendini tümüyle verip üzerinde uzun süre durmasa da bu dili iyice öğrenmek, bu dildeki sanat ve eğitim bulağından beslenmek için gösterdiği gayretine ve çabasına ara vermemişti. Fakat Abay, zaman geçtikçe Rusçanın teferruatı ile öğrenilmesi zor bir dil olduğunu fark ediyor ve daima bunu düşünüyordu. Defalarca “çocukluk çağımda elimden kaçırmışım. Keşke o zaman peşine düşseydim” demişti.

Şehirde geçirdiği bu son aylarda, özellikle kış aylarının uzun gecelerinde ücradaki göz gezdirmeleri sonucunda Abay Rusça yazılmış olan kolay anlaşılır kitaplarla hikâyelerin pek çok yerini sözlüğe bakmadan anlayabiliyordu.

Şimdi anlamakta zorlandıkları Rus şairlerdi.

Fakat nasıl olursa olsun Rus kitapları artık onun dostu olmuştu. Son günlerde annesiyle birlikte köyüne göndermek için toplayışı da bundandı. Artık köydeki boş vakitlerini kitaplara verecekti. Dört beş yıldan beri yaptığı gözlemler sonucunda şimdi fark ettiği eksikliği; bu okumaları şehre geldiğinde yapması, köye gittiğinde elini eteğini çekmesiydi. “Artık paslanmamak için hızını kesmemek lazım” diye bir karar vermişti…

Uljan acele etmese de nihayet köye dönüş vakti gelmişti. Takejan, Ğabithan, Darkan ve Cumağul onunla birlikte gidecekti. Uljan ve Kaliyka faytona binecekti. Fayton sürücüsü, asi tayların terbiyecisi genç delikanlı Masakbay idi.

Annesi Abay’a “birlikte dönelim” demişti. Fakat oğlunun henüz bitmeyen ve onu beklettiren işleri vardı. Kunanbay’ın söylediği alış veriş gibi işler. Abay ve Erbol, peşlerinden gelerek yaylaya çıkacakları dönemde onları yakalamak üzere geride kalacaktı…

Kitaplarını faytonun arkasındaki uzunca bir sandığa tıka basa dolduran Abay annesine destek olarak onu arabaya bindirecekken, Uljan oğlunun ellerini tutarak son bir nasihatte bulundu:

– Uzun sefere çıkmış yolcu gibi altı aylık kış boyunca köyü görmeden yaşadın. Evdeki yâr yoldaşın sararıp soluyor evladım. Bıldır küçücük civciv gibi mahrum bıraktığın gencecik evlatların “babam, babam gelecek” diye seni bekleyeli ne kadar zaman geçti. “İkiz kuzu gibi Abiş’imle Mağaş’ım nasıl” desene! Onları özleyerek düşündüğümde benim de uykularım kaçıyor. Sen nasıl tahammül edebiliyorsun onların hasretine?

– Onları ben de düşünüyorum… Ben de özlüyorum ya ana! Şimdi söylediğin iki torunun benim de çok sevdiğim evlatlarım. Bana babalığı benimseten de onlar ya! Fakat mânimi siz de görüyorsunuz…

– Ben bilmem. “Bahaneye bahane eklemeyi mi kabullendin, şu şehrin tozunu yutmayı alışkanlık hâline mi getirdin” diyorum. Abaycan! Böyle yaparsan “ev de sokak da aynı” olur, sürüsünden ayrılan genç kulun gibi olursun. Çabuk dön, evladım, dedi.

Son sözlerinde Abay’ın gönlündeki bir çatlağı sezmiş gibi şüphe ve karşı koyma da görüldü. Şehre geldiğinden beri fark ettirmeden oğlunu süzen annesinin bilgece hissiyatlı gönlü kış boyunca köyüne dönmeyen evladının hâletiruhiyesini anlamıştı. Evdekileri özleyerek sorup soruşturan açık seçik bir tavrını görememişti. Bundan birkaç yıl önceki Abay böyle değildi.

Yoksa Mekiş’le kıyıda köşede konuştukları bir vakitte bu evladının Dilda hakkındaki ümitsiz ve soğuk sözlerini mi işitmişti?

Uljan’ın sözleri, evladının yüzünden okunmuş gibi nazikçe ve hafifletilerek söylenmiş olsa da arkası sır dolu, ağırlığı olan sözlerdi. Fakat burası, bu defa bunların açıkça söyleşileceği uygun bir yer ve uygun bir zaman değildi. Annesinin aklında şüphe bırakacağını bilse de Abay ses çıkarmadı. Sadece:

– Allah’ın izniyle halk yaylaya göçerken, sizler Şınğıs’ı aşmak üzereyken biz de ardınızdan yetişiriz. Çoluk çocuğa selam söyleyiniz. Yolunuz açık olsun! Yorulup takatiniz kesilmeden, rahat gidip sağ salim güzelce ulaşınız, diyerek dua etti ve annesinin yola çıkması gerektiğini hissettirdi.

Bu arada Takejanlar da Mekiş’le ve Tinibeklerle vedalaşmış, at binmiş, açık durmakta olan geniş kapının önünde toplu olarak bekliyorlardı… Uljan faytona bindikten sonra Masakbay atları kırbaçladı. Üç kula atın koşulduğu geniş fayton gıcırdayarak, şıngırdayarak ağır ağır harekete geçti, gürültü çıkararak yola koyuldu…

Bundan on beş yirmi gün sonra Abay ile Erbol da yola koyuldu. Şehirden gün doğarken çıkan süvariler ilkbaharın uzun gününde yolu hallaç pamuğu gibi attı. Abay ile Erbol hızlı at sürmeye dayanıklı, sağlam kişilerdi. İster kış olsun, ister yaz olsun, ne kadar uzak ve zorlu bir yol olursa olsun, biri diğerine “yoruldum” yahut “usandım” demezdi. Bilakis, gidişi sert atlarla gün boyu nefes almadan aceleyle koşturarak gelip akşam konaklayacakları yere yettiklerinde de vücutlarındaki ağrıları, yolda yaşadıkları sıkıntıları konuşmamaya gayret ederlerdi. Sanki ikisinin arasında dayanıklılığa kararlılık yemini veya bir dayanıklılık rekabeti varmış gibiydi.

İşte bugünkü gidiş te böyle sözü edilecek türden fevkalade bir gidiş oldu. Sadece bunların değil, at üstünde ivedi gidişi ömür boyu meslek edindiği için tamamen pişerek buna alışmış olan Karabas ve Cumağul gibi ulaklar da, Eleusiz ve Besbay gibi Oljay soyunun talancı yağmacıları da nadiren böyle giderlerdi.

İki yiğit Semey’den çıktıkları günün alacakaranlığında gün batarken Orda dağının Şilikti6 tümseğine yetti. Halkın büyük kısmı yaylaya doğru yönelmiş, yolda kalan obalar seyrekleşmişti. Konaklayacak tek yer Orda dağının bu yakasında olmalıydı. Tam da Şilikti bölgesinde Orda dağını kışlak olarak kullanan Mamay boyunun Bayşora denen fakirce bir atası vardı. Bunlar yaylaya biraz gecikerek çıkardı. Biniciler “bu obalardan birine yetişiriz” diye atlarını zorluyordu. Abay’ın kendi kışlakları üzerinden gitmeyip Orda dağından geçmesinin sebebi, Uljan obasının bu yıl da Bökenşilerin yaylası olan Köldenen’den geçerek hayvan sürülerine Bakanas nehri yakasını yaylatmak istemelerindendi. Oraya doğru giden kestirme yol Orda dağının üstünden geçiyordu…

Şehirle Orda dağının bu yakasının arası yüz otuz kilometre kadardır. Abay’ın altındaki al don sakarlı at uzun seferler için çok güvenilir bir attı. Eskiden binen Izğuttı yürüyüşü sağlam olan bu atın devamlı koşma hususunda tulparla denk olduğunu belirtmişti. Erbol’un yedek atı vardı. Tok yapılı ve kıvamında olan kara benekli kendi atı al don sakarlının baskısına dayanamadı. İkindi vakti beli gevşediği için kamçılanmayı gerektirdi. O zaman Abay:

– Yedekteki beşli aygır demir kırı çilliye bin, dedi. Abay o atı hoş görünüşüne ve demir kırına ilgi duyarak “sürüye katarım” diye şu son birkaç gün içinde almıştı.

Erbol at değiştirerek gitse de al don sakarlının debisi daha baskındı. Güneş yatmaya başladığında Orda dağının ardından bulut çıktı. Yolcuların karşısından sert yel esiyor, gökyüzü gürlüyor, bir hayli yoğun yağmur geliyordu. Bunu anlayan Abay “göz gözü görmez olmadan meskûn mahalle yetişelim” diyerek gidişi daha da sertleştirdi. Al don sakarlının devamlı yelişi vardı. Döşünden vuran soğuk yel al donlunun belini yükseltiyor, coşkusunu arttırıyordu. “Yorulmaya başladı mı ki” diyeceği kuşkulu vakitte al don sakarlı sanki çekişmeye düşmüş gibi gayretlenmişti. Gemini çiğniyor, başını ileri geri sallıyor, sümkürür gibi burnundan nefes vererek araziyle didişiyordu. Abay dizginini tutarak frenlemese inatlaşarak var gücüyle koşacak, ateş gibi yanarak gidecekti.

Erbol uzun süredir al donlunun gidişine bakıyordu. Abay’ın dizgini biraz daha serbest bırakarak gidişini hızlandırması ile bir ara demir kırı ile arkada kaldı, daha sonra koşturarak peşinden gelip yetişti. Azıcık uyumlu hâle gelip al donluyu geçince göz ucuyla baktı:

– Tüh! Tüh maşallah! Şu serdengeçtiden şikâyet olmaz Abay! Sanki döşünün terini kurutuyor mübarek. Eyvah eyvah! Bu ne zamana kadar dayanacak, dedi. Abay da al donluyu çok güvenilir ve sağlam bir dost olarak görmeye başlamış, sevinerek gidiyordu:

– Hiç bilmiyorum Erbol. Hayran oldum. Belinin sağlamlığı, ta Tinibek’in kapısından çıktığımızdaki gibi. Esasında insan dayanabilse bu atın gideceği mesafenin sonu yok efendim, dedi.

Sert rüzgârın hızla getirdiği yağış, Abaylar Şilikti bölgesine yaklaşırken merhametli bir şekilde yavaş yavaş yağmaya başladı. Rüzgâr da kesilmişti. Orda dağının yakın yamaçları al kızıl selinler, pelinler ve tüllüşahlarla capcanlı olmuştu. Biniciler bitki örtüsü kurumuş olan patika yolu yararak giderken yağmurun etkisiyle daha da canlanan taze yeşilliklerle dolu vadideki selin ve pelin kokuları kesintisiz olarak dalga dalga geliyordu.

Fakat bir süre sonra bulutlar iyice koyulaştı, yağış arttı. Güneşin hangi menzile ulaştığını anlamak imkânsızlaştı. Batı yakası çepeçevre yağışla sarılmış, güneş bütünüyle kapanmıştı. Akşam karanlığı yaklaşmış gibiydi. Kandillerin yakılacağı vakit mi başlıyordu, yoksa yağmur bulutları yüzünden akşam güneşinin sezilmeyişi miydi? Her nasılsa, batı yakasındaki ufuk çizgisinde sarımsı puslu bir ışık vardı. Söner ümit, biter hayat gibi zayıflayan, giderek hâlsizleşen son ışık. Biraz sonra o da bir deri bir kemik kalmış iskelet gibi cılızlaştı, azaldıkça azaldı. Sarımsı ışık bozardı. Yine bir müddet sonra loşlaştı, karamsı koyu kahverengi pembe renge büründü. Giderek göğerdi. Gösterişsiz gökyüzünün elemli gece pusuna yol verdi.

Göz gözü görmüyordu. Abaylar ancak o zaman burnundan solutup hızla koşturarak küçük taşlık tepeye çıkıvermişti ki ön taraflarından ürüyen it sesi duyuldu. O yana doğru baktıklarında yağışlı geçen elverişsiz bir vakitte çakan ümit ışığı gibi pırıl pırıl yanan akşam ateşlerini gördüler. Yakın bir yerde, yolun sol yakasında, etrafı yeşillenmiş bulak başında yedi sekiz evli gösterişsiz bir oba vardı.

Yoksulca obanın azıcık koyunu bir çitin içinde toplaşmıştı. Az sayıdaki sığır ve deve yağmurdan koruna koruna nefesleniyordu. Keçiler ise her bir evin dibine yapışmış, arkalarını yağmura vermiş bir vaziyette donmuş gibi sessizce duruyorlardı. Oba dışında urganlarla bağlanmış olan bukağı ile yayılan beş altı at vardı. Abaylar oba çevresine yaklaşınca sert gidişi azaltmışlardı. Şimdi gidecekleri evi kestirmeye çalışıyorlardı.

Epey önce havlayarak önlerine çıkan pek çok it obanın huzurunu kaçırmış, havlayışları dağlardan yankılanacak kadar şiddetlenerek çoğalmıştı. Atlılar obaya yaklaştıkça itlerin sayıları çoğalıyor, inatlaşırcasına seslerini yükseltiyorlardı… Kışlık tüyleri dökülmemiş kıvrık kuyruklu kancıklar. Arkası büzük, kulağı sarkık, eğri bacaklı raşitik iri köpekler. Kötü sesli, huysuz, dostluksuz, doyumsuz, sevimsiz melez enikler.

Bütün güçleriyle havlayan kancıklarla korkakça uğuldayan mecalsiz iri köpekler ve onların enikleri… Hepsi de kadir bilmeyen yarım akıllılar. Bu yüzden Abay onların havlayışını içinden alaya aldı ve kendisiyle konuşuyorlarmış gibi diyaloga dönüştürdü. İtler onlara:

– Haydi, uzak dur! Kalamazsın! Ne yani, “gezgin abdalları doyuralım” mı dedik? Size verelim de biz ne yiyelim? Yağmur varsa ne edelim… Gidin! Gidin! Çekilin. Islanmak istemiyorsan atının kasığına tıkıl. Bana sorarsan, eyer takımını sırtına sarın! Git… Git… Gidin, diyerek kovuyorlarmış gibiydi…

Erbol girecekleri evi dış tasarımlarına göz atarak seçmeye çalışıyordu. Bu sekiz kiyiz ev içindeki en iyi ve büyük görüneni ortada duran beş kanatlı yayvanca ev idi. Abay’ın biraz önünden giderek o eve yöneldi.

Abay da onun arkasından giderek eve yaklaşırken ev sahibi dışarı çıktı. Kepenek giymiş sakallı biriydi. Bir ayağını aksak basıyor gibiydi. Erbol hemen kendilerini tanıtmış, “konuğunuz olmak istiyoruz” demişti. Ev sahibi:

– Ne duruyorsunuz yiğitler, inin haydi! Nasibiniz varmış! Soframız hazır! Haydi, dedi ve Abay’ın atını kiyiz evin kuşağına kendisi bağladı.

Erbol bu adamı tipinden tanımıştı. Eve girmeden önce aheste bir şekilde fısıldayarak Abay’a:

– Bu Orda dağında Bekey ve Şekey denen iki ağabeyli Bayşora vardı ya. Bu onların Bekey’i, dedi.

Yiğitler daha önce bu obada bulunmamıştı. Ev içindeki ateş parıldayarak yanıyordu… Konuklar içeri girdi, selamlaştı. Oturduktan sonra içten içe tahminlerde bulunuyorlardı. Ev ahalisi kalabalık değildi. Sağ taraflarında serilmiş olan yer döşeğinin üstünde dört beş yaşlarındaki torununu kucaklayan kumral tenli nine oturuyordu. Uzun boylu, sıska yüzlü, sarışın bir kadın vardı. Tahminen kırklı yaşlarına yeni gelen kara gözlü bir kadın. Zamanında kuğu gibi uzun boylu ve güzel olan birine benziyordu. Bekey’in dışında evde bulunan kişiler, şimdilik bunlardı.

Abay ev sahibini ancak şimdi açık seçik görebilmişti. Kıvırcıkça uzun sarı sakallı, pembe yüzlü, mavi gözlü, büyük burunlu, yakışıklı bir adamdı. O, yiğitlerin nereden gelip nereye gittiğini sordu. Sesi sert, nidası güçlü idi. Abaylar girdiğinden beri parıldayarak yanan kuru tezeğin ateşi daha hâlâ isteklice alevli ışık veriyor, onları yağmurdan koruyan bu evi şefkatli konukevi, elverişli yuva gibi kılıyordu. Ateşin üstündeki uzun bacaklı sacayağında büyük ve kara bir güğüm asılıydı…

Bekey annesinin bulunduğu tarafa oturmuştu. Abayların hâlini vaziyetini öğrendikten sonra annesine döndü, kendi aralarında aheste bir şekilde hırıl hırıl konuşmaya başladılar. Bunların kendi aralarındaki fikir alışverişi uzun sürmedi. Bekey ayağa kalktı, dışarıya çıkmak için hazırlanırken karısına:

– Tezeğini tutumlu yak. Kuru yakacağın yetmeyebilir. Kazanı doldurmaya yeterli mi suyun? Ben deminki çocuklardan birini alayım da hayvanları kapatıp geleyim. Kazan suyunu hazırlayıver, çabuk, diye buyurdu. Karısı ses çıkarmadı, bütün söylediklerini kabul etmiş, onaylamış gibiydi. Kısa bir süre sonra dışarıdaki Bekey’in sert ve kuvvetli nidası duyuldu:

– Naymantay! Hey, Naymantay! Haydi, gel hele balam, diyerek birisini çağırıyordu.

Çabucak kaynayan çay Abayların önüne konulurken kiyiz evin keçe kapı örtüsü tamamen açıldı. Kapıyı açan Bekey idi. İçeriye sokmak istediği de keseceği hayvan idi. Ev içindeki alevli ateşten ürkerek huzursuzca direnmeye çalışan kızıl yünlü kebeyi7 boylu boyunca iteleyen delikanlı Naymantay da onun ardından içeri girdi.

Kış daha yarılanmadan doğan kebe semiz görünüyordu.

Abaylar çay içiyordu. Kırmızı desenli basma elbisesinin eteğini uçkuruna kıstırarak düren kadın o sırada ateş üstüne ocak kurmuş, kazan asmış, pişirme suyunu doldurmuştu.

Bekey şimdi evin bu tarafına oturmuş, konuklarının çayını kendisi sunuyordu. Naymantay kebeyi çabucak kesip derisini yüzdü, kolunu bacağını, sırtını kaburgasını ayırdı ve başını ateş üstünde tutarak tütsülemeye başladı. Abaylar da çaya kanmıştı.

Kebe kesilip parçalarına ayrılırken Bekey bir iki defa karısına:

– Şükiman nerde ki? Gelip seninle konuşmadı mı, anlaşmadınız mı efendim, diye sormuştu. Karısı:

– Ne yapacaksın Şükiman’ı? Şuradaki evde, damatların yanında. Kendimiz de yaylarız yahu, o oynaya dursun, demiş ve adı geçen kişiyi çağırttırmamıştı.

Erbol Şükiman adını işittiğinden beri “bu bir kız adı efendim! Yoksa bu evin yetişkin kızı da mı var” diye düşünüyor, bununla ilgili açık seçik bir emare görmek için etrafa bakınıyordu. Kiyiz evin sol yakasında, Bekey’in ağaç karyolasının baş tarafında bir yer döşeği daha vardı. Yorganı yastığı kırmızılı yeşilli, yeni bir döşeğe benziyordu. Eğer bu evin yetişkin bir kızı varsa ve bu Şükiman ise, bu yatak onun yatağı olmalıydı. Ses çıkarmadan evin içine göz gezdiren Erbol bu kanaate vardı. Evin hanımı suyu kaynayan kazana et doldurmaya başladığında Bekey “koy, onu da koy” diyordu. “Yeter yahu, durdurmayacak mısın” der gibi yüzüne bakan karısına:

– Daha damatlar da dem tatmış değil yahu bu evden. Şükiman bunu söyleyerek kapris yapıp sızlanıyordu. Hem konuk az, hem de onların akranı yahu. Onlar da gelir, bugünkü yemeği burada yerler… Eltine de haber ver, dedi.

Sarışın kadın da Naymantay’a bakarak:

– Sen git de söyle! Şükiman yemek pişinceye kadar konuklarını buraya getirsin, dedi…

Kazan asıldıktan sonra ateşin üstüne bol bol tezek konmuş, kızışan ateş ev içini iyice ısıtmaya başlamıştı. Dışarıdaki yağmur durmuş, rüzgâr kesilmiş, ılık ilkbahar gecelerinden biri başlamıştı. Hayatı ağır, aheste, sıkıcı, karanlık gece…

Sessizce oturan Abay’ın başı dönüyor, sıcaktan bunalıyor, uykusu geliyordu. Nitekim yemek pişinceye kadar uyuklamak için oturduğu şiltenin üstünde yanlamasına düşüp kıvrılıverdi. Erbol da uyuyakalmıştı.

Abay ne kadar süreyle uyuduğunu bilmiyordu. Fakat aniden irkilerek uyanıp başını yastıktan yolarcasına kaldırdığında açık seçik farkına vardığı husus; konuşarak, sayıklayarak uyandığı idi. En son sözleri hâlâ hafızasındaydı ve daha hepsi söylenmemiş gibiydi:

– Gel! Gelsene beri sevgilim, sözünü açıkça söylemişe benziyordu.

Sesli olarak mı söylemişti? Ev ahalisi işitmiş miydi? Onu bilemedi. Onun uyanışı ile Erbol da başını kaldırmıştı. Abay’ın iki gözü kıpkızıl olmuş, göz çevresi kabarıklaşmıştı. Kâbus mu görmüştü yoksa? Fakat mevzuu bu değildi… Abay başını kaldırarak oturur oturmaz telaşlanmış, dışarıya kulak kabartmış, pür dikkat dinliyordu. Erbol şimdi farkına varmıştı. Komşu evden tek bir kadının nazikçe söylediği çok güzel bir şarkı sesi duyuluyordu. Onu dinlerken bütün vücudunu hareket ettirircesine titreyen Abay’ın sabrı taşmış gibi göründü. Erbol daha dikkatli düşününce yoldaşının kâbus gören biri gibi yerinden fırladığını ve bir uyurgezer gibi çıkıp gideceğini anladı. Yüzü sararmış, benzi kaçmıştı. İki gözü yaşla dolmuş, nefesi titremeye başlamış, omuzları çökmüştü. Fevkalade değişmiş, tarumar olmuş gibiydi. Başını çalkalıyor, kan torbası gibi kızaran gözleriyle yukarıya doğru bakıyordu. Şahane sırlı şuleler görmüş, bu dünyayı unutmuş gibiydi. Erbol’u acele ettirmek istercesine sert sert dürttü:

– Kalk, kalk! Kalksana Erbol, dedi. Erbol:

– Bu ne, ne oluyor Abay, derken çekinerek baktı. Ürkmüştü. Aklında “yüzü ne kadar tuhaf görünüyor. Ateşi mi çıktı acaba? Hastalandı mı ki” şeklinde nice türlü korkunç şüphe vardı. Abay onun aklındakileri fark edip anlayacak durumda değildi. Kalpağını giydi, kaftanını omzuna aldı ve Erbol’a:

– Yürü! Dışarı çıkalım, dedi.

Ev ahalisi onların aniden hareketlenmesiyle ilgilenmemişti. Yaşlı kadın uyuyakalmıştı. Bekey konuklara arkasını dönmüş, ateş başında kaynayan ete bakarken içi geçmişti. Onların sezmeyişi iyi olmuştu. Çok değişerek yadırgatıcı bir heyecana kapılan Abay daha düzelmemişti. Kulağı ile hevesi dışarıdaydı. Sadece bir seste! Yoksa şarkıda mı?

Aniden ilk ayağa kalkışında bütün eklemleri tir tir titremiş, yıkılıp düşeyazmış, ancak Erbol’un destek oluşuyla zorlukla ayakta durabilmiş, fakat o zaman bile kendi kendisinin farkına varamamıştı. Bir puslu düş içinde aceleyle, titreyerek, yeltenerek sadece ilerideki bir ışığa doğru gitmek ister gibiydi. Biraz ötedeki şarkı bitmiş değildi. Kulağını ondan ayıramıyordu. Bütün kalbiyle ona akıyor, can kulağıyla dinliyordu. Kapıyı nasıl bulduğunu, evden nasıl çıktığını da bilmiyordu.

Evden çıkar çıkmaz kalpağını yolarcasına başından çıkaran Abay sesin geldiği tarafa doğru bütün gücüyle hamle ederken birdenbire olduğu yere çakılmışçasına kalakaldı ve sesin geldiği eve kulağını yapıştırmış gibi dinlemeye daldı. Şarkı “Topayköy” idi. Ancak şimdi nahif bir ezgiyle alabildiğine güzel bir biçimde şımararak, dalgalanarak gelmiş ve olması gerektiği gibi sona ermişti. Şarkı bitmişti. Abay olduğu yerde geriye dönüp Erbol’a doğru yekindi:

– Toğjan! Eyvahlar olsun, bu Toğjan! Toğjan’ım yahu bu! Onun sesi. Tadı bozulmayan kendi ezgisi! Kendi bestesi! Erbol, efendim! Ben neredeyim? Şu evden beni çağıran Toğjan’ım yahu, dedi, azıcık takatini de tüketti, daha da fazla fenalaşıverdi.

Abay’daki değişim olağanüstü olmakla birlikte Erbol onu şimdi anlamaya başlamıştı. Hakikatte, kendisi de şaşkınlık içindeydi. Deminki ses, az önceki evin içindeyken ilk defa duyduğunda ona da çok tanıdık bir ses gibi gelmişti. “Bu ses kimin sesi” diye o da düşünmüştü. Ama Abay metaneti kalmamış olan ve insanın aklını başında bırakmayan küçük bir çocuk gibi çırpınıp yeltenerek gidiyordu. Erbol’u sürükler gibi peşine takmış, aklı derdinde, az önce şarkı söylenen eve doğru hücum edercesine akmaya uğraşıyordu…

Abay’ın Toğjan’a düşkünlüğünden kaynaklanan ağır hülyalarının uzun yıllar boyunca iyileşmeyen büyük bir dert olduğunu çok iyi biliyordu. Fakat hiçbir zaman Abay’ın takatinin tam da şimdiki gibi bittiğini, ruhunun savrulduğunu görmemişti. Beklenmedik bu hâliyle yabancı insanlara yakışıksız görünecek davranışlarda bulunabilecek, abes sözler söyleyebilecek gibiydi. Bunu düşünen dostu Abay’ı sert bir şekilde çekti ve durdurdu:

– Oy, Abay, dur! Bu ne? Ateşe mi düşeceğiz? Önce aklımızı başımıza toplayalım. Senin için önemli olanı söylesene, dedi. Abay daha hâlâ itaat etmiyordu. Erbol:

– Pekâlâ, Abay, azıcık sabırlı ol. O eve ikimiz birlikte gitmeyelim. Ben gideyim de öğrenip çıkayım.

– Git, git öyleyse. Başını sok da hemen çık. Bak ta gör, Toğjan o evde!

– Oy vay Abay! Sayıklıyorsun. Hangi Toğjan? Mümkün değil…

Abay konuşturmadı, mani oldu:

– Bırak Erbol… Söyleme onu. Daha yeni kendisi gelip ayan oldu, dedi.

Özellikle bu söz Erbol’a yadırgatıcı geldi, deliceydi. Fakat Abay hakkında kötülük düşünemeyen, kıyamayan dost gönlü ona acıdı. Küçük kardeşini şımartır gibi içtenlikli bir bağışlayıcılıkla gülüverdi. Sağ koluyla sarılarak kucakladı ve Bekey’in evinden uzaklaştırırcasına açıklığa götürdü.

– O şarkıyı söyleyen kişi birazdan yanımıza gelir. Azıcık sabırlı olalım ve evde bekleyelim. Fakat “ayan oldu” deyişin de nedir? Kendini böyle çocuk gibi telaşa sokman da nedir? Bunun anlamını söylesene bana, diye buyurarak konuştu.

Abay tavırlarının Erbol’a alabildiğine yadırgatıcı ve abes geldiğini şimdi anlamıştı.

– Ben anladığımı bütünüyle anlatayım. Şimdi bana ister “çocuk” de, ister “çılgın” de, ister “deli” de… Ben de bilmiyorum. Ama hayatım boyunca başımdan geçmeyen muhteşem bir gizem içindeyim. Fakat bunu söylemeden önce yemin etmeni istiyorum. Kim gelecek, ne zaman gelecek? İşim yok, sabrım yok. Benim iç dünyamı duymak istiyorsan şimdi bu eve gideceksin, bütün insanları açık seçik göreceksin, gelip bana bilgi vereceksin. Buna söz vermezsen hakikatimi söylemem, dedi.

İki elini Erbol’un omuzlarına atarak bir kucaklayıverdi, bir sarsıverdi, acele cevap verdirmek ister gibiydi. Erbol tereddüt etmedi, “gideceğim” diye söz verdi. Ancak ondan sonra Abay tereddüt etmeden sesi titreyerek acele acele konuştu, başından daha yeni geçen anlaşılmaz bir durumu arkadaşına açıkladı:

– Bu düş değil! Apaçık, ayan beyan gördüm. Uyanık olmasam da müthiş bir hâl Erbol. Başında o kunduz börkü. Saç tokası, kara pelüş hırkası da eskisi gibi. Ta ne zamanki Janibek nehrindeki gece imiş. Hayatım boyunca azıcık gördüğüm saatler içinde hiçbir vakit böylesine yan yana gelmemiş, bu kadar serbest olmamış ve açık seçik görüşmemiştik. Kibar bir utangaçlık gösterirdi ya! Bu defa alabildiğine alevlenerek gelip intizar sesiyle “özledim yahu, yokluğunun sıkıntısındayım” dedi. “Senin öğrettiğin Topaykök vardı. Onu ben gündüzleri de geceleri de söylüyorum. Dinle beni” dedi. Çok güzel bir sesle tek kuple söyledikten sonra “artık gel, gelsene yakın. Ben, işte yanındayım. Engel yok, yanında tek başımayım” dedi. Ben de kucağımı açarak yekindim “gel, gelsene beri sevgilim” diye yanına giderken uyanıverdim.

– Doğru, sen öyle söyledin. Böyle diyerek uyandın, deyiverdi Erbol.

– Dur hele! Gerisi daha şahane… Gözümü açsam ki düş görüyormuşum. Fakat şarkı: Topaykök! Aynı Toğjan’ın, sadece onun önünde söylediğim makamıyla! Aynı Toğjan’ın kendi sesiyle söyleniyor, kesilmeden şakıyordu. Başkaları düş olsun, ya bu ne? … Düşümde o! Uyandığımda da başka bir kişinin sesi değil, gerçek yârimin kendi sesi. Tam yanı başımda belirmesi de neyin nesi, diye şaşkınlığını ifade ederken bir kez daha sabırsızca hamle etti. Yerinde duramayarak kımıldandı, birdenbire Şekey’in evine doğru dönüp aceleyle yürümek istedi…

Abay o akşam gerçekleşen hâlini, aynı günün gecesinde de ertesi sabahında da anlamamıştı. Esasında Erbol’un da düşündüğü gibi “şahane” hiçbir şey yoktu. Abay’ın gördüğünün başlangıcı rüya idi. Toğjan’ı düşünde görerek yatmış, huzursuzluk veren rüyadan yarım yamalak uyandığında da o evdeki şarkıyı işitmiş, böylece düş ile şarkı birbirine girmişti. Böylesi bir durum uyku ile uyanıklık, rüya ile başı ayıklık arasında, özellikle çok yorulunulan günün uykusunda yaşanabilen ilgi çekici ve geçici bir hâl idi…

Erbol’un az önce verdiği söz vardı. O, Abay’a ikinci kez söyletmeden kendisi yöneldi. Giderken yoldaşına:

– Evet! Şimdi dur hele, ben gidip geleyim. Sen beni dışarıda bekle, çabuk çıkarım, dedi ve hızlı adımlarla gitti.

Söylediği gibi kısa bir süre sonra dışarı çıkan Erbol, Abay’a doğru süratle yürüyerek çabucak geri geldi. Fakat şimdiki Erbol deminki Abay’dan da beter bir şaşkınlık içindeydi. Gelir gelmez dostunun yakasını tuttu, adeta bağırır gibi nefes nefese konuştu:

– Hey Allah’ım! Senin gördüğün düş değil Abay! Kendisi, içerideki ta kendisi!

– Ne diyorsun can efendim! Toğjan mı, kendisi mi? Tamam! Pekâlâ, diyen Abay yakasından tutmakta olan Erbol’u eve doğru çekiştirdi. Erbol, sesi öncekinden de sert bir şekilde buyurarak:

– Dur! Toğjan değil. Kendisi değil.

Aniden Erbol’a dönen Abay sıkıntı içinde:

– Oy, ne diyorsun! Ne dedin, dedi. Erbol’un sözlerinden duyduğu memnuniyetsizlik açık seçik hissediliyordu.

– Kendisi değil. Fakat aynı onun ikiziymiş gibi tıpkısı. Kurban olduğum Allah! Aynı Janibek’te gördüğümüz suretiyle hiç değişmeyen Toğjan gibi. Serpildiği gençlik günündeymiş gibi. Toğjan’dan ayırması mümkün olmayan, farklılığı anlaşılmayacak bir kız var.

– Gerçekten mi? Oy! Bu ne harika! Şarkıyı söyleyen de o muymuş?

– Şarkıyı kimin söylediğini bilmiyorum. Adını da sormadım. Görünce aklım başımdan gitti.

– Hakikaten bu kadar benziyorsa, şarkıyı da o söylüyor olmalı. Başkası olamaz.

– Ben de öyle düşünüyorum… Peki, öyleyse bu nasıl bir sihir efendim! Derin uykuda yatarken bunu nasıl sezdin? Yoksa bir kehanetin mi var canım efendim? Düş değil bu bir kâhinlik yahu. Yoksa yol yorgunluğu ile ağırlaşan uykumuzdan kafamız mı karışıyor, diyen Erbol, kendisi de sara hastalığına yakalanmış biri gibi titremeye başlamıştı…

Erbol “hiç değişmeyen Toğjan” dediğinden beri Abay, bu kısa ifadeyi fısıldayarak tekrar tekrar söylüyordu. Yüreği doludizgin koşturan at gibi çarpıyordu. Gönlünde sevinç de vardı. Ama “benzemezse, bütün bunlar bir rüya ise, sadece sayıklama ise, geçici bir serap gibi uçup gider mi ki” şeklinde korkular da vardı içinde.

Ne de olsa bir şuleye aceleyle yekinerek yelteniyordu. Yanarak düşeceği yer ateş de olsa, bu yelteniş hâliyle çırpınarak düşecekti içine…

İkisi de eve doğru yürüdü.

O sırada Şekey’in evinin kapısı açıldı, içeride yanan ateşin pembe ışığı dışarıya süzüldü. Gülerek konuşan, dışarıya çıkmakta olan kadın ve erkek sesleri duyuldu.

– İşte, onlar da çıktı. Şimdi hepsi akşam yemeği yemek için Bekey’in evine girecek, diyen Erbol, Abay’ı konuk oldukları eve doğru çekti. Onlardan önce gireceklerdi.

İki yiğit eve geldi. Eski yerlerine, başköşeye oturdular. Erbol ateşe yakınlaştı, köz küreğiyle tezek ateşini karıştırdı, külleri kenara korları ortaya toplaştırırken:

– Aydınlıkça olsun, şu ateşe biraz el atsanıza, dedi.

Abay sabırsızlanarak bekliyordu. Gençler o kadar çabuk girmedi. Dışarıdan komik şaka sesleri geliyor, biraz duraksıyorlardı. Evdeki Bekey ile Naymantay, yemekten önce konukların elini yıkaması için su ve leğen hazırladılar. Sarışın kadın annesini uyandırmış, tutacak almış ve kazana yaklaşmıştı.

O sırada kiyiz evin kapısı ardına kadar açıldı, gelen konuklara yol verdi. Eve, evvela iki yiğit girdi. Kalpak ve kaftanları gösterişsizdi. Dize kadar gelen deri çizmeleri vardı. Yüzleri mütevazı, yumuşak bakışlıydı. Selam verip, hürmet göstererek giren damatla arkadaşıymış. Onların hemen ardından küçük kızlar geliyordu. Çiçeği burnunda bir iki gelincik girdi. Hepi topu yedi sekiz kişi.

Abay sabırsızca gözünü dikmiş bakıyordu. Birazcık duraksadıktan sonra, başına, yüzünün yarısını kapatırmışçasına önüne düşen bozca kaftan örtünen orta boylu bir kız girdi. Burnu kalkıkça, kara yağız idi. Şekey’in nişanlı kızı bu olmalıydı. Tam da onun ardından saç tokası aheste bir şekilde şıngırdayan, hafif pembeliği ak benzine nur gibi yaraşan aynı Toğjan’ın kendisi geliyordu. Nazikçe tebessüm edip gülümseyerek girdi içeri. Kusursuz ak pak dişleri elle dizilmiş gibiydi. İki yanağındaki nahif hoş pembelik, acelesiyle bekleyen seher vaktinin tan kızıllığı gibiydi.

Daha hâlâ geçmemiş olan utangaç kibarlığıyla konuklara bakarak usulca selamlaştığında yüzüne ani bir dalga düştü. Yanaklarının üstündeki nahif pembelikler birbiriyle birleşerek bütün yüzüne yayıldı. İncecikleşen genç kızlığın çok utangaçlaşan, sıkılganlaşan işareti belirginleşti. Onu utangaçlaştıran Abay idi…

Kız orta boylu idi, tam da Toğjan’ın boyu gibi. Bütün görünüşü benzer idi. Yüz görünüşü, aklığı kızıllığı, Erbol’un dediği gibi “hiç değişmeyen Toğjan” sanki… Bunun da uzun ve gür, ipek telli kara saçı vardı. Ağzı burnu da; tam da o özlediği aşığının tek bakışıyla Abay’a bir başka sıcak görünen çok güzel ve sevimli ağzı ile burnu gibiydi. Hafif kalkık köşeli burnu uç bölgesine gelince yuvarlakçalaşıyor, bir başkaca uyumlu görünüyordu. Çocukluk ve masumiyet esintisi gibi zarif kırmızı dudaklarında sıcaklığının etkili gücü vardı. Etrafını sevindirip hayran bırakan masum ve nazik sevinç gülüşü vardı… Bu kız, apaçık yâri Toğjan idi! Fakat az önce düşünde gördüğü gibi, o eski günlerdeki nahifliğini koruyan genç Toğjan. İlk defa Tüyeörkeş’deki Süyindik’in evinde, ilkbaharın elverişli bir akşam vaktinde gördüğü o güzeli! Şaşırtıcı şahane hâldeyken yeni doğmuş bir ay görmüştü sanki. O eski zamanlardaki sevgili aydınlık yeniden canlanmış, değişmeyen cibilliyetiyle yeniden dönüp gelmiş, gökyüzünde kendisine uygun münferit yeri almış gibiydi.

6.Şilikti: Bodur ağaçları olan, çalılıklı.
7.Kebe: Yaşını doldurmamış koyun yavrusu. İlk doğduğunda “kuzu”, biraz kendine gelip irileştiğinde “marka”, kıymetli konuklara kesilecek kıvama geldiğinde “bağlan”, kemikleri ve eti daha da sıkılaştığında “kebe”…
₺75,34

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
690 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-601-7999-22-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre