Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ay ile Ayşe», sayfa 2

Yazı tipi:

KURBAĞA

Dünyanın yüzü çok değişik. İnceleyip de bitiren kimse yoktur onu. Bazen serap gibidir, bazen ise civa. Aspara’nın buzul dağından kaydığı gibi nereye düştüğü belli değil. Mesela, Murtaza. Talas Aladağ yamaçlarında dünyaya gelir, sonra Uzakdoğu ormanının çam ağaçları dibinde kemikleri gömülür diye kimin aklına gelirdi ki?

Hey gidi dünya, hayallerden yaratılmış gerçeklerle canı acıtılmış koskoca dünya! Hayalinin peşine düşüp de sonuna kadar yetişebilen kim var acaba? Böcek ve haşerat, yılan ve çıyan, hepsi yaşamak ister, diri olmak ister. Belki onlar da tahayyül ederler. Biz ne biliriz, karıncayı ezer, kuşu cıvıldatır, yuvasından yumurtalarını alırız. Civcivi yakalayarak seveceğiz diye işkence eder, günah işleriz. Meğer her şey beyhude imiş.

Çocukluktandır belki.

Çocukken Talasbay denen bulak suyunda yüzen kurbağalara ok fırlatır, taş atardık. Kurbağanın acı halini kendi gözlerimle gördüğümde korktum ve bundan sonra kurbağalara kötülük yapmamaya ant içtim.

Ayşe, beni Jalbız bulağında başımı daldırarak epey dövdükten sonra, ertesi gün yine kardeşim Batırhan’ la beraber kaldık. Evde deli tavuk gibi dolaşıyordum. Ayşe pancar toplamaya gittiğinde tembihlemişti: “Eğer evden çıkarsan, dün çektiğin az değil, yoksa!” demiş ve içine ayran koyduğu kavanozu çuvalın içine koyarak gitmişti.

Orada oturdum, beride oturdum. Bir Kurmaş’a baktım bir Batırhan’a baktım. Vakit geçmek bilmedi. Bir ara Batırhan’ın hıçkırığı duyulmuş gibi oldu. Belki dışarıya çıkmayı o da istiyordur. Talasbay bulağı tarafından gürültü duyuluyordu. Sabredemedim. Çocuğu arkama atıverdim. O da alışmış düşmemek için boynumu bembeyaz parmaklarıyla sıkarak tuttu. Kurmaş’a evde kalmasını sıkı sıkı tembihledim ve dışarıya çıktım.

Evvela, Berdımbet deresinden, sonra Salbi deresinden geçtik. Kötü hırçın bir köpek havladı. Talasbay bulağına geldik. Öser, Joldasbek, Amanbay, Surapaldı, Tılepaldı, Süleyman herkes bulağın başında oynuyordu. Henüz İkinci Dünya Savaşı’nın olmadığı günler. Yanlarına yaklaşarak, Batırhan’ı yere indirdim ve hem o hem de kendim çömelerek oturduk. Onlarla beraber oynamaya pek istekli değildim. Çocuk tekrar suya dalarsa diye korkuyordum.

Onlar, neden gelmiyorsun der gibi şaşkın şaşkın baktılar ve tekrar cumbadak suya daldılar. Yeniden “nefes alınmaz” oyununa başladılar. Seyrediyordum. Kurnaz Joldasbek habire kazanıyordu. Dışarda ise Kenes “bir, iki, üç…” diye sayıyordu. Joldasbek suya dalar, sonradan tekrar gururlanarak çıkar. Ben olsaydım, hep suyun dibinde yatardım, bu ise hızla çıkar. Yine de kazanıyordu.

“Ne kadar da kurnaz.” dedim. Yanıma Amanbay sokuldu:

“Hadi gel, sen yoksun. Çocuk bizi mahvetti.” dedi. O kadar yumuşak, kız gibi göklerde uçarcasına nazik birisiydi. Yıllar sonra Almatı’da Köy Tarımcılık Enstitüsünü Öser ile birlikte tamamlayarak, Aktöbe Eyaletine tarım mühendisi olarak atanmışlardı. Yıllar geçti ve bu çocukluk dostlarım yıldırım üzerlerine düşünce öldüler. Mekânları Cennet olsun! Kolahan ismindeki babası Murtaza’nın dostuydu. Sessiz ve sakindi. Beni gördüğünde sadece başımdan okşardı. Tasbet, Juankul gibi hakaret etmezdi.

Amanbay yine:

“Hadi gel.” dedi. Ben nazlanarak seslenmedim.

“Gel Barshan.” dedi. Başımı asarak oturuyordum. Dün Ayşe’nin gelip beni döverek götürdüğünü biliyordu. Anlıyordu ama ısrar da ediyordu. Suya dalar sonra derhal çıkardı. Ciğeri dayanamıyordu. Bana kalsa, sukamışı tutarak yatardım suyun dibinde. Sukamışından tutmasını bilmezdi herhalde, ondan hızlıca dışarıya fırlardı. Çok zayıf kara bir çocuktu. Joldasbek ise kurnazdı hemen müteakiben çıkar, kazanırdı. Kısa boylu, şişmandı. Amanbay’ ın üzerine asılır binerdi. Zayıf çocuk zor ayakta durur onu kaldıramazdı. Köprüden oraya buraya yalpalayarak geçerdi. Kurnaz Joldasbek atı teper gibi ciğerlerinde tepinerek:

“Hadi eşeğim, hadi!” diye zorlardı.

Dayanamadan Batırhan’a:

“Hiç hareket etme!” diye tembihleyerek gittim yanlarına. Kurnaz Joldasbek’e:

“Hadi, gel, davay!” dedim. “Davay” kelimesini Yevgenyevka kasabasının Rus çocuklarından duymuştum. Üç veya dört kişiydiler, çilli yüzlü, sarışın saçlı çocuklardı, toplanarak beni dövdüklerinde “davay, davay” diye vurmuşlardı. Davay, hadi demekti.

Boğazı şişmiş Kenes de “davay” dedi. Joldasbek ile suya daldık. Su altında sukamışlarının dibinden tutunup buz kesilmiş halimle gözlerimi açarak Kenes’in saydıklarını zar zor duyuyordum. Dışarıda bir gürültü duyuldu. O Joldasbek idi, nasıl dayanmadan fırladığını da duydum. Yalnız kavga çıkmasın diye bekledim. “Yüz!” dediklerinde aheste aheste çıktım.

“Kurnaz!” dedi Joldasbek. “Sende bir şey var!”

“Ulan serseri, ben daha iki yüze kadar yatardım, Batırhan’ı merak ettiğimden çıktım.” diye Batırhan’ın oturduğu yere baktım. Çocuk çömelmiş öylece duruyordu. Öncesinden çocuklara doğru bakardı. Bu sefer dimdik oturan bebek nane otunun büyüdüğü yere bakarak dona kalmış gibiydi. Sonra bir çığlık kopardı.

“Ne oldu?” diye koşarak yanına gittim. Bana bakmıyordu. Kürdan gibi çift parmaklarını nanenin dibine doğru işaret ederek gösteriyordu. Baktım ve baktığım gibi bütün vücudum titredi. Batırhan’ı sürüyerek geri çektim.

Alaca bulaca siyah bir yılan halka çizer gibi yatıyordu. Ölmüş gibi gözleri vardı, ağzını genişçe açarak uyukluyordu. Ağzında ise kurbağa… Kurbağanın başı gözüküyordu, diğer tarafları ise yılanın ağzının içindeydi. Yılanın gözleri kâh kapalı kâh açık, kıvrım kıvrım kıvranıyordu. Kurbağanın gözleri ise patlar gibiydi. Cızır cızır kızgırma gibi zayıf bir ses çıkarıyordu. Oyun oynamayı bırakan çocukların hepsi yılana bakıyorlardı. Herkes ürkerek kurbağa yutan yılanı görüp geriye doğru çekiliyorlardı. Yılandan korkuyor zavallı kurbağaya da acıyorduk. Bir şey yapamıyorduk. Yılan birden sıkışarak nane otlarına doğru kıvrana kıvrana çekilmeye başladı. Hepsini yutamıyordu. Kurbağa hala ağzındaydı.

Yanına kimsenin yaklaşmaya cesareti yoktu. Hangi güç, hangi kudret ise, ben de bilmiyorum. Yalın ayak duruyordum. Yalın ayağımla birden yılanın başına teptim. Yılan kıvrandı. Ağzından zehir fışkırtarak zıpladı. Hareket edip suya doğru yönelerek dalıverdi. Kurbağa biraz hareket etmiş gibiydi ama sonunda hiç kımıldamadan yere yapışmış gibi dona kaldı. Yılan her şeyini çekmiş. Ölüverdi. Göz önümde öldü. Hayatımda ilk defa göz önümde can veren bir canlıyı gördüm. Hayır, yalan! Ondan önce kendimiz ok atmış, sapanla taş vurmuş çoğunu öldürmüştük. Yine de bu ölüm her şeyden farklıydı.

Sonradan güçlü olanın zayıfı nasıl ezdiğini, öldürdüğünü çok gördüm. Her şahit olduğumda, kurbağa ve yılan aklıma gelir.

Dünyada her şey böyle olup bitiyor. Değişmedi hiç. Sadece nasır bağlanan, çatlak yarasına toprak yapışan tabanıyla adaletsizliği tepebilen adam bulunamıyor. Önceden olduğu gibi şu anda bende de o cesaret yok.

NOHA İLE ORHA

Mamıt dedemin Orha, Noha, Korğanbay isminde üç oğlu vardı. Asem, Gülzeynep, Sedepgül, Olcagül isminde dört kızı vardı. Hepsinin anası, Arzıgül ninemdi.

Bu evde çocuk çoktu, hakikaten çarşı pazar gibiydi. Mamıt dedem sert bir karaktere sahipti. Her ne kadar soğukkanlıysa da Toksanbay dedenin sülalesini geçindirirdi ve mal-mülkünden paylaşarak bir şey vermese de, hep medet beklediğimiz evimiz gibiydi. Fakat paylaşacak zenginliği o kadar da çok değildi.

Yine dedemizin evinden çıkmayız. Arzıgül ninemin gönül genişliğinden olsa gerek, hiç gidin demezdi. Kışın kapalı günlerde o ev bizim için sıcak yuva gibi olurdu. Köyümüzde tüm gazetelere abone olan, birkaç kitabı olan tek evdi. Gazeteleri okuyup anlamasak da, büyüklerin okuduğu hikâyeler, ders görmüş gibi yetiştiğimiz mektep gibiydi.

Babamın kendi elleriyle yaptığı okula gitmek istedim. Herhalde, yıl 1940 idi. Uzakta, meçhul Sibirya’da, “Murtaza vefat etti!” ölüm haberinin ulaştığı yıl idi. Ayşe’nin ümit kestiği, her tarafı karanlığın kapladığı sene idi. Ben sekiz yaşıma ya geldim, ya gelmemiştim.

Okula fevc fevc akan çocukların arasında ben de vardım. Öğretmen beni kabul etmeyip geri çevirdi. Niye geri çevirdiğini hatırlamıyorum. Sınıftan çıkartıp eve gönderdi. Hala hatırımdadır, 1937 yılında Murtaza tutuklandığında bu öğretmen tanıklık etmişti. Sonradan aklımı biraz kurcaladığımda hatırladım. Bana da, halk düşmanının çocuğu demişti. Ağlayarak eve doğru gidiyordum. O esnada önüme Noha amcam çıktı.

“Kim ilişti sana?”

“Kimse…”

“Eee niye ağlıyorsun o zaman?”

“Öğretmen okula almadı.”

“Hangi öğretmen?”

“O işte, o…”

Ben ismini söyleyemedim. Zaten hıçkıra hıçkıra ağlamaktan konuşamadım.

“Gel.” dedi Noha başımı okşayarak.

Yol üzerindeki dereyi geçerken kum kaynağından çıkan pınara götürüp elleriyle elimi yüzümü iyice yıkadı. İhtimal, biraz pislenmişimdir. Cebinden mendili çıkartıp yüzümü silerek temizledi. Biraz uzamış saçlarımı sulayarak kendi tarağıyla düzeltti. Elimden sıkı sıkı tutarak sınıfa geri götürdü. İri yarı kaba öğretmeni bir kenara çekip konuşmaya başladı. Biraz tartıştılar. Öğretmen, sinirli bir şekilde:

“En arkadaki sıraya geç otur.” dedi. Ne defterim ne de kalemim vardı ama ben ilk defa talebe olarak sınıf sırasına oturdum. Noha amcam, komsomolların yani komünist partisinin genç kolunun başkanıymış. Öğretmen, başkan olan Noha’nın dediklerine bir şey diyememiş.

Ertesi gün Noha amcam bana Borandı ilçesinden alfabe kitabı, defter, siyah kurşun kalem, renkli kuru boyalar getirdi. Ayşe, eşyalarımı içine koyacak çantayı kumaştan dikmişti. 1941 yılının sonbaharında Noha’yı askere götürdüler. Alnı açık, ay yüzlü, yakışıklı bir delikanlıydı. Mamıt dedem gözyaşlarıyla sakalını ıslatarak ağlıyordu. Onun bu kadar üzüldüğünü gördüğüm ilk, o andı.

Ondan sonra Orha’yı da götürdüler. Orha, daha evvel Fin Kış Savaşı’ na katılmıştı. Bu sefer Mamıt dedem, hıçkırıklara boğuldu. İki oğlunun ardından dönemeyeceklerini hissetmiş gibi uzun süre ağladı. Son mektup, Kurlandiya Kuşatması’ nda olan Noha’dan geldi. Ondan sonra haber kesildi. Şimdi elimde ortadan yırtılan yarım resmi var. Asker üniformalı. İnsan bu kadar necip olur.

Bana bakıyor. Dili yok. Ben altmışı geçtim. Yaşlandım. O hâlâ genç, delikanlı duruyor. Evlenemedi bile. Nesli de yok. Hiç olmazsa kâğıtta ismi kalsın diye romanıma kattım. Akrabalık merhametine az da olsa karşılık vermeyi düşündüm, elimden gelen iyilik bu kadar.

Allah imanınızla necat buldursun, amcalarım.

KAMKA

On yaşıma yaklaşmıştım. Savaşın ikinci seneye geçtiği zamandı. Siyah keçimiz tarladan dönmemişti. “Birisinin ahırına mı girdi?” diyerek Ayşe ile birlikte dere kenarında ayakta duran evleri gezdik. Bulunmadı. Derenin tüm köşe kıyısına kadar baktık. Yine de yoktu. Geceleyin Ay gözüktü. Ayşe Ay’a kederlenerek baktı:

“Üç yetim çocuğuma merhametin yok mu? Hangi günahı işlediler onlar?” diye hıçkırıklara boğuldu. Ay konuşmadı. Ay’ın zayıf ışığıyla Ayşe’nin gözlerinden akan yaşlar parladı. Siyah keçi kaygısı ahir zaman gibi ağır olduğunu hissedip yüreğim ağrıdı.

Sabah hayvanların tarlaya çıkma zamanı gelince, Ayşe ile birlikte yine siyah keçiyi aradık. Her evden koyun ve keçiler seyrek seyrek çıktılar. Eşeğe binen pat burunlu Eralı dede onları bir araya getirip tarlaya yöneldi.

“Siyah keçi nerede?” diye Ayşe sordu.

“Kayınço, siyah keçi yere mi battı? Nerededir?”

“Allah Allah! Hâlâ bulunamamış mı?” diye ihtiyar şaşırdı.

“Şimdi ne yapacağız?”

Derenin öbür tarafında yerleşen evin yanından:

“Ayşe! Kızım!” diye zayıf bir ses duyuldu.

Basık evin kapısının önünde alçak sandalyede Kamka oturuyordu. Ayakları çok eskimiş kaftanla sarılıydı. Kam-ka malul idi. Güneşin gözü görünse, kapının önüne geçer, taş kesilir otururdu. Onu da kapıya kadar gelini Münire getirirdi. Kamkaların evi derenin doğu tarafında, bizim ev ise batıdaydı.

Kamka iğne ipliğe dönen elleriyle çukuruna kaçan yorgun bakışlı gözlerine siper ederek:

“Ayşe, dünden beri ne arıyorsun öyle?” dedi.

“Ah, nineciğim! Murtaza’nın kemiklerini mi arıyorum sanki. Siyah keçiyi arıyorum.” dedi Ayşe ah u efgan ederek.

“Hay Allah! Şu keskin acı acı konuşan dile bak!” dedi Kamka yorgun haliyle.

“Benim dilim acı olmasın da kimin acı olsun ki? Yavrulanmak üzere olan yapayalnız keçim kayboldu. Doğarsa, bu sefer çocuklarımın damakları yumuşar diye düşündüm. Bunlar süt görmeyeli çok oldu.”

Kamka:

“Hey yalan dünya!” diye ah çekti. “Zamanında zengin olan aile evladının açlık çekmesi ne kadar dehşet. Kayınvaliden Künıkey zengin bir kadındı. Millete her zaman ziyafet verirdi. Jolan-Janıs boyundandı. Zengin Berdımbet’ten dul kalmıştı. Senin kocan Murtaza beyaz ata biner, nerede düğün, nerede kökpar yani milli atlı spor oyunu, işte oralarda bulunurdu. Şimdi onların nesillerinin bir kaşık sütten mahrum kalmalarına kim inanır…”

“Ya canım nineciğim, kahrolası şu zenginlik hakkında konuşma, lütfen. Münire pancar toplamaya mı gitti? Sen onu söyle.”

“Evet, az önce gitmişti, beni buraya oturttu.”

“Ben de gidiyorum. Yoksa şu Tasbet yine anne-babama küfrederek canımı burnumdan getirmeye kalkar.” dedi Ayşe.

Tasbet dediği adam tarlada çalışanların başıydı. Münire hanım, Kamka’nın geliniydi. Çocuğu yoktu. Kocası Musa’yı Murtazalarla birlikte tutuklayarak götürmüşlerdi. Malul ihtiyar kadına öz evladı gibi bakardı. Kamka’yı çocuk gibi kucağına alır kapıdaki sandalyeye oturturdu. Allah çocuk nasip etmemiş. Böyle bir kadına çocuk vermemesi ne kadar da acı. Çocuğu, seksen yaşını geçmiş felçli bir ihtiyar kadındı. Her gün ihtiyar kadını dışarıya çıkartır, kapının önüne oturtur, sonra kolhoz yani tarım üretim kooperatifi işlerine giderdi. Sabahtan karanlık çökene kadar çalışırdı. Kamka, sandalyede hareket etmeden beklerdi.

Şimdi de oturuyordu. Tanrı dağlarına doğru gözünü dikmiş bakıyordu.

“Siyah keçiyi hastalık kaptı. Şimdi arayacak gücüm yok. Pancar tarlasına gidiyorum.” dedi Ayşe.

Ben Kamka’nın yanında kaldım. Giderken Ayşe arkamdan yumruklayarak:

“Evde kalan çocuklara bak!” dedi.

Kamka:

“Ayşe, Barshan’ın arkasından vurma!” dedi. Ben ninenin yanına yanaşarak oturdum. Dulavratotu gibi çok hafif avucuyla başımı okşadı. Başımı güneş okşuyor gibiydi. İhtiyar kadın, hafif elini başımdan çekip yorgun gözlerini siper ederek dağa doğru baktı. Ben de baktım. Dağ yüksekliğini siyah orman kaplamış. Yığılan deve gibi taşlar vardı. Bazı yerlerde çayırmelikesi, erkeçsakalı boy almış. Ötede gökyüzüne doğru yarışırcasına uzanan yüksek dağlar.

Biraz sonra Kamka:

“Barshan!” dedi. “Baksana, senin gözlerin keskindir. Şu karayolun ötesinde kararmış çayırmelikesinin dibinde bir şey mi hareket ediyor yoksa bana mı öyle görünüyor? Gözlerim pek görmüyor.”

Baktım. Evet, her yerde çayırmelikesi. Fakat hareket eden bir şeyi göremiyordum.

“Gördün mü?” dedi Kamka.

“Hayır.” diyorum.

“Şu Manas’a doğru bak.”

Manas zirvesi buz kesilmişti. Ondan beriye doğru beyaz siyah orman vardı. Her tarafı kaplayan çayırmelikesine yine göz diktim. Hâlâ hareket eden bir şey gözükmüyordu.

“Yok, bir şey nine.” diye ısrar ettim.

“Göründü. Ben görüyorum. Allah bilir, şu senin siyah keçindir. Yavrulanmış galiba. Git bakalım, git.”

“Ya nine, ama çok uzak. Hiçbir şey görünmüyor zaten.”

“Hadi git bakalım, n’olacak gidiver.”

Karayoluna bir iki kilometre kadar yol var. Çayırmelikeleri daha da uzaktaydı. Çare yoktu, Kamka’nın dediklerine inanmasam da ihtiyar kadını incitmeden yola koyuldum. Ne kadar çok çayırmelikesi vardı. Gidiyordum arkama bakmadan. Çayırda kuşlar uçuşuyorlardı. Paçalı bağırtlaklar korkuya kapılarak hüşümlendiler. Yalın ayağıma diken girip ayağımı acıtır. Kamka beni aldatmamıştır, inşallah, diyorum kendi kendime. Ben göremiyorsam, onun ihtiyar gözleri nasıl görebilir ki?

Moralim bozuldu. Köye dönecektim. Üstelik Ayşe, evde kalan çocuklara bak demişti. Biraz büyümüşlerdi tabi fakat akıl sahibi ben idim. Bir de işçiler başı Tasbet bana harmana gel, taş bastıracaksın demişti. Yontulan, oyulan dev taşlarla buğday bastırırdık. Atı, yontulan taşa bağlayıp buğday bağlarının üzerinden yuvarlatarak ezerdik. Bazen başım dönerdi, at üzerinden düşerdim. Gitmezsen başına bela gelir:

“Ay senin ananı, babanı…” der sonra Tasbet. Halk düşmanının çocuğu, der, Sen de düşmansın, der. İşte ondan korkarak köye dönmek istedim. Birden sanki bir şey melemiş gibi geldi. Sesin çıktığı tarafa döndüğümde büyük çayırmelikesinin dibinde siyah keçim duruyordu. Evvela, şeytan mı diye korktum. Hayır, bizim siyah keçiymiş. Beni gördü ve tekrar meledi. Hemen yanına koştuğumda, küçücük çok güzel iki tane oğlaklarını gördüm. İkisinin de boyunlarında farklı renkte çizgiler vardı. Sevincimden ikisini de kucakladım ve köye getirdim. Oğlakların ipek yünleri yüzümü gıdıklıyordu, ikisinin de ağzı anne sütü kokuyordu.

Akşam Ayşe yetim kalan üç çocuğuna süt pişirip ikram ederek:

“Allah’ım! Buna da şükür, çok şükür!” dedi.

“Ayşe” dedim, “Kamka ninemin gözleri görmez ama nasıl oldu da keçimizi görebildi?”

“Kamka ninen boş adam değildir.”

“Boş değilse, Musa’yı niye döndürmedi?”

“Stalin’in şeytanları ondan daha güçlü. Bırakmıyorlar.”

Pencereden Ay gözüktü. Bizi görünce rahatlanmış gibi bulutların içine girdi. Ayşe sırtımı sıvazlayarak:

“Seni rencide ettim, bundan sonra sana vurmam “Kamka ninen tembihlemişti ya, bundan sonra vurmayacağım.”

ÜÇ KEÇİ

Bizim Jualı ilçemizin kar fırtınasını bilmezsiniz. Dünyayı bir darı kabuğuna sığdıran fırtınadır bu. 1943 yılın soğuk Şubat günleri çok kahırlanmıştı. Her dere başında büzülerek duran evler birbirini ziyaret etmez oldu. Şakpak Dağı niye o kadar sinirliydi, acaba? Bu, bir tek Yaratıcı’nın bileceği meçhul bir olaydı. Orha ve Noha’yı aynı anda savaşa gönderen Mamıt dede bile bu azaba dayanamadan:

“Böyle bir azabı çekmektense, oğullarımla beraber savaş cephesinde olsaydım, daha iyiydi!” demiş.

Kolay kolay yığılmayan güçlü adam böyle diyebiliyorsa, takatsiz kalan, ağızlarında süt kokusu çıkan üç yavrunun annesi dul Ayşe’nin yaşantısı nasıl olacak? “Deveyi, rüzgâr esip götürse, keçiyi gökyüzünde ara.” dememiş miydi dedelerimiz?

Hani yazın bulunan siyah keçinin ikiz oğlakları vardı ya çepiç olmuşlardı. Ayşe:

“İnşallah, önümüzdeki yaz döneminde sütümüz bol olacak.” derdi.

Fakat keçilerimiz açlık çekiyorlardı. Yazın gece gündüz demeden kolhoz işlerine bakan Ayşe’nin bazen gece vakitlerine kadar çalışıp toplayarak getirdiği, sonra iç odada sakladığı otları bitmişti. Yem yoktu. Yem bulunsa, kendimiz yemeye hazırdık. Ambara çalarak sakladığı iki üç çuval şeker pancarı vardı, onu da ateş koruna pişirerek yedik.

Adeta uluyarak bağıran keçilerin çektiği azaba dayanmayan Ayşe yediğimiz şeker pancarının birazını açlığı giderecek kadar doğrayarak verdi. Dişlerine bile değmedi. Tekrar böğürmeye başladılar. Aç keçinin böğürmesini Allah duyurmasın! Aç keçi iğrenç varlık gibi; sakalları karışık, gözleri çakır, adama doğru şaha kalkar. Avrupalıların şeytan resmini keçi şeklinde çizmeleri boşuna olmasa gerek.

Hiç durmadan altı gün boyunca esen kar fırtınası yedinci günün gecesinde dinmeye başladı. Gökyüzü delinmişti. Gökten etrafını aydın halka sarmış olan, gözleri hastalanmış gibi bitkin Ay göründü. O zaman Ayşe yatakta uzanarak yatan bana:

“Kalk!” dedi. “Üzerine bir şey at!”

Ayşe’nin sinirlenmesini siz bilmezsiniz. Erkeğinden ayrılmış dişi kurt da aynı Ayşe de. İkimiz iki çuval, iki urgan alarak dışarıya çıktık. Sessizlik kaplamıştı etrafı. Köpekler bile havlamıyorlardı. Sanki üzerine beyaz kefen örtmüştü açlık çeken köyümüz.

Karayolunun üzerinde dağların yüksekliğine uzanan yolda kolhozun bir tek tınazı vardı. Yazın Moldarayım dedenin tepecik gibi topladığı tınazıydı. Bu diyarlarda ihtiyar Moldarayım’dan kaliteli usta tınazcı yoktu. Tınazı o kadar düzenli ki, bozmaya bile acırsın.

Kar kalın ve sert idi. Hafta boyu esen zehir gibi soğuk fırtına, karı teksif ederek iyice ezmiş. Bazen kürtüne gümbürtüyle düşüp batıyorduk. Ayşe buna memnun değildi.

“İz kalacak.” dedi.

Sanki arkasından avcı izliyordu ve hızına yetişemeyen yavrusuna dönerek bakan bozkır antilobu gibi bana bakıyordu.

“İzlerime basarak takip et.” dedi. “İki adam izi oluşmasın.”

Ayşe’nin attığı adımları uzundu. Ayşe uzun boyluydu. Genç gelin iken zarif ve ince kızmış. Babamız Murtaza ise mekânı cennet olsun kısa boyluydu. Akranları:

“Şu kadını nasıl döveceksin? Seni ikiye katlar.” diye gülmüşler. Evet, Ayşe güçlüydü. Kendisi hem duldu hem de cılızdı. Şu devirde nasıl geçiniyordu acaba, aklım ermiyordu? Ayşe’nin adımlarına benim adımım yetişmez. Ayağımı sağlam atarak zar zor takip ediyordum. Tınaza varıncaya kadar balık gibi terledim, korktum.

Tınaz kemirilmiş gibiydi. Boşluklar oluşmuş. Boşluğuna kar dolmuş. İlk olarak dolan karı ellerimizle zorla temizledik. Sonunda yorgun halimizle temiz otlara ulaşabildik. Otları ellerimizle çekip büyük çuvalın içine sığıştırarak koyuyorduk. Bizim Töskey’in otları ne güzel. Kuzu işkembesinde pişen ağız sütü gibi. Ne eylersin, mal değildik, yoksa hepsini yemek istersin. Birden hoş ot kokusu sardı ortalığı. Soğuk kış değil, neşeli yaz geldi sanki. Keklik otuyla karışan buğday ile çemen otu, sorguç otu ile süpürge çiçeği, kokusu yağlı olan efedra ile pelin otu, kırmızı yonca, malva ile tüylü kısamahmut ve niceleri yaz mevsimindeki gibi buram buram kokuyorlardı. İmkân olaydı da bütün tınazıyı alıp götüreydim. Tınazın oyuğuna yatarak, hiç hareket etmeden uyusam keşke, ne güzel.

Fakat Ayşe bana seslendi. İki çuvalı ayaklarımızla basarak sıkıştırdık ve urganla sardık. Bir çuvalı Ayşe benim arkama yükledi, sonra göğsüme urganın ucunu sararak bağladı. Kendi çuvalını hiç zorlanmadan arkasına atıverdi. Bu şekilde geldiğimiz gibi izlerimizi takip ederek döndük. Altı gün esen kar fırtınası azmış gibi, Ayşe:

“Kar fırtınası tekrar olsa da izlerimizi kapatsa iyi olur.” dedi. Sonra gökyüzüne baktı. Kenarında aydın halka çizilen Ay kederli gözüktü. Gökyüzünde Ay kederlenirse, yeryüzünde yaşayan bizim gibi fakirlere ne çare. Tanrı yar ve yardımcımız olsun. Tasbet’in kahrından muhafaza etsin bizi. Tasbet öğrenirse, Ayşe’yi de beni de mahkemeye verirdi muhakkak. Zaten halk düşmanı, vatan haini denen ölüm mührü vurulmuştu alnımıza.

Geçen yaz mevsiminde Sartay isminde sefalet içinde yaşayan dede mahkûm olmuştu. Kendisi meşhur Momışulı Baurcan’ın yakın akrabasıydı. İşlediği suçu ise; onun bir tek eşeğini Tasbet alıp yaz boyunca siloya götürmüştü ve buğday taşıtmıştı. Bunu gören Sartay ise:

“Ne benim eşeğim gerçekten kayboldu, ne de şu devlet…” demişti. Çok sinirlenmişti. Tasbet bu sözü duyar duymaz hemen polislere şikâyet etmiş. Ondan sonra Sar-tay ortalıktan kayboldu.

O anda bende korku yoktu. Neşeli yaz mevsiminin bir çuval nurunu üzerine almış insanın hiçbir kaygısı olmaz zaten. Fakat Ayşe korkuyordu. Ay’a bakıp bakıp kederleniyordu.

₺47,19

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6853-47-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre