Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Gönül», sayfa 2

Yazı tipi:

4

Ayın sonunda Tokyo’ya döndüm. Hocamın yazlıktan ayrılması ise çok daha önce olmuştu. “Bundan sonra sizi evinizde ziyaret etmemin bir sakıncası olur mu?” diye sormuştum. Hocam kısaca “Tabii, buyurun gelin,” diye cevap vermişti sadece. O zamanlar hocamla oldukça samimi bir arkadaşlık kurduğumu düşündüğümden, kendisinden biraz daha sıcak bir cevap bekliyordum. O kadar tatmin edici olmayan bu cevap, biraz cesaretimi kırmıştı.

İşte bu gibi sebeplerle hocamdan yana çok defa hayal kırıklığı yaşadığım oluyordu. Hocamın bunun farkındaymış gibi göründüğü de, hiç ama hiç farkında değilmiş gibi göründüğü de oluyordu. Bu derin hayal kırıklıklarını art arda yaşamış olsam da sırf bu sebeple hocamdan uzaklaşasım gelmemişti. Tam aksine, her rahatsız edici olayla birlikte içimde daha da ileri gitme arzusu doğuyordu. “Beklentilerimin karşılığını bir gün mutlaka alırım,” diye düşünüyordum. Gençtim; ama böyle hisleri her insana karşı beslemiyordum. Bu hissiyatın neden sadece hocama yönelik olduğunu anlayamıyordum. Bunu ancak şimdi hocam vefat ettiğinde anlayabiliyorum. Meğerse hocam en başından beri benden nefret ediyor değilmiş. Hocamın zaman zaman beni soğuk şekilde selamlaması ve bana karşı ilgisiz bir tavır takınıyormuş gibi görünmesi, beni kendisinden uzaklaştırmaya çalışmak gibi hoş olmayan bir sebepten ileri gelmiyormuş. Zavallı hocam, kendisine yaklaşmaya çalışan insanlara vazgeçmeleri ikazında bulunuyormuş, çünkü aslında buna değmeyecek birisi olduğunu düşünüyormuş sadece. Öyle görünüyor ki insanların samimiyetine mukabele etmeyen hocam, başkalarını değil kendini hor görüyormuş.

Şüphesiz, Tokyo’ya hocamı ziyaret etme niyetiyle dönmüştüm. Döndükten sonra derslerin başlamasına daha dolu dolu iki hafta olduğundan, “Bu süre zarfında bir kere hocamı ziyaret edeyim,” diye aklımdan geçirmekteydim. Ama dönüşümün üstünden iki üç gün geçmesiyle birlikte Kamakura’dayken içimde olan o itici güç giderek zayıflamıştı. Dahası, büyük şehrin eski anılarımı canlandıran renkli havasının etkisi iliklerime kadar işlemekteydi. Okula gidip gelen talebelerin yüzlerini her görüşümde, yeni döneme yönelik bir umut ve heyecan hissediyordum. Uzun süre hocam aklıma gelmedi.

Derslerin başlamasının üzerinden bir aylık bir süre geçmişti ki içimi bir rehavet kapladı. Nedendir bilinmez okula sıkkın bir yüzle gider gelir olmuştum. Odamda gözlerim sanki bir şeyler arar gibi dolanıyordu. Hocamın siması tekrar gözümde canlandı. Kendisini bir kez daha görmek istiyordum.

Hocamın evini ilk ziyaret ettiğimde kendisi evde yoktu. İkinci kez gidişim bir sonraki pazar günüydü diye hatırlıyorum. Açık hava sanki içime işliyormuş gibi hissettiğim hoş bir güz günüydü. O gün de hocam evde yoktu.

Kamakura’dayken hocamın ağzından genelde evde durduğunu işitmiştim. Pek dışarı çıkmayı sevmediğinden de söz etmişti. İki kere gelip de ikisinde de kendisiyle buluşamayınca, bu sözlerini hatırlayıp bir huzursuzluk hissettim. Evin eşiğinden hemen ayrılamadım. Hizmetçi kızın yüzünü görünce, çekingen bir tavırla orada beklemeye devam ettim. Hizmetçi kız, adımı ve kartımı verdiğimi hatırlamış olmalıydı ki beni kapıda bekletip içeri girdi.

Sonra evin hanımına benzeyen bir kişi onun yerine kapıda belirdi. Güzel bir hanımefendiydi. Kibarca hocamın nereye gittiğini izah etti. Hocamın her ayın o gününde Zōşigaya Mezarlığı’nda8 çiçek sunma âdeti varmış.

Üzüntülü bir halde, “Az önce çıktı, on dakika ya oldu ya olmadı,” dedi. Ben de saygıyla eğilip oradan ayrıldım. Hayat dolu şehrin içine doğru bir miktar yürümüştüm ki, “Hazır dolaşmaya niyetlenmişken Zōşigaya’ya kadar gidivereyim,” dedim. İçimde “Hocamla karşılaşır mıyım acaba?” diye bir merak belirmişti. Dönüp doğruca oraya yöneldim.

5

Mezarlığın hemen önündeki çeltik tarlasının solundan mezarlığa girip iki tarafında da akçaağaçlar dikili geniş yoldan içeri doğru ilerledim. Derken yolun sonunda gözüken çayevinden, hocama benzer biri çıkıverdi birden. Bu adama, gözlük çerçevelerinin güneşte parladığını fark edinceye kadar yaklaştım. Hemen ardından da “Hocam!” diye haykırdım. Hocam birden irkilip yüzüme baktı.

“Nasıl olur! Nasıl olur!”

Hocam aynı ifadeyi iki kez tekrarlamıştı. Bu sözleri öğle vaktinin derin sessizliğinde yakışıksız bir halde tekrar etmişti. Bir anda ne cevap vereceğimi bilemedim.

“Arkamdan takip edip de mi geldiniz? Ama neden?”

Hocamın nispeten sakin bir hali vardı. Ses tonu da nispeten düşüktü. Ama bu görünümü gölgeleyen, tam ifade edemeyeceğim bir sis perdesi vardı. Neden oraya kadar gittiğimi hocama anlattım.

“Eşim, kabrini ziyaret etmeye gittiğim kişinin adını da söyledi mi?”

“Hayır, böyle bir şey ifade buyurmadılar.”

“Demek öyle, nihayetinde böyle bir şey beklenemezdi de. Sizin gibi ilk defa karşılaştığı birine… Söylemesi icap etmez.”

Hocam yavaş yavaş rahatlıyor gibi görünüyordu. Ne var ki ben bunun ne anlama geldiğini hiç anlamamıştım. Birlikte yola çıkmak üzere mezarların arasından geçtik. Sağlı sollu sıralanan “İzabel’in Mezarı”, “Tanrı Kulu Login’in Mezarı” yazılı mezarlıkların yanı başında, üzerinde “Her canlı içinde Buda’nın özünü taşır,” yazılı tahta tabletler dikiliydi. Birinde de falanca tam yetki bakanlığı diye yazılmıştı. Üzerine Çin harfleriyle yazılmış yazıyı okuyamadığım bir mezarın başında, “Bu nasıl okunuyor acaba?” diye hocama sordum. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle, “Andrew diye okunuyor olsa gerek,” dedi.

Hocam oradaki mezar taşlarında anlatılan kişi ve çeşitli merasimleri benim kadar ilginç bulmuyor gibiydi. Ben mezarların üstündeki yuvarlak taşı, ince uzun taş kitabesini falan işaret edip oradan buradan laflama arzusundayken, hocam önce sadece susup dinlemekle yetinmiş ve sonunda, “Siz ölüm gerçeğini adamakıllı hiç düşünmediniz değil mi?” demişti. Susup kalmıştım. Hocam da onun üstüne başka bir şey söylemedi.

Mezarlığın yol ayrımında büyükçe bir gingko ağacı9 gökyüzünü saklarmışçasına önümüzde bitiverdi. Altına kadar geldiğimizde hocam, başını kaldırıp ağacın tepesine bakarken, “Az bir zamanı kaldı. Bu ağacın yaprakları sararıp düşecek; altın rengindeki yapraklar toprağı örtecek,” dedi. Hocam her ay bir kez mutlaka bu ağacın altından geçerdi.

İleride engebeli araziye çekidüzen verip yeni bir mezar açmakta olan adam, kazmayı tutan elini indirip bize baktı. Biz oradan sola dönüp doğruca ana yola çıktık. Sonrasında gideceğim bir yer olmadığından, hocamla aynı istikamette yürümeye devam etmiştim. Hocam her zamankinden daha suskundu. Yine de ben pek o kadar can sıkıntısı hissetmediğimden, sallana sallana ona eşlik etmiştim.

“Doğruca evinize mi döneceksiniz?”

“Evet, gideceğim bir yer yok çünkü.”

Yine suskunlaşarak güneye doğru yokuş aşağı ilerledik.

“Orada aile mezarlığınız mı var?” diye tekrar ortaya bir laf attım.

“Hayır.”

“Bir akrabanızın mezarı mı var?”

“Hayır.”

Hocamın ağzından başka hiçbir şey çıkmadı. Ben de konuşmayı devam ettirmedim. Derken, bir müddet yürüdükten sonra, hocam ansızın o konuya geri döndü.

“Orada arkadaşımın mezarı var.”

“Her ay arkadaşınızın mezarını mı ziyaret ediyorsunuz?”

“Evet, öyle.”

Hocam o gün bundan başka bir şey söylememişti.

6

Artık hocamı ara sıra ziyaret ediyordum. Ne zaman gitsem kendisini evinde buluyordum. Art arda yaptığım ziyaretlerle hocamın eşiğini iyice aşındırır olmuştum.

Ama hocamın bana karşı olan tavrı, ilk kez selamlaştığımız o zamanla sonrasında samimi olduğumuz süre arasında hiç değişmemişti. Hocam her zaman sakindi. Kimi zaman aşırı sessizleşip mahzun bir hal alıyordu. En başından beri hocamda kendisine yakınlaşmayı zorlaştıran garip bir hal olduğunu düşünüyordum. Ama ne yapsam da ona yakınlaşmadan edemeyeceğime dair kuvvetli bir his vardı içimde. Hocama yönelik böyle bir hissiyat, onca insan içinde belki de sadece bana mahsustu. Ancak sonradan gerçek sebeplere dayandırabildiğim bu içgüdüyü toyluğuma verip saçmaladığımı düşünerek gülüp geçseniz dahi, bu sezgilerime dair şimdi güven ve memnuniyet hisleriyle doluyum.

İnsan sevgisiyle dolu bir kişi, insanı sevemeden edemeyen, buna rağmen kalbinde yer edinmeye çalışana da kollarını açıp onu bağrına basamayan bir kişi… İşte böyle biriydi hocam.

Az önce söylediğim gibi hocam hep sessizdi. Sakin bir hali vardı ama yüzüne kara bulutların çöktüğü zamanlar da olurdu. Tıpkı pencereye kuşların siyah gölgesinin yansıması gibi… Gerçi hemen siliniverirdi ama… Hocamın çehresinde bu bulutların varlığını ilk fark edişim Zōşigaya Mezarlığı’nda hocama ansızın seslendiğimde olmuştu. Bu garip anlarda, o âna kadar neşeyle atan kalbim, sanki sekteye uğrar gibi oluyordu. Ama bu sadece çok kısa bir süreçten öteye gitmiyordu.

Kalbim beş dakika bile geçmeden normal atış seyrine geri dönmüştü. Sonrasında ise bu karanlık gölgeleri unuttum. Bu gölgenin ansızın kendini tekrar hatırlatışı güzün ilk günlerinin bitmesine yakın bir akşam olmuştu. Hocamla konuşurken, birden hocamın söz ettiği koca gingko ağacı gözlerimin önünde canlandı. Hocamın rutin mezarlık ziyareti günü bundan üç gün sonrasına denk geliyordu. Üç gün sonrası, derslerimin öğle vaktinde bittiği rahat bir gündü. Hocama dönüp şöyle dedim:

“Hocam, Zōşigaya’nın gingko ağacı yapraklarını dökmüş müdür acaba?”

“Tamamen dökmemiş olsa gerek.”

Hocam cevap verirken yüzümü öylece süzüyordu. Bir müddet gözünü benden ayırmadı. Hemen şöyle dedim:

“Bu seferki mezarlık ziyaretinizde size eşlik etmemin bir sakıncası olur mu acaba?”

“…”

“Sizinle oraya kadar yürüyüş yapmak arzusundayım.”

“Yaptığım şey mezar ziyareti, yürüyüş değil ki.”

“Hazır gitmişken yürüyüş de yapsak olmaz mı?”

Hocam hiçbir şekilde karşılık vermedi. Uzunca bir süre sonra, “Benim yaptığım tam anlamıyla bir mezar ziyaretidir,” derken mezar ziyaretiyle yürüyüşe çıkmayı kesin hatlarla birbirinden ayırmak ister gibiydi. Benimle yürüyüşe çıkmak istemeyişine bir bahane bulmaya çalıştığını düşündüğüm hocamın davranışı, bana o vakit bir hayli çocukça ve garip gelmişti. Hemen üste çıkmak istedim.

“O zaman mezar ziyareti de olsa size eşlik etmek isterim. Ben de mezar ziyareti yapabilirim pekâlâ.”

Doğrusu yürüyüşe çıkmakla mezar ziyaretine çıkmayı birbirinden ayırmak bana pek bir anlamsız geliyordu. Derken hocamın kaşları biraz çatıldı. Gözlerinde garip bir parlaklık belirdi. Ne rahatsızlık, ne nefret ne de korkuyla açıklanabilecek şiddetli bir huzursuzluğa benziyordu. Birdenbire Zōşigaya’da “Hocam!” diye seslendiğim ânı net bir şekilde hatırladım. Bu iki yüz ifadesi de birbirinin tıpkısıydı.

“Ben,” dedi hocam, “size açıklayamayacağım bir sebeple, oraya bir başkasıyla birlikte gitmek istemiyorum. Daha kendi eşimle bile oraya gitmişliğim yok.”

7

Onu garip buluyordum. Ama hocamı araştırma düşüncesiyle evine girip çıkıyor da değildim. Durumu akışına bırakmıştım. Şimdi düşünüyorum da o zamanki bu tavrım, ömrümün takdire şayan noktalarından biriymiş. Sanıyorum, ancak ve ancak bunun sayesinde hocamla insancıl ve samimi bir ilişki kurmayı başarabildim. Eğer bir şekilde hocam, kendisine yönelik bu büyük ilgimin onun üzerinde bir araştırma yapma amacı gütmemden kaynaklandığı hissine kapılsaydı, affı asla mümkün olmayacak böyle bir durumda, aramızdaki samimiyet bağı kopuverirdi herhalde. Körpeliğimden olacak, bu davranışlarımın hiç idrakinde değildim. Aslında bundan dolayı kendimle gurur da duyuyorum ama bir yanlış yapıp da her şeyi altüst etseydim aramızdaki ilişkinin sonu nasıl olurdu kim bilir. Düşünmek bile tüylerimi ürpertiyor. Öyle olmadığı halde, hocam sürekli soğuk bir gözle araştırılıyor olmaktan korkuyordu.

Ayda iki ya da üç kez mutlaka hocamın evine gider olmuştum. Evine gidip gelmelerimin giderek sıklaştığı bir gün hocam, birdenbire bana şöyle sormuştu:

“Neden benim gibi birinin evine sık sık ziyarete geliyorsunuz?”

“Neden mi? Aslında özel bir sebebi yok, yoksa sizi rahatsız mı ediyorum?”

“Rahatsızlık denemez.”

Doğrusu hocamda hiçbir şekilde rahatsız olduğunu gösterir bir hal yoktu. Oldukça dar bir arkadaş çevresi olduğunu biliyordum. Hocamın eski sınıf arkadaşlarından o sıralar Tokyo’da yaşayanların iki üç kişiyi geçmediğinin de farkındaydım. Hocamın, hemşerisi olan kimi talebelerle ara sıra zaşikide10 oturup konuştuğu da oluyordu ama hiçbirinin de hocama benim kadar yakın olmadıkları anlaşılıyordu.

“Ben yalnız bir insanım,” dedi hocam. “Buraya gelmekle beni bahtiyar ediyorsunuz elbette. Neden bu kadar sık geldiğinizi bu yüzden sormuştum.”

“Neden yalnızsınız?”

Ben böyle soruyla karşılık verince hocam hiçbir şey söylemedi. Öylece yüzüme bakıp, “Siz kaç yaşındasınız?” diye sordu.

Hocamın karşılığı bana tümüyle alakasız gelmişti ve o gün de sadede gelemeden oradan ayrılmış oluyordum. Ama bu olayın ardından henüz dört gün bile geçmemişti ki hocamı tekrar ziyaret ettim. Hocam misafir odasına çıkar çıkmaz bir kahkaha atmıştı.

“Demek yine geldin,” dedi.

“Evet, öyle oldu,” diyerek ben de güldüm. Başka birisi benimle böyle konuşacak olsa bu sinirlerime dokunurdu diye düşünmüştüm. Ama konuşan hocam olunca bunun tam tersi olmuştu. Sinirlenmek bir yana, hoşuma bile gitmişti.

O akşam hocam, “Ben yalnız bir insanım,” diyerek geçen seferki sözlerini tekrarladı.

“Ben yalnızım; bu arada yeri gelmişken, siz de yalnız sayılırsınız değil mi? Ben yalnızsam da artık yaşımı da aldığım için yerimden kımıldamadan idare edip gidiyorum ama yerinden kımıldamamak sizin gibi bir delikanlıya uymasa gerek. İçinizde bir çırpınış olmalı. Çırpınışlarınızla kabuğunuzu kırmak istiyorsunuzdur belki de.”

“Aslında hiç de yalnız sayılmam.”

“Gençlikteki yalnızlıktan beteri yoktur. Öyleyse niye beni böyle sıklıkla ziyaret edesiniz ki?”

İşte burada da hocam, önceki sefer söylediklerini tekrar etmiş oluyordu.

“Korkarım beni ziyaret ediyor olsanız da içinizde bir yerlerde halen bu yalnızlığı hissediyor olmalısınız. Benim sizdeki bu yalnızlığı kökünden söküp atacak bir gücüm yok çünkü. Pek yakında bir başkasını bulup kollarınızı ona açmak zorunda kalacaksınız. Çok geçmeden evimden elinizi ayağınızı çekmiş olacaksınız.”

Hocamın sözlerinin ardından yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirdi.

8

Şükür ki hocamın öngörüsü gerçekleşmemişti. Henüz hayat tecrübesine sahip olmadığım o yıllar, bu öngörünün içerdiği açık manaları dahi idrak edebilmiş değildim. Eskiden olduğu gibi hocamla görüşmeye gidiyordum. Gel zaman git zaman, kendimi hocama sofrada eşlik eder halde buldum. Bunun sonucunda hanımefendiyle konuşmak da icap ediyordu.

Her normal erkek gibi kadınlara karşı ilgim vardı. Ama daha yaşı genç biri olarak o zamana kadarki yaşantım boyunca, bir kadınla aramızda ciddi bir ilişki bağının kurulduğu da olmamıştı. Sebebi bu mudur bilinmez, gönlümdeki meyil sadece yoldan gelip geçen adını sanını bilmediğim kızlara yönelikti. Hocamın hanımıyla kapıda ilk karşılaştığımızda, kendisinin güzel olduğuna dair bir izlenimim olmuştu. Sonraki karşılaşmalarımızda da aynı düşüncenin devam etmediğini söyleyemem. Ama bunun dışında, hanımefendi hakkında özellikle sözü edilecek başka bir şey de bulamadığımı hissediyordum. Bunun sebebi, hanımefendinin dikkate şayan bir özelliğinin olmaması değil, böyle bir özelliği göstereceği bir fırsatın gelmemesiydi diye bir tespitte bulunmak sanırım yerinde olur. Fakat ben her zaman hanımefendiyi hocamın kendisine sımsıkı bağlanmış bir parçası olarak görüyordum.

Hanımefendi de kocasına ziyarete gelen bir talebe olmam hasebiyle bana iyi muamele ediyormuş. Yani aramızda duran hocam olmasa bizi bir arada tutan hiçbir şey kalmayacaktı. Velhasıl ilk defa karşılaştığımda kendisini güzel buluşum dışında, hanımefendi hakkında başka bir duygu hatıralarımda yer etmedi.

Bir gün hocamın evinde sake11 içiyorduk. Hanımefendi yanımıza gelip bize sake ikram etmişti. Hocam her zamankinden daha keyifli görünüyordu. Hanımefendiye, “Bir kadeh de sen alsana!” deyip kendisi dibine kadar içtiği kadehi uzattı. Hanımefendi ise, “Şey, ben…” diyerek kadehi geri çevirmeye kalkışmış, ardından da gönülsüzce kabul etmişti. Hanımefendi narin kaşlarını çatıp benim yarıya kadar doldurduğum kadehi dudaklarına götürdü. Sonra hanımefendi ve hocam arasında şöyle bir konuşma başladı:

“Garip, bana içki içirdiğiniz pek görülmüş şey değildir hani.”

“Sen sevmiyorsun da ondan. Ama ara sıra içmek iyi gelir. Keyfin yerine gelir.”

“Hiç de öyle değil. Beni bozuyor. Ama siz azıcık içer içmez keyfinize diyecek yok.”

“Bazen çok keyifleniyorum. Lakin her seferinde böyle oluyor da denemez.”

“Bu gece nasılsınız?”

“Bu gece keyfim yerinde.”

“O zaman her akşam biraz içseniz iyi gelmez mi?”

“Olmaz öyle.”

“Lütfen içiniz. Böylesi yalnızlığınızı gideriyor çünkü.”

Hocamın ev ahalisi karı koca ve bir hizmetçi kızdan ibaretti. Ne zaman gitsem evi genelde sessizlik içinde buluyordum. Yüksek sesli kahkaha benzeri bir şeyi duymuşluğum hiç mi hiç olmamıştı. Kimi zaman evde sadece hocam ve ben varmışız gibi bir hisse kapılırdım.

Hanımefendi bana dönerek, “Bir çocuğumuz olsaydı ne iyi olurdu,” dedi.

Ben de, “Sahiden öyle,” diye karşılık verdim. Ama aslında aynı hisleri paylaşıyor değildim. Daha çoluk çocuğa karışmamış biri olarak, çocuklar benim için baş ağrısından başka bir şey değildi.

“Bir çocuk evlat edinmeye ne dersin?” dedi hocam.

Hanımefendi, “Evlat edinmek mi? Üstüme iyilik sağlık!” diyerek bana doğru baktı.

“Hiçbir zaman gerçek bir çocuğumuz olamayacak,” dedi hocam.

Hanımefendi susmuştu. Onun yerine ben, “Acaba neden?” diye sorunca hocam, “İlahi ceza,” deyip kahkahayı bastı.

9

Bildiğim kadarıyla hocam ve hanımefendinin iyi bir karı koca ilişkileri vardı. Aslında evde olup bitenlerden aileden bir bireyin bileceği kadar haberim olması mümkün değildi tabii ama misafir odasında karşılıklı otururken, bir ihtiyacı olduğunda hocam hizmetçi kıza değil de hanımefendiye seslenmekteydi. (Hanımefendinin ismi “Şizu” idi.) Hocam her zaman “Hey Şizu!” diye kapıya doğru yönelip seslenirdi. Böyle bir hitap tarzı kulağıma pek samimi gelirdi. Hanımefendinin karşılık vererek huzurunda belirivermesinde de fazlasıyla uysal bir hal vardı. Kimi zaman yemek ikram edildiğinde, hanımefendi de sofraya oturunca, aralarındaki bu ilişki tarzı daha da belirgin bir şekilde gün yüzüne çıkıyordu.

Hocam zaman zaman hanımefendiyi konser, tiyatro gibi yerlere götürürdü. Bundan başka hatırladığım kadarıyla bir haftalığına seyahate çıkmaları da iki üç kereden fazla olmuştu. Bana Hakone’den12 gönderdikleri kartpostalı hâlâ muhafaza ediyorum. Nikkō’ya13 gittikleri vakit zarfın içine sararmış bir yaprak konulmuş bir mektup da almıştım. O zamanlar gözüme yansıyan tarafıyla hocam ve hanımefendinin arasındaki ilişki bundan ibaretti. Bu süre zarfında sadece bir istisna hâsıl olmuştu. Bir gün ben her zamanki gibi hocamın evinin eşiğinde, içeri alınmayı talep edeceğim sırada, içeriden birilerinin konuşma sesi geldi. Kulak kabartınca bunun sıradan bir konuşmadan çok, her haliyle tartışma gibi bir şey olduğu anlaşılıyordu. Hocamın evinde eşiğin hemen ötesi misafir odası olduğundan, aradaki kōşiden14 kulağıma ulaştığı kadarıyla, sitemkâr bir konuşmanın devam ettiğini az çok anlamıştım. Konuşanlardan birinin de hocam olduğu ara sıra yükselip duyulur hale gelen bir erkek sesi oluşundan anlaşılıyordu.

Karşısında hocamınkinden de alçak bir sesle konuşan birisi olduğundan, kim olduğu pek anlaşılmıyorsa da muhtemelen hanımefendi olduğu hissini veriyordu. Ağlamaklı bir hali vardı. “Acaba ne oldu?” diye merak edip eşikte gidip geliyordum ki ani bir kararla onları öylece bırakıp pansiyonumun yolunu tuttum.

Bu tatsızlık canımı sıkmaya başlamıştı. Bir kitap okuyayım dediysem de bir şeyler yapacak gücü kendimde bulamadım. Yaklaşık bir saatlik bir zaman geçmişti ki hocam penceremin altına gelip bana seslendi.

Şaşkınlık içinde camı açtım. Hocam aşağıdan beni dolaşmaya çağırıyordu. Az önce kuşağımın içine soktuğum saatim sekizi henüz geçmekteydi. Eve döndüğümden beri hâlâ hakamam15 üstümdeydi. Hemen evin önüne çıktım.

O akşam hocamla birlikte bira içtik. Hocam önceden beri az içen biriydi. Bir miktar içip de sarhoş olamayınca, sarhoş olana kadar içme macerasına atılamayacak birisiydi.

“Kötü bir gün oldu,” diyen hocamın yüzünde acı bir gülümseme belirdi.

“Keyfiniz bir türlü yerine gelmiyor mu?” diye endişeyle sordum.

O gün tanık olduğum olay sürekli zihnimi meşgul edip duruyordu.

Boğazıma kılçık batmış gibi acı çekiyordum. “Acaba konuyu açsam mı?” diye düşünüp sonra da, “En iyisi hiç bahsetmeyeyim,” diye karar kılmakta, bu ikilem içinde gidip gelmekteydim. “Canın bu akşam bir şeye sıkılmış gibi,” diyerek hocam konuşmayı başlattı.

“İşin doğrusu ben de biraz garibim. Farkındasın değil mi?”

Hiçbir karşılık verememiştim.

“Aslında az önce hanımla biraz tartıştık. Sinirlerim altüst oldu,” dedi hocam.

“Neden?”

“Kavga” kelimesini söylemeye dilim varmadı.

“Hanım beni yanlış anlıyor ve yanlış anladığını söylesem de bunu kabul ettiremiyorum. Sonunda ben de zıvanadan çıktım.”

“Sizi ne şekilde yanlış anlıyor?”

Hocam bu sefer hiç karşılık vermemişti.

“Eşimin düşündüğü gibi biri olsaydım şimdi böyle acı çekmezdim.”

Hocam nasıl bir ıstırap içindeydi? İşte bu akıl sır erdiremediğim bir meseleydi.

8.Tokyo’nun Toşima semtinde, 1874’te, Tokyo Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan yaklaşık 10 hektarlık bir mezarlıktır. Ünlü şair, yazar ve politikacılar buraya gömülmüştür. Natsume Sōseki’nin mezarı da buradadır. (ç.n.)
9.Gingko biloba (mabet ağacı) günümüzde herhangi bir yakın türü ya da benzeri bulunmayan bir ağaçtır. Boyları 25-30 metreyi bulabilir, 50 metreyi aşan örnekleri de vardır. Çok uzun ömürlüdür. (e.n.)
10.Zaşiki: Geleneksel Japon evinde en iyi durumdaki oda. Zemini hasır (tatami) kaplı olup genelde misafir burada karşılanırdı. İlerleyen bölümlerde “misafir odası” kullanılacaktır. (ç.n.)
11.Pirinç ve tahıl tozundan yapılan geleneksel Japon içkisi. (ç.n.)
12.Günümüz Japonya’sının Kanagava bölgesinde Aşigaraşimo-gun Hakone-çō adlı yer. Hakone’nin sayılı tarihi yerlerinden biridir. Çeşitli kaplıcalarıyla ünlüdür. (ç.n.)
13.Günümüz Japonya’nın Toçigi bölgesinde yer alan tarihi ve doğası ile ünlü yer. (ç.n.)
14.Geleneksel Japon evinin dış bölümünde yer alıp birbirine dik ahşap çıtalardan oluşan kafesli kapı, pencere dış kaplaması gibi işlevleri olan mimari yapı. İlerleyen bölümlerde “kafesli kapı” ifadesi kullanılacaktır. (ç.n.)
15.Genelde erkeklerin giydiği bir çeşit geleneksel Japon giysisi. (ç.n.)
₺55,75