Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Abay Yolu 2. Cilt», sayfa 6

Yazı tipi:

Birjan makul bularak dinledi, kendisi de sevinçle doğrularak:

– Keşke, söyleyen ben olduğumda, anlatıp sunanım sen olsan daima, dedi. Aygerim de evdeki konuklar da ikisi arasındaki konuşmayı bütünüyle anlamış gibi desteklercesine gülüştüler…

Sabahtan beri ortadaki büyük sofranın üç tarafında kepçeyle kaldırılıp tekrar kabına dökülerek havalandırılan kımızlar epey bir zamandır içilmemiş, karıştırılıp çalkalanmaktan mütevellit sütü durulmaya, yağları toplanmaya yüz tutmuştu. Bu sohbet arasından faydalanan Erbol, Mırzağul ve Ospan, üçü üç yerden kulaç boyu kaldırıp havalandırdıkları kımızla doldurulan boyalı kâseleri konukların ellerinde gezdirtmeye17 başladı. Türkü duraklaması olduğundan beri evdeki ahali toptan hareketlenmiş, her köşede sohbete girişmiş, kendi aralarında kısık sesle konuşup gülüşüyordu.

Abay deminki düşüncelerini tamamlamak için onları durduracak bir ses tonuyla:

– Yiğit zengin olup semirerek kıymetlenmez. Hünerli olup, o hünerini kullanırsa kıymetlenir. Birjan ağabey de “sanatkâr olursan yücelirsin” diyor ya! İster yalnız ol, istersen yoksul, bunlar eksiklik değil. Eğer hünerli şair, yüce gönüllü ozan olursan ve halkın gönlündeki hüznü dile getirip gözündeki yaşı kurutursan, senden daha kıymetli ve senden daha büyük kimse olmaz herhalde, diyen Abay, yanında oturan Aygerim ile kardeşi Emir’e bakarak bir kararını bildirmiş gibiydi.

Tobıktı gençlerinin bu toplantıdaki en büyüğü olan ve yiğit ağası yaşına gelen Bazaralı gülerek söze karıştı. O, başköşedeki saygın konukların arasında oturuyordu. Abay’a latife ederek:

– Bunların hepsi doğru Abay! Yiğidin kıymeti hüneriyle ölçülsün, dedi ve özellikle oynaklaşarak, elini kolunu sallayarak konuştu:

– Peki! Öyle olsun! Ya şimdiye kadar ben ne dedim? Benim söylediğim de, yaptığım da, “bütün Tobıktıların hepsine göstereyim” dediğim de bu değil miydi, Allah’ın belası! “Fakirliğime bakma, kişiliğime bak” dememiş miydim, Abay? Sana bunu anlatmak için ta Kökşetau’dan bütün Arka’nın bir tanesi Birjan’ın mı gelmesi gerekiyordu, dedi ve bir oyun sergiliyormuş gibi cilvelenerek bilgiç bilgiç güldü…

Bazaralı’nın açık latifesi Birjan’dan başlayarak orada bulunan bütün konukları ve toplantıya katılan gençleri güldürdü.

Abay da güldü ama hemen peşi sıra cevabı yapıştırdı:

– Dediğin doğru Bazeke, hepsi doğru! “Fakirliğime bakma, kişiliğime bak” dense, bütün Tobıktı içinde seni anmak doğru olur. Fakat biz hüner konusunda konuşuyoruz. Kalabalık Tobıktı tayfasının yiğidi olduğunuz doğru. Siz de biz de yiğidiz, ama hünerli yiğitler miyiz? Bu hüner meselesine gelince, siz ve biz halkın yâdında kalacak ne yaptık, nasıl bir örnek gösterdik? Ülkemiz için nasıl bir emek harcadık, diyen Abay sert bir ses tonuyla sordu sorusunu, birazcık durdu, samimi bakışlarla ve sırayla oradaki insanların yüzüne baktı. Hiç kimse “ben sanatımı gösterdim”, “emek harcadım” diyeceğe benzemiyordu. Nihayet Abay gözlerini Bazaralı’ya döndürdü ve eskisi gibi tesirli bir ses tonuyla:

– Bazeke! Halkımızın; “genç neslim”, “yeni neslimin ilk doğanları” diyerek siz ile bizden ümitlendiği doğru. Sizinle bizim bir hüner gösterecek kişi gibi ümitlendirdiğimiz de doğru. Ama hakikati, sırrı söyleyelim… dediğinde Bazaralı oturduğu yerde diklendi, gülerek keyiflendi:

– Harika! İster hakikat olsun, ister sır olsun. Her şeyini dök ortaya, diyerek Abay’a yüklendi.

Abay’ın sözü bitmiş değildi. Önündeki kımızı içip kâsesini siniye bıraktı. Bazaralı’nın sözünü kesmesine mani olmak için sert bir ses tonuyla:

– Bazeke, dedi. Bazaralı yatışmış gibi gülümsedi ve Abay’a bakarak sözünün devamını bekledi.

– Sizle biz ümitlendirdik de, onun ardından verileceği vermiş değiliz yahu! Donu güzel beygir miyiz? Yoksa akarcasına koşuşu olan, ama kendisinden doğan kulunu bulunmayan dul bir küheylan mıyız? Denediğimiz ne, hesabımız ne, dedi.

Bazaralı kaşlarını çattı, başını çalkaladı:

– Böyle denemeye yemin etmiş bir Bazaralı yok. Bu oyunda ben yokum. Bende olmayanı arıyorsun, aradığını nereden bulsun Bazaralı, dedi ve boynunu bükerek buruk bir gülümseme attı. Yanlamasına kaykılarak yastığına yaslandı… Bütün gençler Abay’ın sorusuna cevap verilmediğini anlamıştı. Bazaralı ozan da şair de değildi.

Herkes sadece gülümseyerek durumu anladığını hissettirdi…

Abay konuşmasıyla Birjan’ın hünerini alabildiğine yükseltmiş ve kendi soyunun bütün yetenekli gençlerine “bu, bizden üstün” demişti. Bunu sahte bir biçimde onur meselesi yapmaması, alabildiğine engin ve hoş bir gönülle dile getirmesi Birjan’ı yeni bir düşünceye salmış gibiydi.

Birjan dombırasını tekrar eline alarak biraz dımbırdattıktan sonra hızlandırdı ve “Janbota” adlı bestesini çalıp söyledi. Gençler bu türkünün nereden kaynaklandığını, Birjan’ın hangi yarasını kanattığını iyi biliyordu.

Bu türkü Birjan’ın, demin Abay’ın dile getirdiği “zengin, semiz” dediklerinden birisi tarafından dövülerek yaralanmasını açık seçik anlatan bir türküydü:

 
“Karpık oğlu Janbota, Bolıs sensin
Sekiz Bolıs içinde en rütbelisisin.
Aznabay’ın ulağına senin gibi
Dombıramı elimden çektirensin…
 
 
Çekse de dombıramı vermiş değilim,
Bu ulak gibi delisini görmüş değilim.
Kalabalık içinde kamçıyla vurmuş idi,
Hey Dariga, gururdan ölmüş değilim…
 
 
Janbota, burası mıydı ölecek yerim,
Kökşetau fosseptiğine mi gömeceksin?
Bolısın yurttaşını kamçılatma yetkisi
Var mıydı mevzuatta okuduğun yerin,
 

diyerek sözü bağladı.

Hüznünü dile getirerek yakınışında; “sen beni ‘halkının kabından taştı’ diyerek övsen de benim göğsüme oturan böylesi bir hınç ve onur derdi var, haşarı kodamanın kamçılayışı var” der gibiydi.

Bu, şuurlu gönlün dert döküşüydü; “her imkâna ve iltifata sahipmiş gibi gördüğün, ama dertlere gark olarak yaşayan Birjan nasılmış, dinle de anla” der gibiydi. Abay’ın ona canı acıdı, Birjan’ı teselli etmek isteyerek:

– “Otoriter, kahırlı” dedikleri Şu Janbota, “zengin, semiz” dedikleri şu Aznabay mı? Onlar bu hayvanlığı serinkanlılıkla yapmış olsalar da, Birjan ağabeyimin tam da biraz önce çalıp söylediği “Janbota” bestesinden sonra, bu bir “bota”18 değil, daha kurumadan üstüne basılarak çiğnenmiş bir “buta”19 olmuyor mu, dedi ve geniş kapsamlı başka bir düşünceye ulaşmış gibi konuşmasına devam etti:

– Aznabaylar bugün için burada azgınlık edebilir, “ben yeryüzünün Tanrı’sıyım” bile diyebilir. Fakat yarın onlardan ne bir iz, ne bir toz kalmaz, kalmaması hak! O zaman sadece Sarı Arka’daki Atığay, Karavıl, Kerey ve Uvak’ların şeceresinde kalır adları. Yine o yavuz Aznabay’ın, kodaman Janbota’nın suratına atılan bu tokat kalır. Sonraki nesli onlardan iğrendirecek bu utanç damgası, çakmak kıvılcımı kalır. Bu kalır Birjan ağabey, ne yaparsın, dedi.

Toplananların hepsi bu sözleri anlamamış olsa bile büyükler tarafı bütünüyle destekledi. Özellikle, başköşede oturan genç ağabeylerden Bazaralı ve Jiyrenşe tasvip etti. Böyle durumlarda zekice kavrayışlarıyla kendini gösteren Jiyrenşe, Abay’ın konuşmasının ardından konuyu doğru bir şekilde geliştirdi:

– “Adı kalır” dediğin bu değil mi? Bak burada oturan ve hepsi de “solist olacağım” diyen ateşli gençler iki aydan beri gelip gidip Birjan’ın bestelerini öğreniyor. Artık bu öğrendiklerini asla unutmazlar. Türküyü unutmayınca, onu söyleyeni, örnek gösteren Birjan ağabeylerini unuturlar mı, dedi. Bununla birlikte kendi sözlerine “delil olsun” der gibi Emir’e baktı ve “işte bu Emir’in Birjan’dan üstün gördüğü başka bir sanatçı var mı ki” diye sordu.

Bütün herkesin gözü Emir’e döndü. O, kendi dombırasını aheste bir biçimde tıngırdatarak Birjan’ın öğrettiği “Yirmi beş” adlı besteden birkaç nota çaldı.

Birjan genç delikanlının yüzünde güzel bir ilham görmüş gibi oldu:

– Hadi şunu bir çalıver, diye buyurdu.

Emir tereddüt etmedi. Ak boz yüzü biraz dalgalansa da şakıyıverdi. Sesi hafifçe, pürüzsüz ve güzeldi. Birjan’ın öğrettiği inişli çıkışlı nakışları büyük bir içtenlikle ve tam olarak çıkaracak şekilde arzuyla söyledi. Bestenin notaları ile birlikte sözlerini de büyük bir hayranlık duyduğu Birjan’dan öğrenmişti. Tobıktı soyu son zamanlarda bilge Zilkara’nın çıkardığı hakikaten damara işleyen duygulu ve güzel “Yirmi beş” şiirini henüz duymamıştı. Şiirin bestesi gibi sözleri de genç topluluğu ateşlemişe benziyordu:

 
“Tak da git yüzüğünü, bakır da olsa,
Yaşayalım güle oynaya, kış da olsa.
Çıkar ayakkabını da, gel çorabınla,
Afetimi göreyim, ne gelir başa…”
 

diye nazlanarak çalınırken yastıktan başını koparır gibi uzandığı yerden doğruldu Bazaralı. Yakışıklı simasında sıcak bir kan taşkını dalgalanıyordu:

– Uzakta değil o kız, kurban olduğum heyhat! Masum bakışlı kara gözlü bir tanem, görür müyüm, görmez miyim seni? Bu aşığın bedbaht, dedi, ev ahalisini şamatayla güldürdü.

Birjan, Bazaralı’nın yüzüne aynı duyguları paylaşan bir dost gibi bakarak:

– Bazeke! Bu dediğin de ne? “Görür müyüm, görmez miyim” de ne demek? O kara gözlü kız Balbala olmuş yanında oturuyor yahu, dedi. Bazaralı’nın kendi yanında oturan Balbala adlı güzel ergen kızı işaret etti. Birjan’ın sözü üzerine Bazaralı aniden çark etti:

– Ha, estağfurullah, öyle miydi, dedi özellikle oynaklaşarak yönünü değiştirdi ve Balbala’ya baktı. Bu bakışı, tomağanın20 altındaki açıklıktan gözünü kısarak tam yanından ve hatta taşıma desteğinin dibinden geçmekte olan kediye bakan sarımtırak gözlü kartalın bakışı gibiydi… Oradakiler onun bu bakışına da hayranlık duyarak gülerken yanında oturan Balbala da birden dönerek Bazaralı’ya baktı. Işıltılı güzel, yan oturuşunu bozmadan kara gözlerle tepeden tırnağa süzdü. Büyük gözlerine yakışan çarpık bir bakış attı. Yüzüne de utanıp sıkıldığını belli eden, güzel ve hafif bir pembelik veren kan yürüttü. Cazibeli nazı olan bir insan gibileşerek azıcık kaşlarını çattı ve sessizce tebessüm etti. Akpak güzel dişleri görünecek gibi oldu, tekrar gizlendi. Bazaralı Balbala ile göz göze geldiğinde kabahatini üstlenip tövbeye gelmiş gibiydi, fakat bu hâlini de alabildiğine yetenekli bir artistçesine güzelleştirerek usulünce oynayıverdi:

– Tövbe! Tövbe! Kâfirlik etmişim ya… Tüh, tüh, tüh, diyerek tükürüyormuş gibi yaptı. Balbala’ya doğru baş eğdi ve çabucak dönerek kalabalığa doğru baktı: “Oturuyormuş, varmış canlarım” derken evin her bir yanında oturmakta olan güzel kızlara ve gelinlere bir bir göz attı.

Birjan da “Balbala utanıp kalmasın, diğerlerinin de gönlüne güç gelmesin” diye Bazaralı’nın sözlerine destek olacak şekilde araya girdi:

– Türkü de bilirler. Söyleseler dillerine yakışır, şakısalar sesleri baldır. Terbiye ve eğitimleriyle ipek fidandır. Oturuyorlar işte yahu, güzel öğrencilerim, güzel kardeşlerim, dedi.

Birjan “kızlar”, “kız kardeşler” kelimelerini özellikle söylemedi. Bu kelimeleri edepsizce ve hırpanice gördü. Özellikle ağabey tavrı ile kardeşcesine söyledi. Orada oturmakta olan pek çok hünerli ve alımlı genç hanıma şöyle bir göz attı. Adları söylenmese de büyük bir hürmetle kastettiği kişiler kendisini, Abay’ı ve Bazaralı’yı çevreleyerek oturan Balbala, Kerimbala, Ümitey ve Aygerimler idi…

Birjan anlamlı bir konuşma yapıp, ondan da anlamlı bir yüzle evdeki kız kardeşlerine göz atınca az önce isimleri zikredilen genç hanımların içtenlikli ve hissiyatlı yüzlerine birbiri ardından çarçabuk ateşlenen bir heyecan ve hafif pembemsi bir nur yürüdü. Sanki seher vaktinde tünlüğü iterek açıverdiğinde şanıraktan içeri gün ışığı düşer gibi olmuştu: Gün ışığının birdenbire düşerek karanlık evdeki kalın ipek kumaştan yapılan cibinliği, saten kumaşlı minderleri ve pelüşlü kadifeli motiflerle süslenen keçe duvar kilimlerini sevindirmek istercesine üzerlerine bir allık vurmasına, boylu boyunca şulelendirerek canlandırmasına benziyordu. Genç hanımların Birjan gibi kıymetli bir ağabeyden, görkemli bir sanatkârdan duyduğu övgüler böylesine etkili olmuştu…

Ev içinde narin kıkırtılarla sevinçli iltifatlar birlikte alevlenmiş, şakalaşmalarla uyumlu gülüşmeler çokça işitilmişti.

Kibarca saygılılık gösteren simalar, hünerli gençlik meclisinin yüzüne kan getirmiş gibiydi…

Abay ile Aygerim’in bu defaki konukları, hakikaten, Tobıktı gençlerinin en hünerlileri ve en görkemlileriydi. Bundan iki gün önce Kunanbay obasının yerleştiği Barlıbay nehri yakasındaki evlere Irğızbaylar, Torğaylar ve Kötibaklar ile Jigiteklerden ve onlardan da öteye yerleşmiş olan Bökenşilerden pek çok kızlar, gelinler ve genç delikanlılar özellikle çağırılmış, hususî misafirliğe gelmişlerdi:

Abay’ın yanında oturan genç delikanlı kardeşi Emir, Kudayberdi’nin oğluydu. O kendi yaveriyle gelirken güzel Ümitey’i de beraberinde getirmişti.

Bazaralı’nın yanında oturan Balbala Anet boyundan bir kızdı. O da bir grup kız refakatçisiyle birlikte özellikle davet edilmişti.

Bökenşi boyundan Sügir oğlu Akimkoca ise öz kardeşi Kerimbala’yı refakatine almış, Jigitek boyundan Bazaralı’nın şarkıcı ve marifetli kardeşi Oralbay’ı da beraberinde getirmişti.

Bu gençlerin tamamı sanat düşkünü ve bütünüyle harika birer solist idi. Onlar Birjan’ı ilk defa görüyor da değillerdi.

Bundan iki ay kadar önce “Birjan’ın Tobıktı soyu yerleşkelerine yakın bir yerlere geldiği” haberini işiten Abay, önden Emir’i göndermişti. Emir, Abay’ın genç yaşta ölen en sevdiği kıymetli ağabeyi Kudayberdi’den yetim kalan beş evladın ortancası idi. Kudayberdi ölüm döşeğindeyken Abay ona “evlatlarına babalık yapmak benim borcum olur” demiş ve “yetimliklerini hissettirmem” diye yemin etmiş gibiydi. Söylediği gibi de yapmıştı. Abay, ağabeyi öldüğünden beri Kudayberdi’nin evlatlarını öz kardeşi Ospan’dan da öz evlatlarından da daha fazla şımartıyordu.

Emir o evlatların türkü söyleyeni, hünerlisi idi. Kendine güveni yüksekti ve marifetliydi. Kendisinde dolup taşacak, serpilip ortaya atılacak gibi bir bereketlilik olan ümitvâr bir gençti. Büyük destekçisi olan Abay amcası onun yolunu kesmiyor ve hiç kimseyi de dokundurtmuyordu.

Abay Emir’i Birjan’a öylesine bir davetçi kılarak göndermemişti. “Git, gör. Gerçekten hünerli ve ilgi çekici ise obamıza getir. Dilediği gibi yerleştir, oyun eğlence düzenle. Genç nesil sanat öğrensin, örnek alsın. Ben de yardımcı olurum” demişti…

Emir Birjan’la Tobıktı bölgesinin dışındaki obalardan birinde görüşmüş, iki üç gün birlikte olmuş, kendi obasına davet etmişti. Birjan gelmeyi kabul edince yeni bir kiyiz ev diktirmek ve uygun şekilde karşılamak için kendisi önceden gelmişti. Dinlenmeden Abay’ın yanına gelmiş, farklı bir mürüvvetini gönül rahatlığı ile yüzüne söylemişti.

Abay, bu görüşmeden sonra Birjan’ı önce Emir’in konuğu etmiş, Kunanbay’ın bu büyük obasına hususî olarak getirtmişti…

O günden beri iki ay geçmişti. Sadece Emir değil, Abay da Birjan’ı çok beğenmişti. İkisi, iki eski dert ortağı gibi görüşmüş, çabucak kaynaşmıştı.

Abay daha önce de tıpkı bugünkü gibi Tobıktı’nın solist ve sazende genç yiğit delikanlıları ile kız gelinleri arasından nicelerini nice defalar kendi obasında toplamıştı. Onları Birjan’a tanıtmış, şair bestekârın kadir kıymetini anlatmış, ilgi çekici pek çok eğlenceler düzenlemişti.

Topladıkları genç yeteneklere bestelerini öğreten ve böylece saygı ve iltifata mazhar olan Birjan ve Abay’ı kendi obalarına davet eden gençler fasılasız devam eden eğlence günleri ile geceleri düzenlemişlerdi.

Birjanlar Emir’in ve Ümitey’in konuğu olmuştu. Sügir’in solist kızı güzel ergen Kerimbala ile Akimkoca’nın da konuğu olmuş, o konuksever obada da büyük hürmet görmüşlerdi. Oradan dönüş yolunda Bazaralı ve Oralbaylar ev sahibi olmuş, Jigitek obalarında günlerce gezdirmiş ve ağırlamışlardı. Bökenşi ve Jigitek gençleri devamlı birlikte olmuş, birbirinden ayrılmadan ağırlayıp hizmet etmişlerdi.

Böylece artık Birjanların dönüş vakti gelince, Abay buradaki dört evi konuklarına uğurlama toyu düzenlemek maksadıyla hususî olarak kurdurmuştu. Diğer konuklar, bugünkü öğle yemeğinden sonra, akşama doğru at binecekti. Çünkü Birjanlar ertesi sabah kendi yurtlarına dönmek için atlanacaktı. Bazaralı, Erbol ve Jiyrenşeler bu ayrılıktan önce Abay’dan “saygıdeğer konuklar bir akşam kendi başlarına kalsınlar, biraz dinlendikten sonra yola çıksınlar” diye ricada bulunmuşlardı. Abay da bunu makul karşılamıştı. Böylece bu toplantı; Tobıktı gençlerinin büyük bir usta olan yaz gibi sıcakkanlı asil ağabeyleri Birjan ile vedalaşma toplantısı idi. Bu sebeple demin Emir’i “Yirmi Beş” ile imtihan edercesine dinlemesi gibi, diğer solist ve sazende gençlerin hepsinin de hünerlerini yeni şarkılarla teker teker göstermesi gerekiyordu…

Emir söyledikten ve deminki hicivler ile şakalar dindikten sonra dombırasını alan Oralbay biraz dımbırdattı ve yanında oturmakta olan Kerimbala’nın şarkısına yol açtı.

Ümitey bu şarkının sözlerini maksatlı biçimde, çok büyük ve gizli bir sırrı ifşa eder gibi şüpheci bir üslupla dile getirdi. Dolayısıyla böylesi söz ve saz daha önce söylenmiş gibi değil, tam da şimdi, ilk defa burada söyleniyor gibiydi. Yeni doğan aycasına belirgin, kıl gibi nazik, ama iması açık bir sırrı vardı ve tam da şimdi gönlünün öz sesi gibi çıkmıştı.

Kunduz börklü, altın küpeli, en şık giyimli güzel kız yüzündeki öylesine nahif pembelikten ayrılarak ve yüzü buz kesmiş gibi ak pak olarak söylemiş, güzelliğine güzellik katan sağ yanağındaki kapkara beni apaçık belirginleşmişti.

Ev ahalisi bu şarkıyı da sessiz bir şekilde hislenerek dinliyordu…

Ümitey “artık bitiriyorum” dercesine aheste bir biçimde fasıla vermiş, sesini gittikçe azaltarak şarkısını bitirirken yüzünü birden çevirerek kapıdan başköşeye kadar birbirinin üstüne yüklenircesine oturan ve ayakta duran topluluğa şöyle bir göz atmış, sonrasında açık sesle ve nazikçe tekrar gülüvermişti.

O, böylece kendisi söyleyip sırasını savmakla birlikte, tam yanında, sağ tarafında oturan çiçeği burnunda gelin Aygerim’e dönerek:

– Türküler gezdi dolaştı söyleyicisine ulaştı efendim! Hadi bakalım, şimdi kendin söyle, demişti.

Bu sataşmayla birlikte evdeki herkes bir kez daha Aygerim’e baktı.

Kıyıdaki evlerin yaşlı kadınları da içeri girip kapı tarafına yerleşmiş, üst üste yığılmıştı. Birbiriyle:

– Gelin! Gelin söyleyecek, diyerek fısıltıyla konuştular. Emir Aygerim’in söyleyeceği şarkıya dombırasıyla yol açtı. Aşağı perdelerden ezgiler çalarak güzel bir “taksim” yapmaya başladı.

Aygerim mahcup olup kızararak Ümitey’e baktı:

– Bıraksana canım. İltifat ediyorsun, dedi ve çekingen bir tavırla usulca gülüverdi. Bunun üzerine Abay “nazar değmesin” der gibi imada bulunarak:

– Senin de sırandan kaçacak hâlin yok ya! En azından obanın dedikodusunu yapacağı bir mevzu olsun, dedi. Kendisi de içtenlikle dinlemek istediğini belirten bir kaş göz işareti yaptı. Birjan, Bazaralı, Balbala, Ümitey ve orada bulunan herkes gözünü ayırmadan Aygerim’in nur saçan yüzüne bakıyordu.

Özellikle, onun ışıltılı genç yüzündeki küçükçe kara gözleri unutulmayacak kadar güzeldi.

Çok kibarca bakan düşünceli ve pırıltılı gözlerinde farklı bir şule vardı. Yeni büyüyen gençlik ve körpelik çağındaki ak yüzlü, ak çehreli ve kara gözlü hanımlarda nadiren görülen bu şule bazen kül rengi gölgelerle renklenerek göz bebeğinin alt kısmında yuvalanırdı.

Bu; hızla geçen günahsız, kusursuz temizlik, nazik körpelik devranının bir lahza korunan ve daha sonra uçup gider gibi kaybolan, sönerek yok olan bir nişanesi idi.

Kara gözlü güzel çok olsa bile, bu oluş, bu vasıf nadir kişilerde tek tük görülürdü.

Abay gözlerini daima Aygerim’in yüzündeki diğer herkesten farklı olan bu nişaneye diker, ilgiyle bakardı. İçinden “‘yuvalı kara göz’, ‘nergiz göz’ diye buna diyorlar herhalde” diye düşünürdü. Aygerim böylesine nurlu ve ışıltılı gözlerle başköşedeki Balbala’ya bakarak türküsünü söylemeye başladı. Onun söyleyişinde türküye başlarken ki “hey hey” bile salınımlı bir nağme olarak yankılanıyordu.

Genç yârine boylu boyunca bakarak oturan Abay, bir kez daha aynı Birjan’ın türkü söyleyişindekine benzer farklı bir duyguya kapıldı, bir kez daha güzelliklere uzayan hayat resimleri dünyasına daldı.

“Ey sevgili, sana söylüyorum hey heyimi…”

Türkünün devamındaki sözler Abay’ın kulağından içeri giremedi. Olanı biteni dile getiren şey türkünün sözleri değil, ev içinde yankılanan ezgilerle seslerdi… Binlerce gümüş zil zarifçe salınarak şıngırdıyor muydu? Soyu tükenmiş ak kanatlı asil varlık gökyüzündeki güneşin parlaklığını mı aksettiriyordu? Yoksa bu simli şıngırtı nur saçarak sırlı semaya yönelen bilinmez sefere refakat etmeye mi çağırıyordu? “Versene cimri, sır dolu gövdeni! Kapanmış bir yüreğin, kaçınıp çekinen ve açılmadan yabanileşen can sırların var. Açsana yüreğini! Yücelere ve marifete çağırayım sesimle seni. Omuzlarına basan yüklerden, şu rehavet veren hâlden geçsene… O zaman… O zaman bu dalgalı ipek eşarp altındaki körpe güzel gibi, yanındaki yârin gibi, onun nergiz gözleri ve bülbülü şeyda sesi gibi, ak boynu ve allı pullu yüzü gibi yeni bir uyum ve aydınlık bir marifet dökülürdü özünden besbelli! Çıksana tereddüt etmeden, gizlenmesene eskisi gibi… Beni de özendir, sen de ferahlayıver, yükselsene hevesli! Sinmiş asil sanatını açsana, bu nazik ve gösterişsiz ışıklı gölgelik gibi” diyordu. Başkalarına bakarak söylese de nazını dileğini Abay’a ithaf ederek döküyordu.

Türkü bitmişti. Abay gözünü Aygerim’in yüzüne dikmiş “ak yuvarlak çenen niye hareketsiz kaldı? İncecik, güzel ve kıpkırmızı dudakların az önceki nazını niye tekrarlamıyor? Tertemiz, akpak ve kusursuz güzel dişlerin insanın içini kaynatan dizilişini niye gizliyor” dercesine uzun sorularla bakıyormuş gibiydi…

Türküsü biten Aygerim gülümseyerek kımız sundu ve Abay’ı bir kez daha kendisi uyandırdı.

Abay kendisine sunulan kımıza uzanan elini geri çekti, tahta kâseyi almadı. Kendisine gelerek kaşlarını çattı ve lafı uzatarak:

– Eyva-a-a-h, deyip gülüverdi.

Sunduğu kımızı almayan kocasından utanan Aygerim’in yüzü kızarmış, çekingen çekingen gülümsüyordu. Abay bunun farkına varınca onun elindeki tahta kâseyi çabucak aldı ve iltifat edercesine diğer koluyla eşine sarıldı, ipek şalının üstünden saygıyla omzunu sıvazladı.

Biraz önceki İyis nine dâhil olmak üzere, kapı önünde yığılmış olan yaşlı kadınlar:

– Kurban olayım gelin kız, dallı budaklı olasın!

– Allah gönlüne göre versin…

– Bu türkünle, bu güzelliğinle geç şu yalan dünyadan, diyerek dualar ettiler. Son duayı İyis söylemişti. Abay’ın dikkatini çekti ve İyis’e bakarak:

– Ya Pir! Bu İyis annemin duası ne kadar güzeldi. Aygerim buna “âmin” desene, dedi.

Aygerim çok nazik bir şükran duygusuyla İyis’e baktı:

– Âmin, nine, dedi. Kendisi birazcık geriye doğru sıkışarak yer açtı, ihtiyar İyis’i yanına çağırdı ve kımız ikram etti.

Aygerim’in türküsü Birjan’ı da cezbeye sürüklemiş gibiydi. O “pohpohlamış olurum” diyerek içindekileri dışa vurmadı. Sadece Jiyrenşe dayanamadı, hareketlenerek:

– Canım efendim! Aygerim’in sesi şu kızıl gırtlağın sesi mi, yoksa cennetten gelen bir hurinin nağmesi mi, diyerek hayranlığını dile getirdi, büyük bir memnuniyet ve huzur içinde Aygerim’e bakmakta olan insanları tebessüm ettirdi. Bunun üzerine Birjan, Bazaralı’ya doğru hafifçe ses verdi:

– Türkü söyleyecekse, Aygerim söylesin sadece, dedi.

İçtenlikli sanatkâr diğer gençlerle birlikte kendisini de katmıştı bu sözün içine.

Ev sahibesinin türküsü, eğlenceyi bitirecek olan yemek öncesindeki son gayda gibi olmuştu.

Yemek hazırdı. Kapı tarafı yemeğin hazır olduğu haberini alınca dışarı çıkmaya başladı, kalabalık seyreldi. Bu bağlamda hava alıp gelmek için konuklar da kapıya yöneldi. Aygerim de ayağa kalktı, kımız kaplarını toplamak ister gibi bir izlenim verdi.

Tam o anda, karşı yönden gelip kapıdan çıkmakta olan konukları sıkıştırarak içeri giren Kaliyka Abay’ın yanına yaklaştı:

– Telğara! Canım, annen seni çağırıyor, dedi.

Abay Emir’e, Ospan’a ve Aygerim’e baktı:

– Gecikecek olursam beni beklemeyin! Konuklara yemek ikram edin, dedi ve çıkıp gitti…

2

Büyük evde sadece Uljan, Ayğız ve Dilda vardı. Üçünün birlikte çağırttığını anladı…

Tülbendinin altından görünen şakak saçları akpak olan Uljan eskisi gibi yapılı olsa da bugünlerde yaşlılığa yenilmiş gibiydi. Yüzü sararmaya başlamıştı. Alnındaki kırışıklıklar belirginleşip genişlemekle kalmamış, derinleşmeye yüz tutmuştu.

Abay annesinin son yıllarda hayattan yorulduğunu özellikle onun duluklarına yerleşen iki dizi derin kırışıklıktan anlıyor, onları izleyerek yaşıyordu. Bu iki derin çizgi, apaçık vehim çizgisi, dert hararetiydi.

O kırışıklık çizgileri özellikle şimdi apaçık belirginleşmişti. Şu gençlerin oyun eğlence otağından gelen Abay’a kederli düşünceli ananın soğuk yüzünü gösterir gibiydi. Anasının sessiz yüzü bile Abay’a bir şeyler için “suçlusun, kınayacağım” der gibiydi.

Abay’ın gönlüne korkuyla karışık üzüntü düştü ve kendisine yönelecek olan hükmü bekledi. Fakat anasının alışık olduğu şefkatli yüzü dış görünüşünden belli olmasa da içindeki öz duruşunu değiştirmemişti… Bu, konuşmaya başlayınca söylediği ilk sözlerle kendini göstermişti.

Uljan aheste bir biçimde “Abaycan” diyerek söze başlamış ve yüzünü oğluna dönmüştü:

– Düşünce de çok vehim de çok düşünürsen, düşünce de yok vehim de yok oynayıversen! Sen bunu düşündün mü evladım, dedi.

Abay bunun arkasında nasıl bir öfke olduğunu anladı ve annesinin içindeki duygu ve düşüncelerini çabucak söylemesini ister gibi kısa cevap verdi:

– Öyle tabii ana, dedi. Bütün vücuduyla annesine döndü, devamını sorar gibi sessizce ve boş gözlerle annesine baktı. Uljan:

– Yaşlı baban sefere çıkalı nice zaman geçti… Hiç haber yok. Günler sessiz sedasız. Yürek şişti. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, dedi ve bir süre konuşmadan bekledi.

Ayğız konuşmanın böyle başlamasına dayanamadı, memnuniyetsizce araya girdi:

– Biz söylemesek sana kim söyleyecek? Bir yol değil, bir gün değil! Şu karışık yaz boyunca mest olarak gezmen de neyin nesi? Böyle yapılacak gün müydü? Sen ne düşünüyorsun ki, dedi.

Abay “bütün sözler söylensin” der gibiydi, sessizce bekledi. Dilda, iki ananın öfkeli sözlerini sırtlayarak söze girdi. Sesi sertti. Görünüşü sakin gibi olmakla birlikte çok hiddetliydi. Alay edip laf çarparak:

– Ne düşüncesi olacaktı ki? Yâri yanında ya, bir şey düşünerek mi yaşıyor sanki! Aşığı, büyücüsü türkücü olunca “yaranayım” diye canını dişine takıyor, dedi. Sinirinden ağlıyor, gözyaşlarını engelleyemiyordu.

Böylesi sert sözleri durdurmayan Uljan bir suçlamada daha bulundu:

– Obamızdaki konuk sadece bestekâr müzisyenler, kızlar gelinler değil. Gelinim Dilda’nın annesi de geldi. O da senin annen evladım! Ona da ilgi, güler yüz göstermedin. Yakın hısmını ağırlayan baban burada olsaydı neyse! Onun görmek için geldiği ben değilim yahu. “Bir görüp döneyim, ecel varsa ölüm de var, duamı edip de gideyim” dediği sensin. Bunu da düşünmüyorsun. Eve uğramıyorsun. Kimden çekiniyorsun, nereye gidiyorsun, dedi.

Gözyaşlarını tutamayan Dilda o sırada kızıl kıyameti kopardı.

– Kemik torbası fakirin kızı kapımdan ötesini görmeye layık mıydı? Bak işte şimdi sevincini saklamıyor, künde künde şarkısını söylüyor, tepemizde oynuyor. Fakirin kurnaz kızını kudurtup… derken Abay boğazına takılan bir şeyi temizler gibi öksürdü, tavrı birdenbire değişti ve kırgınlıkla Dilda’ya baktı.

Oradaki ev güneşli ve şuleli hayatın ilkbaharı; Nisan idi. Bu ev ise kıtlık yaşanan yılın gri boz bulutlu, karayelli sonbaharı; Kasım gibiydi.

Abay Dilda’nın sözünü kesti ve kırgınlıkla aşağılayıverdi:

– Yeter Dilda! Tilenşi gibi bir atadan seni sağır kılarak töreten ben değilim. Suya götürüp susuz getiren, yemeğe çağırıp aç gönderen ben miyim sanıyorsun, dedi. Ondan sonra hem ona hem de analarına cevap olsun diye “konuğum Birjan. O, Tobıktı soyunun bugüne kadar görmediği büyük bir sanatkâr. Halkın gençlerini bir araya getirerek dinleten, bunun için adam toplayan da sadece ben değilim. Birjan’ı gören doyamıyor, görmeyen hayalini kuruyor… Siz akıllı olsanız onu da dinlesinler diye Akılbay, Abiş, Mağaş gibi evlatlarınızın hepsini gönderir, dinletirsiniz, dedi. Dilda eskisinden de büyük bir kızgınlıkla:

– Babaları diriyken yetim kalan evlatlarım kimsenin kapısına gitmeyecek… Ne yani, büyücü kadının eşiğinde dikilip içeriyi gözetlemekten başka görmedikleri mi kaldı, dedi ve hüngür hüngür ağlayarak evden dışarı fırladı…

Abay Dilda çıktıktan sonra da anneleriyle anlaşamadı. Pek çok suçlamada bulunan annelerinin anlatmaya çalıştığı şey “hiç değilse eğlencesini Dilda’nın evinde kursaydı, bu daha uygun olurdu” iddiasıydı.

Hatta Ayğız açık seçik söyledi:

– Aygerim haddini aşmasın, sana destek oluyorsa ne yapayım? Nerede oturacağını, nerede duracağını bilmiyor mu? Evine baksın. Biz bu hâldeyken şarkı söylemesi, ayaklarının altına alıp üstümüzde tepinmesi gibi dokunuyor bize. Sesi çıkmasın bundan böyle, dedi.

Bu; bir buyruk ve sert bir yasaktı.

Abay Aygerim’e acıdı. Onu böylesi adaletsizliklerden ve gaddarlıklardan korumak istese de sesini çıkarmadı. Annelerinin buyruğu söylenmişti. Söyleten de Dilda idi. Bu karar onun eğreti ve dik kafalı katılığının yansımasıydı… Abay bu kanaate varınca Dilda’ya büyük bir kırgınlık hissetti, alabildiğine memnuniyetsizleşti, içine kapandı. Annelerinin bundan sonraki sözlerini hiçbir şey söylemeden dinledi ve çıkıp gitti…

Abay otağlara doğru giderken Ayğız’ın evinden çıkan amcası Maybasar arkasından seslenerek yanına çağırdı.

Sakalına kır düşmüş olsa da Maybasar hâlâ eskisi gibi kızıl kahverengi yüzlü ve canlı kanlı idi. Son dönemde etlenmiş, dış görünüşü ağırbaşlı ve sert bir hâl almıştı. Yanına gelen Abay’ı büyük ev tarafından uzakça bir yere götürerek oturttu. Soğuk bir yüzle:

– Abay, beni şu Tüsip’in baybişesi, konuğumuz olan kaynanan görevlendirdi. Özellikle “sen söyle” dedi. Bana söyletiyor, anladın mı, dedi. “Kiminle konuştuğunu anla” der gibi gözlerini dikti. Abay Maybasar’ın görkemli duruşuyla alay eder gibi dik dik baktı ve aşağılayarak gülüverdi.

Maybasar bunu önemsemedi, kaşlarını çatarak konuşmasını sürdürdü:

– Kaynanan rica etti, ben emrediyorum. Şu Tüsip’in baybişesi dönünceye kadar Dilda’nın evinde ol. Bu ne? Sadece Aygerim’in otağına girip çıkıyorsun, dengirsek mi oldun? Yoksa iki hanım alan ilk kişi sen misin? Baban da, büyük baban da, hepsi almıştı. Aldıysan aldın, insan sırasını kollamaz mı? Yoksa “artık Dilda’nın yabancısı oldum” mu diyorsun, dedi.

Abay az önceki alaycı tavrını değiştirmemişti. Maybasar’ın konuşmasını zoraki dinlemişe benziyordu. Söze usulünce başladı:

– Mayeke! Şu ömür geçer, güzellik biter. Kimi sakallara “bırak artık” diyerek kırlık düşer… Fakat bakıyorum da bitmeyen sözler, bitmeyen istekler de olurmuş, efendim, dedi ve hiddetle güldü.

Yiğidin gülüşünün çok tesirli olmasından mıydı bilinmez, Maybasar çabucak anladı, dizini döver gibi vurduktan sonra:

17.Kâselerin ellerde gezdirilmesi: Yer sofrasında oturan konuk sayısına bakılmaksızın çay veya kımız ikramında bulunan kişi kapıya en yakın yere oturur. Doldurduğu kâseyi en yakınındaki kişiye verir, o da yanındakine vermek suretiyle başköşedeki en saygıdeğer büyüğe kadar elden ele iletilir. Boşalan kâseler aynı şekilde tekrar gelir, doldurularak tekrar gönderilir.
18.Bota: Deve yavrusu.
19.Buta: Çalı.
20.Tomağa: Avlanmak için kullanılan yırtıcı kuşların gözlerini kapalı tutmak için başlarına geçirilen deri başlık.
₺63,85

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-601-7999-22-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre