Kitabı oku: «Abay Yolu 2. Cilt», sayfa 8
– Abaycan, “benim türkülerim sana güzel esin kaynağı oluyor” diye düşünüyordum. Sen, türkülerde bizim dikkatimizden kaçan, önemsemediğimiz detayları açıyorsun. Kalan ömrüme bir başka yükümlülük kattın yahu, dedi.
– Demek ki, hedefimizin kaynağı aynı Birjan ağabey!
– Hedef yolunda birimiz öteye, birimiz beriye gidebiliriz. Sadece sana söylemek istediğim; “senin türküyü yüceltip kıymetlendirişin gibi, benim de şiiri ilk kıymetlendirişim oldu bu” desem, ne dersin? “Benim sana verdiklerim çok” derken, senin bana verdiğin yol azığının ne kadar olduğunu bir anlasan keşke, dedi.
Abay yaz boyunca Birjan’dan bütün Orta Jüz’ün; Arğınların, Naymanların, Kereylerin, Uvakların sazendelerini, türkücülerini, bilge ozanlarını dinleyip öğrenmişti. Onlardan biri aklına geldi:
– Birjan ağabey, sanatın kıymetini açık seçik anlıyorsak hayatımızı başka bir biçimde sürdürelim, sadece yamaçlardan yükselen sanata değer verelim. Doğrusu bu hususta sizin az oluşunuz, tek başınıza kalışınız da gerçek. Fakat bu iyilik yolunun kötülükle yargılaşmak, kozunu paylaşmak olduğunu hiçbir zaman unutmasak, dedi.
Bu husus ikisinin de buluştuğu, kesiştiği nokta olmuştu. Janbota ve Aznabay’ın iç darlığını türküyle kavuran Birjan, daha önce bu hedef doğrultusunda kendisinin bir hareketini ortaya koymuş gibiydi. Örtülü konuşmalar gelip bu noktaya dayanmış, ilhamlı iki yürek anlaşmış, birazcık huzura kavuşmuştu.
Geç yatan konuklar öğleye doğru kalktı, yemek yedikten sonra çabucak yola revan olmak istedi.
Atlar eyerleneli bir hayli zaman geçmişti.
Nihayet Abay’ın öncülüğündeki bütün dostları kadınlı erkekli dışarı çıkıp abdal ozanları at bindirirken Birjan, genç türkücülere son bir ağabeylik dileğini ifade etti:
– Emir! Sen ses verip başlasan, Aygerim ve Ümitey de katılsa, şu “Yirmi Beş’i” bir daha söyleseniz ya! Sizinle vedalaşmamız bu olsun, olur mu asil kardeşlerim, dedi…
Ayrıksı bir istek! Ama Birjan’ın cibilliyetine uygun, nazlı bir istek…
Abay makul buldu, onu anlıyordu. Gençler de tereddüt etmedi, hep birlikte güzelce söyleyiverdi. Onlar bir kuplesini söyleyinceye kadar gözlerini yuman, dudaklarının ucuyla azıcık tebessüm eden ve uyurmuş gibi dinleyen Birjan türkü bittikten sonra atının üzengilerine basarak ayağa kalktı “şimdi bir an duraklasanıza” der gibi elini hafifçe kaldırdı. Türkü söyleyen gençlerin önünde eğilirken kenarları kunduz kürkünden, tepesi yeşil kadifeden dikilen kalpağını alnından geriye doğru hafifçe iteleyerek onları selamladı. Sonra kendisi bir türkü söyledi. Bu yaz hiç söylemediği bir türküydü bu. Ülkülü, hüzünlü, şahane türkünün nakaratı hakikat perdesini aralamıştı:
“Hey! Delikanlım, aman!
Geçti efendim zaman,
Hoşça kal! Aman ha aman”
deyip bir gülüverdi, yüzü kireç gibi bozarıverdi. Galeyana gelen Birjan atının başını uzun seyahate doğru döndürüverdi.
Ardından bakarken öylece şaşkınlıkla donup kalan Abaylar için türküsünü kesmemiş, söyleye söyleye uzaklaşıvermişti. Bunun sebebini herkesten önce anlayan Abay idi:
– Bu yeni bir türkü! İlham tam burada geldi. Bizimle vedalaşma türküsü yahu! Hakiki ilham örneği, demiş ve ilgiyle dinlemeye devam etmişti.
Abay’ın sözlerinden yeni bir türkünün dünyaya geldiğini anlayan Emir germede bağlı duran atlara doğru koştu, sıçrayarak eyerli atlardan birine bindi.
– Öğreneceğim! Unutulması vebal olur, dedi ve atını mahmuzladı. Kısa süre içinde konuklarının peşinden yetişti, yanlarına gelince atını yavaşlattı ve onlarla birlikte gitti.
Birjan, bu türküsünü kesmeden söyleyerek, uçsuz bucaksız bozkırın semasında yüzdürerek gitti.
Abay’la birlikte uğurlamaya çıkan topluluk uzaklaşarak gitmekte olan Birjan’ın türküsünü dinlemeye devam ediyordu… Uzun süre öylece beklediler. Türkü uzun sürdü ve bir an bile kesilmedi…
“…
Hey! Delikanlım, aman!
Geçti efendim zaman,
Hoşça kal! Aman ha aman!
…”
Konuk yolcular uzaklaşarak gidiyor, uzaktaki yeşil yamaca doğru ilerliyordu. Aygerim ve Ümiteyler son nakaratı hâlâ işitebiliyordu. Erbol sevinçle:
– Ne muazzam bir ses! Kuzuların yaylağına yetti, daha hâlâ işitiliyor, dedi.
Konuklar türküyü kesmeden biraz daha ilerledikten sonra tepeyi aştı…
Emir o yamacın beri tarafında vedalaşmış, geri dönüyordu. O gelinceye kadar Abaylar durdukları yerden ayrılmadı.
Emir türküyü ezberlemiş olarak geldi. Yaklaşırken “Hey! Delikanlım, aman” dedi, az önceki nakaratı değiştirmeden tam olarak öğrendiği belliydi. Ümitey:
– Türkünün adı ne acaba, diye sordu. Emir beklemediği bu soru karşısında şaşkınlığa düştü:
– Hay gidi! Hay Allah! Adını sormadım yahu, dedi.
– Onun adını az önce Erbol söylemedi mi? “Kuzuların yaylağına yetti, daha hâlâ işitiliyor” dedi ya. Birjan da bir ad koymamıştır daha. Bu türkünün adı “Kuzuların yaylağı” olsun, dedi. Abay eve doğru yöneldi.
Baybişe Künke tam o anda kırmızı boyalı bastonuyla onların yanına gelmişti. Başta Abay olmak üzere bütün gençler ona döndü, saygılarını göstererek hâl hatır sordu. Aygerim büyük bir hürmet göstermiş, ellerini çaprazlama döşüne götürüp rükûa eğilir gibi önünde eğilirken “selam verdik24” demişti. Fakat Künke diğer gençlere bakmamış, gözünü Abay’a dikmişti:
– Ay Abay, ay yakışıklım, bu yaptığın ne? Kime örnek oluyorsun? Bizim obadan böyle konuk uğurlandığını ne zaman gördün? Böyle üstüne basa basa neyi besliyorsun, neyi yüceltiyorsun? Bu gamsızlığını şu delişmen Emir’e vermen yetti. Senin için “önünde örnek olur” diye ümitlenişim nerede kaldı, dedi.
Abay hiddetlenir gibi olsa da kendisini durdurdu:
– Ay ana! Aklınız fikriniz obanın sükûneti, halkın sessizliği yahu. “Bana yakışan bu” diyorsunuz. Böyle sükûnet, böyle sessizlik bulunur da, böyle bestekâr bulunmaz bir daha yahu, dedi ve zoraki gülümsedi. Gençlere doğru döndü. Erbol ve Emir de onunla beraber gülümsediler ve birbiriyle yarışırcasına peş peşe:
– Yakışanı bulunur, bestekârı bulunmaz, deyiştiler.
Künke memnuniyetsizce toparlandı, sırtını dönerken Abay’a doğru iğrenir gibi bir bakış attı ve oradan uzaklaştı. Emir şimdi daha rahat bir biçimde gülerek:
– Abay ağabey, Allah muradını versin! Ne zamandan beri sesimi çıkaramıyordum yahu! Ninemin defterini iyi dürdünüz, dedi.
Aygerim ve Ümitey bu büyük hiciv karşısında kendilerini tutamadılar, mahcubiyetlerini belli ederek katıla katıla güldüler. Gülüşlerinden utandıkları için de oradan kaçar gibi koşuşarak kiyiz evin öteki tarafına doğru gittiler. Ninesinin eleştirilerini kafaya takmayan haylaz Emir gözlerini ayırmadan ninesinin ardından bakarken:
– Bu da ne? Bana “öl” dese daha iyi… Türkü söyledik diye dinden çıkmadık ki, dedi ve kıkır kıkır gülüverdi…
3
Birjan’ın Kunanbay obalarından ayrıldığı yaz Oljay’dan türeyen Kazak boyları arasında büyük bir kargaşa başladı… Bunun ilk kıvılcımı, yaylanın sakin bir gecesinde, parlak aylı gökyüzüne hüzünlü ve hasretli hicran döken ince ezgili bir türkü oldu…
Halkın yüzüstü süründüğü bir dönem idi. Yayladan iki tarafa ayrılarak göçmeye başlayan komşu Tobıktı ile Kerey boylarının gaspçıları ve yağmacıları bu dönemde gece saldırılarını sıklaştırmıştı. Halk her gece “alıp gitmişler”, “bulaşıp gitmişler” diyerek bağrışıp çığrışıyordu.
Böylesi huzursuz günlerde korunmayı düşünen Jigitekler, yılkı sürülerinin gece yayılımını kalabalık halk ortasında, içeri doğru sürerek yaptırıyordu. Bu yılkı sürüleri Karaşa ve Kaumen obalarının yerleştiği Suıkbulak’da gece suyunu içip otlarken sınırdaş Karşığalı bölgesine doğru dağılarak yayılıyordu.
Tuttu-bıraktı çekişmesinin çok olduğu bu dönemde ümitlenen yetişkin erkekler bütün gece yılkı gasp ediyor, at üstünden inmiyordu…
Kendi babasının yılkısı yok denecek kadar az olsa da yılkı bakma vesilesiyle yılkıcılık yapanların arasına karışan Oralbay adında biri vardı.
Karaşa’nın evlatlarından Abılğazı yılkı bakımında çok usta, disiplinli ve düşmana karşı gözü pek biriydi.
O, semizler içinden hazırlanan ağır yürüyüşlü ve kara benekli bir ata binmiş, sert kara topuzunu eyerinin önüne yatay vaziyette uzatmıştı. İnce boz cepkeninin döşünü parlak aya doğru açıvermiş, kalpağının bir kulağını azıcık içeri doğru katlayarak giyivermişti. Oralbay’a bir şeyler anlattırıyor, onu dinlerken kendisi arada sırada bir fırt tükürüyor, yılkı sürüsünden biraz uzakça çıkmış hâlde atını otlatarak yürütüyordu.
Cılız Oralbay’ın biraz ilerideki sürünün yayılışıyla yahut atının otlayarak gezişiyle bir işi yoktu. İçindeki derdi Abılğazı gibi yakın bir akrabasına, yaşı büyük bir ağabeyine dökerek sanki düş dumanında yaşıyormuş gibi gidiyordu. Bugün evden çıkıp at bindiğinde de nereye gideceğini ve ne yapacağını bilemez bir hâldeydi, üzerine çöken dertten sıyrılmak için kendini dışarı atmıştı. Uykusuz, keyifsiz günler başlayalı bir hayli olmuştu.
Gecenin karanlığında kayarak sönen yıldızlar gibi bunun hayal yıldızı da saman alevi gibi parlayıvermiş, ama artık, işte, sönmeye başlamıştı. Sönmese ne olacaktı ki, kimin umurundaydı ki! İlgisini, içini yakan alevi ona tam da böylesi sıcak bir akşam vaktinde açan Kerimbala kısa süre içinde onun gözünden ırak bir yere gidecekti.
“Karakeseklerden damat gelecek. Bu defa almak için gelecek, götürecek” diyorlardı. Artık Oralbay’a dertlerle kucaklaşmak ve ayrılık acısıyla yanmaktan başka bir şey kalmıyordu. “Yapacak bir şey” var mıydı bu dünyada, yok muydu? Bunu bilmiyordu. Ama genç adamın iyi bildiği bir şey vardı ki; hayatının baharında bundan başka bir arzusu, uzun vadeli geleceği için başka hiçbir beklentisi yoktu. İnsan kısa vadeli isteklerde bulunmalıydı. Onun için bu; önündeki tek dileği olan Kerimbala’ya kavuşmak idi. Onun yolunda ölmekti. Fakat ellerinden tutarak ölmek! Uzun örümlü kalın kara saçını kendi boynuna dolasa, incecik belinden dolanarak kucaklasa, hiç ayrılmayacakları bir tek gün olsa yeterliydi. Ondan sonra bütün dünya yanarak gelip bunu yutsa da olurdu. Ne gözü açık giderdi, ne de karşı koymak için kılını kıpırdatırdı…
Oralbay’ın Abılğazı’ya döktüğü derdi işte buydu. Bu yılın ilkbaharında, abdal Birjan gelmeden bir ay önce, iki genç birbirine açılmış, ondan beri de kimseye hissettirmemiş, aşklarını içlerinde yaşatmışlardı. Yiğidin efkârını ses çıkarmadan ve duygularını belli etmeden dinleyen Abılğazı Oralbay’ın konuşması bitince kısaca bir iki laf etti.
Abılğazı çakmak taşı gibi sağlam kemikli, meşe ağacı gibi sıkı, mamut gibi ağır bir adamdı. Oralbay’a “doğru” yahut “yanlış” diye bir şey söylemedi. Sadece bir hususu öğrenmek istedi:
– Kız nasıl? O da senin gibi arzulu mu, diye sordu. Oralbay:
– Kız “seninle beraber ölsek” demişti, deyince Abılğazı hiç tereddüt etmedi:
– Öyleyse, yemininden döneni ervah çarpsın. Kararlı ol da taş yut, diyerek görüşünü bildirdi.
Oralbay’ın toplumun önde gelen kişileri içinde danıştığı tek kişi Abılğazı olmuştu. Sadece gönül desteği olsa da böylesi itibarlı bir büyüğünden aldığı yardıma çok sevindi. Şimdi tek kuşkusu Bazaralı’dan yanaydı.
– Bazekem ne der ki? Kararlılık etsem o ne yapar ki, dedi.
Abılğazı bu hususta da tereddüt etmedi:
– Sevdiğin kız Kerimbala ise, böyle şahane bir güzelden “vaz geç” diyecek kişi Bazaralı mı ki? Daha dün kendisinin elini ayağını bağlattıran Balbala’sını ne yapacak? Yapacağını yap! Ondan sonra Bazaralı bir yana bütün Jigitekler seninle anlaşmak zorunda kalacak. Anlaşmayıp da ne yapacak ki, dedi.
Oralbay bu fikri duyunca altındaki gümüş kuyruklu ak demir kırı atı kamçılayarak uyandırmış ve birdenbire silkinerek tüm yüklerinden kurtulmuş gibi oldu. İki bıçkın tam o arada Karşığalı tarafındaki en sonuncu uzun bele kadar gelmişti. Atlarını durdurup biraz teneffüs etmiş ve etrafa kulak kabartmışlardı ki Karşığalı tarafından ipince süzülerek gelen türkü sesi işitildi. İnsanın aklını başından alan, “neredesin” diye soran, sorarken çağlayan bir ses. Fasıla vere vere, takati kesile kesile, zar zor işitilse de sabırsız bir yüreğin yırtılırcasına ağlayışı gibi sevdiğini çağıran bir ses…
Oralbay’ın takati bitmişti:
– Ağabey, efendim! Bu türkü beni çağırıyor! Tam da Karşığalı’daki Bökenşi yaylasından, Sügir obası tarafından geliyor yahu, dedi. Atının da huzuru kaçmıştı, parlak ay altında irkilip kulaklarını dikerek sesin geldiği yöne doğru dönüvermişti.
– Doğru, ses Sügir obasından geliyor… Hay fukara hay, dileğin kabul oldu yahu, diyen Abılğazı böbürlenerek gülüverdi…
Abılğazı tehlikeden kaçan biri değildi. Az önce Oralbay’a söylediği düşünceleri, onun uzun uzun düşünerek ve zorlanarak ifade ettiği fikirleri de değildi. Sükûnet içindeki huzurdansa at üstünde zahmete girerek çarpışmayı dilemek, onun âdetindendi. O yüzden delikanlının ateşine kor atmak, yangınını nüksettirmek bunun için bir meşgale gibi görünüyordu. Doğru, kargaşa çıksa, ondan çekinecek olan ve endişeye kapılarak kaçacak olan da Abılğazı değildi. Şu kara benekli atı ile şu kurumuş kara topuzunu Oralbay için özgürce salmaktan çekinmezdi.
Oralbay gibi alev saçan bir delikanlının içtenlikle kendisine akıl verecek birini aradığında bulduğu danışmanı işte bu Abılğazı idi…
Genç adam artık dayanamadı:
– Abeke! Söylediklerinde samimiysen haydi yürüsene, benimle gelsene! Beni çağıran bu ses bahtım mı yoksa biçareliğim mi kendi gözlerinle görsene! Sözümden döneceğime, mezara gömüleyim, dedi.
Bunun üzerine ikisi birden “haydi” dediler, atlarını ökçelediler ve akarcasına bayır aşağı yönlendirdiler.
Oralbay, bundan kısa bir süre önce arzusuna ilişkin aklındaki kararın ne olduğunu açıkça ifade bile edemiyordu. Şimdi ak demir kırı atın coşkulu yeliyle oluşan fırtına gibi sabırsız bir hayali vardı.
Onun takatsiz yüreği deminki türküyü su götürmez biçimde Kerimbala’nın türküsü, sevdiğinin türküsü olarak algılıyordu. Kimin söylediğini bilmese de “o” diyordu… Oralbay, at koştururken sevdiğinin türkü söyleyince dalgalanan akpak güzel gıdığı ve boğazı ile yusyuvarlak bembeyaz boynunu gözlerinin önünde görerek gidermiş gibiydi.
Şimdiki karara vardıran tam da bu akşamdaki emri kuvvetli kudret türküsü olmasaydı, o, daha nice günler boyunca kalp çarpıntısıyla depreşir ve heyecanlanarak yaşar da bir karara varabilir miydi! İşte bugün türkü sesi gelmişti ve yüreğe düşen yıldırım gibi içindeki ateşi alevlendirmişti. Berrak sulu nehri olan ve koyun döşü gibi çıkık genişçe yeşil sahası bulunan Karşığalı, şimdi, parlak ay altında güzel bir nura sarınmış gibi akçıllaşmıştı. Bir düş mekânı gibi olmuş, akpak buğu ile bürünmüştü. Nehirden ve çayırdan yükselen gece buğusu kimi obaları tamamen sararak gizlemiş, gözden saklamıştı. Yukarı doğru yükselerek konuşlanan on kadar obanın pek çoğu yatmıştı. Ateşler sönmüş, tünlükler örtülmüştü. Sadece arada sırada değişik yakalarda köpek saldırtan nöbetçinin uykulu sesleri geliyordu. İtler de pek fazla ürümüyordu.
İşle böyle, havada süzülür gibi görünen bölgeye yaklaştıkça netleşen türkünün şiddeti artıyordu. Yiğitler at koştururken anlamıştı, bu bir kadın sesiydi… Sügir’in obası ortadaki çok evli obaydı. Türkü buraya doğru çağırır gibiydi.
Fakat iki yiğit Sügir obasına iyice yaklaştığında türkünün burada değil tam yanındaki obada söylendiğini fark etti.
Oralbay türkünün Sügir obasından başka bir obada söyleniyor olmasını önemsemedi. Çünkü o dinleyerek yakınlaştıkça çok güzel bir kalıp içinde söylenen türkünün her nağmesinde Kerimbala’nın üslubunu duyuyordu.
Sabırsız yiğit, iradesini boşa çıkaran ve uzaktan çağırarak yanına kadar getiren türkünün yüreğini yanıltmamış olması dolayısıyla şükreder gibiydi. İçinden “ne güzel uğur oldu. Yüreğinin, şu karanlık gecede, böylesine büyük bir yaylanın kalabalık toplulukları arasında yolunu şaşırmadan gelerek yüreğimi bulması, çağırarak avlaması ne hoş oldu” diye düşünüyor, Kerimbala’ya dualar bağışlayarak ilerliyordu.
Vakitsiz bir zamanda atlarını burunlarından solutarak gelen iki süvari, türkü söylenen obanın bir sürü itini gürültüyle havlatmaya başladı. Fakat türkü o zaman da yavaşlamadı, kesilmedi. Bir sürü köpeğin var güçleriyle hınçlanarak havlayışı artsa da, obadaki diğer bütün sesleri gizlemeye çalışsa da, Oralbay şimdi Kerimbala’nın “Yirmi Beş” adlı türküyü söylediğini ayırt edebiliyordu. İtlerin saldırırcasına ürüyen huzursuz tantanası tam da o günlerde Oralbay ile Kerimbala’nın çevresini saran soğuk dünyanın elverişsizliğine benziyordu…
Bu komşu obanın bir ergeni altıbakan salıncak kurmuş ve Kerimbala ile yengesi Kapala’yı bastanğıya davet etmiş. Genç topluluk deminden beri altıbakana tekrar tekrar Kerimbala’yı bindirip, türküsünü dinliyormuş…
İçlerinden “yakında gelin gidecek efendim”, “kıvrak genç, güzel ergen yabancı halkın içine karışacak efendim” diyerek Kerimbala’ya acıyan, fakat konuşarak dışa vurmayan Kapala’nın arkadaşı kızlar ve yengeler çoğunluktaydı. Çok iyi huylu ve akıllı bir yenge olan Kapala bugün türkü sırasını başka kişilere pek fazla vermiyor, sadece kendi görümcesinin elemlerini dökmesine müsaade ediyordu. Altıbakanın halatını kendi eliyle çekerek sallıyor, arada sırada sessizce dökülen gözyaşını Kerimbala’dan saklayarak siliveriyordu.
Oralbay işte böyle bir anda geldi… Ak atlı, ak topuzlu, ipincecik ve turna boylu delikanlı arkadaşından önce altıbakana ulaşmıştı. Oralbay burnunu temizlemek ister gibi tısırdayarak olduğu yerde dönen atının üzerinden tek hamlede iner inmez Kerimbala türkü söylemeyi bıraktı. Yiğit, ayın mecalsiz ak nurundan doğmuş gibi, buğu ile nurun huzur verici uyumundan peydah olmuş gibiydi.
Oralbay hızlı adımlarla altıbakanın yanına geldiğinde pek fazla bir şey söylemeden sadece gönlüyle, görünüşüyle ve hareketleriyle “geldim işte”, “gördün mü” der gibiydi.
Kerimbala hiç kimseden çekinmeden geldi, yiğidin elini tuttu, parmaklarını sıkarak altıbakana çekti.
Oradaki kalabalık sevinçle karışık merak duyguları içinde sırayı iki türkücüye verdi.
Oralbay “eridi gönlüm ak didarını görünce…” diye başladı, Kerimbala sesiyle bezeyerek peşinden söyledi. İkisinin özlemle dolup taşan yüzleri ay altında akpak olmuş, telaşlı bir heyecanla parlıyordu. Sanki abdal ağabeyleri unutulmaz Birjan yanlarına gelmiş, “eşinle ağar”25 diyerek erkeklik duasını etmiş ve bütün zorluklara karşı cesaretle adım attırmış gibiydi.
Kerimbala ve Oralbay pek çok türkü söylediler. Birbirini özleyen ve eleme gömülen yürekler sözle dile getiremeyecekleri dertlerini ve sırlarını birbiri peşi sıra söyledikleri türkülerle ifade ettiler. Bazen sıra alıp birbirini dinleyerek, bazen ayrılamayarak, meraklarına kanamayarak ve mahcubiyetle söylediler. O türküler ikisini kendinden geçirerek akıllarını ve iradelerini de aldı… Geleceğe yönelik hayata ilişkin kararlarını da verdirdi.
Abılğazı iki gencin yüzlerine uzun uzun baktıktan ve ahenkli türkülerini dikkatle dinledikten sonra “şu ikisini ancak ölüm ayırır” düşüncesine gelmişti.
Kendisi Akimkoca’nın hanımı Kapala ile arkadaşça oyunlar oynardı. Hakikaten yaşları da Akimkoca ile birbirine yakındı. Bu akrabaları ile daima karşılıklı saygıya dayalı iyi ilişki içindeydi. İşte bu ağabey bu yengeyle birkaç cümlelik konuşma neticesinde çabucak anlaştı, bütün gençleri kendileri yönetmeye başladı ve Kerimbala ile Oralbay’ı baş başa bıraktı.
Oralbay Kerimbala’nın ince belini sarıp sımsıkı kucaklarken kendisinin bu gece niçin geldiğini anlatmaya başlamıştı. Kerimbala çok konuşmadı:
– Canım, ziyalım, dedi ve ateş gibi yanan yanaklarını yiğidin yüzüne yapıştırdı. Gözleri yaşlıydı. Bir süre sonra gözyaşını yutar gibi oldu, boğazını temizledi, bütün dünyaya küstüğünü söyledi:
– Seninle benim başıma, Allah’ın sarartıp solduracağı gazap günü geldi yahu! Fakat aklım bin bir düşünceye bölünse, şuurum başımdan gitse de senden ayrılma imkânım yok. Niye geldiğini anladım. O gün bundan söz ettiğinde “utanç verici” diye düşünmüştüm. Artık kendin bilirsin… Başla! Biz de onların neslinden değil miyiz? Ervah yâr olsun, yârim, dedi.
Oralbay, kendisinin böylesine arzu ettiği kişiden “yârim” sözünü işitince alevlenmiş gibi oldu, soğururcasına öptü ve bir müddet sessiz kaldı… “Canım, yârim” dedi, Kerimbala’nın hevesle söylediği net sözleri fısıldayarak, ama büyük bir müptelalık hissettiren fısıltıyla tekrar etmişti…
Bu görüşmeden sonra bir gün geçti. Sonraki gece, yaşıtı üç yiğidi yanına alan Oralbay, Karşığalı’ya tekrar geldi ve Kerimbala’yı alıp kaçırdı. İki gencin aklını başından alan aşk ateşi bunları böyle bir aşamaya ulaştırmıştı. Oljay ahalisi ise sanki üstlerindeki gök yarılmış da başlarına yıldırım düşmüş gibi karıştı…
Kerimbala, “gri donlu alası” çok olan ve binlerce atlık sürüsü bulunan zengin Sügir’in kızıydı. Sügir’in kızını verdiği aile de Karakeseklerden Kambar’ın sağlam ve zengin bir ailesiydi. Onlardan kaç defa aygır sürüsü ile pek çok yılkı almış olan Sügir artık kızının gelinlik otağını kurmaya, “allayıp, pullayıp” göndermeye hazırlanıyordu.
Böjey ve Süyindik zamanından beri Jigitek ve Bökenşi boyları arasına çekişme soğukluğu düşmemişti. Fakat bu gençlerin şu seviyesiz davranışı Bökenşileri bütünüyle şahlandırmış, ateşe atmış gibiydi. O, herhangi bir Bökenşi de değildi, Sügir’di… Süyindik daha önce ölmüş olduğundan o günlerde dizginin çoğu Sügir’in hâkimiyetindeydi. Binlerce yılkılık sürüsü sayesinde “birisine boynundan”, “birisine sağrısından” vere vere yaşayan Sügir ağırlığı gittikçe artan zengin bir adam olmuştu.
Bu sebeple o; aşıp taşarak, kodamanmışlaşarak ve gururlanarak yaşıyordu. Son yıllarda Bökenşi boyu içinde hicivli bir yakıştırma ortaya çıkmıştı. “Sügir, zengin gösteren at binmiş birini görse, hemen; ‘şunun bindiği benimki değil mi’ diye sorar” diyorlardı. İşte bu Sügir’e bağlı olan Baygöbek ve Jangöbek gibi ebedî hayata göçmüş büyük atalarından töreyen Bökenşi boyundan akrabaları yanı sıra Borsak ve Daleken gibi yoksul akrabaları da bütünüyle telaşa düşmüştü.
Akimkoca, Balkoca ve Nurkoca adlı üç oğluyla birlikte küplere binen Sügir, önce “Jigitek’in yılkı sürülerini elinden alacağım” diyerek bir şahlandı. Sonra “Kaumen’i vururuz” diyerek ileri atıldı. En sonunda bütün Jigiteklere “ya vuruşacak yeri söylesinler, ya da kızla yiğidi bir gün bir gece içinde ellerini ayaklarını bağlayarak önüme getirsinler” diyerek azamet gösterdi… Böylesi bir yangınla çalkalanan topluluk, öfkesiyle her bir köşeyi alevlendirdikten sonra nihayet Böjey’in obasına adam gönderdi.
Sadece Böjey değil, Jigitek’in eski yöneticileri olan Baydalı ve Tüsip de vefat etmişti. O günlerde boy halkına aynı tarzda hükmeden genç nesil yöneticiler çıkmıştı. Bunların önde gelenleri Böjey’in oğulları Jabay ve Adil idi. Onlardan sonra, geçenlerde “kaçık” diye lakap takılan, sözüne sadık ve huysuz bir adam olan Beysembi vardı. Bir de “kuru kafadan kavurmalık et alır” denen kan emici Abdilda vardı.
Sınırdaş Jigitek halkı, bu kötü haberin sabah saatlerinde öğrenilmesinden sonra, Bökenşi boyu yiğitlerinin dörtnala koşturarak toplaştığına ve gaileye düştüğüne dair bilgileri de duyup öğreniyordu. Özellikle sadece bir bel aşağıda bulunan Karaşa’nın obası nefesini tutmuş vaziyette haberleri takip ediyordu. İspiyoncu ajanlar göndererek Bökenşi’nin tedirgin edici önlemlerini, kendi aralarında konuştukları öfkeli düşünceleri de öğrenmişti. Kendileri öğrenmekle kalmıyor, diğer Jigiteklere de tekrar tekrar ulak gönderiyor, haberleri iletiyorlardı.
O gün duydukları “yılkılarını alacağız”, “vuracağız” türünden sözler Jigitekleri de Bökenşilere karşı kinlendiriyordu. Sayıları kalabalık olan ve hiçbir zaman savaştan yahut çatışmadan ürküp, korkup kaçmamış olan Jigitekler o gün öğleden sonra elverişli atların tamamını eyerleyip binmişler, çomaklarını ve topuzlarını bellerine kıstırmışlar, soğuk bir rüzgâr estirmeye başlamışlardı.
Bökenşiler ise Jigiteklere adam göndermekle kalmamış, akıllarını başlarına devşirdikten sonra boylu boyunca arabulucu akrabalarına da ulak göndermişlerdi. Bunu duyan Jigitekler de ikişer üçer atlandırarak aynı arabulucu akrabalara adam gönderdi.
İki halkın da bu hususta “aracı olsun, doğrusu neyse söylesin, tahrik etmesin” diye haber gönderdiği arabulucu akrabalar Aydos’un soyuydu…
Oljay’dan töreyen Kazaklar Aydos, Kaydos ve Jigitek olarak üçe bölünmüştü. Jigitekler malum, kendi boy adı ile biliniyordu. Kaydoslar günümüzdeki Bökenşiler idi. Aydoslar ise o bölgede Tobıktı soyunun gücünü iyi bildiği Irğızbay ile Kötibak, Topay ve Torğay adlı dört atadan töreyen sülalelerdi.
İki halk, “Aydos” diyerek ulak gönderdikleri Irğızbaylar ile Kötibakların tamamına haber verdirdi. Hususî habercilerini Kunanbay obası ile Kulınşak obasına göndermişlerdi. O günlerde Kötibakları, Baysal’ın yerini dolduran Jiyrenşe yönetiyordu. İki halkın ulakları birbiri ardına ona da geldi.
“Aydos” diyerek tamamına selam gönderildiği için ne Jiyrenşe, ne de Topay ve Torğay boyunun ileri gelenleri ulaklara bir cevap vermedi. Tamamı Irğızbay içindeki Kunanbay obasında buluşmak üzere anlaştı, Barlıbay nehri kıyısında yerleşen Uljan’ın obasında toplandılar.
Irğızbaylara gelince, Kunanbay o günlerde yoktu. Böyle durumlarda obalarının karar verebilecek büyüğü ve beceriklisi Maybasar ile Takejan idi. Bu ikisi, ilk laf çıktığında “bizi arayanlar orada bulsun” diyerek Uljan’ın evine, Öskenbay atanın ocağına yerleşmişlerdi…
Böylesi çok zahmetin sebebi; iki gencin, bugün şafak söktüğünden beri, şu vakte kadar daha hâlâ sığınacak bir yer bulamamış ve yerleşememiş olmasındandı…
Evvela Kaumen ve Karaşa’nın obalarında kalamayacakları anlaşıldı. Bunların yerleşkesi Bökenşi boyunun yerleşkelerine yakındı. Sügir’in öfkeli sözleri işitildikçe herkesin huzuru kaçıyor, iyi niyetli yengeler ve akranlar bu gençleri kararlarından vazgeçirtmek gerektiğini konuşuyordu. Bökenşilerin “koynumuzdaki yılan suçlu” diyerek öncelikle gözetledikleri bu obalar olduğundan, hakikaten de, burada durma imkânı kalmamıştı.
Oradan hızla geçirdikten sonra bütün Jigiteklerin başlarının tacı olan Kengirbay köyünde, yani Tobıktı halkının ata mekânında barındırmak istediler ve oraya getirip gizlediler.
Daha sonra, Bökenşi elçilerinin doğrudan bu köye gelmeye başlaması üzerine “biri olmasa diğeri fiskos eder, Böjey’in kabristanının huzuru kaçar, gider” diyerek gençleri bu köyden de kaydırdılar.
Ondan sonra bir ara “şimdiki gençlerin en saygıdeğerlerinden, cesurlarından ve sağlamlarından” diyerek Beysembi’nin obasına göndermişlerdi. Beysembi’nin obası ancak bir öğün yemek yemeye yaradı. Durumun karışıklığını anlayan Beysembi “yarın Bökenşilerle çekişmeye düşerim. İleri geri konuşmalara muhatap olurum. Buradan gidin” demiş, o da hızla geçirip göndermişti. Akşama kadar böylesi itiş kakışla vakit geçiren Oralbay’ın heyheyleri gelmiş “Bazaralı kendisi gelsin. ‘Kardeşim vardı’ diyorsa, bugün gözüme bir görünüversin” demişti. Keyif kaçırıcı sıkışıklıkta söylediği alabildiğine kısa, alabildiğine sert ve soğuk bir sözdü…
Bazaralı bu selamı işitir işitmez at bindi… O, bu işi ilk işittiğinde tuhaf bir hâle bürünmüş, tek cümle etmemişti. “Doğru” mu görüyordu, “yanlış” mı buluyordu, bilinmiyordu. Çok mu öfkelenmişti? Yoksa dişlerini sıkarak “öleyazsam da dayanayım” diyen güçlülük duruşu muydu? Her nasılsa, içine girdiği güçlü sezgi onu boğarak kördüğüm etmiş ve o vakte kadar sessiz bırakmıştı. Fakat bu sayede, gün boyunca, kirpik bile kırpmadan sadece etrafındaki halkın konuşmasını dinlemişti…
Bökenşilerin kabından taşıp, şakır şukur etmeye başladığı haberini de işitti. Soğuk haberi ilk işiten Jigiteklerin bir kısım aksakal ve kara sakallılarının Oralbay’ı sert bir biçimde suçladığını da öğrendi. Sadece bu da değil, bazı grupların evvela “Bökenşilerden ayrılamayız. Akrabalarımızın yüzüne nasıl bakarız? İki haylazın yaramazlığı, bütün ülkede kargaşa çıkarmasın. Yiğide ceza verdirip, kızı göndertmek gerek” dediklerini de işitti. Bunu da sessizce dinlemiş, bir söz söylememişti.
Ancak öğleden sonra Bökenşilerin “yılkılarını alacağım”, “köylerini basacağım”, “Jigiteklerle meydan savaşına çıkacağım” şeklindeki haddini aşan sözleri duyulmaya başladıktan sonra Jigiteklerin kendi arasında yaptığı toplantıların rengi de değişmeye başlamıştı…
Toplantıların rengini değiştiren sebeplerden biri bu tür haberler olsa da diğer bir sebebi bir grup gencin tavrı oldu. Bu gençlerin başı Karaşa’nın Abılğazı’sı idi.
O, Oralbay’ın yaptığı iş Bökenşiler tarafından anlaşılır anlaşılmaz bindiği at üstünden inmiş değildi. Hatta herkesten önce gelmiş, Kerimbala ile selamlaşmış ve “kutlu olsun” diyerek duygularını ifade etmişti. Yakınlık gösteren ağabeylerden ilki olmuştu.
Ondan sonra koyuncu-kuzucu çobanları ve kısrak bakan delikanlıları ajan yapmış, kulaklarını Bökenşilere çevirerek gün boyunca beklemişti. Görevlendirdiği bu adamlarının sadece dışarıdaki hâl ve hareketleri gözetleyen “dış göz” olarak kalacağını bildiğinden, daha sonra çok ustaca başka bir görevlendirme yapmıştı: Bökenşi kızı olan kendi obasındaki bir gelini erkenden Sügir obasına göndermişti. O gelin derhal Kapala’nın yanına gitmiş, gün boyunca Akimkoca ile Kapala’nın otağında bulunmuştu. Tay binen kayınlarından Ercan adlı bir çocuğu da beraberinde götürmüştü. Kapala ile gelin, o çocuğu, Abılğazı’ya haber göndermek için gece boyunca nice defalar at bindirmişlerdi. Abılğazı’nın anlaştığı koyun çobanları çocuğu bir belin altında bekliyor, selamı öğrenir öğrenmez geri gönderiyorlardı…
Kerimbala’yı atlandırarak kendisi uğurlayan Kapala, bu sabah Akimkoca’dan sıkı bir dayak yemişti. “Senden sakladığı bir sırrı yoktu. Obaya düşmanlık ettin” diyen kocası onu dövse de görümcesinin arzusunu gerçekleştirmesine yardım ettiğinden dolayı pişman değildi. Ses çıkarmadan, hiçbir sırrı ifşa etmeden dayağı yemişti. Artık elinden geldiğince Oralbay ve Kerimbala’nın işine yaramak istiyordu…
Onlar sayesinde edindiği tüm bilgileri Jigiteklere ulaştıran Abılğazı büyük beceriklilik göstermişti.
O öncelikle Oralbay’ı temize çıkarmak isteyen kişi değildi. Araf’ta duran kalabalık Oralbay’ı yakalayıp teslim etmeyi de, Bökenşilere karşı gelmeyi de kararlaştıramazken Abılğazı Böjey’in evine geldi. Aksakal ve kara sakallıların tam ortasına cesaretle adım attı, evin ortasına geldiğinde bir dizi üstüne çökerek oturdu. Kalpağını aldığında ortaya çıkan yakışıklı iri yüzü serinkanlıydı. Kocaman kafasını, savaşçı alınları gibi akbasma ile sıkıca bağlamıştı.
Abılğazı Jigiteklerin önde gelenlerine, özellikle, sözün dayanma sınırlarını aşmaya başladığını söyledi:
– Köy basmak, yılkı sürülerini yağmalamak, vuruşacak yer konuşmak, ölüşmek… Artık, kızı geri göndermek de buna çare olmaz. “Koyunlarındaki suçlu yılan” olarak bütün Jigitek halkı diz kırmak üzere. Bökenşilerin öfkesi başka şekilde basılmaz herhalde. Öyleyse, onlara “bildiğini yap babacan, birlikte yaşayamayız. Rezil olduk, bizi döv de öfkeni bastır! Malımızı al da hiddetin geçsin! Bizi orospu et, çünkü bizde onurlu adam yok! Bizde hiçbir cevher yok, rezilin tekiyiz” mi diyelim? Böylece önlerine mi dizilelim, diyerek Jigiteklerin onurunu sert bir biçimde ayaklar altına aldı. Kendi sözünden hareketle daha da sertleşti, soğuk bir renge bürünerek sözüne devam etti:
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.