Kitabı oku: «Ay ile Ayşe», sayfa 4
ZİL TAKAN KARACA
“Eski, eski, eski-i-i-de-e-en.” diye türkü söyler gibi başlardı sohbetine Ayşe.
“Bir varmış, bir yokmuş…”
Burada duraklardı. Gece nasıl olsa uzundu. Ayşe onu masal anlatarak kısaltırdı. Hepimiz yataktayız. O sene bizim evde beş kişi vardı: Ayşe, ben Barshan, Kurmaş, Batırhan ve Maşan. Maşan, yeğenimiz olur. Murtaza’nın kız kardeşi Adiye’nin oğlu. Babası Kadir’i 1938 yılında “halk düşmanı” ilan ederek Evliya Ata Taraz kentinde, Karasu’nun üzerinde olan uçurumda vurmuşlardı. Kadir, Pirne, Kasımbek, hepsi Andreyevka Köyü’nün Şanışkı boyundandı. Japonya ajanları imiş. Üçünü de öldürdüler. Öyle olmasaymış Japonya Kazakistan’a saldırırmış.
İşte şu ajanların köyündeki okul dördüncü sınıfa kadar okuturdu. Bizim köyümüzde ise yedinci sınıfa kadar. Kendi köyünde dördü tamamlayan Maşan nerede okuyacak? Borandı ilçesindeki on yıllık ama o da köyünden çok uzak. Elbette, bizim evde kalıp okuyacak. Andreyevka’daki Şanışkı boyundan dördü tamamlayanların hepsini bizim okula verdiler. Hepsinin akrabaları vardı. Kuli Şilmambet boyu ile Şanışkılıların kız alıp vermeleri çok az. Ondandır ki hepsi dayı, amca, kardeş, yeğen olmuş.
Okul başlamak üzereyken sonbaharda Adiye teyzem Maşan’ı getirmişti. Ayşe’ye:
“Maşan bu evde kalıp okuluna gitsin ne olur. Zorlanmayasın. Halinizi iyi anlıyorum. İmkânım olduğu kadar un, patates getiririm.” dedi.
Ayşe ise:
“Maşan için ayrı kazan kaynatmayız. Yoğurtsuz çorbayı çocuklarla paylaşarak içer, ne demek şimdi.” dedi görümcesine.
Maşan’ın gelmesi iyi oldu. İkimiz taylar gibi tepişiriz. Kavga da ederiz, sonra barışırız. Abi yerinde abi idi. Maşan, Ayşe sohbetine başlayıp sözü birdenbire kesince:
“Teyze, ne oldu? Devam et lütfen!” dedi heveslenerek.
Ayşe türkü söyler gibi öksürerek boğazını arıttı ve devam etti.
“Bizim Mınbulak’ta kalın ormanlık vardı. Meşe ağacı burada yetişir, akağaç da var, ardıç, çınar gibi bir sürü ağaç. Şu anda bu ağaçlar azaldı, sadece karaağaç ile kavak kaldı. Onu bile keser odun olarak yakarız.
O ormanlığın içinde ne yok ki, her şey var: şakır şakır öten kuş, bülbül, sarı serçe, cennet kuşu, benek serçe ve niceleri. Gerçekten de kuş pazarıydı. Her bir dalın başında kaynaşan yuvalar. Meşe ağacı ile çınar ağacında aladoğan yaşıyor. Ne güzel bir cennet orası! Aladoğan ile bülbül bir ormanda komşu olarak yaşıyorlar.
Sen ne diyorsun, ayı da var. Ormanın içi dolu çilek. Ayı insan gibi iki ayak üzerine kalkar, dağ çileğini elleriyle toplar, yer. En ilginç olay: bir vakitler ta oralarda ürkmeden, korkmadan karacalar otlarlar. Hayvanların içinde seçilmiş en güzeli. Boyunlarında takılı gümüş ziller çınlıyor. Eğer bu karacaları birisi öldürürse, o adam da cezasını alırmış.
Sıcak Temmuz ayında Turkistan’dan mı Tülkibas tarafından mı bilemem yazlık yaylaya kağan ordusu göçerek gelirmiş. Bizim Mınbulak’a Ak Ordusu’nu yerleştirerek, şarkı türkü söyleyerek şenlik içinde yaşarlarmış.
Kağan özellikle karacaları çok severmiş. Boyunlarına gümüş zil taktırırmış. Onlara elleriyle yem verirmiş. Okşar ve sıvazlarmış. Cesurdur. Belki de büyüleyicidir yoksa yaban karaca yanına adam yaklaştırır mı hiç?
Böylece avcılardan birisi bir karacayı vurmuş. Fakat bu beceriksiz avcı yakalanmış. Kağanın koruyucuları az değildir elbet. Kağan emir çıkartmış; kim karacayı öldürürse, darağacında idam edilir. Avcı bu emri duymamış mı duyduysa dikkat etmemiş mi, sonunda böyle bir belaya maruz kalmış.
Kağanın emri var. Kağan sözünü ezmez. Öfkelenmiş de. Avcı darağacında idam edilecek. Halk toplanır. Kağanın cellatları avcının boynuna ilmiği geçirirler. Fail avcının ayaklarının altında olan kütüğü almak üzereyken:
“Kağanım! Hakkaniyet! Adalet!” diye çığlık koparan bir ses duyulur. Halkın içinden genç bir kız koşarak çıkar ortaya. Tahtta oturan kağanın ayaklarına yıkılır ve sarılır.
Kağan:
“Bu da kim?” diye sinirlenerek kızın omuzlarından tutup kaldırınca, Allah Allah, bu gerçek bir huri! Ağzı ay gibi, gözü gün gibi aydın. Böylesine nur saçan kadını önceden görmeyen Kağan dili bağlanmış gibi akıl yitirerek buz kesilir. Âlemin nerdeyse yarısına sözü geçen, dünyayı titreten güçlü Kağan şu lahzada gücünü yitirmiş, Kağan olduğunu unutmuş, orada çıldırır”
Burada Ayşe biraz duraklamış, başını kaldırıp uyumamışlar mı diye bizim tarafa bakmıştı. Pencereden Ay, eğrilerek odamızı aydınlatıyordu. Maşan başını yastıktan kaldırarak:
“Teyze ne oldu?” dedi.
“Yok bir şey, sizler uyudunuz mu diye…”
“Hayır, uyumayacağız, anlatın lütfen.”
“Benden hikâyeci çıkmaz, önceden duyduğum şeyleri…”
Önceden duyduğu şeymiş. Bunu daha öncesinden başka birisi duymuş, sıra kulağımıza geldi. Nesilden nesile böylece emanet ederek bırakmazsa, nice değerlerimiz kaybolmaz mı? Şimdi ister istemez düşünüyorum, Ayşe’nin anlattıkları ta eski Türk devrine, Büyük Türk kağanlığa kadar uzanır. Bin yılın ötesine dayanır.
“Sonra kızcağız “Adalet, kağanım!” demiş,” dedi Ayşe.
“Adaletini söyle o zaman,” demiş Kağan da.
“Bu benim babamdır.” diyerek darağacın önünde duran avcıyı işaret etmiş.
“Beni cariyeniz olarak kabul edin. Babamı öldürmeyin. Karacayı bilerek vurmadı. Senin suçun yok, çocuklarımın azığı yok, diyerek ok fırlattı o.”
Toplanan millet, Allah Allah demiş şaşkın şaşkın. Kağan kendi kendini toplamış, kavme bakarak:
“Ey halkım, şu meleğin dediğini duydunuz mu? Ne yapayım?” diye sormuş.
Gürül gürül sesler yükselmiş:
“Bırak, serbest bırak babasını!”
“Sevap işlersin!”
“Üzerine kan davasını alma!” demişler.
“Halk istedikten sonra, Kağan yalnız devesini bile kurban eder. Dediğiniz gibi olsun. Fakat…” diyerek cellatlarına doğru bakmış:
“Fakat bu adam emrimi takmadan karacayı öldürdü. Karacayı öldürmeden gözetlediği gözünü kesip çıkartın. Yay çektiği bir elini kesin!”
Kız:
“Kağanım, o bizi, ufak çoluk çocuğunu av avlayarak infak ederdi, şimdi nasıl geçiniriz?” demiş.
Kağan:
“Kağanın kayınpederi açlıktan ölmez. Ben seninle evlenirim. Cariyem değil, eşim olacaksın.“ demiş. İşte kızının akıllı ve güzel olmasından dolayı babası sağ kalmış. Kız evlendikten sonra Kağanın hem sadık yarı hem de danışmanı olmuş. Halk için huzur kaynağı olmuşlar ve mutluluk içinde yaşamışlar.” diyerek Ayşe sözünü bitirdi.
Maşan:
“Teyze, daha yok mu?” diye devam etmesini istedi.
“Yetmez mi, yeğenim, zenginlik istersen, kanaat et. Yarın gece uzun, o zaman anlatırım. Hadi şimdi uyuyun. Sabah derse gideceksiniz.”
Demek Mınbulak’ ta Kağanın yazlık konağı vardı. Beyaz evi dikilmişti. Nereye dikilmişti acaba? Ha… Belki de şu bizim evin durduğu yer Kağan ordusunun yeri idi, a? Çünkü bizim ev, Tanrı dağlarına bakan ilk evdi. Tepecikte yerleşmiş. Kağan ordusunu çukurluğa dikmezler ki. Bir de Mınbulak’ın en güzeli, en durusu şu bizim Jalbız bulak. Onun suyu kevser. Çevresinde yetişen nane kokusu yayılır ve bugüne kadar çilek büyür. Yazın ise bülbül ne güzel öter.
Ayşe suya gönderdiğinde, kovayı yanıma koyar, saydam kaynağa bakar çömelerek otururdum. Uzun uzun otururdum. Derenin başından Ayşe haykırarak:
“Barshan, niye oturuyorsun? Su şeytanının kızı mı büyüledi yoksa? Gel!” dediğinde, kovayı zar zor kaldırarak dereyi geçerdim. İnce yolu takip ederek sık sık nefes alırdım. Köyümden erken ayrılarak Evliya Ata’nın yatılı okulunda okuduğumda da Moskova’da okuduğumda da her zaman rüyama bu kevser bulak girer. Hemen uzanır yüzümü kaynağın içine daldırırım. Fakat doyamıyorum. İçiyorum, durmadan içiyorum, hiç doyamıyorum. Uyandığımda ağzım kurumuş, dilim damağıma yapışmış gibi olur. Hemen kalkar musluktan su içerim. Ama su rüyamda olduğu gibi değildir, tadı farklı, killi ve klorlu. Yatılı okulun ses çıkartan demir yatağına tekrar fırlayarak pamuk tıkanmış yastığa yüzümü bastığımda, yastık ıslanırdı.
Biraz kestirince, Tanrı dağlarının yamaçları, süpürge çiçeği, erkeçsakallı yükseklik, şu yüksekliğin aşağısında bizim ev görünür. İnişteki demir yoldan, trenden atlayarak şu beyaz eve doğru belime kadar uzanan yeşil otları geçer, acele ederim.
Yakınlaştığımda, beyaz ev daha da güzelleşir, büyür, ışıldar. Nice değerli taşlarla çerçevelenmiş Altın Ordu diyorum. Allah Allah, bizim ev böyle değildir diyorum. Boynuna gümüş zil takan karaca yavrusu önümde raks ederek nazlanır. Ona yatılı okulun, içi balçık doldurulmuş şekerinden veriyorum. Hediyem bu kadar.
Üzerinden kırk elli sene geçti. Hiç değişmemiş. Gördüğüm rüyamdan uyanamıyor gibiyim. Benim oturduğum evin zerresi kalmamış. Pullukla dümdüz edilmiş. Evvela pancar, ondan sonra patates ekilmiş. Bir işareti bile yok. Kapının önünde Murtaza dinlendiğinde, sapkın kayanın üzerine otururdu. O da yok. K-700, onu da ufalamış. Fakat benim rüyam bu gerçeği kabul etmiyor. Önümde her zaman Ak Ordu veya Altın Ordu var. Kağanat varken Türk Kağanına bahçe olmuş kutsi toprak. Sırdarya ozanlarından biri:
“İnsanlık gelir, yüz sene hayat sürer,
Kulu evinde ölse dahi bozkırda gömer.
Allahım, imanımla gitmeyi nasip eyle,
Kardeşler bizi nerede arar, ne diye döner?” demişti.
Yüz yaşıma kadar yaşarım, yaşayamam Allah’ın bileceği iş. Allah’ın emaneten verdiği hayatı er veya geç geri alacağından şüphem yok. İşte o zaman, keşke benim kabrim şu Ak Ordunun dikildiği yerde olsa. Ormanlık eskisi gibi olsa. Gümüş zil takan karacalar otlasa. Mezarlığımın üzerinde büyüyen söğüt dallarına bülbül konarak Ay ışığı altında ebediyen sevgi şarkısını söylese.
Hey gidi dünya!
ÇIPLAK KURT
Kurt tüyleri kalındır, keçe gibi sıkı olur. Kurt kürkü giyenler nadirdir. Onu giymek imkâna bağlıdır. Fakat gençlere giydirilmezmiş. Yakarmış. Bıyığı terlememiş genç delikanlı giyerse puluç hastalığına maruz kalırmış. Nesli daha öncesinden yanarmış.
Kurt, yaz mevsiminde tüy döker. Üzerindeki giysiyi o da hafifletir, azaltır. İşte kış mevsiminde kırk derece soğukluğa rahatlıkla dayanan yırtıcı kurt bu. Ondan dolayı avcılar onu kışın avlarlar. Bu canavardan insanlar nefret ederler. Çoğu korkar. Hatta hepsi korkar. Çünkü hayvanlarını yer, ondan sonra herkes ona karşı kin nefret besler. Pekâlâ, insan hayvan yemiyor mu? Yer. Onu niye kimse suçlamıyor?
Kurdun insandan farklılığı, insan her şeyi yer. Bitki ve nebatatı da azık eder. Hatta yılan-çıyanla beslenen millet var. Ama kurt ot yiyemez. Sadece tedavi için çok nadir bitkiler yer, genellikle bitkiyle beslenmez. Ancak hastalanırsa, çok değerli bitki kökünü tadar. Tabiatı böyle yaratılmış.
Kurt sadece etle beslenir. Su içer. İçki içmez. O, Allah’tan şeker şerbet istemez. Meyve de istemez. Onlar, insanın hevesleri. Kurtlar, insanlar gibi doymak bilmeyen, kanaatsiz değiller. İnsan kurt yavrusuna: “aç göz, sırtlan” diyerek hakaret eder. Ama nafile. Açgözlülük, sırtlanlık gibi sıfatlar önceden insanlara aittir.
Allah böyle yaratmış. Kurt yavrusunun suçu ne? Etten başka besin yok. Kurdu kötüleyenleri gördüğümde içimden:
“Ey faziletli hamimiz, bu bendeleri af et.” derim. Gök Börü, bizim faziletli hamimizdir. Gök Türkler zamanında Gök Bayrağa altın iplerle Gök Börü’nün kafası resimlendirilmiş. Boşuna mı oldu bu iş? Hayır, boşuna yapılmamış. Şimdiki Gök Bayrağımıza:
“Kurt resmini işleyelim.” diye teklif ettiğimde olağanüstü akıllılar, akil insanlar, devlet adamları güldüler:
“Ah, şu yazarlar, alâkaya maydanoz konuşurlar.” dediler.
Ne yapalım, çok konuşunca kabul etmek mecburiyetinde kaldım. Her ne ise, gelecek nesil bizden daha ferasetli olursa, belki bunu düzeltir.
“Bu adam ne demek istiyor?” diyorsunuzdur. Demek istediğim, dün konuşulan mevzunun devamıdır. Allah’ın bahşettiği hayatımızın bir günü daha geçti. Bir gece daha geldi. Fakirane serilmiş sofradaki yemeği yedik. Maşan ile birlikte dersimize yarım yamalak hazırlandıktan sonra yataklarımıza uzandık yoksa gazımız biter. Ayşe, traktör şoförlerinden almak zorunda kalır. Bu vakitte traktör bulmak kolay değil. Dışarısı ayaz. Uzanmazsak başka ne yapacağız?
Yorganı öteye beriye çekerek Maşan ile birlikte kavga ediyorduk. Sonra göz görmez karanlık gecede birbirini sıkıştıran tavuklar gibi itilerek sakinleştik.
Maşan:
“Teyze!” dedi.
Ayşe:
“Efendim yeğenim.” dedi.
“Dünkü sohbetimize devam edebilir miyiz?”
“Bu sefer ne anlatalım?”
“Dün bahsettiğiniz Kağan iyi insanmış.”
“İyidir iyidir.” dedi Ayşe iç çekerek. “Zulümatı da az değil.”
“Nasıl yani?” Maşan başını kaldırdı. Kağanın zalim olduğuna inanmıyordu galiba.
“Çok ısrarlısın.” diyen Ayşe yine isteksiz konuşmaya başladı.
“Dün Kağan, zil takan karacaları sever demiştim ya. Karaca hakikaten güzelliği farklı olan hayvan, özellikle yavrusunun yaşaran gözlerine dikkat edersen, ayrı güzellik. Kağan da güzelliğe heveslidir. Güzelliği, letafeti, şirinliği sevmeyen padişah, gaddar, zalim gelir.
Ondan sonra, bir gecede koruyucuların göz kırpmadan bekledikleri karacaların birisine kurt saldırır ve işini bitirir. Kağan ordusu düşman saldırmış gibi telaş içinde olur. Bekçiler ne kadar güçlü olsalar da ormanlıktaki ağaç ve dere başına bekçileri dikseler de yine bir tane karacayı kaybederler.
Kağan sinirlenerek:
“Yakalayarak getirin!” diye emreder.
Askerleri:
“Kurt kuyusunun nerede olduğunu kim bilir?” diye haykırırlar.
İşte o zaman kalabalıkta duran birisi:
“Kağanın kayınpederi avcı değil miydi? Bilecekse o bilir.” der.
Bir gözü ve bir eli kesilmiş kayınpeder:
“Önceden bilirdim.” diye karşılık verir.
“Bilirsen, yürü! Rehberlik et!” der askerleri.
Kurt kuyusu düz yerde olur muydu bilmem, avcılar atlarına binerek, sabırsız av köpeklerini koşturarak dağa doğru yönelirler. Karataş’ın ötesinde olan Korımtaş’a doğru giderler. Semiz karacanın karnını yararak yiyen kurt, etin birçoğunu gövdeye atarak alacalı taş altında olan mağarada uzanmış uyuyor olsa gerek. Kuyusuna yaklaşan avcıların gürültüsünü duyar duymaz başına bir bela geleceğinden endişe ederek hemen kalkar ve dışarıya fırlar. Atlılara göz atar atmaz Korım’a doğru kaçar. Avcılar koşturarak takip ederler. Fakat ıslanmış kaygan taşlar üzerinden atlar koşamaz olur. O anda kurdun peşine av köpekleri düşer. Kartalcılar, şahinlerinin göz siperlerini çıkartırlar.
Sonunda el âlem toplanır, yakalanmış kurdu sapasağlam Kağanın önüne kadar getirirler. Ayakları kalın iple bağlı. Ağzını da deri iplikle sararlar. Dişlerini de gösteremez olur. Sadece sinirinden ateş püsküren gözleri parlıyormuş. Büyüklüğü kapı kadarmış. Ayakları Nametkul’un çekiçleri gibiymiş.
“Hangi çekici?” diye sordum sabırsızlıkla. Çünkü atölyede bir sürü çekicin olduğunu ben çok iyi bilirdim.
“Çivi çakan mı atı nallandıran mı yoksa at arabanın tekerleklerine halka vuran çekiç mi?”
“Sakin ol ya!” diyen Maşan dirseğini böğrüme batırdı.
“En büyüğü.” dedi Ayşe ve devam etti.
“Sonra Kağan konuşmaya başlamış:
“Bunun derisini diri diri soyun!” demiş.
Kağan ne dediyse odur.
“Padişahım, nasıl diri diri soyacağız?” diyen kimse yok. Belki o dönemde de çeşit çeşit kasap vardır. Sağ kurdu bıçaklayıp derisini soyduklarında, kurt ses çıkartmamış. Sadece ateş püsküren gözlerinden bir damla gözyaşı düşmüş. Ne kadar da dikmiş! Kasaplar kurdun derisini soyarak çırılçıplak bıraktıklarında, Kağan:
“Şimdi ağzını ve ayaklarını serbest bırakın!” demiş. Kağan dedi, iş bitti. Kurt, kanı fışkıran çıplak etine, çimen ve küçük taşlar yapışan haliyle zar zor ayağa kalkmış. Ne kadar canı acısa da arka ayaklarına yaslanarak oturmuş, ön ayaklarıyla yere dayanarak Kağanın oturduğu tahta doğru bakmış, sonra kan dolu gözlerini açıp kapatmış, kafasını gökyüzüne doğru kaldırıp ulumaya başlamış. İnsanlar o anda yaralanarak dayanamamışlar, kulaklarını tıkamışlar.
Gök Börü köpek gibi insana yaltaklanamaz. Havlayamaz da, inilti çıkararak ağlayamaz da. Sadece Gökteki Tanrısına derdini döker. Sadece ona itaat eder. Diğer türlü, zaten insanlar evlerinde büyütmekle ve alıştırmaya kalkmakla zahmet ederler. Ortaya bir şey çıkmaz.
Kurt çıplak etiyle titreyerek, gökyüzüne bakarak çığlık atarcasına uluduğunda, kapalı gözlerinden tekrar kan damlamış. Bu kadar işkenceli manzaraya ve çığlığı duymaya dayanamayan Kağan, tahtından kalkıp gitmiş. Bu olaydan sonra, dünyayı aydınlatan Güneş akşam vaktinde batmaya başlamış.
Yeter artık, uyuyun!” Ayşe sustu.
“Daha yok mu?” diyen Maşan da soramadı. Geç vakte kadar uyumak istemedim. Biraz önce pencereden görünen Ay da kayboldu. Evi koyu karanlık bastı. Dirsek batıran, tepişerek duran ikimiz o gece birbirimize kucaklayarak girmişiz. Kurmaş ile Batırhan, Ayşe’nin kucağına yapışmışlar. Hepimiz gözünden kan damlayan, dimdik durup uluyan kurdu düşündük.
Düşünüp uyuduk.
EMİREKUL
Evet, demek ben, Ayşe’nin dediğine göre 1932 yılının 28 Eylül ayında dünyaya gelmişim. Köyümüzde o gün doğanlardan dört beş çocukmuşuz. Kolahan’ın Amanbay’ı, Abiş’in Süleyman’ı, Mamıt’ın Sedepgül’ü. Birisi daha vardı, unuttum. Onlardan şu anda yirminci yüzyılının sonunda gün gibi aydın dünyada yaşayan yalnız benim. Şu anda köyümüzde 1932 yılında doğan benden başka kimse yok. Nasıl ölemediğimi kudreti sonsuz olan Allah bilir. Diğer evlerden farklı olan evimiz hiç mi zorluk çekmemiş?
Ayşe şöyle demişti:
“Murtaza, onun aynı boydan gelen kardeşleri Emire-kul, Nametkul, Sultan, üçü birlikte toprağa sakladıkları bir çuval buğday varmış. Onu kazarak çıkartmaya gücü yetmiyormuş. Tabi her yerde bekçiler ve takipçiler var. Onlar dünün fakirleri. Senin Künikey Nine’nin büyüttüğü fakirleri. Jolan Janıs boyunun kızı, meşhur Töle Bi’nin torunu Künikey Hanım herkese merhametli davranmış. Yetim ile dul kadınlara ev vermiş, mal vermiş. Onun bu iyiliğini vefalı olanlar destanlaştırarak anlatırlar. Fakat bu zamanda zengini kim över ki hemen yok ederler.
O bekçilerin arasında Tasbet de vardı. Sana hamile kaldığımda, iste kurutulmuş tuzlu ete aşerdim. İsliyi bulmak ne-e-e-erdee? Ve ben hep soğan yiyormuşum. Acı soğan yemek olur mu? Sonunda kusmaya başlar, ölürüm zannederdim.”
Evet, demek ben, Barshan, ana karnında bulunduğumdan itibaren acının tadına alışmışım. Çünkü ana karnına ne düşerse, onunla beslenir durursun. Benim hakkımda sert, şiddetli diyerek gıybet ediyorlar. Benim çektiğimi çekselerdi görürdüm ben. Daha doğmadan acı ile zehirlenirse. Belki de beni çiçek hastalığından koruyan acı soğandır.
“Hal böyleyken.” dedi Ayşe, “Sonraki sene yani 1933 yılında Murtaza’yı Tülkibas ilçesinin hapsine atmışlardı. Yirmi sekizinci yılında devletin el koymasından sonra kalan ufak tefek eşyayı tekrar haczettiler. Berdimbet Deresi’nin başında toprağa sakladığımız altı kanat çadır evimiz vardı. Çürür diye Murtaza ile Emirekul kazıp aldılar. Onu da elimizden aldılar.”
Barshan, sen Emirekul Amca’yı bilir misin? Vay Allah, sen nereden bileceksin? O zaman bir yaşındaydın. Emirekul’un oğlu Medethan da bir yaşında idi. İkiniz de aynı yaştaydınız. Emirekul, Murtaza’nın öz kardeşi. Erkeklerden hiç böyle yakışıklı erkek var mıydı? Senin baban gibi değil, uzun boyluydu. Yakışıklılığında eksik yanı yoktu. Erkeğin güzeliydi. Allah mekânını cennet kılsın!
Demiştim ya, Murtaza’nın ablası Nuralı isminde bir Kırgız ile evlenmişti. Bizim Emirekul ise ablasının evine devamlı gidermiş. Çok seviyordu ablasını. Kaderde ne yazılmışsa artık, işte şu Kırgız diyarlarında Şarban isminde Kırgız kıza âşık olmuş. Ne var ki ondan sonra Emirekul Şarban’ı kaçırdı. Sonra Kırgızlar geldi. Olayın ortasında büyük kargaşa çıktı ama dindi.
Ne ise, bir sene sonra çocukları oldu. Medethan adını verdiler. Sene 1933. Babanı Tülkibas hapishanesine atmışlardı. Emirekul devamlı ziyaretinde bulunurdu. Sonra bir gün ilçeden Anarbay denen temsilci geldi. Köyün baş jandarması Keşen ile birlikte Emirekul’un evini bastılar. Evi, şimdiki demir atölyenin yeri idi.
Emirekul’a:
“Haydi, gümüş eyeri ver!” dediler.
“Vermem.” dedi Emirekul.
“Neden?” dedi suç takanlar.
“Bu babam Berdimbet’ten kalan yadigârdır.”
“Baban Berdimbet zengindi değil mi? Sen de ağanın çocuğusun değil mi? Öyle ise ağabeyin Murtaza’nın yanına atılırsın!” dediler dönemin cellatları.
“Bana kalırsa öldür. Sağ iken hiç birşey vermem.” dedi Emirekul.
“Babam Berdimbet şu eyere binerek anam Kunıkey’i ta Töle Bi ilçesinden getirmişti. Bu benim için tarih, bu bir hatıra, anladınız mı?”
Nereden anlasın ilçeden gelen temsilci. Yanındaki polis ile jandarma, hepsi birlikte Emirekul’u döverek, vurarak eyerine el koydular. Genlerinde biten huy mu bilmem o dönemde eyer için değil, insanoğlu karıncalar gibi ezilip helâk olduğu dönemde güçlüyle hiç mücadele etmemek gerekliydi. Sonunda onurundan mıdır Emirekul’un yüreği yandı. Kederden vefat etti.
O sene Murtaza hapisten çıkmıştı. Şu anda savaşta olan Baurcan, o zaman ilçede devlet işlerinde çalışıyormuş. Babası Momış dedemiz Murtaza’yı çok severmiş. Küçük yaşlarındayken Baurcan’ı atın üzerine oturtur hep bizim evimize gelirdi. Kımız içerdi. İşte bu Baurcan sonradan büyüdü, iş yapmaya başladı, Murtaza’yı hapisten çıkartmıştı.
Emirekul vefat ettikten sonra dul kalan, güzel, melek gibi pakize Şarban delirecekti nerdeyse. Emirekul’un öldüğüne bir türlü inanamıyordu. Kayınbiraderi Sarsenbay’a yalvararak Emirekul’un mezarlığını kazarak görmüş, bakmış. Bakmış. Emirekul’un ipince bıyıkları dökülmüş. Sonra görmekten vazgeçmiş.
Akrabalar geleneğe göre Şarban’ı Murtaza’yla evlendireceklerdi. Ben de deliymişim, kabul etmedim. İşe bak, yanımda Murtaza bile yok. Nerede? Kızganmıştım ama boşuna. Fakat zengin Murtaza’nın iki karısı var diye de daha farklı bela, fitne. Ne var dul da gitti yetim de. Kemiklere mühür vuruldu. Dul ile yetim erkekten ayrılabilir ama milletten ayrılmazdı. Zaman da zaman olmaktan çıktı.”
Gece yarısı olmuştu. Öteden Mamıt Dede’nin köpeği durmadan uludu. Ayşe:
“Ey, Allah canını almasın.” dedi köpeğe.
Kim bilir o gece ya Orha ya da Noha vurulmuştur. Ben henüz çocuktum. Fakat şu “Emirekul” hikâyesinden sonra düşünceler kafamı rahat bırakmadı, yine uyuyamadım.
Dağa bakan Ay, pencereye göz kırptı.
“Uyu evladım, gelecekte daha çok şeyler görürsün.” der gibiydi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.