Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kuş Kanadı», sayfa 3

Yazı tipi:

Delirecek gibi olmuştum. Ne eşime ne de kayınpederime bir şey diyebildim. Kendimi koyacak yer bulamayıp akşama kadar odamdan çıkmadım, kimseyi kabul etmedim. Akşam kafam karışık bir hâlde arabaya binerken düştüm. İşte kalp krizi dediğin sıkıntıyı yaşadığım an. Of! Canım benim… Ne diyeyim, buradan çıkayım, o kahpe sırrını öğrendiğimi anlamayacaktır. Oğluma bu mektubu göstereceğim! Bir çıkayım… Hey gidi günler! Oğlum var! Ben hızlıca oğluma gideceğim! Kendim evlendireceğim, masrafının tamamını kendim karşılayacağım. ‘Gençtik, akılsızdık, ancak sen benim kanımsın, ayrılamaz dostumsun.’ diyeceğim Abil’ime. Aydolu’nun gözlerini seveyim, bu haberi bana ilettiği için, ayaklarına kapanacağım, eteğini öpüp başımı eğerek özür dileyeceğim. Onun tırnağı bile olamam zavallı ben! Ben güzelce bir ağlayıp rahatlayamadım. İçimdekileri dışarı bir akıtabilsem kalbim yağmurdan sonraki çiçek gibi açılır, neşelenirdi. Ne güzel, Aydolu’mu görüp Abil’in yanağından öptüğümde hüngür hüngür ağlayacağım, o zaman içimde toplanmış sıkıntı sel gibi akıp gidecek, hepsi gözyaşlarımla birlikte akıp yok olacak. Ondan sonra sağlığıma kavuşacağım. Sen buna inanır mısın?” diye iki gözü alev gibi parlayarak baktığında kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlayınca ilacıma sarıldım.

“İnanıyorum, tabii inanıyorum!”

O, gözlerini yukarı dikip rahatlamış bir şekilde sevgi dolu bakışlarla bakakaldı.

“Oğlum bak, baban geldi huzuruna, şu Aydolu da annen, diyeceğim. Oğlum da hüngür hüngür ağlar herhâlde. İkimiz sarılıp içimizi döküp rahatlayana kadar öyle bir ağlarız. Ondan sonra sırtını sıvazlayıp kıvırcık saçını okşar, özlemimi giderene kadar öyle bir koklarım ki…” diyerek gülümsedi.

İnce ve yumuşak bir sesle fısıldayarak konuşması ne güzeldi! Sesi titreyerek ağlayacak gibi olmuştu, ancak gözlerinden bir damla bile yaş akmamıştı. Delirmiş gibi kendi kendine fısıldayıp uzun oturdu ve:

“Ben oğlumu ölesiye özledim.” dedi.

Bunları söylerken ağzı kulaklarına gitmişti. Öyle dedikten sonra yan yatıp mektubu tekrar okumaya başladı.

* * *

Geceye doğru kalbimin sancısı çok artınca sakinleştirici iğne yaptırıp zor uyuyabildim. Gecenin bir saatinde, bedenim üşümüş, tüylerim ürpermiş bir hâlde soğuk terler içinde uyandım. Kalbim kötü bir şey hissetmiş gibi sızlıyordu. Hemen pencereye baktım, camı yoğun kırağı tutmuştu. Rengi atmış Amir’in yataklarına gözlerim ilişti. Hızlıca yanına yaklaştım. Amir, sırtüstü yatmış, uzanıp gerildiği gibi donup kalakalmıştı. Gözü yuvalarından çıkmıştı. Kaskatı olan vücudu sopsoğuktu. Boyu çok uzamış gibiydi. Cansız ve sert bedenini kuvvetle sarsmış durmuştum.

“A-a-a-a!” diye bağırıyordum güya, ama sesim çıkmıyor.

Kalbimi tutarak koştum, odanın kapısını sonuna kadar açtım ve gerçekten bağırmaya başladım:

“A-a-a-aa!”

Birileri bana doğru koşuyordu. Beyazımsı silüetler yavaş yavaş yaklaşırken, gözlerim karardı ve bembeyaz bir perde belirdi, belirdi. Tekrar yatağıma gidemeyip bayılmış, düşmüşüm. Soğuk ve sert yatağa bağlanmış gibi uzuuun bir süre, tam olarak üç ay, hastanede kaldıktan sonra kalbimi idarelik duruma getirip taburcu oldum.

Aklıma hâlâ Amir geldikçe sırtımdan soğuk ter fışkırıverir, ellerim ve ayaklarım alevlenir. Üstelik yeni bakan tayin edildiğini duymuştum radyodan. Peki, o mektup neredeydi? Zavallı Aydolu ne yapıyordu?

Hiçbir şeyden haberim yoktu. Amir, öbür dünyaya göçmüştü, canlı şahit olarak ben kalmıştım. Bana şu fani dünyada bitmeyecek bir borç yükleyip de gitmişti. Son borç.

Umarım ki bu yazdıklarımı okuyarak Abil, babasının kim olduğunu öğrenecektir. Babasının oğluna iletemediği son borcunu ödeyişimdir bu. Abil oğlum, sen neredesin? Erkek toklu yabancıya gitmezmiş.

TUSAN’IN DAMASI

Kış tatilinde, ta kumlu ve kuytu bölgede oturan annemle babama gelebilmiştim nihayet. Onuncu sınıfta okumama, artık büyük bir delikanlı olmama rağmen, annemle babamı özlemiş, şu tatili dört gözle beklemiştim. Yatılı okulun her gün durmadan verdiği lezzetsiz çorbasından da bıkmıştım.

Kolhoz, çobanlara kışlık azık olarak deve kesip vermişti. Akşamları evin ortasındaki demir sobanın üzerinde tuzlanıp bekletilmiş deve eti, kıvamında kaynıyordu. Sobanın önünde tezek közünde ekmek pişiyordu.

“Kaysar’cığım kalk yavrum!” diyerek artık kocaman olan sırtımı okşayıp büyük bir sevgi ile öpüverdi annem. Bir annenin sıcak avucu, ilgi ve sevgisi, özlemi ne kadar güzeldi!

Gerilerek zor kalktım.

“Gel canım! Kahvaltı hazır!”

Zahmetlere kapılan annemle babamın ortasında şımarırdım. İç dünyam tamamen aydınlanır, acayip duygular yaşardım. Harika bir dünyaydı!

Annem, benim için sakladığı kurut6, tereyağı, şeker ve bisküvilerinin hepsini çıkarıp ağzıma sokarcasına yedirirdi. Tıka basa doyduktan sonra canım sıkılarak dışarı çıkardım. Aşimhan, annemin akrabasıydı. Babam ve Aşimhan, daha hava aydınlanmadan, sabah erkenden koyunları otlatmaya çıkarırlar ve ancak akşam karanlığı indiğinde üstleri başları buz tutmuş bir hâlde dönerlerdi. Komşumuzun karısı sık sık hastalanan bir kadındı. Çoğu zaman yataktan kalkamayıp başını eşarpla sararak inleye inleye yatardı. Hasta olan insan sinirli oluyordu. Onların da benim yaşlarda Tusan adlı iri yapılı, orta boylu ve geniş omuzlu çocukları vardı. Çocuk, sabahtan akşama kadar koşar dururdu. Annesi sık sık hastalandığından dördüncü sınıftan sonra okula devam edememişti. Ne zaman görsem iş yapıyordu. Koyunlu köyün işleri bitmezdi ki…

Babasıyla sabahın erken saatlerinde kalkar, koyunları sayarak otlatmaya çıkarmaya yardımcı olurdu. Zayıf ve güçsüz, topal ve hasta olduğundan ahırda kalan hayvanlara ot verirdi. Öğleye doğru onları da önüne katar, Kızılsay’daki nehre götürür ve nehrin buzunu kırarak hepsine su içirirdi. Evindeki annesi ile küçük kardeşlerinin üstlerini giymelerine yardımcı olur, karınlarını doyurduktan sonra ateş yakar, eve su getirirdi. Çocukların çamaşırlarını yıkayıp yemek pişirirdi. Öylece hiç dinlenmeden çalışır dururdu.

Çökmüş beyaz develer gibi bembeyaz karın altında kalan şu oyuk, kumlu ve kuytu yerde bu iki ev ahalisinden başka kimse gözükmezdi.

Okuldan geleli bir-iki gün geçmişti ki, iyice sıkıldım ve üstümü giyerek dışarı çıkıp Tusan’ın yanına gittim.

O, kenarı tamamen buz tutmuş kuyudan su çekiyordu.

“Bu sene kaça gidiyorsun?” diye sordu.

“Ona.”

“Ben de şimdi ona gidiyor olurdum.” diye kem küm ederek, kovadaki ağzına kadar dolmuş suya üzgün bir yüz ifadesiyle bakakaldı.

“Bu sene okulu bitiriyormuşsun. Sonra ne yapacaksın?”

“Üniversiteye gideceğim.”

“Ben, pilot olmak isterdim. Onun için yeteri kadar sağlıklıyım. Her gün ağırlık kaldırıyorum. Gözlerim de keskin. Dürbün olmadan da ta uzaktakileri hemen tanıyorum. Saçlarımı da uzatırdım. Babam bitleneceğim diye sıfıra vurur hep.” diyerek tamtakır sıfıra vurulmuş başını sıvazladı.

Ev tarafından annesi, “Allah canını alası Tusan! Nereye kayboldun? Yer mi yuttu seni!” diye bağırdı.

Bunu duyan Tusan, “Tamam ben gidiyorum! Annem hasta ya!” diye telaşa kapıldı, ağzına kadar doldurulmuş iki kovayı alıp hızlı adımlarla evine doğru gitti.

İlk dikkatimi çeken küçücük iki gözünün üzgün, dertli ve düşünceli olduğuydu. Diğer çocuklar gibi itişe kalkışa oynamazdı. Kahkaha atıp içten gülmezdi. Kaşlarını çattığı gibi koştura koştura evin işleriyle meşgul olurdu.

Biraz zaman geçince, ben de anneme yardımcı olmaya, ahırda kalan küçük hayvanlara bakmaya başladım. Akşamları otlaktan dönen hayvanlara ot verirdim. Annemin bu kadar işi nasıl yetiştirdiğine şaşırmıştım. Yorgun ve bitkin bir şekilde akşam yatağa atıyordum kendimi.

Dördüncü gün, Tusan’la ikimiz, yığını sıkıca bastırılmış otu dirgenle ayırmaya çalışıyorduk. Ot, insanın burnunu yakıyordu. Çok geçmeden terlemiştik. Tusan, dirgeni pat diye sokup sallaya sallaya bir deste otu çekip çıkarıverdi. Güçlü olduğu her hâlinden belli oluyordu. Bense nefes nefese kalmıştım, dirgene dayanıp duruyordum.

“Sen dama oynamayı bilir misin?” diye sordu.

“Ben okulda damadan şampiyon olmuştum.” dedim övünerek.

O, ot yığınlarının bulunduğu yerdeki bir boşluğa elini sokup bir çuval çıkarıverdi. İçinden iki egzersiz tekeri ve bir tahta çıktı.

“Hadi öyleyse oynayalım.” diyerek çıkardığı yayvan tahtayı açtığında kare kare yapılan dama tahtası gözüktü. Ahşaptan yontulmuş beyaz ve siyah taşları ayrı ayrı gazeteye sarmıştı. Onları getirip yerleştirmeye başladı.

Otların üzerine yan yatıp dama oynamaya başladık. Şu uzaktaki kumlar arasındaki dört sınıflık eğitimi olan Tusan’ı kendime eşit kabul etmemiştim. Rast gele hareket etmiş, üç defa üç taşımı birden yedirerek çok kötü yenilmiştim. Yatılı okulun herkesi geride bırakan başarılı öğrencisi, okul kurulunun başkanı, dama şampiyonu olan ben, böyle kolayca yenildiğim için çok utanarak, taşları tekrar dizmeye başladım.

İkinci defada da çok kötü bir şekilde yenildim, hemen peşinden üçüncü mağlubiyetim geldi. O ise yendikçe neşeleniyordu. Azı dişlerine kadar göstererek kahkaha atıyordu. Sinirlenerek tüm taktikleri kullanmaya başlamıştım. Ancak nafile… İki-üç hamle yapmadan hepsini anladı, önümü engelleyerek darbe indirdi.

“Hey kahrolası Tusan! Ahmak! Nereye kayboldun? Şu çenesi kenetlenesi küçük ağlıyor!” diye bağıran annesinin sesini duyar duymaz keyfi yerinde oturan Tusan’ın rengi kaçtı. Çocuk yerinden fırladı. Alelacele damasını toplayıp çuvala koyarak ot yığınlarının arasına sokuverdi.

“Hadi gidiyorum!”

“Bir oyun daha oynasaydık!”

“Yarın aynı saatlerde! Tamam mı?” diyerek otları kızağa yükledi, karnı şişmiş öküzüne “ıhı!” ederek aceleyle uzaklaştı.

Hıncımı ot yığınlarından aldım. Tozu kaldırarak sağa sola dağıttım güzelce. Bugüne kadar beni kimse geçmemişti. Birinci sınıftan onuncu sınıfa kadar sadece takdir kazanan, herkesin önünde giden Kapsalov bugün nasıl olur da tekme yerdi? Benimle eşit güçte biri olsa neyse, kelimeleri heceleyerek zor okuyan çocuğa yenilmiştim. Evindekilere övüneceğini düşündükçe çıldırıyordum. Duyanlar ne diyecekti? Rezaletti! Ertesi günkü oyuna kadar sinirlerimi yatıştıramadım. Gururuma o kadar dokunmuştu ki, patlayacak gibi olup ot taşımaya erken çıkmıştım. Ancak Tusan’ın işi uzun sürdü. Koşa koşa evine bir giriyor, bir çıkıyor, arada bir ahıra gidiyor, hayvanları su içirmeye götürüyordu. Öylece evin yoğun işlerini öğleye doğru ancak bitirebildi. Ben ise, tek başıma dama taşlarını tahtaya dizmiş, taktik düşünüyordum.

“Gel büyük usta!” dedim yaklaştığında.

“Benim adım Tusan, gerçek adım Turmagambet. ‘Rüstem Destan’ı yazan bir şairin adıymış. Ona benzeterek koymuşlar.”

“Evet Tusan, Turmagambet! Bugün gücünü bir göster bakayım.” diye ilk hareketi yaptım.

Allah, Allah! Ben bin düşünüyor, kafamı epey yorarak taşı zar zor hareket ettiriyordum. O ise anında tak tak diye ilerliyor, kahkahalar atıyordu. Yüksek sesle güldüğünde dertleri kayboluyor, gözleri ışık saçıp yüzüne kan geliyordu. Neşesinden büyük keyif aldığı belli oluyordu. Ne kadar oynasak da hep kaybettim. Çok üzülmüş, sinirlenmiş olmalıyım.

“Al işte eşit olduk!” diyerek yerinden kalktı.

Benim gözlerime bakıp özellikle eşit olmamızı sağladı. İlginç olanı her gün öğleye doğru dama oynamamız olmuştu. Evinden annesinin kızgın ve acı bağırmaları duyulana kadar oyunu bırakmıyorduk. Onun kahkahaları, çocuksu güzel gülüşleri ayazlı bölgede sık sık yankılanır olmuştu. Saf ve pak gülüşler… Zafer gülüşleri… Neşeli gülüşler… Çok mutlu olarak kalkıp giderdi. Kaşlarımı çatıp üzgün üzgün dönerdim ben de evime.

Bazen ağır işleri yaparken de ondan geri kalmamaya çalışırdım. Kendimce onunla yarışmak isterdim. Yapılı ve tıknaz çocuk, yorulmak nedir bilmezdi. Ben ise arık ve bitkin at gibi ter içinde nefes nefese kalır, kızarır, bozarır ve yorulurdum. Tatil bitene kadar onunla dama oynadım. Bir kez bile yenemedim. İki hamle yaptırmadan yakalar, tak tuk diye taşlarımı yiyiverirdi.

Bazen hayvanları suvarmaya birlikte giderdik. Ondan daha bilgili olduğumu sergilemek için kahramanlık destanlarından alıntılar anlatırdım.

“Kaysar sen biliyor musun? Rüstem Bahadır neden oğluyla savaşır, neden teke tek dövüşür?” dedi.

“Hangi Rüstem?”

“Rüstem destanı var ya. Bizim evde kitabı var. Babam her akşam yemekten sonra sesli okur. Okuyup bitirince tekrar baştan başlar. Yanında oturup bazı yerlerini ezberledim bile.”

“Hadi okusana.”

Sağ kolunu sallayarak sesini değişik değişik çıkarmaya başlamıştı; bir bahadır, bir düşman gibi oluyordu. Rüstem bahadır hakkındaki destanı etkili bir biçimde okudu.

İçimden, “Hayda şuna bak!” diyerek ağzım açık, hayretler içinde dinledim kendisini.

Doğrusunu söylemem gerekirse, “Rüstem Destan”ı adlı bir karışlık kalınlıktaki kitabı görmüşlüğüm vardı, ancak okumamıştım. Kırağı ile gömülmüş yoğun kamışlı, parlak buz ile örtülü Kızılsay adlı küçük ırmağın kenarında o, destanı uzun çok uzuuun anlattı. “Gider gitmez o kitabı bulup derhâl okumalıyım! Ne muhteşem!” dedim kendi kendime.

“Keşke Rüstem gibi bahadır olsam!” dedi o parlak buzu çatır çatır oyarken.

Çobanların çocukları her zaman hayalci olurmuş. Ben de bazen şu aydınlık dünyaya bakıp hayallere kapılırdım. Öğleden sonra sıra dama oyununa gelirdi. Sürekli yenilmekten olmalı ki canım sıkılmaya başlamıştı. Ancak inatçı huyum üstün geliyordu.

“Hey soğan gibi soluyası haylazlar!” diyen Tusan’ın annesinin geldiğini fark etmemişiz bile. Annesi tir tir titriyor, sesi ise zor çıkıyordu. “Anjinim tuttu, ateşim yükseldi, ölmek üzereyim! Allah ölümünü gösteresi Tusan! Sen buradaymışsın. Oyunun batsın inşallah!” diyerek tahta ile dama taşlarını hızla çekip aldı. “Hadi eve lanet olası!” diyerek elindeki kırbacı ikincinsinde de geçiriverdi.

Tusan, tüm hızıyla koşarak uzaklaştı. Akşam koyunları karşılamak için çıktığımda Tusan’a rastladım.

“Dama taşlarını tahtası ile birlikte sobaya attı.” dedi.

“Ne zaman oynayabiliriz?”

“Önemli değil. Bir çayın kâğıt ambalajını saklamıştım. Ondan yaparım. Yarın öğleye hazır olur. Sen babama ‘Kahramanlık Destanları’ adlı kitabı bulsana. Biliyor musun okumayı aşırı seviyor. Anneme kızma, biliyorsun hasta. Uyurken iki göğsüne yılan sarılmasından uyanmış ve korkusundan hiç hareket edemeyip donakalmış. Babam yetişmiş de yılanı kaptığı gibi dışarı atmış. Annem o gün bu gündür ürkme hastalığına yakalandı. Sekiz aylık bebeği ölü olarak doğdu, bin çeşit hastalık edindi. Her yıl doğum yapar, ancak yürümeye bile gücü yok. Ben olmazsam ölür. Biliyor musun beni ölesiye sever. Ben uykudayken sarılıp öper, başımı sıvazlayıp ‘Aslanım Tusan’cığım benim, yazık oldu sana, günahını aldım. Okutamadım seni. Okutamadım.’ diye ağladığında gözyaşları yüzüme damlar. Uyanık da olsam uyuyormuş gibi yatmaya devam ederim. Hastalık yordu, bitirdi. Allah’tan hep iyileşmesini dilerim.”

Onun büyük gözleri yaşla dolmuştu. Ağladığını göstermemek için, arkasını dönüp uzaklaştı. Giderken çöken omuzları sarsılıyordu.

“Tusan, sana ilkbahar tatilinde yepyeni dama getireceğim!” dedim arkasından.

O, duymazlıktan geldi, dönüp bakmadı. Boğazım düğümlenerek ben de hıçkıra hıçkıra ağladım kendi kendime. Geceleyin öğrencileri toplayan Poltara İvan isimli iri yapılı sarışın şoförün arabasına binip köyün, yatılı okulun yolunu tuttum.

* * *

İlkbahar tatilinde getirdiğim yepyeni damamı gören annem:

“Aşimhan abim çok zor durumda. Yengemiz aniden vefat edince onca çocukla köye taşındı.”

“Peki Tusan?”

“Tusan, çobanın birine yardımcı olarak çalışmaya başladı.”

İlçe öğrencileri arasında dama şampiyonu unvanını kazanarak iyice hazırlıklı gelen benim için annemin haberi alnıma taş vurulmuş gibi tesir etti.

* * *

Şakası yok, o zamandan bugüne kadar nice yıllar geçti. Dünkü gencecik delikanlılar, bugün altmışını geçen birer olgun adamlar oldular. Köy ve sınıf arkadaşlarımla Sadabay’ın düğününde başköşede oturmuş, Alpamıs’ın sunduğu kelleyi kemiriyordum. Bir yandan da uzun zamandır görmediğim akrabalarla samimi ve hoş sohbet ediyordum.

“Dayı oğlu Tusan nerelerde bugünlerde?” diye sordum.

“O, köyümüzün et parçalama ustasıdır. Kendisi et parçalıyor ilerideki evde.” dedi Sadabay.

Sıcak havaların devam ettiği sonbahar mevsimi. Aladağ’ın eteği büyük bir keyif içinde uzanıyordu. Kapının önüne çıktığımda Sadabay:

“İşte Tusan.” dedi.

Eyerde dimdik oturan Tusan’cığım atıyla sokağın yokuşunu çıkıyordu. Dayı oğlu Tusan’ı görmeyeli uzun zaman olmuştu. Köyün ötesindeki çocukluğumuzun neşesi olan şu yüksek Aspankora Dağı gururlu dağ tekesi gibi mağrurlanıyordu. Yaklaştım ve sordum;

“Tusan, sen bugünlerde hiç dama oynuyor musun?”


KORKU

Kaşları çatık soğuk sonbahar mevsimi başlamıştı. Buz gibi yağmur, canları sıkıyor, odada soğuğun hâkimiyet kurmasına neden oluyordu. Genelde yığınla ortalıkta dolaşan yurt eğitmenlerinin hepsi birden, tatil izni alıp evlerine gitmişlerdi. Soba yakılmayan odada kalıp büzülüp titreyenler, öksüz çocuklar ile anne babaları yerin dibine taşınan çoban çocuklarıydı.

Oğlanlardan Abu, Rahmet ve ben, üçümüz; kızlardan ise Aynaş ve Şarbankül ikisi kalmıştık. Şarbankül, ağabeyi Jenis ile Degeres Köyü’ndendi, öksüzdürler. İki yaş büyük ağabeyi Korday’daki meslek okulunu kazanmıştı. Boru gibi upuzun tek katlı yurdun bir tarafında erkek öğrenciler, onun karşı tarafında ise kız öğrenciler kalırdı. Ortadaki küçük koridorda geceye doğru bekçi Almabek ihtiyar, ağız kısmı kırık eski siyah sobada dumanını çıkararak ateş yakardı.

Akşam yemeğinden sonra bekçi Almabek ihtiyarın yanına toplanırdık. İhtiyar, kalın ve dağınık isli sakalını sıvazlardı. Gazeteye parmak kalınlığında sarılan tütününü keyifle içine çekerdi. İlginç ve etkili bir şekilde bir şeyler anlatmakta ustaydı. Sobanın yanı sıcacıktı. Eski efsaneleri, değişik kahramanlık hikâyelerini acayip severdim. Titreten buz gibi odada oturmaktansa odun taşımaya, soba yakmaya yardım etmeyi tercih ettiğimden, Almabek ihtiyarın yanında olup onun anlattıklarını dinleyerek büyük bir keyif alırdım! Bir defasında bekçi, tütününü içip arada bir öhhüüaa diye öksürerek Karamergen’in Oğlu Joyamergen hakkında eskiden Kakpatas’ta yaşanan bir olayı her zamanki gibi dinleyeni büyüleyerek anlattıktan sonra:

“Hadi çocuklar yatın. İhtiyar adamın boş sözleri bitmez hiç. Hoppala şuna bak, Abu mışıl mışıl uyuyakalmış bile. Yatağa yavrularım.” deyince iki kız kendi odalarına gitti. Biz de buz gibi soğuk yatağımızı ısıtamayıp giden çocukların battaniyelerini üstümüze kat kat örterek yattık. Vücudumun titremesinden gözlerimi kapatamıyordum. Bekçi, öhhüüaa diye öksüre tıksıra dış kapının sürgüsünü çekti ve bizim odamıza gelerek gaz lambası ile bir kez baktıktan sonra çıkıp yerine geçti. Biraz sonra ihtiyarın horlaması duyuldu.

O yıl okulu bitiriyordum. Aynaş ile Şarbankül bizden bir alt sınıfta okuyorlardı. Şarbankül’ün ağabeyi Jenis’le ikimiz dosttuk. Benden iki yaş kadar büyük olmasına rağmen birbirimizi iyi anlardık, sırlarımızı paylaşırdık. Şarbankül, yatılı okulda kalmıştı. Sarışın ve biraz kilolu kızın altın gibi parlayan saçları ne kadar güzeldi. Saçlarını bazen kalın bir örgü, bazen de iki örgü yapıp bıraktığında, açık kumral sırtında büyülü dünya nazlanarak gidiyor gibi gelirdi. Çekici olan sadece saçı değildi. Kendisi aynı dolun ay gibi açık kızıl tenli, güzel kalın kaşlı, dışa çıkık dolgun dudaklı, ince ve güzel burunlu bir kızdı. Hacimli kâkülü de kendisine çok yakışırdı. Gülümsediğinde sağ yanağının uç kısmında meydana gelen çukuru hiçbir kızda yoktu muhtemelen! Ya gözleri, gözleri berrak su gibi pak, temiz ve acayip gizemliydi. Bazen üzülüyor muydu ne? Utandığında yanakları kızarırdı, böylece daha da güzelleşirdi. Bizim taraflarda sonbahar geldiğinde elma yetiştiricileri aport7 elmalarını toplarlardı. İşte o güneşte olgunlaşan, küçük çocuğun başı kadar olan kıpkırmızı aport elmaya bak da Şarbankül’ün yüzünü görmüş ol! Büyüyüp genç kız olan güzel, ne giyerse giysin yakışırdı. Onun öyle renklendiğini gördüklerinde delikanlıların tamamı, olgun adamlar bile, ağızlarını açıp hayretler içinde bakakalırlardı.

Korday’a meslek okuluna giden ağabeyi, Şarbankül’ü bana emanet edip tekrar tekrar tembihlerken:

“Nariman, sen çok akıllı bir delikanlısın. İkimiz dostuz. Annem ve babamı kaybettiğimizde kardeşim çok küçüktü. Annemle babamın ruhu huzurunda onu üzmeden büyüteceğime söz vermiştim. Artık sana emanet, kardeşime göz kulak ol.” dediğinde başımı sallamıştım durmadan. Ağabeyi sık sık mektup yazarak haberini alıyordu. Ben de Şarbankül’e gözüm gibi bakardım, ona göz koyan oğlanlardan her şekilde korurdum.

Bana dayanarak koluma girmesi, melek gibi gülümsemesi, nazlanması ne kadar güzeldi! Kulağıma fısıldayarak katıla katıla gülerdi. O bana bir şeyler anlattığında delikanlıların tamamının kıskanmaları ne kadar güzeldi.

O gün şiddetli bir fırtına kopmuş, pencerenin camları çıtırdamıştı. Ardından rüzgâr esip şıkır şıkır yağmur yağmaya başlamıştı. Etrafı sarıya boyayan sonbahar geleli beri gökyüzü put kesilip bir damla damlatmamış, her yer toz içinde kalarak köylüler gökyüzüne yalvararak bakmıştı.

Şu yağışlı soğuk sonbaharda ta Kanşengel’in de ilerisindeki yoğun kumun ortasında koyunlara bakan annemle babam ne yapıyordu acaba? Onlara karşı duyduğum özlemden kalbim sızlıyordu. Küçücük kız kardeşlerim nasıl olmuşlardı acaba? Tatlı tatlı konuşmaya başlamışlardı muhtemelen. Çobanlar bütün yazı yaylada geçirirler ve sonbahara doğru aşağı tarafa, ta uzaklardaki kıvrım kıvrım yoğun kızıl kumun içine taşınırlardı. Onların yanlarına sadece kış tatilinde, yılbaşında gidebilirdim. İşte Azrail gibi kış yaklaşıyordu. Ayaklarımda çizme, üstümde palto, başımda kışlık şapka yoktu henüz. Babamlar para göndereceklerini söylemişlerdi, bekleye bekleye gözlerim yollarda kalmıştı. Hâlâ yazlık kıyafetlerle tir tir titreyip donuyordum. Kimsesiz çocuklara okuldan güzlük, kışlık kıyafetler paylaştırmışlardı. Onlar, sıcak kıyafetlerle daha iyiydiler. Benim yazlık ayakkabımın ince tabanından ısıran soğuk, beynime vuruyordu resmen. İşte yağmur da yağıyordu, ne yapacaktım? Bir tarafa çekince diğer tarafı eksik bırakan sıkıntılı yalan yaşam seni! Babam, o kadar emek vermesine rağmen, kolhoza olan borcundan dolayı batmış durumdaydı. Alnına her bakımdan tam sefillik yazılmıştı, yaşamı fakirlik içinde geçmekteydi. Yatılı okula giden delikanlı oğluna kıyafet alamamak ne kadar acıklı bir şey!

Hey gidi alev alev yanan çocukluk ve gençlik dönemim! Zehre bandırılmış çiçek gibi neşesiz, ezik ömrüm, hüzünle ve için için ağlamakla geçiyordu. Yoksulluk içindeki o günlerim aklıma geldikçe hâlâ kaburgalarıma kadar soğuk yemiş gibi oluyorum. İki ayağım buz içinde kalmış bir durumda hissediyorum kendimi.

Üzüntü ve kızgınlık içinde yatarken, yağmur diner gibi olmuştu, gözlerim kapanıvermiş, çok karışık bir rüya gördüm. Yegizbay dedemin erkek devesinin üzerindeydim. Hayvanın uzun tüyleri bulut gibi, kendisi de dağ gibiydi. Devenin yavruları da peşimize takılmıştı. Kışisaz’da dolaşıyordum.

“Nariman aslanım, şu beyaz deve yavrularından birine ay biçimindeki damgayı vuracağım.” diyordu tüm Aytek’in bilge aksakalı. “Dur bakalım, çok geçmeden büyürsün oğlum! Üzülme, kızma! Daha rahatlayacaksın. Al götür, hediye olarak aldığın hayvanı!” diyerek bir tane bembeyaz deve yavrusunu bana verdi. Ben de heyecan ve sevinçten içim içime sığmadı, gözlerimden yaşlar döküldü sanıyorum. Tam o esnada, bir yerlerde gürültü koptu, çığlıklar duyuldu. Gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu anlamamıştım, kafam karışmış olarak uyandım.

“Şarbankül! Şarbankül’ü…” diyerek zifiri karanlık oda içerisindeki Aynaş, tüm gücüyle bağırıyordu. “Öldürdüler! Şarbankül öldü! Öldürdüler onlar!”

Odadaki üç çocuk, yatağımızdan fırlayıp koridora attık kendimizi. Hantalca hareket eden, ayı gibi karşımızda dikilen Almabek ihtiyardı.

“Allah’ım, bu ne dehşet bir şey!” diye bağırıyordu. Koridordan üst üste koşarak geçip kızların odasına daldık. Sizin için yalan, benim için gerçek, Şarbankül’ün üzerinde ağzı ile burnundan, gözünden ateş saçan Azrail oturuyordu. Kafası yusyuvarlaktı, yüzünden yayılan alevler ortalığı ışıtıyordu.

“Eyvah, eyvah!”

Almabek ihtiyar, nice kanlı savaşın şahidi olan insan değil miydi. “Allah korusun! Bismillah, hadi buradan, hadi şeytan!” diyerek elindeki eğik siyah sopasını olanca gücüyle korkunç yaratığa vuruverdi. Bu vuruşla, yaratık paramparça oldu, küçük parçalar hâlinde etrafa saçıldı.

“Şarbankül, gözünü seveyim yavrum.” derken gazlı lambayı yukarı kaldıran Almabek, dikkatle kızın yüzünü inceledi: “Şarbankül yavrum, ne oldu? Allah korusun, ağzını aç da boğazına bakayım, korkmuş olmalısın.”

Almabek ihtiyar, kızı ayıltmak için uğraşıyordu.

“Şarban, Şarban hadi kalk.” diye Aynaş hem ağlıyor, hem konuşuyordu. Kızın bedeni cansızdı, kız kendinde değildi. Lamba ışığından yüzünün bembeyaz kâğıt gibi renksizleştiğini fark ettim.

Eli ayağına dolaşan ihtiyar, kızın buz gibi olmuş elleri ile ayaklarını ovaladı, göğsüne kulağını dayayarak dinledi:

“Nefes alıyormuş yavrum, nefes alıyor!” diyerek sakalı titreyerek ağlamaya başladı.

Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Yurttaki iki gaz lambası ile Almabek’in lambasını sonuna kadar açıp odayı aydınlattık. Hepimizin gözleri yuvasından fırlayacak gibi olmuştu. Etrafımıza ürkerek bakıyorduk. Biraz önceki alev saçan yaratığın ne olduğunu düşünüyorduk. Biz öyle bakarken, nice savaşı yaşamış Almabek, sopasıyla yerdeki parçaları dürtmeye başladı.

“Allah korusun, şunlar da neyin nesi? Şunlara bakın.” diye zemine saçılan “Azrail” dediğimiz yaratığın parçalarını toplamaya başladı. Biz de korka korka yaklaştık. Almabek “Alçaklar! Faşist bunlar!” diye küfrediyordu. Aynaş, hıçkıra hıçkıra yaşadıklarını anlattı.

“İkimiz koca odada korktuğumuzdan aynı yatakta yatarız. Zifiri karanlıkta pencerenin üst bölümü pat diye açıldığında ürkerek uyandık. Baktık ki o camdan uzun sopaya asılmış, her yerinden ateşler fışkıran bir yaratık bize doğru geliyor. ‘Auuuu! Sizi canlı canlı yiyeceğim’ diyerek erkek sesiyle kahkaha attı. Filmlerdeki şeytan gibi tepemizde ileri geri sallanıp duruyordu. Kudurmuş gibiydi. ‘Ben şeytanım, sizi yiyeceğim, kemiklerinizi de çiğneyip kemireceğim.’ diye üsteledi. Yanına diğer yaratıkları da getirmiş olmalı ki pencere dibinden neşeli kahkahalar duyuluyordu. Sesimi çıkaramadım gözlerimi sımsıkı kapattım. Bir an pat diye bir ses geldi. Gözlerimi açtığımda deminki şeytanın Şarbankül’ün üstünde oturduğunu gördüm. Şarbankül, var gücüyle çığlık attı ve kendini kaybetti. Daha da sesi çıkmadı. Ben kalkıp size doğru koştum.” dedi Aynaş hıçkırarak, tir tir titreyerek.

“Allah korusun, kalk yavrum! Su getirin, su!”

Ağzına su doldurup yüzüne serpti, ancak Şarbankül kendine gelemedi. Bekçi, zemine parçalanan “şeytan” kalıntılarını topladı.

“Bal kabağı bu ya! İçini çıkarıp temizlemişler, göz ve ağız yapmış, ortasına mum yakmışlar. Bakın işte. Bal kabağı kabuğu! Soytarılar, oyunları batasıların yaptıkları korkunç şeye bak. Eyvah, hadi Şaykül’ü çağıralım, Davken’e haber vereyim.” diyen Almabek ihtiyar kendini toplayıp bize görevler vermeye başladı.

Yatılı okulun müdürü Davitbay İsagulov, savaş gazisiydi. Rusçayı ve Almancayı su gibi konuşuyordu. Yurdun bitişiğindeki binada oturuyordu. Müdürün evine ben koştum. Dışarısı aydınlanmaya başlamıştı. Yağız yer yumuşak karla kaplanmıştı. Tek ayak üzerinde yürüyen tavuk gibi titreyerek, ince ayakkabımdan su geçtiği halde gittim geldim. Ayakkabımın altı delikti, soğuk içime işledi.

“Ne oldu! Neler oluyor, Allah kahretsin! Aya bakıp yıldız mı sayıyordunuz bekçi Almabek yoldaş!” diye bekçiye bağırarak girdi.

Hepimiz susuyorduk. Ortama sessizlik hâkim oldu. Bekçi ihtiyar, bel bükmüş, kem küm ediyordu. Kekeleyerek nefes nefese anlatmaya başladı.

“Almabek yoldaş, sorumluluğa tabi tutulacaksın. Pencere neden açık kalmış? Düşmanlar neden girer devletin yurduna?” diye kızınca iyice şaşkına döndük.

“Şu delili hiçbir şeyine dokunmadan kenara koyun. Şarbankül nasılsınız?”

Bembeyaz yatakta, sarı saçları dağılmış, ay gibi yatan huri, zavallı bir duruma düşmüştü. Baygın bir şekilde uzanıyordu.

Köy hemşiresi Şaykül, güçlükle sığdığı belli olan beyaz önlüğünün içinde, tüm vücudunu sallayarak içeri girdi. Zar zor nefes alıyordu. Elindeki ışıldayan beyaz kutusunu açtı, içinden araç gereçlerini çıkararak kızı muayene etmeye başladı.

“Çok korkmuş. Kalp çalışıyor. Sinir krizi geçirmiş. Şimdi iğne yapacağım.” dedi Şaykül.

Hemşiremiz Almatılıydı. Köydeki Sagındık ağabeyimiz kaçırmış, getirmişti. Soyulmuş yumurta gibi tombul olan yengemiz, bir- iki çocuk doğurduktan sonra, daha da yayılarak şişmanlamıştı. Şehirli olduğundan Rusçaya geçtiği sık olurdu.

İğne ile ilaç verilince, bir müddet sonra Şarbankül, gözlerini açıp şaşkın şaşkın etrafa bakarak:

“Ne oldu?” dedi duyulur duyulmaz bir sesle fısıldayarak.

“Bir şey olmadı, yok bir şey!” diyen İsagulov Hoca bile heyecanlanmış, ne yapacağını şaşırmıştı.

Şarbankül’ün gözleri yaşararak doluyor ve şıp şıp diye yüzünden aşağı akıp yastığına damlıyordu. Yüzünün rengi atmıştı ve bembeyaz olmuş, burnundan soluyordu. Dolgun dudaklarını sımsıkı ısırıp hareketsiz bir şekilde yatmaya devam etti.

“Artık her şey yolunda. Korkma.” diyen Şaykül hemşire araç gereçlerini toplamaya başladı. Kazakça ve Rusça karışık “Biraz uyusun. Her şey normal.” dedikten sonra peşinden koşa koşa gelen hafif sarhoş, uzun boylu kocasının koluna girip yurttan ayrıldı.

Şarbankül’ün yanından bir adım uzaklaşamaz olmuştum. Sapsarı kalın saçını okşuyordum. Alnı, tüm bedeni yanıyordu. Burnu da tıkanmış, zor nefes alıyordu. Sonra bir anda gözyaşlarını öyle bir serbest bıraktı ki.. Aklından kim bilir neler geçmiştir zavallının!

“Nariman anlatsana, ne oldu?” dedi gözleri çeşmeye dönüşen Şarbankül.

Islanmış, alev alev yanan yüzünü sildim.

“Şarbancığım ağlamasana. Korkma. Sakin ol. Soytarıların işleri. Bal kabağını oymuşlar. İçine mum koyup sizi korkutmak amacıyla sopaya takmışlar. Pencereden içeri soktuklarında, kabak yuvarlanarak senin üzerine düşmüş. Sen de çok kokmuşsun. İsagulov Hoca, şu anda etrafı dolaşıp kontrol ediyor. Kar yağdığından izleri kaybolmuş olabilir, yine de bulacaklar onları. Hapse atılacaklar!” diye altın gibi parlak saçlarını okşamaya devam ettim.

Rengi atmış yüzüne, çeşmeden akarcasına akan gözyaşlarına baktım, benim de içim yandı, boğazıma hıçkırık tıkandı.

“Allah hepsini kahretsin!” diyordum dişlerimi sıkarken ağlamamak için kendimi zor tutarak.

“Korkma Şarban. Bal kabağı diyorum, kabuklarını topladık. İsagulov Hoca, Uzunağaç’tan milis çağırdı, sonuna kadar araştırtacaktır!”

Eliyle kolumu tuttu sıkıca:

“Nariman sen gitme, yanımdan ayrılma! Gözlerimi kapattığımda annemle babam sesleniyor, beni çağırıyor. Onlar, ben yedi yaşımdayken ölmüşler biliyorsun! İkisi şurada pencerenin öbür tarafında, bana bakıyorlar. Mimikleriyle, el sallayarak beni çağırıyorlar yanlarına! Korkuyorum!”

6.Süzülmüş yoğurttan yapılıp kurutulmuş yiyecek
7.Elma cinsi