Kitabı oku: «Kuş Kanadı», sayfa 4
“Yanından ayrılmam, sadece korkma!”
Şarbankül’ün ateş gibi yanan iki elini ovalayıp saçlarını okşadım uzun uzun. Güzelce büyüyüp serpilmiş, tüm köyün gözünü alan genç kızın göğsü bir kalkıp bir iniyordu. En sonunda sakinleşir gibi oldu, uykuya daldı.
Erkek öğrencilerin odasında İsagulov Hoca, olan biteni tüm detayına kadar sorarak hepimizi sorguya çekti. Özellikle de kibrit gibi kuru ve zayıf Abu’den gözlerini almıyordu.
“Abu, sen hepsini gördün, hadi anlat gerçekleri!”
“Hocam gece çok sıkışınca dışarı çıkmıştım. İki-üç çocuğun sokağa doğru koştuğunu gördüm.”
“Kimler, tanıyor musun? Yüzlerini gördün mü?”
“Karanlıktı, çıkaramadım.”
“İki kişi mi, üç mü?”
“Üç kişi gibi. Ya da iki miydi?”
“Hey eşek beyni yemiş beyinsiz! Hadi anlat, yoksa canını alırım. Kimler onlar?”
“Zifiri karanlıktı. Fark etmedim. Üstelik çok sıkışmıştım.”
“Sen görmüşsündür, anlat hadi!”
“Bilmiyorum Hocam, çok karanlıktı. Takır tukur kaçıp kayboldular.”
“Eyvah, Şarbankül kaçtı!” diye Aynaş bağırarak çığlık attığından titreyerek yerimizden kalktık.
“Allah korusun! Ne diyorsun?” diyen Almabek, elindeki sopasını yere düşürdü ve iki defa yerinden kalkmaya yeltense de kalkamadı.
Hepimiz dışarıya koştuk. Yurdun kapısı sonuna kadar açılmıştı. Dışarısı süt rengini almıştı. Tepeden binlerce, milyonlarca beyaz tanecikler dökülüyordu. Kar, üstünden geçen kızın yalın ayağının izlerini belli ediyordu. O izleri takip ederek koştuk. Uzaklardan, çok uzaklardan yüksek ve net gülme sesleri, köpeklerin hırıltısı ve havlama sesleri duyuluyordu.
İlk kar üzerine yeni düşen çıplak ayak izi, okulu dolaşarak Uzunağaç’a götüren yola sapmıştı. Önümde akan yıldız hızıyla koşan zayıf ve kuru Abu, arkasında ben, benim arkamda Rahmet ve asker pantolonuyla gürültü yaparak koşan İsagulov Hoca… Almabek ihtiyar, yorularak nefes nefese kalmıştı, fazla uzaklaşamadan kesilmişti.
İleriden kızın karaltısı gözüktü. Peşinde kıza yaklaşmadan hırlayan ve havlayan bir sürü köpek vardı. Şarbankül’ün bu kadar cesaretli olduğunu kim bilebilirdi? Köyün pek çok mezarını bulunduran yamaca doğru yürüyordu.
Tüm hızımızla durmadan koştuk. Yokuşa yaklaştığımızda nefes almakta zorlanmaya başladık. Kaçan kız büyük bir hızla, beyaz karın üzerindeki ceylan gibi zıplayarak ve havlayıp gürültü koparan köpekleri peşine takarak yamacın üstüne çıkıverdi.
Biz ise pek çok mezarın bulunduğu yamacın üstüne oflaya puflaya zor çıkabildik. Sadece bembeyaz gecelik giymiş Şarbankül, ayak bileğini geçen kara bana mısın demeden hoplaya zıplaya dans ediyordu. Köyün kudurmuş köpekleri, hırlayarak ona yaklaşmaya cesaret edemeden uzaktan ince ve tiz bir sesle hırlıyordu. Kimi köpekler, ön ayakları üzerine çöküyorlardı. Kız, onlara doğru saldırır gibi koştuğunda kuyruklarını sıkıştırıp bellerini bükerek kaçmaya başladılar. Ayakkabısız, şapkasızdı. Üzerindeki beyaz geceliği sırılsıklam su olmuş, bedenine yapışmıştı. Belini saran dağınık saçları hop kalkıyor, hop iniyordu. Bu şekilde mezarların arasında zıplaya zıplaya geziyordu.
“Şarban, Şarbancığım!”
–“Ah-ha-hu, eh-he-hu!”diye delirmiş gibi çıkan kahkahalar insanın yüreğini ağzına getiriyordu.
“Annemle birlikteyim, babamla birlikteyim, gidin buradan!” diyerek saklambaç oynuyormuş gibi orada burada beliren mezarların arkasına saklanıyor, kaçıyordu.
O kadar hızlı koşuyordu ki çok uğraşmamıza rağmen yakalamakta zorlandık. Zayıf Abu, yetişip yakalamaya çalıştığında, bir anda atladı ve çocuğu hızla itti. Abu, bembeyaz karda buldu kendini. Rahmet’le ikimiz zor yetişip yakaladık. O kadar güce sahip olmasına hayret ettim, ikimizi iki yana atıverdi. Tekrar peşine düştüm ve belinden sımsıkı tuttum. Dağılan saçı da iyice ıslandığından, üzerinden su damlıyordu.Geceliği bedenine yapışmış olan kızı kaldırmak güç oldu. İsagulov Hoca yaklaştı, ardından köyden diğer insanlar yetiştiler. Hepbirlikte yurda nasıl getirdiğimizi tam olarak hatırlamıyorum bile. Hantalca nefes nefese koşan İsagulov’un asker paltosunu çıkararak üzerine örttüğünü hatırlıyorum hayal meyal.
Yatağına yatırmak daha da zor oldu. Kızgınlıkla silkeleniyor, yerinde duramıyordu. O kadar gücü kuvveti nereden bulmuştu acaba? Öyle uğraşıp dururken geceliği cart diye yırtıldı. Bembeyaz, dolgun, temiz ve kusursuz göğüsleri ortaya çıkıverince erkeklerin hepsinin gözleri kamaşmıştı, ancak hepimiz arkamızı döndük. Toplanan kadınlar, üstünü çıkarıp kuruladılar, başını sarıp yatırdılar. Ona da itiraz edince çarşaflarla yatağına sarıp bağladık. Sabah olup hava iyice aydınlanır aydınlanmaz iki milis görevlisi geldi. Yurdun etrafını iyice aramaya başladılar. Araştırma esnasında sırık gibi uzun, kabuğu soyulmuş beyaz sopa buldular. Ardından iki milis görevlisi iki yanımıza geçip ifademizi almaya başladı. Özellikle de Abu yalnız görüşüyorlardı. Sorguyu uzun tutmuşlardı. “Mesane rahatsızlığım vardır, çok sıkıştım.” demeseydi hiç bırakmazlardı belki.
Şarbankül’ün yattığı tarafa gidip duruyordum endişe içinde. Sıkıca bağlamış olmalarına rağmen kâh deli gibi kahkaha atıyor, kâh bağıra bağıra ağlıyordu. Arada bir “Anne, baba gitmesenize, şimdi geliyorum. Baba! Anne!..” diyerek yalvaran sesle fısıldayarak konuşuyordu. Bazen de “Git, git hey şeytan, hey azmış albastı!” diye ürkerek bağırdığı oluyordu.
Sabahın erken saatlerinde okul müdürünün çağırdığı ambulans geldi. Şarbankül ile İsagulov’un eşini götürdü ambulans. Milisler ise İsagulov, Almabek bekçi ve Abu üçüne ifadelerinin alınması için ilçe merkezine gitmeleri gerektiğini söyleyip beraberlerinde götürdüler.
Milis tarafından götürülenler akşamın son otobüsü ile döndüler. Abu’nun yüzü kararıp gözleri çökmüştü, çocuk ezilmişti.
“Domuzlar, hayvanlar! Beni kapatıp dövdüler, dövdüler! Böğrüme vurup köpekmişim gibi tekme attılar. Ne söyleyebilirim ben, ne bileyim? Bir şey görmediğim doğru mu, doğru. Yemin ediyorum.” diyerek kendisini gıcırdayan eski yatağına atıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Yapma Abu, yapma!” diyerek sırf kemikten müteşekkil sırtını sıvazladım, zor yatıştırdım.
Yoğun kar, bir gün ve bir gece boyunca yağdı. Dizleri geçecek kadar olunca, okula gidemeden üç gün yurt odasında kapanıp kaldım. Şarbankül’ü kovalarken ayaklarımdan geçen soğuk yüzünden dizlerim bükülünce açılmıyor, açılınca da bükülmüyordu. Sonunda Karakıstak’taki hastaneye yatırıldım ve yirmi gün kadar hastanede kaldım. Zar zor iyileştikten sonra döndüm.
Şarbankül’ün önce Uzunağaç’ta olduğunu, sonra da tedavi için Almatı’ya gönderileceğini duymuştuk. Yurda döndüğümde babamların yepyeni kışlık çizme gönderdiklerini öğrendim. Bir numara büyük olması dışında oldukça güzel bir çizmeydi. İçine tabanlık yerleştirdim, annemin dokuyup gönderdiği yün çorapla giyiverdim. Gerçekten mutlu olmuştum!
İki ay sonra, yeni yıl öncesinde Şarbankül’den bana mektup geldi. Almatı’da değilmiş, ta uzaktaki Narınkol’un Sarıjaz İlçesi’ndeymiş. Hep ruh hastaları ile, aklını kaçırmış ve beyni sarsılmış delilerle birlikte kaldığını yazıyordu. Aşırı zayıflamış, incecik kalmış. Görürsem tanıyamayacağımı belirtmiş. Saçlarının ağır, kalın ve uzun olduğunu söyleyip kesmek istemişler. Gürültü kopararak kesmelerine izin vermemiş. Saçı olmazsa bambaşka bir Şarbankül olacağını düşünüyormuş. Korday’daki meslek okuluna giden ağabeyi Jenis, otobüsle ziyaretine gitmiş. Erkek kardeşini gördüğünde hıçkıra hıçkıra ağlamış. Şarbankül, “Biricik ağabeyim, himayecim Jenis ve sen… ikinizden başka kimsem yok benim. Seni de çok özlüyorum Nariman!” yazmış. Ve devam etmiş;
“Benim Sarıjaz’da akıl hastanesinde yattığımı kimseye söyleme lütfen. Kimse bilmesin. Şu mektubu okuduktan sonra yırtıp ateşe at. Adresimi sadece kendin bil. Bir de ben resim çizme alışkanlığı edindim. Hep resim yapmak istiyorum, resim bana çok iyi geliyor. Daha sonra mektupla gönderirim bazı iyi resimlerden. Ama sen gülme!”
Bütün bunları okuduğumda, buz parçası vurmuş balık gibi ne yapacağımı şaşırmıştım. Kalbime zehir dökülmüş gibiydi.
“Benim güzel meleğim, peri kızı Şarbancığım benim! Senin o muhteşem güzelliğine nazar değmiştir. Herkes senin eşsiz, kusursuz güzelliğinden söz ediyordu. Daha dün aramızda gülücükler saçıyordun, mutluluk ve neşe kaynağıydın.” diye düşünmüştüm.
Altın gibi parlak ve sarışın kızın akıl hastanesinde bulunduğuna bir türlü inanasım gelmiyordu. Hangi zalim, hangi kalpsiz onu korkutup bu durumlara düşürmüştü acaba? Hangi acımasız onun gül gibi güzel gençliğini soldurup yok etmek istemişti?
Mektubu iki-üç defa kalbim sızlayarak üzüntü içinde okuyup ağladıktan sonra, sıcak ve içten sözlerimi esirgemeden cevap yazdım. Onun mektubunu ne yırttım, ne de yaktım. Valizimin bir köşesine sakladım. İlkbahara doğru kareli defterin iki yüzüne çizilmiş iki resim gönderdi. Bir tanesinde kaşları çatık, sakallı ve bıyıklı esmer ihtiyar adam. Diğerinde ise gömlek yakası yayılmış, kısa saçlı, kepçe kulak, zayıf çocuk. O, bendim. Kendimi hemen tanıdım. Gözümün altındaki bene kadar aynen çizmişti. Basit bir dolma kalemle yapılan resmi durmadan inceliyor, bakıyordum.
“Bu benim dedem. Ben annemle babamı üç yaşımda yitirdim ya, yedi yaşıma kadar işte bu dedem, annemin babası baktı bana. Daha sonra o da rahmetli oldu. Annemin ve babamın resmini yapamıyorum, sadece rüyama sık sık giriyorlar, daima ellerini sallayıp beni kendilerine çağırırlar. Ben yoruldum. Bittim. Nariman, resmini benzetemediysem kızma bana, yine yaparım.
Sen büyük ve yakışıklı bir delikanlı olacaksın. Kalbinde nur var senin. Biricik kardeşim, Jenis ağabeyime göz kulak ol, dostundur. Göklerde uçarak gelip yerlerde sürüne sürüne ağlayarak gitti. Çok üzüldü canım ağabeyim. Hüznünden içi ağlıyordur bedbaht kardeşimin. Sen akıllısın, neşelendir onu. Senin de resmini çok yaptım, Jenis’in de… İsagulov Hocanın, Almabek dedenin, Aynaş’ın hepinizin resminizi çiziyorum. Yaptığım resimlere herkes ağzı açık, hayretle bakar. Bana ise karalama gibi geliyor. Nariman, şu soytarıyı, beni gece korkutarak bu hâllere düşüren zalimi sesinden tanıdım! Görüştüğümüzde söylerim sana. O çocuk bana göz koymuştu, sürekli peşimdeydi. Kaçıracağını söyleyip tehdit ederdi beni. Sürekli uzak dururdum ondan. Yanıma yaklaşmamasını söylemiştim. Öyle inat olsun diye yapmıştır. Bunu öğrenirse Jenis onu öldürür. Ona söyleme! Zaten zor durumlarda yüksek dağ gibi aslanım benim! Yeter ki o sağ salim olsun, sen sağ salim ol!”
Bu mektuptan on gün kadar sonra, Şarbankül’ün vefat ettiğine, ağabeyi Jenis’in onu hastaneden alarak Degeres’teki annesiyle babasının yanına defnettiğine dair soğuk bir haber almıştık. Bu haberle kıyamet kopmuştu. Sanki kalbimi dilim dilim kesmişler gibi kan ağlamaya başladım. Aynaş başta olmak üzere, bütün kızlar kötü bir rüya görmüş gibi sızlayıp gözyaşlarını akıttılar.
Jenis’e, Korday’da meslek okuluna devam eden dostuma, kemiklerim sızlayarak, acıklı ve özlemle dolu hem ağıt, hem taziye mesajı nitelikli bir mektup yolladım.
Yazın ikimiz Degeres’te buluştuğumuzda birbirimizi sakinleştiremeyip ağlaya ağlaya Şarbankül’ün mezarını ziyaret ettik. Ardından yayladaki uzak bir akrabasının evine gidip geceyi orada geçirdik. Orada da gece gündüz gözlerimizden yaş eksik olmadı, altın gibi parlayan, melek suretindeki kardeşimiz hakkında konuşmakla, özlemimizi dile getirmekle geçirdik zamanı.
“Nariman, Şarban’cığımı ürküten insanı bilseydim intikamımı alıp rahatlardım! Sen onu öğren, çocuklar biliyorlar, ama korktuklarından söylemiyorlar! Şarban’cığımın tertemiz ruhu huzurunda yemin ederim. O caniden mutlaka intikamımı alacağım! Yeter ki sen onu bul, gerçek dostum olduğun doğru ise!” dedi vedalaşırken baş başa kaldığımızda.
Peri kızı gibi olan Şarbankül’cüğüm kızların en güzeli idi! Ne yazık ki yaşamı çok kısaymış ve bizimle birlikte kalamayıp ebediyen serap gibi uçup gitti.
Bu olayla ilgili İsagulov’u çok uğraştırdılar, sonunda okul müdürlüğü görevinden aldılar. Almabek ihtiyar da az kalsın cezai sorumluluğa tabi tutuluyordu, ancak savaş gazisi olduğu dikkate alındı, sadece görevinden oldu. Abu, böbreğinden rahatsızlandığından Uzunağaç’ta tedavi oldu. Hastaneden çıktıktan sonra Kargalı’daki kumaş fabrikasına işe girdi. Milis ve İsagulov başta olmak üzere, hepbirlikte suçluyu ne kadar arasak da hiçbir netice alamadık.
* * *
Düğünün onur konuğu niteliğinde başköşede oturuyordum. Elindeki uzun değneğe dayanan, kuru ve zayıf, esmer bir yaşlı adam titreyerek yürüyüp yanıma geldi ve:
“Nariman merhaba.” dedi.
Bir yerlerden hatırlıyor gibiydim. Uçurum dibindeki bulanık su misali olan nemli gözleri nereden gördüğümü hayretle hatırlamaya çalışırken, o söze girdi.
“Galiba beni tanımadın. Ben Abu… yatılı okuldan.”
“Ya Abu nasılsın?” diye sevinçten ne yapacağımı şaşırdım.
“Emekli oldum. İki dizim yürümemi zorlaştırıyor, böbreklerim rahatsız ya eskiden beri. Gördüğün gibi değnek kullanıyorum.” diye hemen tüm hastalıklı insanlar gibi hastalıklarını saymaya başladı.
“Hey gidi günler hey. Görüşmeyeli ne kadar oldu acaba?” dediğimde cevabını o verdi.
“Tam tamına kırk beş yıl geçti. Kırk beş yıl! Çocuklarıma seni anlatıp seninle aynı yurtta kaldığımı, arkadaşım olduğunu söyleyerek övünürüm. Ben artık evime döneyim. Hastayım ya, duramıyorum.”
“Şu duruma bak, Abu seni de göreceğim gün varmış çok şükür. Beklesene Abu, gerekirse hastalığını profesörlere söyleyip muayene etmelerini sağlayayım. Sağlıktan daha önemli ne olabilir ki?”
“Hadi beni kapıya kadar geçir.” diye yalvarır gibi istedi iki eliyle değneğine dayanıp ayakta zor duran mecalsiz adam.
“Hadi gidelim!”
O, köstek vurulmuş at gibi yalpalıyor, ofluyor, derin ah çekiyor, nefes nefese kalıp zor hareket ediyordu.
Kargalı Nehri’nin kenarından aşağı doğru inmeye başladık. Meyvelerin olgunlaştığı yazı andıran sonbahar mevsimiydi. Kıvamına gelmiş elmanın ekşimsi kokusu burnu ferahlatıyordu. Dağdan saç okşayan, bedeni yumuşacık sıvazlayan, mis kokulu hafif bir rüzgâr geliyordu. Vadi dibinde köpükleri fışkıran nehir, ayna gibi tertemizdi. Sıra sıra dizilen kavaklar dimdikti, başını kaldırıp bakacak olursan börkünü düşürecek kadar çok yüksekti. Yaprakları fısıldayarak insana huzur veriyordu. Nehrin kenarındaki, dağın eteğindeki hava ne kadar temizdi. Solumaya doyamayacağın kadar hoştu. Moral yükselten, huzura kavuşturan bir büyüleyicilik… Canın huzuru.. Yerin cenneti dedikleri bu olsa gerekti. Almatı’nın dumanında boğulan, kurşun yutarak nefes almakta zorlanan şehirliler bunun değerini iyi bilirdi. “Keşke bir an önce emekli olsam da dedelerimin kutsal mekânı olan şu acayipistana, bu köye ev yapıp taşınsam! Şuracıktaki başına sarık sarmış bilgeler gibi görünen dağlar göğüslerini gere gere yükseklere tırmanıyorlar. Büyük ülkenin dağları da büyük olmalı.” diye düşünürken…
“Nariman! Narimancığım.. Sana söylemem gerek bir şey var!”
Soluk soluğa kalan arkadaşım Abu, değneğine dayanarak tir tir titriyor, düşecekmiş gibi ayakta zor duruyordu.
“Evet, nedir Abu’cuğum!”
«Nariman’cığım! Nariman! Sana bugün söylemezsem olmaz. Karşılaşmamız ne kadar isabetli oldu.”
“Dinliyorum, Abucuğum! Söylediğin her şeyi yerine getirmeye çalışacağım.” diye boynumdaki kravatımı gevşetip rahat bir şekilde gerildim. İçime bir ferahlık gelmişti, çok keyifliydim.
“Hey Abu, yerin en muhteşem köşesi burasıdır! Ne kadar solusan da doyulmayan Kevser gibi havası ne kadar muhteşem! Yeşile bürünmüş kutsal dağları ne kadar güzel! Masmavi berrak suya sahip, at geçirmeyen kızgın nehri ne kadar çekici! Tutup dayandığında kurumuş değneğini bile yeşerten toprağı ne kadar verimli! Kargalı, kutsal toprağım, ata yurdum benim!
Hey Abu’cuğum, böyle muhteşem bir yerde oturduğun hâlde hastalıklı olduğunu söylersin. Bu sözleri sesli söyleyemem, ne yazık ki otuz iki dişimin gerisine gizleyip saklayarak gecenin rüzgârsız, esrarengiz ve acayip doğasına hayran kalmış, gevşemiş ve sarhoş olmuş duruyorum. Kutsallığının kölesi olduğum memleketim, ata yurdum!”
“Nariman, sen Şarbankül’ü unutmadın değil mi!”
Uykudan uyanmış gibi oldum. Huzura kavuşmuş iç dünyam darmadağın oldu.
“Neden unutayım? O, bana önce mektup yazmıştı.”
“Yapma ya. Nariman benim ecelim çok yaklaştı. Bildiğin eski hastalık ve rahatsızlıklar iyice yordu, bir deri bir kemik kaldım. İlaç dediğin zehir değil mi! İşte kırk yıldan fazladır onunla beslenmekten bedenim ilacı kabul edemez duruma geldi.”
“Abu, tedavi ettireceğim Almatı’ya götürüp. Yeter ki ümidini kesme, hayattan bezmiş gibi konuşma!”
“Sanıyorum ondan bir şey çıkmaz. Biliyorum artık bittim, tükendim. Çok az günüm kaldı, bunu hissediyorum. Fakat aklımı sürekli meşgul eden safra gibi acı gerçeği sana söylemek için ne kadar yeltensem de cesaret edemiyor, sana ulaşamıyorum. Bu düğüne ünlü Akademi üyesi olan senin geleceğini duyduğumda çok sevindim, sabırsızlıkla bekledim. Yanarak sönmek üzere olan azıcık yaşamımda sana bu sırrımı açmazsam daha ecelim gelmeden patlar, ölürüm. Öldüğümde de öbür dünyada huzurum olmaz.”
Bu adam konuşmayı ne yöne çekiyordu? Kalbim ağzıma gelmişti, üşümeye başlamıştım. Onun da rengi atıp bembeyaz olmuştu. Epey terleyince, cebinden mendilini çıkarıp alnını sildi.
“Hemen konuya geçeyim. Ben, Şarbankül’ü kimin öldürdüğünü biliyorum!”
“Sen ne diyorsun?” diye bağırarak adamın üzerine yürüdüm. “Ne dediğinin farkında mısın canavar seni, hayvan! Neden bugüne kadar söylemedin, korkak şey!” diye derhâl ter içinde kalan incecik boğazına yapıştım, iki elimle sıkmaya başladım. “Kim o? Canını almadan söyle.”
Söylemezse ve boğazını biraz daha sıkıversem yere yığılıvereceği kesindi.
“Bal kabağının içini temizleyip mum yakarak pencereden içeri sokanı, Şarbankül’ü korkutan insanı tanıyorum!”
“Nasıl da bu kadar zalim olabilirsin Abu!”
“Gürültü kopup hepiniz Şarbankül’ün yanına koştuğunuzda ben sıkışmış, dışarı koşmuştum. Yurdun arka tarafından koşarken karşıma çıkıverdi.”
“Kim, kim o?”
“Kim olabilir ki? Navan! Şu bir üst sokakta oturan Navan var ya? O. Elindeki fileto bıçağını boğazıma dayadı. ‘Beni gördüğünü söyleyecek olursan şu bıçakla kafanı keserim. Ölecek bile olsan kimseye söyleme. Söylemeyeceksin değil mi?’ dedi. ‘Söylemeyeceğim.’ dedim korktuğumdan. O, aşağı sokağa doğru koşarak uzaklaştı. Yurda girdiğimde Şarbankül’ün baygın bir hâlde yattığını, odada gürültü koptuğunu gördüm. Bugüne kadar bir kişiye dahi söylemedim. Şarbankül’ün vefat ettiğini öğrendiğimde büyük bir günahkâr olarak hissettim ve okulu bırakıp buraya gelerek işe girdim. Sizinle görüşmelerden kaçtım hep. Yakalandığım hastalığın sıkıntısını tam tamına kırk beş yıldır çekiyorum. Öbür dünyada Şarbankül’le karşılaştığımda ona hangi yüzle bakacağım? Seni bir defa görebilmeyi, hepsini anlatabilmeyi istedim. Neden susuyorsun? Neden şu bedbaht adama küfürler yağdırıp dövmüyorsun? Beni kanlar içinde bırakmalısın. Öldürüp Kargalı Nehri’ne atmana da razıyım. Neden konuşmuyorsun?”
Boğazına yapışmış parmaklarımı zar zor açtım ve nemlenerek yumuşayan avucumu ağaca sürterek sildim. Nefes almakta zorlanıyor, öksürerek patlayacak bomba gibi titriyordu.
Gökyüzünde ise yarım ay gizlice bakıyordu. Ağaçların hepsi uğulduyordu. Nehir de kızarak dolup taşmaya başlamıştı. Dağ da simsiyah, ölmüş kısır deve gibi çöküktü. Dilim ağzıma sığmıyordu. Nefes almakta zorlanıyordum. Boğazım kurudu ve dilsiz gibi ses çıkaramadım.
“Nariman elveda, ben gidiyorum. Ben vereme yakalandım. Yediklerimi sindiremiyorum, iki gündür bir lokma bir şey yemiyorum. Yemek yiyemiyorum. Fazla yaşamam, sönmüş, ebediyen sönmüş bir insanım. Utancımdan yanıyorum, ölmek üzereyim. Beni affetmeyeceğini biliyorum.”
Ayaklarını zor hareket ettirip iki adım attıktan sonra arkasını döndü.
“Ha, şu soytarı, cani Navan’a birkaç kez pazarda rastladım. ‘Aferin’ diye sırtımdan sıvazladı her gördüğünde, cebime para attı. O soytarı etkisi altına alır beni hep. Ben böyle şerefsiz biri oldum, alçak biriyim. Bir kuruşluk değerim yok. Şarbankül öldüğünden beri içimde geçmeyen bir korku mevcut, geceleri ürkerek kalkarım. Bir bıçak boğazıma dayanmış duruyor sanki. Tek canlı şahit benim. Bugünden sonra birkaç gün rahat uyurum belki. Navan köpeği korksun, o ürksün. Gidiyorum, elveda!”
Arkasını döndü, elindeki değneğin tık tık sesleri eşliğinde, zar zor yürüyerek karanlığa karışıp kayboldu. Ben, çakılmış kazık gibi kalakalmıştım bulunduğum yerde.
“Köpek oğlu köpek seni! Öyle değerli, altın gibi bir kızın hayatını nasıl karartırsın, ömrünü nasıl kısaltırsın!”
Üzüntü ve pişmanlık iç dünyamı paramparça etmişti. Hayat dediğimiz, üzüntü, pişmanlık ve özlemmiş meğer.
“Şarbankül’cüğüm, güzelim benim. Ay karanlığında kaybettiğim cevherim benim! Hızla geçen yaşam silsilesinde senin yerin bambaşkaydı, ne yapabilirim? Jenis’le her görüştüğümüzde senden söz ederdik. Sonradan o yükselerek Degeres Sovhozu’na başkan oldu, en hızlı koşu atlarını yetiştirerek ünlü at eğiticisi unvanını kazandı. Altına soylu at binip geniş saray gibi sekiz odalı ev yaptı. Kimsesiz büyümüş zavallı obur değil mi, sovhoz malına elini bolca sokmuş. Ona dava açıldığında yardım elimi uzattım. İlk eşiyle anlaşamadı, ikincisi vefat edince görevinden de oldu, huzuru kaçtı. Bir derinin altında insan, bin defa şişip bin defa iner. Bundan üç yıl önce beklenmedik anda kalp krizinden hayatını kaybetti.” diye düşünmüştüm.
Navan adlı bir üst sokakta oturan soytarı delikanlı, okulu erken terk etmişti. Sonrasında üçkâğıtçı olup çıkmış, Çankayşi denen bir takma adı da varmış. Grup kurup çocukları rahatsız edermiş. Gençliğini sürekli hapiste geçirdiğinden pek görünmezmiş. Geçen sonbaharda at yarışında rastladım. Aynı yılışık hâli, iki yanağı olgun elma gibi kırmızı, gümüş dişlerini parlatıp yüksek sesle kahkaha atıyordu.
“Abu, hepsini anlattı. Senin cani olduğunu biliyorum artık. Korku artık sana geçecek ve gölge gibi peşini bırakmayacak. Sen de o korkudan ödün patlayıp öleceksin. İntikam almak artık benim boynumun borcu!” deyiverdim.
Yaralanmış kaplan gibi çırpındım, dişlerim gıcırdıyordu, bedenim titredi. İçime korku girip yüreklenerek, kin ile dolarak kesin intikam alma kararı aldım.
“Sayın Akademi üyesi, hadi gelin, siz olmadan ikinci sofraya geçmeyiz, kalabalık sizi bekliyor.” diye düğün sahibi akrabam ile gelinim neşeli bir şekilde yaklaştı, nazlı nazlı ikisi iki tarafımdan kollarıma girdi.
“Tiyatroya dönüşmüş çetrefil, kahpe yaşam hey!” dedim.
Sessizce mutlu ikilinin ortasında düğüne doğru yürüdüm.
Dağ nehrinin köpükleri, göklere fışkırarak çırpına çırpına hiddetle akıyordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.