Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ay ile Ayşe», sayfa 3

Yazı tipi:

AY IŞIKLI GECELER

Soğuk Şubat ayının beyaz kar fırtınası bir gün dindi. Cin çarpmasından dinen şaman gibi kesilince, gökyüzü açıldı ve perdesiz pencerede Ay ışığı çiseleyerek duruyordu. İki çuval ot gelince keçiler ağlamalarını kestiler. Uykumuzu rahatlıkla alacaktık. Gece uzun idi. Ayak izlerimiz kapının dışında duruyordu.

İşte o zaman, üç yetimini uyutmak için Ayşe masallar anlattı. Bizim için bu geceler, mübarek geceler gibi Allah’ın rahmetinin sağanak sağanak yağdığı anlardı. Bazen Ayşe’yi tanıyamaz olurdunuz, hemen değişiverirdi. Uzun gecelerde bizlere her türlü hikâyeler anlatarak sanki kendisi de içindekilerini boşaltıyor gibiydi, derdine derman söyler gibiydi.

Bizim halamızın, Köksay’dan Nuralı isminde Kırgız-la evlendiğini, kör kayınvalidesinden duymuş. Babamız Murtaza’nın annesi Künıkey’ın kocasının ikinci hanımı sonradan kör olarak kalmış. Destan anlatır gibi şiir diliyle anlatmaya başladığı anda, bizler içimizden nefes alır dinlerdik.

Meğer zengin Kırgızlarmış. Manas zirvesine ulaşarak yaylaya çıkarlarmış. Yayla ismi Maydantal mıydı Ögızkorğan mıydı, bilemem. Yaylayı kendisi görmese de Ayşe adeta cennet yamaçlarına benzeterek tatlı tatlı anlatırdı. Yaylaya Kırgızlar atla, deveyle, öküzle göç ederlermiş. Üst tarafı zirve, altı ise uçurum, yalın ayak yılankavi yol olurmuş. O zaman Kırgızlar:

“Kazak gelinin gözlerini bağlayın, başı dönerek uçuruma düşer.” deyip halamızın gözlerini başörtüyle sararak bağlamışlar. Buna benzer çok ilginç hikâyeler anlatarak sonunda:

“Şu Kırgızlar, babaların sağ iken sık sık gelirlerdi, ilişkiyi kestiler.” diye ah çekti.

“Abdibek, Susar isminde yeğenlerimiz vardı. Abdibek askerliğe gitmiştir. Sanambübü isminde eşi vardı. Kırgız Ata yani Nuralı eniştemiz ihtiyarladı. Zor oturup kalkıyordur.” dedi.

“Uyumadınız mı?” diye sordu Ayşe bir ara.

“Hayır hayır, daha ilginç şeyler anlatır mısın?” diye rica etti kız kardeşim Kurmaş. Erkek kardeşim Batırhan’dan ses yoktu, uyumuştu herhalde. İşte o anda Ayşe, kendi çocukluğunun tatlı günlerine doğru uzanan yolculuğa çıkar. Göz önüne Kara dağın altında yatan Burıl dağ gelir. Burıl dağın eteğinde yerleşen Yesey ağabeyin köyünü görür. Örülmüş saçlarıyla genç kızcağız yakın arkadaşlarıyla birlikte bir taştan öbür taşa zıplayarak kekliğin yumurtasını arar. Aramaları o kadar ilginç gelir ki dağın tepesine kadar çıkarlar, sonra kızlar aşağıya inemeyip ağlarlarmış. Hepsinden önce Ayşe tepeye çıkarmış. Büyük taşlardan inemeyen ve ağlayan kızları köydekiler görür görmez zorla indirirlermiş.

“Yesey babamız altı kardeşlermiş.” dedi Ayşe. “Matay, Sasay, Esey, Nurabay, Karakul. Ya Allah, birisini unuttum. Ha, Tatay! Matay mıydı, Sasay mıydı yoksa? Mekke’ye gidip dönmemiş, şu anda cennette diyorlar. Babamız Yesey’in üç hanımı varmış. Birincisi, bizim köyümüzde olan Doşanay dedenin ablası Tengekız isminde olan kadındı. Ondan Süttibek ve Auagül dünyaya gelir. Süttibek’ten sizin Tölen dayınız dünyaya gelir. O şu anda savaşta. Allahım, yalnız başına gitmiş, yar ve yardımcı ol! İkinci eşi ise, benim annem Gülhan. Bektöbe’deki Sırgeli boyuna sinmiş Alşı’nın kızı. Gülhan’ın annesi, Turğan hanım. Tabipmiş. Yesey’in Gülhanı üç çocuk doğurmuş. Ben Ayşe, Rahman ve Ziba’yı doğurmuş. Gülhan annemin kardeşleri de Bektöbe’de oturuyorlar. Sali, Kali, Böpetay, Satay. Ah, onları da görmeyeli epey oldu. Murtaza varken onlar devamlı gelip gidiyorlardı. Evet, olup biten aynen civcivin aklıyla, bozdoğanın kanadıyla oldu. Murtaza’nın “halk düşmanı” olarak ilan edilmesinden sonra evimize gelmeye korkuyorlar herhalde.”

“Anne, o zaman, Murtaza tüm halka mı başkaldırmış?” diye dayanmadan sordum.

“Yahu, ne başkaldırması? Zenginin çocuğu diyorlar, Troçki diyorlar, Rıskulov diyorlar, atacaklarsa iftira çok ki.”

“Troçki, Rıskulov nedir?”

“Ben ne bileyim, Stalin’e muhalif diyorlar.” Birden Ayşe’nin sesi soluğu değişti:

“Sakın sen sen ol bu tür kelimeleri ağzından çıkarma sakın!” diyerek uyardı.

“Her ne ise anne, bırak onu da kız günlerini anlatsana.” diyerek sohbeti yine canlandırdım. Ayşe kızdığını unutarak gülümsedi ve kızının başını okşayarak tekrar tatlı günlerine döndü.

“Süttimbek dayımın evinde olan yengem Anargül, mekân-ı cennet olsun, ilginç insandı. Kendisini on dört veya on beş yaşında getirmişlerdi. İhtimal, o zaman benden biraz büyüktü. Çocuktu henüz. Bizimle birlikte oynamaya koyulurdu. Dağa çıkar sakız toplardık. Dağa çıktığımızda, iniş tarafı avuçlarına sığarcasına küçük görünürdü. İşte o zaman yengem büyük taşın üzerine oturur inişe bakar ağlardı:

“Tastöbe Kölkaynar’ım benim.” diyerek uzağa bakar ağlardı. Meğer Tastöbe Kölkaynar, onun doğduğu köy imiş. Janbay Janıs boyunun yerleştiği yermiş. Orası da pek uzak değilmiş, Ayşe gülmeye başladı. Ayşe gülerse, bizler de sevinirdik.

“Yengeciğim, niye ağlıyorsun?” diye sordum.

“Köyümü özledim. Köyün kadrini evlendiğinde bilirsin.” dedi yengem. Tam da dediği gibi çıktı.”

Ayşe ah çekerek:

“Çok geçmeden ben de evlendim ve Burıl’ın dağını özlemiştim. Kısmetmiş, Murtaza gelip beni görmüş. Allah’a şükür, böyle bir şey de varmış kaderimizde. Murtaza’nın bir kız kardeşiyle Süttimbek dayım evlendi. Sonra da Tastöbe Kölkaynar’ım benimle evlendi. Aslında Süttimbek’in kız kardeşiyle Murtaza evlenecekmiş. Değişim mi ne yapacaklarmış?”

Ayşe dudaklarını şak etti.

“Meğer kadermiş, on altı yaşımda buraya ben gelin olarak geldim. Murtaza benden önce iki defa evlenmiş. Birincisi, şu Janabay boyundan eski Bayzak Datka’nın torunu olan Kabılbek’in kız kardeşi. Erken vefat etmiş, merhume. Sonra tekrar o köyden birisiyle evlenmiş. Onu çocuk doğuramadı diye mi yoksa başka bir sebepten mi, bilemem anasının evine geri yollamış. Sonra da benle evlendi Gelin olduğum gün beni beyaz bir ata bindirdiler. Burıl dağın Kırşındı köyünden sabahleyin çıktık. Tüm Baytana boyu uğurladı bizi, yar yar diyerek. Altımda at takımı, kuyruk kısmına kadar gümüşleyerek sırmayla örtülmüş beyaz at. Yol üzerinde Küyik boğazı denen dağ boğazı varmış. Orada biraz durakladıktan sonra yolumuza devam ettik. Şakacı arkadaşları, Joldasbek’in babası Sapa. Murtaza ile Sapa beyaz elbise giyinerek beyaz ata binmişlerdi. Daha başka adamlar da vardı. Öğle vaktinde Teris nehrini geçtik. Baktık, ileride bizi bekleyenler vardı. İlk olarak beni kucaklayarak öptüler, benim yanımdan hiç ayrılmayan Bayan yengem vardı. Güneş batana kadar şu Mınbulak köyüne gelmiştik nihayet… Şu zamana bak, bir rüya gibi.”

Ayşe sessiz kaldı. Öksürmek istermiş gibi yutkundu, vücudu titredi ve biraz sonra sesli sesli ağlamaya başladı. Bizler korkuyla annemize baktık.

“Anne, tamam anneciğim ağlama!” diyerek Kurmaş teselli etti. Ay ışığı o gece hiç görünmedi. Ev üstündeki kamışlar hışırdadı. Rüzgâr tekrar tekrar esti. Fırtınası dinmeyen ne biçim bir yer burası. Yoksa Ayşe’yi kamışın titremesiyle teselli etmek isteyen ervah-ı salih miydi?

Ayşe yorganımızı üzerimize örtüp başımızı okşayarak:

“Yeter artık. Gözlerinizi kapatın.” dedi.

Gözlerimizi kapattık. Üzerimizi Ayşe’nin hüzünleri örttü. Dördümüz birbirimize sarılıp uyuduk. Sahi, Ay bu gece niye gelmemişti?

NEVRUZGÖK KUŞU

Ertesi gün karlar birdenbire eridi. Gece evin üstünde olan kornişin kamışlarını hışırdatan Altın Kürek rüzgârı imiş. Rüzgârın ismi “Altın Kürek”. İnsanları titreten, iliklerine kadar işleyen, kemikleri sızlatan, canavar gibi kış kıyametini bir gecede karmakarışık eden “Altın Kürek”. Sadece karı temizlemez, insanların kaygı ve kederini de telaşını da hafifleten altın kürektir.

Bu sene rüzgâr meleklerin kanat çırpmasıyla adeta esiyordu. Kara niyetli karabasanların zehirli tırnaklarından, çaresiz kalan insanı kurtaran hayır gücüdür. Ayşe diyor ki, şeytanlar ile melekler her zaman savaşıp dururlarmış. Yoksa ben nereden bileyim? Şeytanı da meleği de görmedim ki. Göze çarpmadan savaşan ne biçim güçler onlar? O gün Nevruzgök kuşu gelmişti. Kuyruksallayan kuşlara bizde böyle isim verirler. Ayşe şöyle seslendi:

“Hoş geldin Cennet Kuşu! Yuvan bozulmasın, civcivlerine kanat bitsin!”

Serçe büyüklüğünde olan kuşa bu şekilde tapınırcasına hürmet ediyorlardı, çok enteresan. İnsanlardan hiç ayrılmayan yaramaz serçe kuşu. İki gözü boncuk gibi simsiyah, gökyüzü gibi renge bürünmüş, çok güzel bir melek. Gerçekten melek olabilir. Güçlü olmak için kocaman ve hırçın olmak şart değildir. Mesela, W.Chirchill’in yanında Mahatma Gandi ufaktı. W.Chirchill gibi asker elbisesi de yoktu. Sigara da içmedi. İçki de. Tabanca da kullanmadı. Tamamen çırılçıplaktı. Beline bağlanan kumaştan başka bir şeyi yoktu. Kimseye çirkin kelimelerle hitap etmiyordu. Kaşlarını çatarak kızmıyordu. Hiçbir mermiye ihtiyaç duymadan W.Chirchill gibilere galebe çaldı.

Nevruzgök Kuşu, iyiliğin sembolüymüş.

O gece Ayşe hikâyesini anlatmaya devam etti. Ona vesile olan yine Kurmaş idi. Azıcık yemeğimizi yer, gaz lambasını söndürür uyumaya koyuluruz. Erken yatağa uzandığımızdan mıdır nedir, uyku gelmezdi. Erken yatmayalım desek de gaz yağı yoktu ki. Gaz yağından tasarruf etmek lâzımdı. Gaz yağı olmadan lâmba yanmaz. Gerçi bazıları hayvan yağlarına fitil batırarak yakarlardı. Ona hayvan yağını nereden bulacaksın? Hayvan yağı bulunsa, sade su çorbayı neden içelim ki? Yağ gibi dona kalalım en iyisi. Milletin kışın erkenden yatması bundandır.

“Anne, meğer senin bizden başka daha çocukların olmuş!” dedi Kurmaş.

“Ah seni yaramaz kız, neler neler hatırlatıyorsun sen.” diyerek Ayşe doyulmaz sohbetine evvela isteksiz başladı.

“Evet, vardı. Hem de üçünü verdi Allah. Ta kendisi verdi, kendisi aldı. İlkimiz oğlandı. Murtaza merhametliydi. Allah ona rahmet eylesin. İlkimize Kuttıbay ismini verdi. Kut getirsin demişti. Kör ninem, mübarek, kucağına basarak yetiştirmişti. Bir yaşı doldurur doldurmaz çiçek hastalığından vefat etti. İkincisine Murtaza, Yeltay ismini vermişti. Halkı idare eden böyle birisi varmış eskiden. Onun ismini verdi işte. O da çiçek hastalığından öldü. Üçüncümüz kız bebeği idi. İsmi Setgül idi. Allah muvaffak kılsın diye bu ismi verdik. Tıpkı Murtaza gibi bembeyaz, kabuğu soyulmuş yumurta gibi güzeldi. Biçareye nazar mı değdi bilmem, o da vefat etti. Birden sonra öbürü derken, üçünü de kaybettik. Murtaza’nın saçları bembeyaz olmuştu. Sonra kolhoz dönemi başladı. Malımızı elden aldılar. Millet açlığa dûçar oldu. İnsanlar açlıktan ölüyorlardı. İşte böyle dehşet dönemde Barshan doğdu. Eylül’ün son günleri idi, Murtaza 28 Eylül derdi. Babanız dindar idi, çok kitap okurdu. Sonra…

Barshan da çiçek hastalığına kapılmıştı. Çok kötü hastalandı, ölür diye ümidimizi kesmiştik. Çökmüştü, bitkin hale düşmüştü. Bir tarafından açlık, diğer taraftan çiçek, insan ölümü bir oğlağın ölümü kadar bir şey idi. Allah ömrünü uzak etsin, o dehşetten sapasağlam çıktı Barshan. Yaramaz olması ondandır. Daha doğmadan elem çeken adam nasıl sessiz sakin olsun ki? Sizler ise Kurmaş, Batırhan ikiniz çiçeğe maruz kalmadınız, iyi büyüdünüz.

Allahıma sonsuz şükürler olsun. Kim bilir, Kuttıbay, Yeltay, Setgül sağ olsaydılar, bugünkü halimiz iyi olur muydu? Evlat da dayanaktır esasında. Işığı görür görmez gözleri kapandı evlatlarımın. Allahım, mekânları cennet olsun! Murtaza ile buluştur n’olur! Orada Murtaza’nın iki oğlu, bir kızı var, burada ise benim iki oğlum ve bir kızım var. Allah ne kadar adildir. Kim bilir, belki onlar bizden daha da mutlu hayat sürüyorlar. Böyle gaddar dünya, yalancı zaman öbür tarafta belki hiç yoktur. Hadi yatın artık.” diyerek Ayşe birden sessiz kaldı.

Pencereden Ay gözüküyordu. O anda Ay’dan başka “Nasılsın?” diyen kimsemiz yoktu.

KÜÇÜK MELEK ELZA

“İnsanın kafası, Allah’ın topu.” demişler, hangi yöne teperse, oraya doğru yuvarlanır gidermiş. 1941 yılının yaz aylarından başlayarak dünya karma karışık olmuştu. İnsanlar Batı’ya göç ediyorlardı. Esasında onlar asker idi. Batı’dan Doğu’ya doğru ise kurşun gibi havada akıp giden trenler vardı. Bizim Mınbulak köyümüzün inişinde, Teris nehrinin boyunda demir yolu avuca sığarcasına ayan beyan görünür. Trenin sık sık gelip gittiğini fark ederdik.

Gelen trenlerden birisi Borandı İstasyonu’nda duraklayıp sürgünleri indirdi. Bu olayı büyüklerden öğrendik.

“Kimlermiş, kimlermiş?” diyerek köydeki Kazaklar rahat durur mu?

“Almanlar imiş.” dedi birisi.

“Nasıl Almanlar ya? Savaş bize ulaştı mı ki?” diye irkildi köy halkı.

Bunun cevabını çok gecikmeden kulaklarımızla duyup gözlerimizle gördük. Bizim köyümüze merdivenli araba, kutu araba ile birlikte sıraya geçerek göçmenler geldi. Hepimizi okulda topladılar. Toplantıda ilçeden gelen deri paltolu temsilci konuştu. Kolhoz müdürü, kasaba müşaviri, bir de uzun boylu birisi vardı Rus’a benziyordu. Temsilci konuştu:

“Dostlar! Bugün köyünüze yirmi Alman ailesini getirdik.” dedi.

“Alman da nereden çıktı şimdi?” diyerek Saparbay Dede korktu.

“Alman’la savaşmıyor muyduk?” diye Alikul ekledi.

Temsilci:

“Sakin olun! Kolhozcu dostlar! Bu Almanlar bildiğiniz gibi değil, farklıdır. Bunlar faşist değil. Volga nehrinin boyundan gelenlerdir bunlar.”

“Nasıl oldu, Yedil Irmağı’na kadar mı geldiler?”

“O zaman faşistler Kazakistan’a kadar gelmişler?”

Soru çoğaldı. Temsilci sıkıldı. Deri dikili paltosunun cebinden mendili eline alarak yüzünü sildi.

“Hayır!” dedi temsilci.

“Faşistler Volga’ya kadar gelemezler, gelmeden öldürülürler.”

“O zaman Yedil’deki Almanlar niye göç ediyorlar?”

Temsilcinin zorlandığı nokta bu idi. Almanları Stalin’in emriyle sürdüklerini söyleyemiyordu. Söylese kellesi gider. Artık temsilcinin kabadayı gibi davranmaktan başka çaresi yoktu:

“Kolhozcu dostlar! Hükümet ile parti işine şüphe atmayın. Yoksa hükümet ile partinin siyasetine karşı mı çıkıyorsunuz?”

Millet sessiz kaldı. Temsilci yolunu bularak:

“Şimdi konuşma sırası Alman kardeşlerimizin adına konuşacak olan Otto Bauer’de.” dedi.

Karakbay Dede yanındakine:

“Otlat, bağır mı diyor?” diye fısıldadı.

“Şişt, konuşma!” dedi yanındaki.

Alman Rusça konuştu, bizler hiçbir şey anlamadık. Temsilci anlattı.

“Dostumuz Otto Bauer; böyle zor şartlarda aranızda yer vererek Almanları kabul ettiğinizden dolayı teşekkür ediyor. Alman milleti iş sever, iş dediğinde hazır duran çalışkan millet diyor. Kolhoz için büyük yardımları dokunur. Nasıl bir iş olsa da kaçmaz diyor.”

Otto Bauer yüzünde siyah nükte gibi beni olan, uzun boylu, iriyarı idi. Temsilcinin Kazakça tercümesini anlamasa da başını sallıyor, tebessüm ediyordu. Temsilcinin tercümanlığını güçlendirmek istemiş gibi:

“Arbayt arbayt, iş iş…” diyordu.

Sonunda toplantı bitti. Bitmeden önce kimlerin evine kimin gideceği belirlendi ve listesi okundu. Listeyi muhtar Juankul okudu. Listeyi okurken bir yerde:

“Ayşe Berdimbetova! Anna Wolf, iki kızı var: Emma ve Elza.” dedi.

Böylece Emma ve Elza ile birlikte Anna bizim eve geldi. Emma benden büyüktü, Elza ise bebekti. Anna onu kucağına alarak getirdi. Elinde ise beyaz siyah başörtüyle sarılarak bağlanan bohçası vardı. Emma’nın elinde de bir düğümlük bohçası vardı. Tüm dünyası bu kadar. Çok sonradan Anna anlatıyordu:

“Ne güzel evimiz, ineklerimiz, domuzlarımız, ördek ve kazlarımız, tavuklarımız vardı. Hepsi kaldı. Bir gecede askerler hepimizi trene attılar. Şimdi ise ulaştığımız yer Mınbulak köyü.”

Burada da bizim evimiz var. Sağa sola uzanan evimizin bir yanında kendimiz, ikinci odada ot, tezek, bir tek inek, bir iki keçi var. Orta kısmında ise odun ve diğer ufak tefek eşya yer almıştı.

Ayşe:

“Bir odada beraber oturalım diyorsan, hem şu boş odayı düzene sokarım diyorsan, sen bilirsin.” dedi Anna’ya.

Fakat onun dilini Anna anlamıyordu. İkisi de dilsizler gibi el hareketiyle anlaştılar. Anna:

“Gut gut.” dedi.

Böylece benim ilk Almanca öğrendiğim kelime “Gut” oldu. Anna, sarı gür saçlı, güzel kadındı. Büyük kızı da kendisine benziyordu. Yaşı küçük olmasına rağmen ayak kolları çekiç gibiydi, iri yarıydı. Küçük kızı yarı diri, yarı ölü gibiydi. Önceden mi böyleydi yoksa tren yolculuğu çok mu ağır geçti, o tarafını bilmiyorum. Gözü sulu değildi fakat bazen inliyordu. Gülümsemesini bilmiyordu. Aklı ermemiş bebek de olsa yeşil gözlerinde hasret, rengi kaçmış gökyüzü gibi derin keder vardı.

Savaşın ilk yılı idi. Soframızda yine bir şeyler vardı. Misafirlerimize ikram ettik. Sonra Anna çok oyalanmadan işine baktı. Hayvanın olduğu odanın bir köşesini temizleyerek, ortasına ağaç yerleştirerek Ayşe’nin topladığı pelin otlarla çevirdi. Tavuk kümesi gibi ayrı bir oda oldu. Oda içindeki minicik odaydı.

Anna’nın eşi askerlikteymiş. Sonra kendi kendime derim. Madem askerliğe gitmiş o zaman savaştadır. Almanlara hatta faşist Almanlara karşı savaşıyordur. Alman olsa dahi. Demek buna inanmış. İnanmışsa, neden sürgün edildiler?

Bu dünyanın bizim bilemediğimiz sırrı çok. Dünya menşei itibarıyla düzenli, doğru yaratılmıştır. Fakat sonradan güçlüler çıktı, zayıflar çıktı ortalığa. Adaletsizlik ondan oluştu. Gerçek adalet eşitliktir. İnsanların hepsinin eşit olması lazım. Hâlbuki insanlarda böyle bir adalet var mıdır? Birisi zengin, diğeri fakir. Birisi kuvvet sahibi, diğeri güçsüz. Birisi semiz, diğeri zayıf. Dünyada adalete yer verilmemiş. Biri yüksek, diğeri alçak. Bazılarının ise penceresi camsız, koyun işkembesi gibi. Öyle ise gerçek adalet hiçbir zaman, hiçbir devirde olmayacaktır. Şu anki adalet, adalet dediğimiz şey ise tecelliden ibaret.

O inceciğin de belkemiği kırılmış. Adaleti ayağıyla ezip geçen, onur ile namusu beş para saymayan siyaset denen nifak var. Siyaset, genelde koltuk için mücadeledir. Koltuk ise, güçtür. Güçlü olmak için koltuk adına mücadele edenlerin öz anne babasına, aynı memeden süt emen kardeşlerine acımadığını tarih hiç yorulmadan yorumladı. Öyle olduğunu gösterdi ve gösterecektir de.

Koltuk mücadelesinin ötesinde ise, ağız var. Kanaatsiz ağız açılır. Kazağın: “Fakir zengin olmak ister, zengin ise ilah olmak ister!” demesi boşuna değilmiş. Doymak bilmeyen ağıza sahip olan padişah, âlemi eline almak ister. Âlemi Allah’tan başka kimse alamaz. Ondan sonra savaş çıkar. Savaş ise, kan revandır, her yeri kaplayan acı ve kederdir. Padişahlar düşman kesilirler, halk ise helak olur.

İşte o kederin bir damlası da şu bizim evimize düşer. Birkaç gün geçtikten sonra Anna, Ayşe’yle eskisi gibi değil, Kazakça konuşur oldu. Emma de kabiliyetliymiş, biz de onunla anlaştık. Konuşamayan sadece Elza vardı. Onun dili, inilti idi. Süt verdik, kaymak verdik, elimizde olanların hepsini ağzına götürdük, ama…

Bir gün sabahleyin Anna odamıza geldi. Ayşe’den:

“Bu köyün mezarlığı nerede?” diye sordu.

“Ne mezarlığı ya?” dedi korkudan fırlayan Ayşe.

“Elza…” diyerek Anna ellerini yüzüne götürdü.

Bizler korkarak yataklarımızdan fırladık. Çevresi henüz çevrilmemiş bîtap halinde olan yetim mezarlık, Berdimbet deresinin baş tarafında idi. Karayolunun üzerindeydi. Önceki toplantıda konuşan Otta Bauer ve bir iki Alman geldi. Kendilerince bir şeyler konuştular. Bizler anlamıyorduk. Anladığım tek şey: “Müslüman, Müslüman!” demeleri idi.

Ne var ki, Elza’yı mezarlığa değil, ondan biraz aşağıda olan Berdımbet Deresi’nin önünde, toprak ocağı kadar yere kazıp gömüverdiler. Karınca yuvası gibi toprak tepeciği, bembeyaz karın ortasında siyah bir leke gibi kaldı. Bembeyaz dünya yüzündeki darı kadar ben gibiydi. Tabi ki, genelde “bembeyaz dünya” dediğin şey üvey evlat gibi yapayalnız köyü tasvir ederler fakat bu ifade tüm dünya için söylenemez. Dünyanın genel yüzü lekeli, kan lekelidir.

Otta Bauer ve diğer Alman erkekler bir günde kayboldular.

“Nereye gittiler?” diyorduk.

“Trudarmiya’ya işçi askerlik olarak götürdüler.” dediler. Bundan sonra onları hiç görmedik. Kalan Almanlar ise, havalar ısındığında kendilerine ev yapıp Kazakların sağa sola uzanan evlerini terk ederek taşındılar. Bilmem kaç yıl geçtikten sonra hep yurt içi ve yurt dışı seyahatlerden sonra geldiğimde “Alman Sokağı” diye isimlendirdiğimiz sokak vardı. Evleri güzeldi. Bağ ve bahçeleri vardı. Sanki onlar kısmetli yerlere yerleşmişler gibi. Anna ihtiyarlamıştı. Emma büyümüştü ve başka bir Almanla evlenmişti. Ufak bir dükkânı varmış, tek gözlü eşi ise depo işçisiymiş. Yıllar sonra evine davet etti. Ziyafet verdi. Sonra Emma’nın bir şişe votkasını içtik.

“Gut gut, zer gut.” dedim ben.

Gülümsediler.

MÜSLÜMANLIK ALAMETİ

Yüce Yaratıcı, âlemin Rabbi ta o baştan Âdem Ata ile Havva Ana’yı dünyaya gönderdiğinde, bu ulu ata ve anamızın suret ve sıretinde hiçbir eksiklik yanları olmamış. Fazlası da eksiği de yokmuş. Kısacası mükemmellermiş. Âdemoğlu şüphesiz sonsuz sanatkâr Kudret’in eliyle, sonsuz ilmiyle yaratılmıştır. İnsanın vücudunda ne eksiklik var? Kulağı mı fazla? Kolu, ayağı fazla mı? Hepsi ama hepsi yerine yerleştirilmiş.

İnsanın yaratılışı dünya ve âlemin yaratılışı gibi pürüzsüz dikilmiş. Mühendis dediğimiz insanlar makine yapıyorlar, saat yapıyorlar. İmha eden aletleri tamir etmekle, yapmakla çok kazanıyorlar. Fakat insanı yapma çabaları örnekleri var ise de insanı yapamıyorlar. Robotların ruhu yok, hissi yok. Sevinemiyor, kaygılanamıyor, hayal edemiyor.

Öyle ise, Allah’tan başka kudretli kimse ve hiçbir şey yok. Ama gele gele insanlar insan yaratılışından, teninden eksiklik bulmuşlar. İnsanlığın hepsi değil, büyük ölçüde bir kısmı.

Meğer onların fikirlerine göre erkeğin uzvunda, teferruata inersek, sadece bir uzvunda, yine teferruata inecek olursak, erkeklik alametinde küçücük küsurat varmış. Erkeklik alameti budanmamış. Kesilmemiş olanı ise minicik deri imiş.

İşte şu minicik deriyi usturanın keskin gözüyle kesip atarsa, sevap işlenirmiş. Yoksa büyük günah! Herhalde o günahın şiddetli cezasını ölüm ötesinde göreceksin. Öbür tarafta ebediyyen cehennemde ah u efgan etmektense, bu dünyada ufacık acıya dayanarak omuzlarında taşıdığın batman ağırlığında olan borcu ödemek daha iyi.

Ayşe bunu çok merak etti. Çok zor, Mınbulak’ ta çocuğu sünnet edecek kimse yoktu. Önceki sakinlik dönemlerinde Türkistan kentinden gelip sünnet bayramını yaşatan ve ücret olarak her sünnet edişinde hayvan toplayan Seyyid Kara da gelmiyordu.

Murtaza olsaydı, Ayşe merak etmezdi. Oğlunu sünnet ettirmek babanın borcudur. Fakat Murtaza’nın borcu, Ayşe’nin omuzlarındaydı. Alnına öyle yazılmış. Baş eğmekten başka çare yoktu. Berdımbet Deresi’nin güzelliği kaybolmuştu. Güller solmuş, kelebek avlayan kırlangıç uçmamıştı. Onun yerine kalabalık uçan örümcek ağ zamanıydı. İhtimal, kırk ikinci yılın sonbaharı idi.

İnatçı kara kısraktan kalan tayın üzerinde yaslanarak, derenin bodur bitkisine otlanan atlara bakarak oturduğumda, Ayşe beni fellik fellik ararmış. Nefes nefese yanıma yetişti.

“Ey Barshan, hadi eve gel!” dedi.

“Oldu ki?”

“Gelince söylerim, hadi gel.”

“Atı ne yapacağım?”

“İşçi başı Tasbet adam gönderecek.”

Ayşe’nin dediklerini yapma da bakalım ne olacak? Allah göstermesin. O tayın üzerine zar zor oturan beni değil, gerekirse, Tasbet’i attan düşürür. Öyle de oldu zaten. Tabii ki, Tasbet’ in suçu vardı. Diline dikkat etmezdi. Lanet okurdu. Ağanın karısı derdi. Halk düşmanının, hainin karısı derdi. Ayşe bir ağladı, iki ağladı, sonra dayanamadı, harmanın başında bir grup insanın önünde Tasbet’i atın üzerinden fırlattı. Tasbet ise, şikâyet edecekti. Millet sakinleştirdi.

Eve geldikten sonra Ayşe büyük kazanda su ısıtarak beni iyice yıkadı. Çamaşır sabununa kıymadı. Amerikan bezinden dikilmiş de olsa tertemiz gömlek giydirdi. Hava sıcaktı, yine de üzerime sarı kürk, beyaz tavşan şapka giydirdi.

Ne olduğuna anlam veremiyordum, kardeşlerim şaşkın şaşkın bakıyorlardı. İhtimal beni düğüne gidiyor diye düşünmüş olmalılar, bizi de götürün diye ağlamaya başladılar.

Ayşe onları:

“Susun!” diyerek sakinleştirdi. Kaçmasın diye elimden sıkı tuttu ve birkaç dereden geçirerek muhtarlığın evine getirdi. Juankul köy muhtarına her gün lanet okuyup nefret ediyordu hani, bu da ne diye hiç anlam veremedim. Eve girdiğimizde, kahkaha atarak konuşan ihtiyarlar, fısıldaşarak konuşan ihtiyar kadınlar vardı. Beni görenler:

“Ay, Barshan geldi, Barshan!” diyerek sanki Barshan değil de meşhur Baurcan Momışulı gelmiş gibi seslendiler. Salonun içinde sıraya dizilerek yatan çokça çocuk vardı: Korğanbay, Boranbay, Kuanışbay, Amanbay, Öser, Tılepaldı, Süleyman. İnekler gibi ağızlarına sertleşmiş lor peynirini atarak çiğniyorlardı. Sonra öğrendim ki sünnet edeceklermiş. Ayşe’nin elinden elimi çekerek kaçmak istedim ama nafile. “Bırak!” diyerek zorladım ama ev içindekiler:

“Barshan kahramandır!”

“O, yazın siloya buğday taşıdığında Yevgenyevka Köyü’nün yaramaz çocuklarıyla korkmadan dövüşmüştü!”

“O, Salbi’nin hırçın köpeğinin çenesini ikiye ayırmıştı!” diyerek beni övdüler. Bu övmelerden sonra kaçmak ayıp olurdu tabi ki. Çaresizce dizilenlerin yanlarına ben de uzandım. Kırgız’dan gelen cerrah, her türlü ilginç hikâyeler anlatarak işini bir bir bitiriyordu. Şakacı cerrahın hikâyelerini dikkatle dinleyen ben işimin nasıl bittiğini de fark edemedim. Sadece keçeyi yakarak bastığı zaman canımı çok acıttı biliyorum. Kırgız cerraha bağırarak anasını avradını… Cerrahsa:

“O, yiğit oğlu yiğitmiş, amma da deliymişsin.” diyerek güldü. Başımı Ayşe’ye doğru çevirdim. Ayşe ağlıyordu. Kim bilir, velilik borcunu ödediğinden sevinmişti:

“Çocuğumu inançsız bıraktın!” diye bundan sonra Murtaza rüyasına girip dert etmez, razı olmuştur. Ayşe ervahlara saygılıdır.

₺47,19

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6853-47-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre