Kitabı oku: «Abay Yolu 2. Cilt», sayfa 7
– Oy, ahir zamanın çocuğu oy! Bütün sinirlerimi mahvettin yahu! “Unuttu mu” diyordum eski olanları. Hâlâ unutmadın mı, dedi ve kahkahayla güldü. Bu şakayla Abay’ın alaycılığını da memnuniyetsizliğini de kendi üstünden savdı.
Konuşma aynı minvalde sürdü:
– Dilda senin yârin değil mi? Yanlış bir şey söylediğimi mi düşünüyorsun? Yoksa “Rus kitaplarını çok okuyunca Ruslaştım, iki hanım almam” mı diyorsun?
– Bu hususta Ruslaşsam iyi olurdu. Öyle olsa ne yaparsın?
– Hey! Ne diyorsun sen? O zaman çoluğu çocuğu ile ne olur Dilda?
– Ben Dilda’ya lazım değilim. Onun bana duyduğu öfkesi ile intikam duygusu bir yana, gönülden ayrı düştü uzun zamandan bu yana…
– E-e, terk mi ettin yani?
– O evlatlarımın anası. İyi analık ederse yakın dostum olur. Bununla yetinmezse, ona iyilikler dilerim. Yolu açık olsun… Diyeceğim bu, dedi ve Maybasar’ın kalan sözlerini söyletmedi. Yüzü buz kesti, hiddetlendiğini gösterircesine yerinden kalktı.
Rezilce bir söz işitmiş gibi sarsılan Maybasar bir şeyler söylemek istese de ne diyeceğini bilemedi. Onu tamamen susturmak isteyen Abay:
– Bu kadarı yeter artık. Bu benim bileceğim bir iş. Sizi ilgilendirmeyen işlere karışmayın, diyerek sert bir şekilde mevzuyu kapattı. Bunlar Maybasar’ın aklından bile geçmeyen yabancı sözlerdi…
Abay az önce annelerinin evine giderken ağlamakta olan Baysügir’i görmüştü. Onu yanına alıp avutarak gelmekte olan Baymağambet, Maybasar’ın kötü davranışlarını sert bir şekilde şikâyet etmişti Abay’a.
Abay bunu hatırlar hatırlamaz:
– Ha! Benim de size diyecek bir çift sözüm var. Bunu kırgınlıkla, hatta çok üzülerek söylüyorum. Bu obanın çobanlarını niye dövüyorsunuz, diye sordu.
Abay şimdi açık seçik öfkelenmiş, yüzü çatılmıştı. Ama Maybasar bu mevzuya şaşırmamıştı:
– Hadisene! Çobanını, hizmetçisini tepemize çıkarma. Akılları başlarında yaşasınlar. Hiçbir şey olmaz, diyerek konuyu önemsizleştirmeye çalıştı.
Bunu onuruna yediremeyen Abay sert konuştu:
– Yo, boş konuşuyorsunuz, başımıza çıkmaz çobanlar. Neleri var ki tepemize çıksınlar? Gözlerine sinek üşüşen biçarelerin ne takati var ki? Bir değil, iki değil! Bu obadakilerin üstüne kamçı sallamayın bir daha, dedi.
Bu yaz Maybasar’ın çobanları birkaç kez dövdüğünü hatırlamıştı.
Maybasar bunu da dikkate almayacak gibiydi. Karşı çıkmak isteyince Abay çekişir gibi konuştu, amcasını bastırıverdi:
– Ne yani! Burası sizin yöneticilik yapacağınız yetimin kimsesizin obası mı? Çocuk değiliz, biz de buradayız. Bundan sonra sadece yaşayın! Vurmak bir yana, azarlamayın bile komşularımızı. Bundan sonra hiç birini fiskelemeyin. Yoksa bozuşuruz. Çok fena bozuşuruz. O zaman beni suçlamayın. Bugün Baysügir’i dövmeniz, beni dövmenizden farksız. Anladınız mı? … İşte böyle, dedi ve arkasını dönüp gitti.
Abay konukevlerine doğru yürüdü. Maybasar olduğu yerde ses çıkarmadan kalmakla birlikte, bu obadaki eğlenceyi bitirmek için bazı teşebbüslerde bulunmuştu. Abay annelerinin evine çağırıldığında onun bazı konuklarına da adam göndermişti:
Maybasar Sügir’in oğlu Akimkoca’ya selam göndermiş; “Mırza obada değil. Pek çok kişinin yüreği şişti. Akimkoca kendisi de bilir ya. Bu obayı kızların gelinlerin patırtısına boğmasın, kalabalığı kendisi dağıtsın” diyerek usulünce söylemişti.
Güzel Ümitey Ayğız’ın kız kardeşi sayılırdı. Karabatırlardan Eskoca denen kişinin kızıydı. Ona da ablası olarak Ayğız emretmiş; “yeter artık, obasına dönsün” demişti.
Böylece Maybasar ve Ayğız, konuklarının keyfini kaçırdıklarını Abay’a hissettirmemişlerdi. Konukları da dönüş telaşlarından başka acelelerinin sebebini birbirine sezdirmemişti.
Abay’ın evine gitmek isteyen obadaki komşularını, çobanlarını ve çoluğu çocuğu göndermeyerek bıktıran Ayğızlar, Abay’ın arkasından böyle bir iş daha çevirmişlerdi…
Abay tekrar dönerken otağdaki konukların germelere bağlı duran atları eyerlenmişti. Kıvamındaki yüğrükler, acelesi olmayan boş atlar ve çukur belli yorgalar hızlı koşmaya elverişli koşum takımlarıyla, yeşilli kırmızılı teğeltileriyle obanın üst tarafını canlandırmıştı. Abay arkadaşlarının telaşına şaşırsa da “‘yarın yola çıkacak olan Birjan biraz yalnız kalsın’ diye düşünüyorlar herhalde” dedi ve buna başka bir anlam yüklemedi.
Onun eve gelişiyle birlikte son kımızlarını da içişip bitiren konuklar memnuniyet dolu veda sözlerini ifade ettiler, Abay ile Birjan’a son bir defa daha teşekkürlerini söylediler, isteksizce gitmeye yöneldiler.
Dört bir yana doğru grup grup dağılarak gidecek olan topluluğu Abay, Birjan, Erbol ve Aygerimler dışarı çıkarak uğurluyordu.
En önce Akimkoca ve Kerimbala vedalaştı, Sarköl ve Kopa tarafına yöneldi. Oralbay da onlarla beraber gidiyordu.
Emir, Ümitey’i ve şakacı bestekâr Mirzağul’u yanına aldı, Puşantay’a doğru yöneldi. Giderken de Abay ile Birjan’ı kendi obasına davet etti. Onun obası ertesi gün yola çıkacak olan Birjanların yolu üzerindeydi. Abay bu daveti makul buldu. Konuğunu kendilerinin bir başka obasında son bir defa daha ağırlayarak uğurlama düşüncesini çok yerinde buldu.
Bir başka grup Balbala’nın grubu idi. Bu vakte kadar atını eyerlemekle meşgul olan Bazaralı, Balbala’yı uğurlamaya gelen Aygerim’in yüzüne nasıl bakacağını bilemeyerek gitmek istemiyormuş gibi bakıverdi:
– Heyhat, heyhat! Leyla’sına kavuşamayan Mecnun’un hayatı ne berbat! Çek benim de atımı evlat, diye seslendiği Erbol Bazaralı’nın at binmesine yardımcı oldu.
Bazaralı atını hafifçe ökçeleyerek Balbala’nın yanına geldi. Abay’ın evinin yanında bulunan ve oradakileri gözetlerken deminki sözü işiten, kıskanç ve soğuk bakışlı biri vardı. O, Kulınşak’ın beş kaskasından biri olan Manas’tı. Son grup da yola çıkınca Manas, Ayğız’ın evinde oturmakta olan Maybasar’la konuşmak için onu dışarı çağırttı. Şerefsizlik ve intikam kokan bazı şeyler anlattı:
– “Bazaralı Balbala ile oynaşıyor” sözünü işiten bizim Torğaylar kasvetlenerek yaşıyordu. Dedikodunun gerçekliğine bugün şahit olmuş gibiyim Mayeke… Katıma doymayan koç Anet obasına gidiyor. Dulumu yoldan çıkarıyor puşt… “Erkekte şeref” varsa ben de tekin duramam. Kızın kocası bizim kardeşimiz Besbesbay. Kendisi hem yiğit hem tekin durmaz. O da kimseyi üstüne bastırmaz. “Haber vereyim” dedim. Evet, ne yapsam revadır şu Kaumen’in kan torbasına, dedi.
Yüzü bembeyaz olmuştu. İri kamçısını sımsıkı tutan uzunca parmaklarında sabırsızlık gösteren hareketlenmeler vardı.
Maybasar Bazaralı’nın Nurğanım hakkındaki söylentisini işittiğinden beri dişlerini sıkarak yaşıyordu. Gözleri pörtledi, hırsla aldığı nefes burun delikleriyle genzini şişirdi, hiddetleniverdi. Bir anda durumu kavradı ve kısa hüküm verdi. Gizlice söylüyormuş gibi yaparak:
– Şimdi belaya bulaşma. Geceyi bekle. Balbala’nın koynundan çıkacak nasıl olsa. Ant amansız, can duyarsız! Allah’ın “boynu kesilecek suçlu” kılarak elini ayağını bağlayıp gönderdiği koç bu değil mi? Besbesbay’ın var, beş kaskan var. Çekinirseniz “yere batın” derim size. Hem, planını kurarak git, anladın mı, dedikten sonra Manas’ı omzundan dürttü ve “hadi git” dedi…
O akşam, Barlıbay yazısındaki Kunanbay obasından saçılır gibi her yöne dağılan gençlerden oluşan gruplar yollarının üstünde “sıra sıra dizilen” halkların yaşadığı omuz omuza duran nice yüzlerce obalar arasından serbestçe geçerken güzel şarkılar ve türküler söylediler. Bazen bülbül ezgili, çok terennümlü “Yirmi beş” türküsünü uzatıyorlar, bazen nazı gösterişsiz, geniş nefesli “Janbota” türküsünü söylüyorlardı. Bazen de dik başlı, vuruşlu, rengârenk sesli “Jambas siypar21” türküsünü coşturuyorlardı.
Ağır aheste kalkarak deniz dalgası gibi etrafa yayılan bu türküler asil Birjan’ın sunduğu örnek hünerleriydi. Onun getirdiği hazineler bazen Emir ve Oralbay’ın şakıma sesleriyle yükseliyordu. Bazen de süzülerek zarifleşen, dalga dalga dönen, ama bir o kadar da güçlü olarak sergilenen ve alabildiğine uzak mesafelere kadar işittirilen ergen Balbala’nın, güzel bestekâr Ümitey’in ve kibarımsı Kerimbala’nın sesleriyle sır döküyorlardı.
Hepsinin de şımarıkça sevinerek coşkuyla söylediği türküler bazen “hayat, hayat! Seviyorum seni! Ey sanatkâr kaldır başını, kanatlanarak arşınla semayı. Sazlı akşamda nazlı gönül açar sırlarını. Özgür, asil ve içtenlikli yürek sevdiğine hasret kaldı” diyor. Bazen de “neredesin ki? Tanı ve bul beni ey sevgili! Kara gözüm, kadrin ve kıymetin bende gizli” diyordu…
Türküsünde; “afetimi göreyim, başa ne gelir bileyim” diyen kızın serdengeçtisi kimdi?
Ya; “aklıma düştüğünde ey sevgili sen, Aç kurt gibi gezeyim dağları kollayarak ben” diyen ateşli yiğit kime seslenmişti?
Yahut; “ak boz evin dışına çıkarak uğurlarken beni, ‘güle güle yârim’ deyişin akıldan gitmez sevgili” diyen vefalı yiğit ne hâldeydi?
Veyahut; “eridi gönlüm ak didarını görünce” şeklindeki yürek sesleri, söyleyenlere de sorgulatıyordu şarkıların içinde yatan gizemleri.
Nakaratlar ise “kara gözüm”, “ayım”, “şulem”, “sevgilim”, “kalmadı sabrım” diyerek bitkin düşürüyordu seven yüreği. Can verircesine söylüyorlar, bütün içtenlikleriyle son nefeslerini âşık oldukları sevgililerine seslenirken tüketiyorlar, can yakarışıyla son dualarını eder gibi şakıyorlardı…
Marifetli delikanlı Akimkoca daha fazla dayanamadı. Kendisinin çok özlediği bir oynaşının Jigitekler arasındaki obasına yöneldi, atını kamçılayarak gitti. “Oynaştığı kızın yengesine daha geçen yıl bir kısrak aygır vermiş” denilen ve ozanlık yeteneği ile nam salan hovarda yiğit Akimkoca işte böyle biriydi. O, iki üç arkadaşını peşine taktı, Kerimbala ile Oralbayları ücrada bırakarak gitti…
O akşamda, öğlen gibi temiz ve berrak akşamda parlak ay önlerini aydınlatırken, birinin sesi diğerine karışmadan türküler terennüm ederek giderlerken, gençliğe has nurları eritip birbirine ekleyerek coşan Oralbay sessiz ve sözsüz bir aşk aleviyle gelerek Kerimbala’yı kucakladı.
Ömründe kimseye yakınlaşmamış, kimse için yanmamış olan Kerimbala o anda pürüzsüz ak bilekleri ile parmaklarını Oralbay’ın boynuna dolamış, alabildiğine ateşli dudaklarıyla soğurur gibi öpmüştü onu…
Aynı akşamda, parlak aylı sır düşkünü akşamda Mırzağul ile diğer yoldaşlarını önden gönderen Emir ve Ümitey at üstünde gidememiş, ağır giderek geride kalmıştı. Aynı atadan türediği22 için yakınlaşmaları töreye uygun düşmeyen bu ikisi arasında kıvılcımlar saçılıyordu. Yasak koyan kaderin ağırlığı altında başbaşa kalan bu ikisi birbirine açılamıyor, içlerindeki ateşi tanıyamadan arzuyla yanıyorlardı… İkisinin bedenlerinde de iç çekişlerle kaynayan ve her nefeste döşlerine vuran sıcak bir dalga, can dalgası vardı. Yiğidin gücünü bitiren, nefesini tüketen, bütün mecalini götüren bu kudret ağırlığı sadece türkülerden destek alıyor gibiydi. İkisi de kendilerinden önce aynı yoldan geçen tutkun ve müptela insanların türkülerini ipek gibi alabildiğine hafif sırlara beleyerek, bir başka türlü bezeyerek söylüyordu.
Sesleri akşama karışırken omuzları birbirine değerek at üstünde ilerliyorlardı. Gittikçe birbirine yakınlaşarak at süren bu ikisinin ağarıp bozaran, kızıllaşıp yanan yüzleri henüz dolunaya yetmeyen yeni ayın ışığında parıl parıl parlıyordu. Yakınlaşmakta olan üzengileriyle üzengi kayışları üzerindeki gümüş işlemeler bazen birbirine değerek “çın çın” ediyor, bazen de hep birlikte ay ışığını aksettiriyorlardı.
Tobıktı soyu içinde Ümitey gibi giyinen kimse yoktu. Alabildiğine asil bir biçimde giyinmekle birlikte börkünü, şalını, kaftanını velhasıl tüm giyim kuşamını diğer genç kızlardan farklı bir biçimde yakıştırarak giyiniyordu.
Emir’in içini gitgide kaynatan şey Ümitey’in ökçesi kıpkısa olan parlak cizlavitinin güzel bir biçimde burnuna doğru sivrilişi ve özellikle bu parlak cizlavit içindeki mesli küçücük ayağı idi.
Parlak siyah cizlavit Ümitey’in güzelliğini, hususi bir üstünlüğünü ortaya koyan eklentiye benziyordu.
Diğer herkes kamçılayıp gitse de türkü söylemek isterken hızlı gidemeyip geride kalan ikili bir ağaçlık dibinde, ay ile gölge arasında aydınlanıp gölgelenerek kalakalmıştı. Emir elleri titreyerek Ümitey’in dizgin tutan elini tuttu ve nefesi kesilerek derdini döker gibi “bir tanem! Ne diyeyim” dedi. Ümitey’in yüzüne birdenbire kan sıçradı, çabucak aklını başına topladı. Azıcık ümit verir gibi yapsa da irkilerek:
– Yapma ziyalım, dedi. Yiğide, “ziyalım” deyişi; alışkanlık üzere söylenmiş bir söz gibi değil, bilakis candan söylenmiş bir söz gibi geldi. Fakat kız bir an içinde “vebal, vebal” diyerek altındaki kara yorgasını mahmuzlayıp kamçıladı ve ileri doğru akıtmaya yöneldi…
Aynı akşamda, büyük sanatkârla ve tesirli türkülerle vedalaşılan akşamda, otağda kalan Birjan ve Abay’ın eğlence meclisinde Aygerim hâlâ türkü söylüyordu. O, ilk önce:
– Ben söyledim ya! Benim için bu kadarı yeterli. Israr etmesenize Abay! Birjan ağabeyi dinlesek ya, diyerek birkaç defa ricada bulunmuş, geri durmak istemişti.
Ama bu kadar kıymetli beğenilerden ve ısrarlardan sonra Aygerim, artık alabildiğine içtenlikle ve arzuyla dinlemeyi istemekle birlikte kendisinin söylemesinden de hoşlanmaya başlamıştı. Kulak vererek dinleyen, anlayışlı ve akıllı topluluk arasında özellikle kanatlanıyor, sevinçli bir tutkuyla söylüyordu. Son aylarda, dinleyen Abay olunca, onun yanında türkü söylemek; ondan aldığı esin, huzur ve mutluluk ateşine benziyordu.
Birjan ve Abay birlikte dinlerken sadece ikisine ithaf ederek söylediği türküleri; her bir notasına bütün arzusunu, bütün saygısını ve hizmet duygusunu katarak söyler gibiydi. Seher vakti öz dalına konan ve kendisinin doğup büyüdüğü yuvanın yanında yetişen güllere söylercesine utanıp ürpererek şakıyan kumru, bülbül olur ya, tıpkı onlar gibi şakıyordu!
Fakat tam da bugünkü akşamda türkü söylemek istemeyişi ve bundan çekinişi hakikat idi. Çünkü gündüz vakti Abay’a söylenen memnuniyetsizlik sözleri akşama doğru ona da söylenmişti…
Abay gündüz vakti kendisine söylenenleri Aygerim’e bildirmemiş, acıyarak ondan gizlemiş olsa da Ayğız ve Dilda onu yanlarına çağırmış, sert, soğuk ve ağır sözler söylemişlerdi. “Abay’a söylenen söz tesir etmese de sana söylenen nasihat ile büyük sözü kulağından girer herhalde” demişler, “Bayşora’nın fakir kızı” olduğunu da, “maksadına ulaştığını” da eklemişlerdi. “Kibirlenme, bastığın yere dikkat et… Gözünü aç da bak, kimin tepesine çıkmak istiyorsun” demişlerdi.
Aygerim’in hayatı boyunca aklına gelmemiş olan yadırgatıcı tavırlar ve kibirlenmek gibi pek çok uygunsuz mizaçla itham etmişlerdi. Aygerim ıstıraba düşmüş, beti benzi atmış, gözleri yaşla dolmuş, bir yanıp bir söner gibi, üstüne kaynar sular dökülür gibi olmuştu. Kendisindeki edep ve terbiye ile Abay’ın dostluğuna sunulan içtenlikli yâr yüreği ve kendisinin türkü söylemeyi o kadar sevmesi, ona kendisini savunacak bir söz söyleme izni vermiyor gibiydi. Aygerim bir kelime dahi söylemedi.
Türküler suçsuzdu. Özellikle, onun Abay’ın buyurması üzerine söylediği türküsü hem masum hem günahsızdı. Bu türküyü çocukluğundan beri söylediği kendi obasındaki yoksul ana babanın evinde söylerken hiç kimse suçlayıp kınamamıştı. “Kodaman oba türküye de kodamanlık, gaddarlık ediyormuş” diye düşündü. Kendi düşüncelerine daldı, ses çıkarmadan çıkıp gitti. “Abay söyletti yahu” diyerek kendini savunmak bile istemedi…
Fakat çok ağırına giden bir darbe, aklından gitmeyecek kadar aşağılayan bir dert “biz zengin bir obayız. Sen fakir bir kızsın, ancak cariyeliğe layıksın… Burası kökü derinde, sülalesi büyük bir oba! Sen bu obanın çobanları ile bakıcılarının evinden çıkan hizmetçisin anlasana… Yolun kıldan keskin, gece gündüz yalvar Allah’ına. Başını kaldırmadan yaşa! Yerini bil de sesin duyulmasın dışarda… Kendini bilmezlik etme. Senin ne haddine” deyişleriydi…
Aygerim böylesine insafsız, inatçı ve aksi gaddarlığın gücünü hissederek boynu bükük benzi soluk dönmüştü konuklarının yanına.
Bu tavır; ele avuca sığmayan acımasız obanın Aygerim’i ürküterek üzen ilk umacı görünüşü olmuştu.
Fakat ne Abay ne Birjan ne de bu akşam otağda bulunan kaynı Ospan ile Erbol Aygerim’in tereddüt edişine aldırmadı.
Özellikle kaba ve küstah bir üsluba sahip olan Ospan yengesinin yanına kadar yaklaşıp ona yaslanarak:
– Hey Aygerim! Telli duvağıyla gezen gelinin başına buyruk yaşadığını nerde gördün, hangi atandan işittin? Buyuruyoruz! Canın sağken söyle, demiş, kendisinin hiçbir yengesine acımadığını, sert buyruklar verdiğini ve sözünü dinlettiğini hissettirmişti.
Aygerim dişlerini sıkmış, mecburen boyun eğdiğini göstererek türkü söylemişti…
Birkaç türkü söyledi. Özellikle Birjan ve Abay solist öğrencinin kendilerine sunduğu zor türküleri dinlerken mülakat sorusunun cevabını dinler gibi oturuyordu. Söylenecek türküyü sırasıyla kendileri bildirmek suretiyle Aygerim’in bu yaz boyunca Birjan’dan öğrendiği bütün türküleri teker teker söylettiler.
Fakat Aygerim’in şimdiki gönül hâli sınav veren bir solistin utanıp çekinme hâli değildi. Daha demin, akşamüstü işittiği onur darbesinin yarasını seziş gibiydi. O kodaman, ele avuca sığmayan kudretin adaletsiz zorbalığını şimdi de horlanırcasına, onuru ayaklar altına alınırcasına temiz kalbinin bütün masumiyetiyle hissediyordu. Fakat bunun farkına vardıkça Abay’a sığınıyor, özellikle onu araya sokuyordu. Sevindirici mürüvveti bol, sıcaklık veren ateşi çok yârine can teniyle yapışıyor, bağlılığı artıyordu. Daha önceki hayatında böyle bir şey hissetmemişti. Minnet duygusuyla karışık sevgi ateşini bu akşam açık seçik içinde buluyordu.
Onun bu hâline bağlı olarak Abay’ın da kendisini, mürüvvetini bulmuşçasına sevdiğini ve bu akşam ona aşkından sarhoş olmuş gibi açık seçik kıvılcımlar gönderdiğini anladı. Bütün bunların kendi sesi üzerinde iki türlü kızgın boğum gibi etkili olduğunu fark ettikçe kendisi de görkemli hissiyat rahatlığıyla yükseldikçe yükseliyordu.
Bir yanı kendisini aşağılayan, yerle yeksan edip ayaklar altına alan ve hallaç pamuğu gibi atan hiddetle ağulanmış olsa da öteki yanı bu elem verici hicranı Abay’dan saklıyor, onu sevdiğini göstererek bülbül gibi şakıyordu.
Aygerim’in bu şarkılarla yükselen sesi gümüş zillerin zarifçe sallanıp şıngırdaması gibi şıngırdayarak kanatlanıp büyük evler tarafına ulaşınca, o evlerden Kaliyka Aygerim’in otağına gönderilmişti. Hilebaz ve açıkgöz olan, bu obanın bütün gizli sırlarına, iç dünyasındaki dedikodularına, ağuları ile zehirlerine vakıf olan yaşlı elti Aygerim’in otağına sessizce girmişti.
O, kendisinin gelişiyle “Aygerim anlar, susar” diye düşünmüştü. Eltisinin geldiğini gören Aygerim türkü arasında oturduğu yerden kalktı, kendisi arkaya doğru çekilerek yerini eltisine bıraktı ve Ospan’ın deminki buyruğu doğrultusunda türküsüne devam etti.
Kaliyka gözünün önünde şakıyan Aygerim’in söylediği türküyü yarım yamalak dinledikten sonra, yanında oturan gelinin bacağını sert bir biçimde çimdikledi, etini sıkarak oturdu… Aygerim türküyü yarım bırakmadı. Fakat bu sıkış canını çıkarırcasınaydı. Jambas siyparın son bölümünü kıpkırmızı olarak, yüzünden ateş çıkar gibi bitirebildi ve boncuk boncuk gözyaşları dökerek oturdu. Kaliyka’nın arkasında, kuytuda oturduğu için onun gözyaşlarını gören olmadı. Kaliyka sezmiş olsa bile bundan çekinmiş değildi. Bilakis tıslar gibi yaparak çabucak fısıldadı:
– Yeter… Heveslenme, diye buyruk verdi.
Aygerim’in söyleyişi bununla bitmişti… Ondan sonra Birjan’ın kendi dombırası uğuldadı. Usta türkücünün mümtaz, kıvrak, büyük tınılı, güzel ezgisi kendiliğinden süzülerek çıkmıştı. Türkü kanat açıp, yayla gecesinin yıldızı parlak gökyüzüne saplanır gibi yükselerek gidiyordu…
Aynı gece, Anet boyu obaları içinde Birjan türkülerinin verdiği coşku yüzünden ortaya çıkan münferit bir olay oldu. Bu hâl Bazaralı’nın başına geldi.
Akşam karanlığı çökünce uçkur düşkünlüğünü Balbala’nın beline sarılarak gideremeyen Bazaralı ergen kızın obasına kadar onunla birlikte gelmişti. Balbala Bazaralı’yı samimiyetle saygı duyduğu, içtenlikle sevdiği için göndermek istememiş:
– Bazeke, bugün benim konuğum ol, diyerek peşine takıp evine kadar getirmişti…
Balbala’nın babası ölmüştü. Obasına baş göz olacak büyük ağabeyi de yoktu. Bazaralı Balbala’nın peşine takılarak gelip eve girdikten sonra ona benzeyen, ağırbaşlı, geniş yüzlü, kızıl sarı tenli baybişe biraz rahatsız olmuştu. Çay hazırlaması için buyruk verse de kızını döşeğin ayak tarafına çağırmış, sessizce konuşarak:
– Güzelim, sen ne yapıyorsun? Ürüyen itinin sesi buradan duyulan kaynın Torğay biraz ötede oturuyor. “Bu herifi evine niye getirdi” dese, ben ne diyeyim? Utancımdan yere girmez miyim, demişti.
Sabırlı ve serinkanlı Balbala önce akpak dişlerini bütünüyle göstererek gizemli bir gülücük sergilemiş, ardından:
– Ana, “üç günlük konuğumsun” derdin yahu! Daha ne kadar “sefa sürer” diyorsun. Torğay’ına da başımız bağlı, biz gidene kadar canı çıkmaz ya! Bazekeme nasıl kıyayım da “uzak dur” diyeyim… Korkma! Ağırla, hürmet et, ikramda bulun da gönder, demişti.
Ondan sonra, bir bağlan kesilip evin içi yeni asılan kazanla keyiflenerek şad olduğunda, içi güzel bir canlılıkla dolup sakin ve huzurlu bir gönle ulaşan Balbala kendisinin harika türkülerini uzata uzata Bazaralı’ya sundu. Balbala’nın açık sözlü, esprili ve başına buyruk mizacı Bazaralı’yı eskisinden daha çok mayıştırmıştı. Yiğidin bütün meyli Balbala’yı ayartmaya yönelikti.
Güzel kızın annesi ile ayrı bir otağda oturan yengesi pek çok ricada bulunduğu için konuk yiğit Bazaralı da pek çok türkü söyledi. Ev ahalisi sohbet, şakalaşma ve fıkralara boğulmuş gibiydi. Çok büyük bir saygı içinde hoş bir akşam geçiyordu.
Tam yatacakları zaman annesi Balbala’nın adını, itibarını, kadrini kıymetini korumak için onu yengesinin evine gönderdi, Bazaralı’yı kendisinin büyük evinde yatırdı. Böyle yapmasının özel bir sebebi vardı: Akşam oturuşunda bu eve her zaman gelmeyen bir iki yetişkin delikanlı gelmişti. Onlar Torğay ve Kulınşak obalarının çocukları idi. Öküzün terkisine binmiş, dikkat çekmemeye çalışarak gelmişlerdi. Giysileri yırtık pırtık olmuş, kuzu çobanlarına benziyorlardı. Geliş sebepleri de uygundu. Kaybettikleri kuzuyu arayan, “gündüz sizin sürünüze karışmış olabilir mi” diye soran “kayıp arayıcılar” idi. Fakat onlar “kuzudan ziyade” evdeki konuğa, evdeki insanların cemaline, şakalaşmalarına ve fıkra anlatışlarına ilgi göstermişlerdi. Baybişe onların uyanık çocuklar olduğunu anlamış, karınlarını doyurduktan sonra göndermişti.
O çocuklar koyunların arasında gezmiş, bekçi ile konuşmuş, vakit geçirerek gece yarısına kadar ayak sürümüşlerdi. Sadece Balbala onları dikkate almamış, konuğunu büyük evde yatırmış, tünlüğü kapatmış, kendisi yengesinin otağına doğru giderken “kuzucu” çocuklar da obadan ayrılmıştı…
Yarım yamalak soyunmuş olan Bazaralı gece yarısını geçerken yattığı büyük evden yavaşça dışarı çıktı. Balbala’nın yattığı otağa doğru yöneldi. Henüz batmamış olan ay dışarıyı pür nur aydınlatıyordu. Balbala’nın yattığı bozarık otağın tünlüğü kapalıydı…
Obadaki bekçiler gibi bütün itler de sessizliğe bürünmüş olduğundan etrafa dikkat etmedi, kiyiz evin kapısını açıverdi. O anda otağın karanlık tarafından gizlice gelen dev gibi iri boylu esmer adam Bazaralı’nın yakasına yapıştı:
– Dur! Şöyle gel hele, dedi.
Bu kişi Manas idi. Hiç şaşırmamışçasına serinkanlı bir ifadeyle onun yüzüne bakan Bazaralı, hemen tanıdı:
– Vay! Manas, sen misin, diye sordu.
– Manas mıyım, dalaş mıyım? Öğrenip ne yapacaksın, gel hele, diyen Manas sakin fakat öfkeli ve memnuniyetsiz bir ses tonuyla buyurdu.
– Ha! Allah’ın belası… Yoluna git, diyen Bazaralı, yakasına yapışan Manas’ı önemsemiyormuş gibi yaparak başından savmak istedi. Fakat Manas oralı olmadı.
– Balbala’nın adının kötüye çıkmasını istemiyorsan dön şöyle! Yiğitsen, hiç değilse, kızın itibarını yere düşürme! Yoksa ben hemen burada girişeceğim var gücümle! Haydi, dedi.
Bazaralı başını sağa sola salladı, nafile, denileni yaptı. İkisi otağın yanından ayrıldı, uzaklaşarak yürüyorlardı. O anda bu otağın etrafındaki tek tük ağaçların arkasından çıkan üç delikanlı onlara doğru yaklaştı.
Bazaralı’yı ortalarına alan bu dört yiğit, onu lafa tutarak obadan uzaklaştırıyordu. Yanlarından ayrılan bir yiğit, geldiğinden beri eyer takımı çözülmemiş hâlde büyük evin bel kuşağına bağlı duran Bazaralı’nın besili demir kırı atını çözüp getirdi.
Ondan sonra ele geçirdikleri yiğidi kendi atına bindirdiler, kendileri de atlarına bindiler ve hep birlikte Torğay obalarına doğru gittiler…
Suçüstü yakalanan Bazaralı, bütün ağırlığını kullanarak:
– Bırakın, gönderin, siz de adı çıkmış dulun itibarını daha fazla yere düşürmeyin! Yarın bütün halk duyar, dedi. Manas’ın yanındaki Köşbesbay ile diğer iki yiğit onun sözlerini umursamadı. Köşbesbay, Balbala’nın kaynı idi. Ağabeyi Besbesbay gibi, Manas gibi o da alpçesine büyük bedenli, pehlivan yapılı, topuz döğüşünden çekinmeyen harbi erkeklerden biriydi…
Obadan çıkıncaya kadar o da, Manas da, Bazaralı ile kısa kısa da olsa konuşuyor idi. Obadan iyice uzaklaştıktan sonra dört yiğidin tamamı mimiklerle işaretleştiler, atının yularını ve dizginini çabucak bileklerine dolayıp sımsıkı bağladılar ve hep birlikte Bazaralı’yı kamçılamaya giriştiler. O gece, Bazaralı, dayak nasıl yenirmiş gördü. Aynı gece atından ve giysilerinden de oldu…
Seher vakti herkes uyanırken Maybasar Abay’ı Ayğız’ın evine çağırtmıştı. Abay oraya geldiğinde Maybasar’dan başka Bazaralı, Erbol, Ayğız ve Nurğanım’ın da evde olduğunu gördü…
Maybasar da yeni gelmiş olmalıydı. Abay eve gelirken karşılaştığı Ospan’dan Bazaralı’nın dövüldüğünü işitmiş, üzülerek gelmişti.
Bazaralı ile göz göze gelince birbirinin hâlini anlamış gibi oldular. Hâlleri yüzlerinden okunuyordu. Sebebini söylemeye de gerek yoktu. Bazaralı’nın sağ yanağındaki kamçı izine kıpkırmızı kan oturmuştu ve çok fena görünüyordu. Yakışıklı, yüce gönüllü, heybetli yiğidi böylesine talihi yitik virane gibi görmek Abay’ı hem acındırdı, hem kızdırdı.
Maybasar’da böylesi hisler yoktu, yüzünün her zamanki akı ak, kızılı kızıldı. Hatta sevincini saklamıyormuş gibi coşkuyla konuşuyordu. “Nasıl vurdu”, “kaç kere vurdu”
türünden soruları da afyon çeker gibi keyifle soruyor, her şeyi bilmek istiyordu. Bazaralı ise memnuniyetsizce somurtarak oturuyordu. Maybasar’ın sorularına pek fazla cevap vermedi. Bu duruma deliren Maybasar, bütün bu insanlar önünde, özellikle kendisinin bildiği dedikodulu sırrı olan Nurğanım’ın önünde yiğidi utandırmak için rezilce bir kurnazlık düşündü.
Gözlerini kısarak Bazaralı’ya baktı, başına gelenlere sevinmiş gibi genizden hıh-hıh-hıhlayarak güldü:
– Baz’ım, kamçı yüzüne de değmiş gibi görünüyor! Bu Torğaylar kudurmuş mu yahu? Bozdoğan olmuş, tepene oturmuşlar, kim bilir daha neler yapacaklar, dedi… O ana kadar çekinerek duran, oturduğu yerde büzülüp kalan Bazaralı’nın hararetlenen bembeyaz yüzüne öfkeyle karışık hiddet yürüdü, Maybasar’ın gözlerine dikilen gözleri parıldayıverdi:
– E! Torğay’ın torğay23 olmadan bozdoğan olduğunu yeni mi öğrendin, sığır? Önceden beri onları sırtında gezdirmeyi adet edinen sen değil misin? Benim tepeme, senin sırtına oturduktan sonra bozdoğan olmayıp ta ne yapacaktı, deyiverdi. Bütün acılarından kolaylıkla silkinip kurtulmuş gibi, öcünü almış gibi rahatlayarak kahkaha attı.
Evdeki herkes Bazaralı’nın sözlerini destekliyormuş gibi onunla birlikte gülüverdi. Maybasar ağzını açamadı, ters köşeye yatmış gibi oldu. Boynunu aniden öte yana çevirdi:
– Oy! Diline kor düşsün, kan torbası, dedi, utanarak güldü.
Abay oldukça rahatlamış bir vaziyette sevinçle gülerek:
– Kıvraksın Bazeke! Böyle şimşek gibi bir dilin varken sana Kazağın kamçısı bir yana, tüfeğinin kurşunu bile vız gelir efendim, dedi…
Bu oba, Bazaralı’nın başına gelenleri Birjan gibi dışarıdan gelen konuklara hissettirmek istemiyordu. Bu yüzden Abay, Bazaralı’yı çabucak eyerli bir ata bindirmeyi ve obadan uzaklaştırmayı uygun gördü. Ayğız ve Nurğanım’a bakarak:
– Bazeke’nin üstüne elbise ve kaftan, başına kalpak giydirin, dedi.
Bazaralı’yı yolcu etmek için Abay’ın dediği eyerli koşumlu at getirildi. Bunun yanı sıra Nurğanım güzel ve yeni bir kaftan getirdi, kendi elleriyle Bazaralı’ya giydirdi. Kimsenin dikkat etmediği bir anı fırsat bilerek:
– Sana yazık, Bazekem! Kendi kendini niye küçük düşürüyorsun? İçimi yaktın yahu, deyiverdi…
O gün, öğleyi geçerken Birjan Kunanbay’ın büyük obasından ayrılmıştı. Emir dün onu evine davet etmişti. Bu konuklar bugün Emir’in konuğu olacaktı…
Birjan tam giderken Uljan onu kendi evinde ağırladı, kendi sofrasında dem tattırdı, dua etti ve iyi yolculuklar diledi. Onunla birlikte Ayğız ve Nurğanımlar da geldiler, pek çok hediyeler sundular. Birjan’a büyük bir taytuyak gümüş hediye edildi. Yanındaki bir arkadaşına da kese dolusu akçe ile ailesi için pelüşten hediyeler verildi.
Uljan:
– Obama geldin, buradaki ağabeylerini ve kardeşlerini sanatına gark ettin, gidiyorsun. Gittiğin yere götüren yolların açık olsun. Sanatın da kadrin de artsın yakışıklım. Bizim ana olarak, yenge olarak sana sunacağımız hediyeler bunlar. Hoş gönülle git, dedi.
Birjan evdekilere çok teşekkür etti:
– Oğullarının kızlarının iyiliğini gör, güzel ana. Obanda, halkının içinde gördüğüm saygı ile iltifat nereye gidersem gideyim aklımda kalır. Ben razıyım, Allah da razı olsun, dedi. Ayğızların ellerini iki eliyle tutarak alçak gönüllülükle sıktı, vedalaşıp çıktı.
Abay’ın hediyesi, Birjan’a verdiği sarı yorga at ile yanındaki arkadaşına yedeklettirdiği birkaç besili yılkı idi.
Birjanlar böylesi yedek atlarla Emir’in Puşantay’daki konağına doğru yola çıktığında Abay, Erbol ve Aygerim de onlarla birlikte at binmişti. Çünkü Ümitey ve Emir “Aygerim’i bırakma, onu da birlikte getir” diye rica etmişlerdi.
Bunu dikkate alan Abay, Aygerim’in çekingenliğine, utangaçlığına bakmadan onu da peşine takmıştı. Bu topluluk aynı günün akşamında Kunanbay’ın büyük hanımı Künke’nin obasında Emir’in kurdurduğu kiyiz eve ulaşmıştı.
Bu son gecede de bolca türküler söylendi. Beşparmak yenildikten sonra Birjan ve Abay’ın etrafında kurulan eğlence meclisi tan atıncaya kadar devam etti.
Yaz boyunca Birjan’ı dinleyen, türkülerinin kıymetini bilen, türkülerinin özelliklerini “insan hünerinin yüksek zirvesi” diyerek öven Abay, ezgilerle dalgalanan gönlünde o güne kadar duyulmamış sırlı bir şiir söyledi:
“…
Girer kulaktan, avlar teni
Güzel türkü ile tatlı ezgi.
Gönle salar türlü fikri,
Türkü sev benim gibi…”
diye başlayan şiirini o mecliste Birjan’a söyledi. Birjan, Abay’ı, düşünen kâmil bir genç olarak görüyordu. Bu şiir, bilinçli şairlik sanatını da hakikaten başkaca bir biçimde ortaya koyuyordu: