Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Eğri Ağaç», sayfa 4

Yazı tipi:

İş konusuna gelince, vaktiyle özel bir kararnameyle eski sosyalist toplumun kalıntısı olan kolhoz ve sovhozların tamamen dağıtıldığı bilinmektedir. Yani M. Mirzoyev, M. Mirzoyan, M. Mirzozade, M. Mirzopulo, M. Marat beylerin hiçbiri, iş konusunda kasıtlı olarak hiçbir baskıya maruz kalmamıştır. Rahman Ata köyündeki çalışma kabiliyeti olan iki bin yedi yüz elli bir kişinin iki bin yedi yüz kırk dokuzu işsizdir. Öğretmenleri hesaba katmazsak, idari yönetim kadrosunda sadece iki kişi -köy muhtarı ile yardımcısı- kayıtlıdır. Yani Mirzo-yevyan-zade-pulo beyler, Rahman Ata köyünde yerli halkın temsilcileri Kazaklarla hukuki yönden eşit şartlarda işsizdirler.

Okul meselesi çetindir. Bundan yedi yıl önce söz konusu okulda dokuz yüz çocuk eğitim görüyordu. Milliyetlere göre söylemek gerekirse, sekiz yüz doksan biri Kazak, dokuzu Rus dilli çocuklardı. Hepsi aynı binada, Rus ve Kazak sınıflarında ayrı ayrı okuyorlardı; okul karışık Rus-Kazak okulu diye adlandırılıyordu. Şu anda yani bu yıl söz konusu okulda bin iki yüz doksan beş çocuk okuyor. Milliyetlere göre söylemek gerekirse, bin iki yüz doksan dördü Kazak, Rus dilli öğrenci sayısı ise bir. Bu saygıdeğer öğrencinin kendisiyle, sınıf öğretmeniyle ve diğer öğretmenlerle yapılan güler yüzlü görüşmelerde, söz konusu sevgili çocuğun milliyetine ilişkin herhangi bir baskı ya da dil kısıtlaması konusunda mağduriyet yaşadığına dair şüpheli duruma rastlanmamıştır. Tam tersine, geçen yıl üç dersinden kaldığı hâlde, bir üst sınıfa başarılı bir şekilde geçirilmiştir. Çok da iyi olmuş. Okulun tamamen Kazak okuluna dönüştürülmesi meselesine gelince, şikâyet mektubu yazarak kıyameti koparan Mirzo beylerin durumu yeterince incelemedikleri anlaşılmıştır. Önceden, yani Egemenliğe kadar, bu okulda on tane Kazak sınıfı, yirmi tane de Rus sınıfı vardı. Şimdi, yani Egemenliğin yedinci yılında genel olarak Kazak toplumunun yüce Rus diline olan ilgi ve merakı eski, sosyalizm devrindekinden de artarak yoğunlaşması nedeniyle Kazak ebeveynler, çocuklarını Rus sınıflarına taşımışlardır. Böylece şimdiki, yani Egemen dönemde otuz yedi sınıf tamamen Rus dilli oluvermiştir. Bu, tabii ki büyük bir başarıdır. Ama ne yazık ki okul, eskiden olduğu gibi Rus-Kazak okulu adını taşıyor. Bu; bir kandırmaca mı, vurdumduymazlık mı ya da sorumsuzluk mu? Okul yönetimine, ilçe eğitim müdürlüğüne sert bir uyarı yapılmıştır. Söz konusu eğitim kurumu, kendi adıyla yani Rus okulu diye adlandırılmalıdır. Bizim hür ülkemizde ırk ve etnik kökene dayalı ayrımcılık yoktur. Rus demek, muhterem demektir. Ayrıca okuldaki öğretmenlerin milliyetlerinin hep aynı -Kazak- oluşu, terbiye işlerinin eksikliğini göstermektedir. Ücra bir köy, otobüs yok, elektrik ha bire kesiliyor, yabancı kimse gelmez, demek bahanedir. Rus bir öğretmene zamlı ücret belirleyerek kalacak ev ve geçim konusunda destek sağlanırsa, neden gelmesin? Şayet başka da istihdam söz konusu olursa, ona da özel maaş bağlamak suretiyle Rus, olmazsa Rus dilli vatandaşlarımızın çokça çağrılması gerekir. Mono-uluslu, yani sadece Kazakların yaşadığı bir köy, medeniyetten uzak kalmayıp da n’apsın? Bu köyde hiç olmazsa on Rus yaşarsa, otobüs de zamanında gelip gider; elektrikler de kesilmez; medeniyete dair diğer nimetler de kendiliğinden gelir. Bunu nasıl anlamazsınız? (Hikâyenin ilk sayfasına göz atınız, yazarın hatırlatmasıdır).

Bildirimizin sonunda özellikle üstünde durmak gerekir: Tüm Egemen Ülkemizde olduğu gibi Rahman Ata köyündeki halklararası ilişkiler normal olup köy idaresinin, köyün ileri gelenlerinin tam kontrolü altındadır. Yine de herhangi bir çekişmeyi, kavgayı önlemek, gerekli durumlarda araya girmek, ayırmak ve Allah korusun, olay çıktığında sıkı uygulamaları hayata geçirmek amacıyla, Rahman Ata köyünde jandarma karakolunun açılmasına ilişkin ilgili bakanlığa hatırı sayılır bir teklifte bulunulmuştur.

Bu bakımdan, tam zamanında manidar bir meseleyi gündeme getiren M. Mirzoyev, M. Mirzoyan, M. Mirzozade, M. Mirzopulo, M. Marat beylere teşekkürlerimizi sunar, bundan sonra Rahman Ata’da halklararası skandala yol vermemek gerektiğinin altını çizerek Egemen Ülkenin sahibi olan Kazaklar ile bu ülkenin eşit hakları haiz, Rus dilli vatandaşları arasındaki anlayış ve barış hususunda somut faaliyetleri hayata geçirmenin gerekliliğine köy idaresinin dikkatini çeker ve gerekli tedbirleri almakla yükümlü tutarız.

Muhterem komisyonun en yenilerinden bir bilgisayarda yazılmış olan bu kırk dokuz sayfalık sonuç raporunun doğruluğu komisyon başkanı ile diğer yirmi yedi üyesince tasdik edilerek imzalanmıştır. Bu mübarek damgaların gerçekliğini teyit eden desenli mühür de basılmıştır. İşte, buyurun!

Kaleme alınan iki buçuk saatlik konuşmanın sonunda kendinin de beyni yanan kır saçlı başkan, Rus dilliler tarafından yapılan uyarıyı bir an unutarak yeniden Kazakçaya geçti. “Yahu kardeşlerim,” dedi. “Bu köy tamamen Kazaklardan oluştuğuna göre aranızdaki tek Özbek’in gönlünü nasıl yapamıyorsunuz?” Milletten çıt diye ses çıkmadı. Uykudan uyanan tek kişi, Rus dilli Marat cıyakladı: “Ben Özbek değilim!” Arabulucu başkan, şaşırdı. Öyle şaşırdı ki, düzeltmek ya da özür dilemek yerine Rus dilli vatandaşa bile Kazakça söyleyiverdi: “Her neyse. Ne hâlin varsa gör!” “Sen ne hâlin varsa gör!” dedi Marat tiz sesle. Kır saçlı başkan, kıpkırmızı kesildi: “Lütfen, hakaret etmeyin…” dedi. “Hakaret eden sensin!” dedi Marat. “Ö-ö-özür dilerim…,” dedi iyice bocalayan başkan. “Ö-ö-öyleyse siz… Kazak mısınız?” Marat, kahkaha atarak güldü: “Daha neler? Sen Kazaksın! Siz Kazaklar dürüst Sovyet insanlarının arasında ayrımcılık yaptınız. Baskı yaptınız, yapıyorsunuz da. Benim hangi milliyetten olduğum seni neden ilgilendiriyor?” “Bütün sorun, senin başka milliyetten oluşundan kaynaklanmıyor mu zaten, canım?” dedi rezil olan başkan, şerefini korumak istercesine. “Sorun benim başka milliyetten oluşum değil, sorun sizin milliyetine göre insanlar arasında bölücülük yapan, bozguncu kötü niyetinizden kaynaklanıyor,” dedi Marat. “Ben ne yazdım sizin üç ay boyunca kontrol edip gerçekleri çarpıttığınız mektubumda? Şimdi adil çözüm bulacağına, benim soyumu sopumu irdelemek niyetindesin. İşte milliyetçilik budur. Balık baştan kokar. Milliyetçilik bu köyden değil, Almatı’dan, yukarıdaki senin gibi reislerden başladı!” “Siz öyle iftira atmayın,” dedi komisyon üyelerinden biri, patronuna destek çıkarak. “Başkanımız dürüst biri. Gelini Rus, damadı ise Tatar. Tam bir enternasyonal…” “Size danışan, bir şey soran mı oldu?” dedi Marat. “Ben vatandaşlık hakkımı savunuyorum. Ben işsizim, iş bulacaksınız bana. Karım hasta, ona sosyal yardım maaşı bağlayacaksınız. Kızım Kazakça bilmez, bilmek de istemez; hep kalın kafalı, haylaz köy çocuklarının arasında okuyamaz, geleceği için tehdit, hayatı için tehlikelidir. Şehirde açıkgöz Kazakların okuduğu İngiliz okuluna yerleştireceksiniz. Yoksa yarın bu adaletsiz komisyonu cumhurbaşkanına şikâyet edeceğim. Cumhurbaşkanının kendisini Amerikan Senatosuna, Rus Dumasına, Alman Federal Meclisine şikâyet edeceğim. İsveç’ten siyasi sığınma hakkı isteyeceğim,” dedi. Dedi ve tükürerek kürsüden indi. Afallayan kalabalığı yararak kültür evinin menteşeleri kopuk, büyük kapısını gacır gucur ittirip açtı ve pat diye kapatıp çıktı gitti.

Ertesine değil, ondan sonraki gün de değil, aynı günün akşamı yazmak için oturdu. Marat Mirzo-yev-yan-zade-pulo’nun inanılmaz etnik ve ırk temelli baskı altındaki çığlığı, Amerikan Senatosuna, Rus Dumasına, Alman Federal Meclisine, Soljenitsin ile Jirinovski’ye, Birleşmiş Milletlere, en son olarak Kazakistan Cumhurbaşkanına yazdığı şikâyet mektupları hedefine ulaşır ulaşmaz yer yerinden oynadı, Egemen Ülkemizdeki en büyük kurumdan tutun, en alttaki ilçe, köy idaresine kadar her şeyin altını üstüne getirdi. Derisi incenin yüreğine dehşet saldı, derisi kalının ise feleğini şaşırttı. Nihayet…

Aradan iki yıl geçti. Marat’ın biricik kızı, şimdi Almatı’daki seçkin bir lisede bedava okuyor. Kaldığı yer rahat, yemesi içmesi leziz, hepsi de Egemen Ülkeye ait. Eğitim Rusça ve İngilizce. Ek dil olarak Almanca, İspanyolca, Fransızca ve Türkçe var. Marat’ın hiçbir zaman hiçbir yerde çalışmayan, özel bir muayene sonrası yirmi dört organının hepsi de yerli yerinde çalışır vaziyette olduğu ortaya çıkan karısına ya emeklilik ya da hastalıkla ilgili olsa gerek, sonuç itibarıyla yüksek ücretli maaş bağlandı. Her ay alıyor. Kimi zamanlar maaş geciktiğinde diğerleri gibi beklemiyor, doğrudan köy muhtarının cebinden çekip alıyor. Marat’a gelince köy idaresinde bilmem ne kadrosu açılarak oraya kaydı yapıldı. Yukarıdan özel talimatla bağlanan bol keseden maaşı var, hiçbir görevi, yapması gereken şeyi yok. Sorumluluktan, günlük işe gidip gelmelerden muaf, armut piş ağzıma düş kıvamında bir iş. İçsin, yesin; egemenliğin tadını çıkarsın. Rahat dursun yeter. Millete huzur versin. Bizim daha yeni bayrağını dalgalandıran genç Cumhuriyetimiz için halklararası anlayış ve saygıdan daha değerli ne var? “Zararın neresinden dönersen kârdır.”

Böylece hallettik, memnun ettik, kendimiz de huzur bulduk, diye düşündü barışsever insanlar.

Yok. Bu olup bitenlerin hepsi, kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak olmuş.

İlk işler yerli yerine getirilip hazmedilince Marat Mirzo, gösterişli bir mekânı istedi. Burası, köyün eski çocuk kreşi idi. Daha düne kadar zar zor çalışır durumdaydı. Sonunda eski devrin en son kalıntısı olarak o da düştü. Millette çocuk var, para yok. İdarede para var fakat burası için herhangi bir bütçe öngörülmemiştir. Kendiliğinden kapanıverdi. Kurum olarak. Büyüklü küçüklü olmak üzere on iki odalı, at koşturacak kadar genişlikteki oyun sahası ve bol meyveli bahçesi olan yüksek, bembeyaz bina yerli yerindeydi. İşte bu boş duran binayı tümüyle istedi. Köy muhtarı, vermek istemedi ama vermemesi için bir gerekçesi de yoktu. Vermeyeceğim, diyemedi; sırf kendini şikâyet etse neyse, huzur içinde yaşayagelen köyde halklararası skandal çıkarmayacağı ne malum? Baştan savdı, ilçeye yönlendirdi. İlçe, il merkezine. İl, daha da yukarılara. Sonunda aldı. Alır almaz… Almadan önce, daha ilk başta, gösterişli binaya göz koyduğu günün ertesine arazi davasına girişti. Bu köyde kırk yıl hizmet vermiş olan bazı yaşlı emekçiler, şansları da yaver gidince eski bağ bahçeli bölgeden irili ufaklı pay almışlardı. Köye yakın zamanlarda gelen M. Mirzo, bu listede yoktu. Artık listede onun da adı olmalıydı. Listenin sonunda değil, tam ortasında. Köydeki tek Rus dilli niye dışlansın? Gösterişli bina meselesi ayrı, arazi meselesi ise ayrı. İlgili kurum ve kuruluşların hepsinin eşiğini aşındırdı; ilçeden başkente kadar bütün mercilere yazdığı dilekçe ve şikâyetleri dağ gibi yığıldı. Nihayet, bu dilekçesi de yukarılarda imzalandı. Eski elma bahçesinin hâlâ ayakta olan, devlete ait bir parçası. Tamamı dört hektar bir yer. Sol üst köşesinde “Halklar arasında ayrımcılığa yer verilmesin, mesele olumlu bir şekilde çözülsün.” notu yazılı, büyük insanın kargacık burgacık imzası olan iki dilekçe, dönüp dolaşıp eninde sonunda kendisini bulduğunda önce bu mucizeye şaşıran, ardından yüreği yerinden oynayan, sonra yüreği cız eden ve sonunda küplere binen köy muhtarı, elini kalbine götürdüğü gibi yere yığılıvermiş. Basit bir öfke değil, alev alev yanan bir dert. Gövdesini çatlatan illet. Kalp krizi. Önce köy hastanesine kaldırıldı, ardından ilçeye, sonra il merkezine gönderildi. M. Mirzo’nun yazdığı mektupların izinden. Kahrolası dilekçeye aşırı heyecan anında imza atmaya yetişememiş ama hiç şüphesiz, sağlıklı olarak geri dönünce kâğıda çiziktirip kesinkes onayladığına dair mühür basması yeterli olacaktır.

Bu arada Marat Mirzo-yev-yan-zade-pulo’nun ırk ve etnik temelli baskılardan ilham alan gücü kuvveti doruk noktasına ulaşmıştı. On iki odalı ev, üç dört hektar arazi dediğiniz ne ki, bütün bir köyü ve başı dumanlı Aladağ’ı civarındaki tüm zirve tepeleriyle beraber zimmetine geçirecek kudrete sahip gibiydi âdeta. Gün geçtikçe güçleniyor, içi özgüvenle dolup taşıyordu. Daha nice güzel işler bekliyor onu. Yalnızca gevşek muhtarın elden ayaktan düşmesi, işini aksattı. Onun yapacağı iş halledilse, insan hakları uğruna verdiği mücadelesinin üçüncü, en önemli aşaması başlayacak. Ama ne zaman? Vakit geçiyor. Bir iş durakladı diye, diğer iş bekletmeye gelir mi? “Demir tavında dövülür”, durduğu kabahat. Bu durumlarda Kazaklar, “Uzaktan arabayla taşıyacağına, yakından torbalarla taşı” derler. Arabadan önce göz koyduğu torba yanı başındaydı. Komşusu. Üstelik evleri yan yana olan komşulardan değil, evleri bitişik. Adı Kanat. İki komşunun bahçe arazileri, yan yana uzanmaktadır. Aynı evin bir kısmında Kanat, diğer kısmında Marat oturuyor. Arada sadece bağ bahçe var. Yalnız Kanat’ın arazisi, iki kat daha büyük. Marat’ın arazisi de bayağı var. On arlık. Ama Kanat’ın arazisi, daha geniş. Yirmi arlık. Adalet bunun neresinde? İşte adaleti kendi elceğiziyle sağlamaya girişti. Doğrudan girişti. Hazırlık aşamaları geçen yıllarda başlamıştı.

Eskiden evin arka tarafını ikiye ayıran bir çit vardı. Pek çitten sayılmayacak, sırf tavuklar geçmesin diye çekilmiş, derme çatma bir şeydi. Marat, önce bu çiti ortadan kaldırarak işe başladı. Ama atmadı. Hepsini ahırın içine güzelce istifledi. Sonra kendine ait patates ekilen yeri yarım metre ileriye taşıdı. “Komşu, benim tarafa geçmişsin. Sınır, şu iki köşedeki kurumuş kavak kütükleri değil mi?” dedi Kanat. “Yahu, komşum, senin benim diyecek kadar ne var? Farkında değildim; yarım metre değil, otuz beş santimetre; buradan çıkan patatesi sen al,” dedi Marat. “Hımm, patates bende de var, neyse kalsın,” dedi utancından Kanat. Ertesi gün Marat, komşusuna: “Bu iki fidan, iyi cins armuttur; kök salana kadar senin toprağında dikili dursun, seneye şu eski eriğin yerine dikerim. Bu yıl meyve versin, yazıktır,” dedi. “Buraya ben patates ekeceğim,” dedi Kanat. “İncecik fidanlar, gölgesi olmaz, en fazla dört yumru daha az ekersin, yerine bu taraftan on yumru senin olsun,” dedi Marat. Kanat, yine mahcup oldu. “Yok, teşekkürler, hiç gerek yok, sen ek,” dedi. Kendi toprağına da gölgesi düşmez, zaten benim payımdaki yeri kullanarak daha fazla patates ektin, diyemedi, bunun pimpiriklilik olacağını düşündü. Bu, önceki yılın önemsiz bir olayı idi. Geçen yıl iyi cins iki armut fidanı öylece yerinde kaldı. İlk hatırlattığında, yarın alırım, dedi. Sonra öbür güne erteledi, aradan iki hafta geçti; Kanat, üçüncü kez tekrarlayınca “işten güçten ilgilenemedim, artık çok geç, başka bir yere alırsam kök salmaz, solar, bu yıl yine kalsın,” dedi. Kanat, yine tamam dercesine başını salladı. Aynı gün komşusunun patates ekilen yerinin kendi tarafına doğru kaymış olduğunu, bu sefer yarım metre değil, tam tamına üç metre yaklaştığını gördü. Ama bunları ipe dizer gibi söylemeyi ayıp saydı. Sınır bellidir, iki köşedeki kavak kütükleri. Bu yıl ise… O iki fidan, bayağı boy attı. “Bunları almayıvereyim,” dedi Marat. “Bende zaten tek çocuk, bir dalı da yeter. Kalan hepsini senin çocuklar yesinler. Geçen sene almalıydım, artık çok geç,” dedi. “Benim kendi elmalarım yeter artar bile. Burası bostanlık, patates ektiğimi biliyorsun,” dedi Kanat. “Patatesi biraz ötede, açık alana neden ekmiyorsun? Toprağın dinlenmesi gerekir,” dedi Marat. Kanat, biraz düşünceli göründü. Ertesi gün bir de ne görsün! Komşusu eskisinden daha fazla ilerleyerek o eski iki fidan -şu anki armut ağaçlarının etrafını çepeçevre patates ekmiş. “Yahu bu nedir?” dedi. “Paylaşır yeriz,” diye cevap verdi ahretlik komşusu. “Toprak senin, tohum ve emek bana ait. Buradan en az altı çuval patates alırım. İki çuvalı senindir.” “Hayır,” dedi bu işin altından bir çapanoğlu çıkacağını hisseden Kanat. “Peki, üç çuval.” “Hayır, dört çuval versen bile kabul etmiyorum. Ektiğin tohumları geri topla…” “Yarısını da mı kabul etmiyorsun?” “Kabul etmiyorum. Yerimi boşalt.” “Benden söylemesi,” dedi Marat pişmiş kelle gibi sırıtarak. Kanat da gülümseyip dişlerini sergiledi. Böylece konu kapanmış, konuşma bitmiştir, diye düşünmüştü. Gerçekten de konuşma bitmişti. Komşusu konuşmayı kesmiş, artık harekete geçmişti. Kanat, ertesi gün öğleye doğru uyandı, esneyerek ve karnını sıvazlayarak dışarı çıktı. Yine ne görsün! Dün üzerinde tartıştıkları toprak, artık tartışmalı olmaktan çıkmış. Komşusu bir kazığı öyle bir yere çakmış ki, bizimkinin patates ektiği yer topyekûn diğer tarafa geçmiş. Geçmiş derken, geçirilmemiş, olduğu gibi yerinde duruyor durmasına, yalnızca bu tarafına çit yapılmış. “Bu ne yahu?” diye bağırdı bahçeye. Çıt çıkmıyor. “Marat! Marat!” diye kükredi. O da burnunun dibinde bitiverdi hemen. Tam ortadaki kalın elma ağacının altında bir şeylerle meşgul görünüyor. Ya da o ağacın arkasında gizlenmiş bekliyordu. Keyfi yerinde, ağzı kulaklarında, ayaklarını yanlara doğru atarak yürüyüp geldi: “Ahretlik, bu kadar bağıracak ne var yahu?” “Nedir bu?” dedi söyleyecek başka söz bulamayan Kanat. “Bu mu? Benim ektiğim armut.” “Hayır, bu.” “Benim ektiğim patates.” “Hayır, bunu diyorum! Çit. Niçin?” dedi kan beynine sıçrayan Kanat. “Komşuluk hakkı için ürünün yarısını bedava vereyim dedim, kabul etmedin. Ondan sonra arazilerimizi işaretleyerek ayırdım.” “Ne arazisi?” dedi Kanat avaz avaz bağırarak. “Arazi benim. Ezelden beri. Kime ne?” “Şu iki armut ağacı kimin?” dedi Marat. “Senin. Ama yer benim.” “Şu patates kimin?” “Senin. Ama…” “Aması maması yok,” dedi Marat. “Ağaçlar benim, meyveler benim, altındaki yer nasıl senin oluyormuş? Hangi mahkemeye gidersen git, ben haklı çıkarım. Seninkisi zorbalık. Açgözlülük. İşte duruyor ya koskoca arazi. Kalanı yetmiyor mu? Tam tamına on altı ar. Yine de benimkinden büyük. Benimkisi yalnızca on dört ar. Hadi yine iyisin. Kes şunu. Bu arsaya sahip çıksan da yeter.” “Yetmez!” diye haykırdı Kanat. “Benim toprağım!” “Artık benim,” dedi Marat hiç aldırış etmeden. “İkimiz de Egemen Ülkenin eşit haklara sahip vatandaşlarıyız. Yoksa benden daha mı üstünsün? Başka milletten diye beni küçümsemek mi istiyorsun?” Marat, öyle yaygara kopardı ki sesi Kanat’ın sesini geçti: “Nasyonalist! Şovenist! Faşist! Bu köydeki başka milletten olanların hepsini kovdunuz. Şimdi de yalnız kalan bana mı zorbalık edeceksiniz? Edemezsiniz! Ben Parlamentoya yazacağım. Ben Senatoya yazacağım. Cumhurbaşkanının kendisine yazacağım!” Ağzından her kelime çivi çakar gibi çıktıkça bir iki adım ilerleyerek çite yanaştı. “Hadi, öldür beni! Vur, döv! Siz kalabalıksınız. Ben tekim. Parçalayın beni!”

Civardaki insanlar; meyve ağaçlarının bakımını yapıyor, çeşitli tohumlarını ekiyor, bağ bahçesinde çalışıyorlardı. Çiti atlayarak ilk yetişen sağdaki komşu oldu. Sonra soldaki geldi. Ondan sonra öbür komşu, peşinden diğer komşu. Derken yakınlarında yaşayan on civarında kişi toplandı. Marat, daha da köpürdü. “Hadi, saldırın! Dövün! Bu ülkede kanun yok. Mahkeme yok. Hepsi zorba. Hepsi eşkıya. Herkesin kuyusunu kazdınız, şimdi sıra bana gelmiş. Öldürün! Beni öldürün! Evimi yağmalayın! Yerimi de paylaştırın!” O anda köy muhtarının yardımcısı da soluk soluğa yetişti. Oralardan geçerken gürültü sesi duyunca gelmiş. Rengi sarardı, “bir felaketi hissetmiştim,” dedi titreyerek. “Bizim gençler, hep bela ararlar.” Muhtar yardımcısını gören Marat, iyice çıldırdı. “Hadi, muhtarınızla birlikte saldırın bana!” dedi. “Öldürün! Kalbitler!14” “Yavaşşş!” dedi yarım muhtar dayanamayıp. “Ağzından çıkanı kulağın duysun…” “Sen de Kazaksın!” dedi Marat. “Sen de bu kötü niyetlilerden birisin!” “Yaa bir dur, dinle,” dedi yarım muhtar. “Neler oluyor? Nedir bu gürültü?” “Bu, benim arazime el koydu,” dedi Kanat. “Hey, niye yalan söylüyorsun?” dedi Marat. “Hangi arazi? Şu çiçeğe duran, meyve vermeye yakın olan iki armut ağacı kimin ha? Şu filizleri toprağın üzerine çıkmaya başlayan patates kimin ha? Benim. Kim kullandıysa, yer de onun.” “Tapuda benimdir.” dedi Kanat biraz yatışarak.“Tapu yeniden yazılacak,” dedi Marat, “Çünkü ta başta adil bölünmemiş.” “Adil bölünmüş,” dedi Kanat öfkesini bastırmaya çalışarak. “Ben burada doğdum, burada büyüdüm. Babamın toprağı!” “Babasının toprağı,” dedi yarım muhtar. “Kolhozun eski üyesi. Savaş gazisi. Özel bir kararnameyle fazladan pay verilmişti. Bu civardaki birkaç eve. Yirmişer ardan. Senin, senden önceki ev sahibinin arazisi diğer herkesinki gibi, on arlık. Sen de biliyorsun, tapuda yazıyor.” “Kapat çeneni!” dedi Marat. “Biliriz tapunun nasıl yazıldığını. Irk ayrımı yapılmış. Şimdi senin Sovyet hükûmetin yok. Devir değişti. Ben farklı milletten olsam da, Egemen Ülkenin eşit haklara sahip vatandaşıyım. Böyle bir zorbalığa göz yumamam.” Yarım muhtar, ne yapacağını şaşırdı. “Bizde hiçbir ayrımcılık yok,” dedi. “Eskiden Sovyet zamanında nasıl paylaştırıldığından ben sorumlu değilim. Ben şu an elimdeki belgeye bakarım. Yer, Kanat’a ait. Tapuda öyle yazıyor.” “Şu, Aladağ’ın eteğindeki sovhozun elma bahçesinden kopardığın beş hektar yer hangi tapuda peki?” dedi Marat. “Yahu, iftira atma, oğlum,” dedi yarım muhtar tırsarak. Boğazını temizledi, gövdesini dikleştirdi. “Bizim Egemen Ülkemizde ırk ayrımı yok. Herkes eşittir. Kazaklar ise… Kazaklar; ev sahibi olduğundan, bütün sorumluluğu üstlenmeleri boynunun borcudur. Bütün işlerde öncü olmalılar. Bütün halka. Bağımsızlık bahtın, Egemenlik sloganındır. Ülke sizin. Hoşgörülü olun, delikanlılar. Ülkemizin parlak geleceği için her şeye katlanacaksın. Halklararası skandala yol vermek, suç. Devlete karşı suçtur. Bizi bağımsızlığımıza kavuşturan Elbaşı’na engel çıkarmak demektir. Eğer,” dedi yarım muhtar, Kanat’ı baştan ayağa süzerek “herhangi bir dargınlık, ayrımcılık olursa, buna yol verirsen, sorumlusu sen olacaksın. Mahkemede cevap vereceksin. Hadi, delikanlılar! “Öfke, düşman” demişler, şu Kanat’tan gözünüzü ayırmayın. Toprak meselesi, bütün dünyadaki en çetin meseledir. Akılla, sabırla çözmek gerek. Ben gidiyorum,” diye ekledi. “İlçede büyük bir toplantı var. Muhtar ağabeyin yokluğunu hissettirmemek gerekiyor. Hadi, gençler, göreyim sizi,” diyerek neşelendi. “Her şeyi söyledim. Sorumluluğun büyüğü sizde. Kanat, sen akıllı bir gençsin,” deyip oradan ayrıldı.

Akıllı genç Kanat, yumruklarını sıkıyor, dişlerini gıcırdatıyor, zangır zangır titriyordu. Diğerleri de şaşkın ve heyecan içindeydi. Marat, keleş keleş sırıttı. İlçedeki önemli toplantıya acele eden yarım muhtar gözden kaybolana kadar gevrek gevrek gülerek dudağını büzmüş duruyordu.

Burada halklararası skandala sebebiyet vermeleri olası ahretlik komşular Marat ile Kanat’ın dış görünüşlerinden, boyundan posundan bahsetmek yerinde olacaktır sanırım. Marat, gerçekten de hangi milletten olduğu belli olmayan, farklı bir tipti. Gözleri mavi, burnu sivri, basık alınlı, geniş yüzlü, dişleri öne çıkık, ağzı büyük, esmer biri. Ya Rus ya Tatar. Ya Özbek ya Ermeni. Ya Tacik ya Kalmuk. Ya Azerbaycanlı ya da Dağıstanlı. İyice kurcalarsanız bildiğimiz Kazak olması da işten bile değil. Velhasıl, Kruşçev ile Brejnev’in hayalini kurduğu Sovyet insanının ilk başarılı örneklerinden. Rusçası var, Kazakçaya hâkim. Başka hangi dilleri bildiği bilinmez. Belki yukarıda adı geçen halkların hepsinin dillerini bilir. Ancak şu ana kadar ne böyle bir niteliği ne de başka bir niteliği görüldü. Sovhoza bir yerlerden göç ederek gelen, bedava, hazır eve giren sıradan şoförlerden biri. İnsanı zaman yaratır, derler. Kazakistan bağımsızlığını aldıktan sonra talihi yaver gitti. Ve gün be gün işleri tıkırında yürüyordu. Az kalsın unutuyordum, Maratımızın boyu bir altmış kadar, sıska, bücür.

Kanat ise iri kıyım Kazak yiğididir. Omuzları geniş, gövdesi körük gibi, bacakları mertek gibi. Yumrukları tokmak gibi. Sanki Abılay Han’ın zamanındaki teke tek çarpışmaların bahadırı dersin. İnsan bakmaya doyamaz. Sadece endamına değil. Yüz güzelliğine, yakışıklılığına da. Buğday tenli, kara gözlü, düz, ince burunlu, hilal kaşlı, güzel bıyıklı. İçkisi, sigarası yok. Tek eksiği, okumamış olması. Bu da eksiklik değil ya gerçi. Bugünlerde eski okumuşların hepsi pazarda çarşıda. Bu ise evinde. Bir inek, beş koyun, azıcık arazisi geçimini sağlamasına yetiyor. Önceden de durumu fena değildi. Sovhozda başarılı bir biçerdöverciydi. İki kez ilçe, bir kez il gazetesinde resmi çıktı. “Emek Kahramanı” madalyası da var. İşte bu kadar hoş biri. Demir gibi sağlam, gücü kuvveti yerinde bir delikanlı. Değil Abılay Han, daha eski olan Yesim Han devrinin baturları görünümlü. Marat ise az önce dediğimiz gibi, serçe parmağı kadar bir şey.

Efendime söyleyeyim. İşte bu Marat, kurbağa ağızlı, basık alınlı, bodur Marat, aniden kendisinin yaptığı çitten atlayarak geçti ve babayiğit Kanat’ın üzerine yürüdü. Bununla kalmadı, yaklaşır yaklaşmaz yüzünü tırmaladı. Sonra burnuna, ağzına pat küt yumruk salladı. Sonra ise saçına yapıştı. Bodur, çelimsiz Marat. Bizim dağ gibi Kanat, batur, pehlivan Kanat ise önce afalladı. Sonra kendine gelip; hayır, vurmayacaktı, kaslı yumruklu uzun kollarını kaldırarak kendini korumak istedi. Orada duranlar, hemen davrandılar. Biri önden, diğeri arkadan sardı. Biri kollarından, diğeri ayaklarından tutarak kımıldamasına izin vermedi. “Eyvah, eyvah!” diyorlardı. “Halklararası skandal olmasın. Başımıza bela olacak. İçeri atılırsın. Sadece sen değil, hepimiz yanarız. Ortalık karışır, milletin huzuru kaçar!..” Zaten kavga etmek aklından geçmeyen, sadece başını korumak isteyen Kanat her tarafından sıkıca tutulunca millî gururu zedelenip canı yanan Marat, fırsatı kaçırır mı hiç, bir güzel vurdu ona, tırnak attı, tartakladı. Koca Kanat’ın o güzelim yüzü gözü kan revan içinde kaldı. Uzun, kalın saçları darmadağın oldu. Kolay bir şey yok. Sonunda enternasyonalist gençler, halklararası skandalın daha da büyüyerek çığrından çıkmasına yol vermediler. Çırpınan, debelenen, kavga etmek için değil, ağzını yüzünü korumak için hamle yapan Kanat’ı sımsıkı tuttukları gibi yaka paça götürdüler. Zorba düşmanının yüzü ters dönünce ensesine vuran, kafasından yedi saç telini tuttuğu gibi koparıveren Marat, araya giren gençlerden ikisinin kıçına tekme attı, ikisinin de ayağına çelme taktı. Hepsine küfürler savurarak güç bela sakinleşti. Sakinleşmeyip de ne? Kaçan düşmanı evine kadar kovalamadı. Kendisinin fethettiği yeni toprağın sınırlarından uzaklaşmadı. Arada bir “Başka kim var? Hadi çıkınız ortaya! Kalbitler…” diye cıyaklayarak ve gözlerinden ateş püskürterek kollarını sıvamış hâlde döndü durdu.

İlk kanlı mücadeleden sonra nihai gücüne erişen Marat, ahretlik komşusunu sabahın köründen gecenin karanlığına kadar gözetleyerek günde hiç değilse bir kez hırpalamayı âdet edindi. Kanat, bahçe tarafına çıkmaya görsün, anında hücuma geçer, alçak çitten atladığı gibi olanca gücüyle koşarak gelir, dazlak kafasıyla karnına vururdu. Sonra bacaklarının arasına tekme savurur, yüzünü tırnaklardı. Son olarak da elleri saçlarına kenetlenmiş hâlde kafasını aşağıya doğru bastırarak “Şimdi söyle bakalım, yer kimin?” derdi. Korkusuz Kanat, hiç çekinmeden “Benim!..” derdi tıslayarak. “Nah senin!” Saçlarına kenetlenen ellerinden birini gevşetip pat diye ağzına vururdu. “Bugünlük bu kadar ders yeter.” Kanat’a gelince şu kırma piç bodura bir kerecik vurdu mu hakkından gelirdi. Ama halklar arasında husumet ve nefret oluşarak yarın bir gün tüm köyün huzuruna mal olabilir, sonu ise büyük skandala dönüşebilir. Bağımsızlıktan daha değerli bir şey mi olur? Ülkenin sahibi konumundaki milletin temsilcisi, sabırlı olması gerektiğini iyi biliyordu. Yani Egemen Ülkemizin şuurlu vatandaşı olan Kanat, kimilerine göre bin yıl, kimilerine göre üç yüz yıl, bir başka bilgiçlerin dediğine göre yüz elli yıl sonra güç bela elde edilen bu kutsal bağımsızlık yolunda, bağımsızlığın güzel geleceğine giden yolda bir kurbandı. Fazla oldu. Ne kurbanı? Daha yaşıyor, bir ay boyunca yediği dayağın toplamı etse etse ancak bir kâse eder. Hiç olmazsa “börk içinde”, “yen içinde” diyecek kadar kafası yarılmadı, kolu kırılmadı. Bazı gençler, içki içince sokaklarda düşmekten ağzını burnunu dağıtıyorlar ya! Ağzın burnun lafı mı olur, allasen! Gönlünün ışığı olan iki gözü sağ olsun yeter.

Kanat; baştan beri kafasını değil, gözlerini koruyordu. Marat ise şimdilerde tırnak atma ve parmağıyla kurcalamada giderek ustalaşıyor. Bunun için ne olur ne olmaz, derhâl kaçmayı yeğliyordu. Bir keresinde şaşkınlıktan bahçenin bir köşesindeki tuvalete saklandığı da oldu. Bazı arkadaşlarının dediklerine göre tuvalette işini görüyormuş. Gırgır geçiyorlar. İşini görmüyordu. Çıkıyordu. Eve doğru kaçacağına tekrar içeriye girdi. Yüzsüz Marat da peşi sıra girdi ve basık, daracık yerde pataklamaya koyuldu. Sadece pataklamakla kalmadı. Başını oradaki deliğe, şehir evlerinin tertemiz klozeti değil, ağzına kadar dolu o deliğe sokmak istedi. Ama neredeee? Kanat, saçlarının çekilip yolunduğuna bakmaksızın var kuvvetiyle direndi. Gücü yetmeyen Marat, çaresizce yüzüne gözüne pata küte indirmekten o denli yoruldu ki sonunda vazgeçti.

Kimi zamanlar bir halkı hatta çok kalabalık ve büyük bir halkı bile yok olmaktan tek bir kişi kurtarabilir. Söz gelimi, Jeanne d’Arc. Söz gelimi, cephede düşman siperini gövdesiyle kapatan Aleksandr Matrosov. Eğer kanlı savaş olsaydı, bizim Kanat da böyle bir kahramanlığı yapardı. Buna delil, Marat’la aradaki sürtüşmelerde sergilemiş olduğu büyük metanet ve muazzam bir tahammül gücü. Gerçekten de bunun gibi yiğitlerin sayesinde değil bir köyde, tüm ülkemizde onlarca ulusun temsilcileri huzur içinde yaşamlarını sürdürmüyorlar mı? Yoksa ne bağımsızlığı? Çoktan Afganistan’a dönüşürdük. Sadece ülkenin içinde değil, dış dünyayla da böyle bir sağduyulu siyaset güdülüyor. Bu, tabii, bizim hikâyemizin konusu dışında bir mesele. Yalnızca yeri gelmişken sevincimizi paylaşmak istedik. Gerçekten de sadece yurtta değil, cihanda da barış olması ne güzel olurdu. Nasıl şükretmezsin?

Böylelikle Rahman Ata köyü, halklar arasındaki karşılıklı anlayış ve huzurlu işsizlik şartlarında sessiz sakin, rahat bir hayat sürüyordu. Gerçi ya Özbek ya Kalmuk ya da Rus veya Tacik olan Marat Mirzo-yev-yan-zade-pulo, ateşkesin ilk günlerinde ülkenin sahibi, bağımsızlığın teminatı olan Kanat komşusuyla arasında belirlenen arazi sınırının da yanlış olduğu kanaatine vardı ve her gün yarım metre ilerlemesini sürdürdü. Sonra bu tekdüze hayattan ve verimsiz hareketten usanmış olsa gerek, çitini kaldırdığı gibi arşınlayarak soluğu en uç sınır çizgisinde aldı. Buranın en uç sınır olduğunu söyleyen de kendisi. Böylece hakiki adaleti sağlamış oldu. Bir zamanlar iki tarafına iki emekçinin yerleştiği otuz arlık arazinin yirmisi çoluk çocuğuyla köyün eski yerlisi olan, yaşlı savaş gazisine, kalan on arı ise bilmem neyi geliştiren, önünü açan, koruyan kollayan, hami, yani iyi cins soydan gelen bekâr ve yalnız, ayyaş bir yabancıya verildiyse; artık tam tersi bir durum söz konusu. Aslında tam tersi bir durum değil söz konusu olan, azıcık bir değişiklik yapıldı. Dili saldırıya uğrayan, hak ve hukuku ayaklar altına alınan, manevi ve daha birçok baskıya maruz kalan Rus dilli Marat’a yirmi üç ar, ülkenin sahibi, bağımsızlığın teminatı, halklararası anlayış ve saygının temel taşı Kanat’a ise yedi ar.

14.Genel olarak Orta Asyalılar için kullanılan aşağılayıcı, kaba bir sözcük (Ç.n.).

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺42,37

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
280 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6981-37-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre