Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Celâleddin Harzemşah», sayfa 4

Yazı tipi:

ŞAHISLAR

Mehmet Alâeddin: Devlet-i Harzem padişahlarından, Celâleddin’in pederi

Celâleddin: Mehmet Alâeddin’in oğlu

Gıyaseddin: Mehmet Alâeddin’in oğlu

Ak Sultan: Mehmet Alâeddin’in oğlu

Arzak Sultan: Mehmet Alâeddin’in oğlu

Kutbeddin: Celâleddin’in oğlu

Özbek: Ümeradan ve Celâleddin’in mahremlerinden

Melik Nusret: Ümeradan ve Celâleddin’in mahremlerinden

Orhan: Ümeradan ve Celâleddin’in mahremlerinden

Nureddin-i Münşî: Ümeradan ve Celâleddin’in eshab-ı divanından

Burak Hacib: Kara Hitay Devleti’nin müessisi

Seyfeddin-i Irakî: Harzemşah ümerasından

Bedreddin-i Amîd: Harzemşah ümerasından Emir Nuştekin: Harzemşah ümerasından

İmad’ül Mülk: Harzemşah ümerasından

Hadım Han: Harzemşah ümerasından

İzzeddin-i Kazvinî: Mihr-i Cihan’ın mahremi

Kıvamüddin-i Bağdadî: Tebriz kadısı

Süleyman: Melik Nusret badehu Burak Hacib tevabiinden

Cabir: Burak Hacib’in mahremlerinden

Mübarek: Mihr-i Cihan’ın hadım ağası

Neyyiret’ül İkbal: Celâleddin’in ilk haremi

Mihr-i Cihan: Celâleddin’in ikinci haremi

Zahire: Gıyaseddin’in validesi

Hizmetkârlar, askerler, hadım ağaları, cariyeler… Gaipten bir ses…

BİRİNCİ FASIL

BİRİNCİ PERDE

Ab-ı Sükûn Adası’nda şahane fakat eski bir çadır

Birinci Meclis
Celâleddin, Neyyiret’ül İkbal

NEYYİRE: “Güneş cemalin -akşam bulutu gibi- üzerine çöken şu matem renginden ne zaman kurtulacak? O çehre de bir vakitler nevbahara benzerdi. Daima etrafına nurdan dökülmüş şafaklar, tebessümden yapılmış goncalar saçardı. Kim bir kere bakarsa gönlü safa-yı ruhani, gözleri eşk-i meserretle dolardı. Güneş tutulduğunu gördüm de yine o kadar nurani bir cemalin böyle karanlık bir renk bağlayabileceğini hatırıma getirmezdim. Bir kerecik, bir dakikacık olsun gülmez misin? Neyyire’ne, bir vakitler, yanında can bulmuş bir meserret gibi gördüğün Neyyire’ne bakıyorsun da -yaralı aslan, oku ciğerine saplamış olan sayyadını seyreder gibi- gözlerinden ateş, dudaklarından gazap dökülüyor. Feleğe baş eğmez iken bir vakit benim için padişah pederinin ayaklarına kapanıp da Fars saltanatını hanedanında ipka ettirmiştin! Şimdi gönlünde o meylin, o teveccühün zerre kadar olsun, eseri kalmadı mı?..”

CELÂLEDDİN: “Bir zerresi bile zail olmadı! Seni birinci görüşümde ne kadar sevdimse her yüzüne baktıkça bir o kadar daha seviyorum.”

NEYYİRE: “Öyle ise çehrende bu mahzunluk nedir? Dünyada muhabbete mağlup olmayacak bir elem mi var? Bu cihanın gamını yine cihana bıraksak da yine yalnız muhabbetimizi düşünsek olmaz mı? İşte böyle bir musibet zamanına düştük! Hayat, vücudumuzdan hiç ayrılmayacak gibi duruyoruz. Felek, bela günlerinin dakikasını yıllar, saatini asırlar kadar uzatıyor. Biz de onun rağmına vaktimiz ne kadar ağır geçerse ömrün en büyük lezzeti olan sadıkane muhabbetten o kadar ziyade istifade etsek de felekten layığıyla bir intikam alsak ne olur? Yüzüme öyle mahzun mahzun bakma! Biz istersek felekten intikamımızı alabiliriz! Kendi vicdanımız, kendi kendimiz bizim için dünyada her bahtiyarlığı temine kâfidir. Ah, bilmem nasıl oluyor da kalbinde bir koca âlemin ne kadar kederi varsa hepsine yer bulunuyor da benim gönlüm yalnız seninle dolmuş! Senden başka bir şey kabul etmiyor! Hatırınıza gelmez mi? Biz ne vakit görüştük? Bilirsiniz ya!.. Kılıçlar, şafak zamanı doğmuş hilal gibi, kanlar içinde parlamaya; mızraklar, kanını içmek için vücuduna yapışacak mahluk gözeten ejderler gibi, titreye titreye başını doğrultmaya; oklar, içinde saklanacak gönül bulmak için meydana atılmış muhabbet gibi, karşısına tesadüf edenleri ta can evinden vurmaya; filler, şiddetli bir zelzeleye tutulmuş da askeriyle, silahıyla beraber, yerinden oynamış kale burcu gibi taşlar, demirler, oklar, harabeler, naralar, vaveylalar saçarak üzerimize yığılıp gelmeye başlamış idi.” (kendi kendine) “Acaba taciz mi ediyorum?”

CELÂLEDDİN: “Söyle! Söyle! Hep senin kadar sevdiğim hâlleri gözümün önüne getiriyorsun!”

NEYYİRE: “Pederim, kavgaya giderken beni de yanına almıştı. Merhume validem, biçare kadın, bilseniz ne kadar muzdarip oldu? Ne kadar telaş etti! ‘Hiç on sekiz yaşında kız kavgaya mı gider? İki erkek evladım var. Beraber götürüyorsunuz. Biri zırhınız, biri siperiniz olsun! Vücutları oktan, kandan etrafına dallar salıvermiş de baştan ayağa kadar güllere gark olmuş fidana benzesin! Yine iftihar ederim! Fakat kızımdan ne istersiniz? Onu bana bırakın! Ah!.. Erkek çocuk doğururuz. Yedi sekiz yaşına girer girmez yüzlerini görmeye hasret oluruz! Şimdi kızlarımızı da bütün bütün zapt edeceksiniz! Demek, valideler çocuğunu, kız olsun erkek olsun, karnında taşıyacak. Koynunda büyütecek. Hastalanırsa her gece sabaha kadar yatağının ayak ucunda; ölürse her gün akşama kadar mezarının baş ucunda ağlayacak; yine emir ve nehiy, tasarruf yalnız pederlerde olacak…’ diye şikâyetler etti. Ağladı. Yalvardı. Ayaklarına kapandı. Bir türlü tesir ettiremedi. Onun gürültüleri, feryatları bittikten sonra pederim hafif bir tebessüm etti. Siz de görmüştünüz ya! Merhume, cevapsız kalır zannetmiş. Bir söze mukabele ettiği vakit ne kadar hafif gülerdi! Yine öyle güldü. ‘Padişah neslinden gelenlerin şanı, her türlü fedakârlıkta halka numune olmaktır. Ben evladımı, velev kız olsun, devletime feda etmeye mecburum. Ben kızımı muhataraya atarsam herkes oğlunu ister istemez silah önüne teslim eder.’ dedi. Yine validemin yüzünde bir rica emaresi görünce, ‘Kadınlar, padişah işine karışmaz!’ diye bir kere bağırdı. Tüyleri ürperdi. Gözleri ateş gibi kızardı. Parlamaya başladı. Gizlice yüzüne bakacak oldum. Karşımda bir aslan başı duruyor zannettim! Allah’ınızı severseniz, taciz mi ediyorum?”

CELÂLEDDİN: “Söyle! Söyle! Aradığım gibi bir padişah, istediğim gibi bir peder tavsif ediyorsun! Kâin pederimin mert olduğunu düşünüyorum da gönlüm biraz müteselli oluyor. Keşke ben de senin kadar bahtiyar olaydım! Pederim, vahimesinin yolunda devletini feda edeceğine beni devletin yoluna feda edeydi…”

NEYYİRE: “Ne kadar idraksızım! Merakınızı def’e çalışıyorum da yine hep o endişeye kuvvet verecek şeyler söylüyorum.”

CELÂLEDDİN: “Söyle! Söyle! Lakırtını işittikçe ağzını öpmüş kadar kalbe inşirah geliyor!”

NEYYİRE: “Pederim o kıyafetine girdi! Nineciğim bütün bütün şaşırdı. Sanki dudakları, kirpikleri birbirine yapıştı! Ne bir lakırtı söylemeye, ne bir kere yüzümüze bakmaya cesaret edebildi! Hemen yerinden kalktı. Harem kapısına doğru yürümeye başladı. Ben, bütün bütün hayret içinde kaldım! Peder de yerinden davrandı. Mabeyn tarafına doğruldu. Döndü, bir kere yüzüme baktı. Sanki onun gözleri kehribardan, benim vücudum çöpten imiş gibi, ihtiyarsız arkasına düştüm. Muharebeye, ne kadar nefret, ne kadar azap içinde geldiğimi ben bilirim! Sanki boynuma zincirler taktılar da beni iki yüz saatlik yere taşlık üzerinden, çalılık arasından sürükleyerek getirdiler! Meğer, benim bu telaşım, çocukların ademden vücuda gelirken o zaman ettikleri feryatlar kabîlinden imiş! Meğer, Cenabıhak bana asıl hayatı o zaman nasip eylemiş de istikbaline çıkıyormuşum! Meğer, pederim bu biçare vücudu iki İslam devleti arasında barışıklığa, akrabalığa hizmet edebilir diye oralara kadar ihtiyat için götürmüş! Meğer Celâl’ime orada nail olacakmışım! Ah! Bozgunluk! Benim gibi anasının koynundan yeni ayrılmış kızlara ne kadar dehşet veriyor! Orasını bir türlü tasavvur edemezsiniz. Atlılarınızın hangisine baksam ölüm canlanmış da koşa koşa üzerime doğru geliyor sanırdım! Pederimi gördüm. Kendini bin kılıcın, bin kargının üzerine atıyor, birkaç yerinden yaralanmış, arkasındaki hilatı kan damlalarından kaplan postuna benzemiş. Hava kararmış. Gökler Cenabıhakk’ın gazabından mahluk bir cehennem gibi korkunç korkunç gürler. Yerler, evladının kanı yüzüne gözüne dökülmüş bir valide gibi acı acı inler. Her dakikada bir yıldırım, ateş renginde yaratılmış bir ejderha gibi büküle büküle bulutları yırtarak ya bir ağaca ya bir kargıya çarpar. Yüz binlerce adam zırhlar giyinmiş, sanki zırh giyinmekle gönülleri de demir kesilmiş, can almakta Azrail’le yaraşırlar. Bu tarafa bakarsın! Bir delikanlı yaralanmış, eceliyle güreşe güreşe ölüyor! Öbür tarafa bakarsın! Bir asker başkasının yakasına sarılmış güya kendi ruhu imiş de elinden kaptırmış gibi bin hırsla, bin gazapla canını almaya çalışır. Nereye baksan oklar, yaralılar, kargılar, mevta, kılıç, kan, fil, ateş, mancınık, yıldırım!.. Peder görünmez; biraderler yaralarından adam mıdır değil midir fark olunmaz. Valide, dünyanın öbür köşesinde, hizmetkârlar meydanda canıyla uğraşır. Cariyeler dehşetten bayılmış yerlerde sürünüyor. Rüzgâr çadırın bir tarafını götürmüş, vücut soğuktan, yağmurdan hazan yaprağı gibi titrer. Yok, insan korkudan, kederden ölür derlerse yalandır! Eğer gerçek olaydı ben, o gün bir dakika sağ mı kalırdım?”

CELÂLEDDİN: “Ah! Bilir misin ki bir mert; öyle bir bela, öyle bir dehşet içinde bulunur da kendini, dostunu ve belki -bazı kere- düşmanını çekişe çekişe mevtin pençesinden kurtarmaya çalışırsa ne kadar ömrü artar, nasıl gönlü açılır?”

NEYYİRE: “Bilirim! Seni o muharebenin, o kıyametin arasında gördüm de onun için bilirim! Hâlâ gözümün önündedir. Ordu yerine gelen asker, çadırın iplerine sarılmış idi. Oklar -ağaca hücum etmiş arı topu gibi birinin başı birinin kanadına yapışırcasına birbirine sıkışarak- vızlıya vızlıya etrafımda dolaşmaya başladı. Ben dakika dakika Azrail’i beklerken karşıdan kasırga gibi bir duman peyda oldu. Daha duman birkaç yüz adım uzakta iken yolumun uğrağında her ne varsa rüzgârından perişan oldu. Bir de duman yarıldı. Ne göreyim? Meğer o kara buluttan bir mehtap! Mehtap değil, gül çehreli, insan kıyafetinde bir melek saklı imiş! Bir melek ki insan kıyafetine girmiş de yine melekliği yüzünden akıyor. Gözlerimi bir türlü cemalinden ayırmak mümkün olmadı. Dalmışım… Hayran hayran hâlini, tavrını seyrediyordum. O kadar dalmışım ki çadırın önüne dökülen kanlar ayağıma gelmiş, eteklerime bulaşmış da haberim yok! Bir de hemen gözümün önünden kayboldun. Gittin! Hâlimi unuttum. Seni aramaya başladım. Etrafıma göz gezdirir dururken kulağıma bir dilfirip sada geldi! Meğer yanıma gelmiş de taht-ı revanımı emredermişsiniz! Yüzünüze baktım. Bütün bütün gaşyoldum! Vücudumun bir yerini hareket ettirmeye iktidarım kalmadı. Hatta bilirsiniz ya, dudaklarımı oynatıp teşekkür için bir kelime olsun söyleyememiştim. Aramızda topu topu üç beş adım yer vardı. Değil mi? Yüzünüze baktığım anda can evime bir ok atmış olaydın, mümkün değil, kalbime muhabbetinden evvel yetişemezdi! Zalim, sanki beni esir etmedin, öyle mi? Hangi cariyen benim gibi sana kulluk eder?”

CELÂLEDDİN: (latife yollu) “Azat olduğunu mu istiyorsun?”

NEYYİRE: “Allah esirgesin! Ben anlıyorum. Siz benden saklıyorsunuz. İhtimal ki yüzünüzü güldürebilirim diye, ömrümde bir kere latife edecek oldum. Mukabilinde beni ağlatıncaya kadar çalışacaksınız!”

İkinci Meclis
Evvelkiler, Kutbeddin

KUTBEDDİN: “Valideciğim! Niçin gözleriniz dolmuş? Evvel benim gözlerimde bir damla yaş görseniz darılırdınız! Dünyanın hâli değişti ise nineler ağlayacak, çocuklar susturmaya çalışacak kadar da mı değişti?”

NEYYİRE: “Gözlerim mi dolmuş? Belki toz kaçmıştır. Her gözü sulanan ağlamaz. Haydi aslanım! Dışarı git de eğlen! Ok at! Kılıç vur! Şiir oku! Elbette bir şey bulur eğlenirsin değil mi? Burada canın sıkılmıyor a iki gözüm?”

KUTBEDDİN: “Padişahım himmetinde, pederimin, validemin yanında iken neden canım sıkılsın?” (Kutbeddin çıkar.)

Üçüncü Meclis
Celâleddin, Neyyire

CELÂLEDDİN: “Bir latifemi bile çekemiyorsunuz…”

NEYYİRE: “Öyle ayrılıkla latife mi olur?”

CELÂLEDDİN: (kendi kendine) “Çehresi âdeta ölü rengi bağladı. Yine güzel, ruhtan, hayattan güzel!” (Neyyire’ye) “Dünyada senden sıkılmak, senden ayrılmayı istemek benim için mümkün müdür? Allah aşkına öyle hatıralara, öyle vahimelere aldanma da bir kere gönlüne sor! Bir kere vicdanına dikkat et!”

NEYYİRE: “Yok! Allah’ın aşkına yemin veriyorsunuz! Yalan söylersem korkarım. Cezasını muhabbetimde bulurum! Hâline baktıkça hatırıma bin vesvese geliyor. Fakat gönlüm bir türlü benden sıkıldığına, beni sevdiğine kail olmuyor. Allah’ım cemalinle bana tecelli etmişsin! Öve öve bir kul yaratmışsın! Bir hâlde yaratmışsın ki yüzünü Mecusiler görseler güneşi bırakır buna taparlar. O kuluna da beni nasip ettin! İnsan kadar âciz bir mahluk arasında “Celâl” kadar ali bir vücut yaratan kudretine, o kadar mümtaz yarattığın bir kulunun gönlünü “Neyyire” gibi değersiz bir biçareye meylettiren merhametine, topraktan, dikenden gül yetiştirdiğin gibi benden de Kutbeddin gibi bir melek vücuda getiren azametine sığınıyorum. Beni Celâl’imin muhabbetinden meyus, iltifatından mahrum etme!”

CELÂLEDDİN: (Neyyire’ye) “Ne kadar hazin, ne kadar garip dua ediyorsun? İşte beni de kendine benzettin! Kutbeddin görse âdeta ağlıyor zannedecek! Pederim, dünyanın en büyük padişahlığını kaybettiği zaman gözlerim bu kadar yaşarmamıştı!”

NEYYİRE: “Ah! Yine saltanat, nazarınızda saltanattan başka bir şeyin kıymeti yok! Padişahlığınız değil, padişahlık ümidiniz muhataraya düşmüş; dünyada söyleyecek ne varsa birisi gözünüze görünmüyor.”

CELÂLEDDİN: “Çocuk, ben kendim için mi teessüf ediyorum? Ben saltanat sürmek için pederimden memleket bulmaya mı muhtacım?.. Ecdadıma o mülkü kazandıran kılıç, acaba, benim elimde bir iş görmez mi? Şu daha düşman yüzü görmeden böyle bir vücut âlemi içinde bir adem köşesi bulacak kadar korkmakta maharet gösteren babam kadar olsun yer zapt etmeye muktedir değil miyim? Onun zapt ettiği yerlere padişahlığım kifayet etmez mi? Cihan mülkü sahihan bir tırnağına değmeyen Neyyire’min başına yemin ederim ki Celâl elinde birkaç kılıç, göğsünde birkaç zırh paralamayı ihtiyar edince dünyanın neresine gitse kendine bir devlet peyda eder. Hiç olmazsa şehadet-i devleti hatırda tutuyor. Ben bir şeyin kaybolduğuna teessüf ediyorum ki bir daha ele girmesi mümkün olamaz. İadesi kabil olmayacak bir devletten ayrıldığımız için böyle kederinden ölmüş de matem renginde kefenlere bürünmüş cenaze gibi geziyorum. Hanedanımın namusu berbat oldu! Anlıyor musun? Zulüm ateşi, memleketleri, kişverleri sarmış; dumanı eflaka ser çekiyor. Düşman kılıcı, erkeklere, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara musallat olmuş. Şehit kanı toprağın en aşağı tabakasına geçiyor. Düşmanla aramızda üç yüz saatlik mesafe var. Rüzgâr buralara kadar insan laşesi, insan yanığı kokusu getiriyor. Toprağı dinlersen yetim iniltisi işitiliyor. Suya baksan şehit kanı görünüyor. Dünyaya ne kadar kemalat, ne kadar bedayi gelmişse bugün cümlesi Arap, Acem mülklerinde toplanmış; cehaletten deni, vahşilikten zalim bir hınzır insaniyetin altı bin yıllık mahsul-i hayatını bütün bütün mahvedip de yerlerinde adam kellesinden yapılmış kulelerden, mazlum kanıyla yazılmış mersiyelerden başka bir şey bırakmamak istiyor. O darülfünunların muhafızı biz idik. Öyle iken -yıllarca mezarda kalmış meyit azası gibi- pejmürde, mekruh bir hâle düşmüşüz. Şu topraklar içinde çürüyoruz.

NEYYİRE: “Allah’ım! Sen merhamet et!..”

CELÂLEDDİN: “Allah’tan kimin için merhamet istiyorsun? Bizim için değil mi? Duan nasıl makbul olsun? Bugün Kaşgar’dan ta Mağrib’in nihayetine varıncaya kadar herkes, kendi diniyle Allah’a ibadet ediyor. Oğluyla zina etmiş bir fahişenin murdar kanından halk olmuş bir kelp, o mekruh vücudunu haşa Cenabıhak’tan ziyade ibadete layık görmüş! Yeryüzünden Allah namını kaldırıp da yerine kendi melun adını kaim etmek; hakkın ne kadar ¡badı varsa kendi gibi -şeytandan bin kat deni- bir mahluka taptırmak istiyor. O ibadethanelerin duvarı da biz idik. Öyle iken içindeki sedirin, kırık taşların, çürük toprakları kadar olsun işe yaramıyoruz! Yığın yığın bu nisyan köşelerinde sürünüyoruz…”

NEYYİRE: “Allah aşkına sus! Çehrendeki, bakışındaki dehşet aklıma dokunuyor. Şimdi çıldıracağım!..”

CELÂLEDDİN: “Dinle! Söyletmeye sen sebep oldun, gönlümde saklamaya çalıştığım ateşler alevlendi. Bundan sonra zapt edemem. İslam üzerine bu belayı davet eden biz idik. Sonra düşman göründüğü gibi en evvel biz kaçtık. Topu topu bir kere kavga ettik. Onda da galip ¡dik. Düşman bizden yüz çevirdi -güya Tatar’ın ön tarafı insan, arka tarafı ecel imiş gibi. Biz de o zaman kaçmaya başladık. Yüz seneden beri feleğin her türlü cefasından, kılıcımızın himayesine sığınan, bizi; mert himmetli, kifayetli gayyur, hasılı kendilerinden büyük sanıp da tabaiyyetimize giren, ayağımızı başlarından yüksek, kılıcımızı canlarından aziz tutan, nice yüz binlerce biçareye: ‘İşte düşman geliyor, biz de kaçacağız. Başınızın çaresine bakın.’ demekten utanmadık. Kahhar-ı müntak’ın huzuruna, ne kadar kendine ibadet eder kulu varsa cümlesinin helakine sebep olmak gibi bir vebal ile gitmek; ahlaka, zamanımızda insan denilmeye layık kim var ise yüzde doksanının nahak yere dökülen bir kan ile lekelenmiş bir nam bırakmak ne büyük bir musibettir! Zihninde bulamıyor musun? Biz Allah huzurunda Nemrutlar, Firavunlar kadar mesul olacağız. İstikbalde dünyaya ne kadar Müslüman, ne kadar insan gelirse Yezid’i şeytanı bırakacak da bize lanet edecek!..”

NEYYİRE: “Ooof!.. Ben seni hiç bu hâlde görmemiştim. Lakırtı söylerken ağzından ateş saçıyorsun. Gönlünde zebaniler mi oturuyor? Cengizî’lerin hücumunda senin ne dahlin, ne sun’un var?”

CELÂLEDDİN: “Benim zerre kadar dahlim, sun’um olaydı, Cengiz’i eli bağlı önüme getirseler onu bırakır, yine kendimi telef ederdim. Hepsine pederim sebep oldu. Hepsine o sebep oldu da yine pederim, yine padişahım… Validesi yetmiş yaşında bir kadın iken İylan’da muhafızlık ediyor. Kendi kırk beş yaşında iken adı çıkmış bir haydutbaşıyı, bir sahib-i zuhuru, vahşet beyabânlarının en kokmuş çirkâpları arasında peyda olma bir yırtıcı canavarı -gökten inmiş bir kaza-yı mübrem sandı da önünden firar etti âdeta. Böyle bir dünya kurulalı üzerine insan ayağı basmamış bir kaya parçasının deliğine, deşiğine saklandı. O kadar yılmış ki hayatını kurtarmak için mezar hatırına gelse yer altına girmeyi; yıldırımdan, sehaptan korkmasa gökyüzüne çıkmayı düşünecek. Ah hem firar etti, hem beni de beraber sürükledi. Ne yapayım pederimdir, padişahımdır. İki cihetle itaatine mecburum. Yoksa kavga başladığı zaman hüküm bende olsaydı, Allah bilir, şimdi huduttan kaç saat geri düştükse onun ikisi kadar ileride bulunurduk.”

NEYYİRE: “Ah hatırında memleket zapt etmekten başka bir şey yok! Keşke şu çadırın yarısı kadar bir kulübede bulunsak da senin fikrin bu kadar geniş, benim gönlüm bu kadar dar olmasa!..”

CELÂLEDDİN: “Keşke! Cenabıhak’tan şu koca âlemleri içinde senin o dediğin gönlüne kailim. Lakin ne yapayım? Kulübede doğdum. Beşiğimi bile ecdadımın ayağı altında kırılmış birkaç saltanat tahtının parçalarından yapmışlar. Neyyire’m, Hak’tan nail olduğumuz inayetin, halktan gördüğümüz itaatin bedeli böyle günlerde Hak için, halk için feda-yı can etmektir. Biz ise bir canlı put! Haşa! Cenabıhakk’ın kudretine galip gelebilir gibi Allah korkusunu bir tarafa bırakmışız. Cengiz korkusuyla kendimizi diri diri şu mezara gömüyoruz da cehennem kapılarının yüzümüze açılmasını bekliyoruz. Ağla! Ağla! Celâl’in gerçekten merhamete layıktır. Keşke Allah beni dünyaya göndereceğine halk ettiği anda cehenneme ata idi de belki oranın azabı ruhumun şimdiki çektiği ezadan ehven olurdu.” (Bu sırada Kutbeddin girer.)

Dördüncü Meclis
Evvelkiler, Kutbeddin

KUTBEDDİN: “Efendimiz gezmekten dönmüş bu tarafa geliyor.”

CELÂLEDDİN: “Gelsin hunsa yürekli erkek! Sail tabiatlı padişah! Şahın yumurtasından çıkma çaylak! O beni vatanıma, milletime, dinime hizmetten menediyor. Ben de galiba kendimi ona itaatten menetmeye mecbur olacağım!” (Mehmet Harzemşah girer.)

Beşinci Meclis
Evvelkiler, Mehmet Harzemşah

MEHMET: “Yine ne oluyorsunuz? Birinizin iki gözünden yağmurlar, birinizin çehresinden yıldırımlar saçılıyor!..”

CELÂLEDDİN: “Taaccüp mü ediyorsunuz? Sayenizde dökülen kanların, yanan memleketlerin bedelidir!”

MEHMET: “Sen buraya geldin geleli bana ima ile kinaye ile itiraz eder durursun! Şimdiye kadar haksız yere taarruza uğramanın her bedbahtın şanından olduğunu düşünürdüm de sükût ederdim. Herkes ne söylerse söylesin! İndimde, zemane halkının fikri, sözü bir hakaret nazarıyla bakmaya bile değmez. Fakat sen oldukça insansın! Hakkımda yanlış fikirlerde bulunduğunu görmeyi gönül istemiyor! Söyle söyle bakayım! Bana bulduğun kusur nedir?”

CELÂLEDDİN: “Süphanallah! Beni biedepliğe mecbur edeceksiniz. Kendi eliyle yaptığı taşa tapınır bir alay canavarlar bütün müvahhidleri yerin dibine geçirmek; tevhidi bütün bütün yeryüzünden kaldırmak istiyorlar. Camilerimize at çekiyorlar. Ecdadımızın kabristanına döktükleri şarap curaları, şehitlerimizin kanlı kefenine kadar bulaştı. Âlemin en büyük padişahı, İslamiyetin, insaniyetin en kavi mültecası; her biri vaktiyle İsfendiyar gibi, Erdeşir gibi, Gaznevi gibi, Sencer gibi bir padişaha cihangir dedirtmiş. Yedi sekiz mülkün sahibi olan zat gökyüzünü levh-i mahfuz, müneccimleri hatif-i gayb kıyas etmiş; kanı Irak şarabından, fikri vezaret suretinde saltanat havasından ibaret olan İmad’ül Mülk’ten başka bir müsteşar bulamamış. Onların tesvilatıyla; adem âleminin vücut şeklinde mütemessil bir parçası denilmeye layık olan şu köşeye çekilmiş, öyle bir köşe ki şeytan ettiklerine utanmaz da kendini beşerlerin, meleklerin nazarından saklayacak bir yer ararsa belki burası hatırına gelmezdi. Sonra da kusurunu benden soruyor…”

MEHMET: “Hele müneccim lakırtısına inanmayı, gökte bir seyyare görünce haşa yerin tanrısı zanneden Cengiz’e bırak! Ben daima elimde ya kılıç, ya kitap tutarak büyüdüm. Fevkimizde Allah’tan başka dünyaya hükmü nafiz bir kuvvet mevcut olmadığını hem ilim ile hem tecrübe ile bilirim. Mutasım’ın Amudiye gazası da Ebu Temmam’ın tebriknamesi de tafsilatıyla tamamıyla hatırımdadır.”

CELÂLEDDİN: “Öyle ise…”

MEHMET: “Bitireyim de ondan sonra söyle! Buraya gelişime İmad’ül Mülk’ün hezeyanlarını senin reyine tercih manası mı veriyorsun? Sen evladımın büyüğüsün. Veliahdımsın. Şahsını bu meziyetlere layık gördüm de bir zaman yanımdan ayırmadım. İmad’ül Mülk’ü ise oğlumun hizmetkârlığından büyük bir işte kullanmaya layık görmemiştim. Ya şimdiye kadar her bir işte senin sözünle hareket etmediğimi bilip dururken onun reyine tabi olduğuma nasıl ihtimal verebildin?”

KUTBEDDİN: “Efendim! Padişahım! Öyle ise niçin bizi buralara getirdiniz? Ölümden mi korktunuz?”

NEYYİRE: (Kutbeddin’e) “Sus! Senin padişah huzurunda söze karışmak ne haddindir?” (Kutbeddin çıkar.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6485-97-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu