Kitabı oku: «Gönül», sayfa 4
17
Daha diyeceklerim vardı. Ancak hanımefendi tarafından şımarıkça mantık dalaşına giren bir erkek gibi algılanırsam iyi olmaz diye düşünüp kendimi tuttum. Hanımefendi içip bitirdiğim çay kupasının dibine gözlerini dikmiş olan beni rahat ettirmek istercesine, “Bir bardak daha alır mısınız?” dedi.
Hemen bardağı uzattım.
“Kaç tane olsun? Bir, iki?”
Garip bir aletle küp şekerleri alan hanımefendi, yüzüme bakarak çay kupasına atacağı şeker sayısını soruyordu. Hanımefendinin tavırları beni şımartır cinsten olmasa da az önce sarf ettiği sert sözlerinin şiddetini silmeye yetecek kadar nezaket içeriyordu.
Konuşmadan çayı içtim. İçip bitirince de konuşmadım.
Hanımefendi, “Derin bir sessizliğe bürünüverdiniz,” dedi.
“Bir şeyler demeye kalksam yine ‘Felsefe yapmaya başladınız,’ diye azarlayacak gibi duruyorsunuz da ondan,” diye karşılık verdim.
Hanımefendi bu sefer, “Yok daha neler,” dedi.
Bu vesileyle tekrar sohbete koyulduk. Derken mevzu döndü dolaştı yine ikimizin de ortak ilgi alanı olan hocama geldi.
“Hanımefendi, müsaade ediniz de az önceki sözlerime biraz daha devam edeyim. Hanımefendiye boş bir safsata gibi görünse de öyle havai şeyler söyleyecek değilim çünkü.”
“Buyurun o zaman.”
“Şimdi aniden kaybolsanız hocam hayatına şimdiki gibi devam edebilir mi?”
“Nereden bileyim yahu, siz de! Onu ancak hocanıza sorup öğrenebilirsiniz. Bana sorulacak soru mu bu şimdi?”
“Hanımefendi, ben ciddiyim. Lütfen kaçamak değil, samimi bir cevap verin.”
“Samimiyim. Hakikaten bilmiyorum.”
“Peki, hanımefendi hocamı ne kadar seviyorlar? Hocama değil size sorulması gereken bir soru olduğundan doğrudan size soruyorum.”
“Sormasanız olmuyor mu böyle şeyleri?”
“Böyle aşikâr bir meseleyi sormak bile abesle iştigal mi demek istiyorsunuz?”
“Bir bakıma.”
“Bu âna kadar hocama bağlı olan sizin ani bir yokluğunuzda, hocam ne yapar ki? Bu dünyadan hiçbir nasibi olmayan hocam sizin ani yokluğunuz sonrası ne yapar, ne eder? Hocamın gözünden değil de sizin gözünüzden… Sizin bakış açınızla, hocam bahtiyar mı olur mahzun mu olur?”
“O kadarı benim gözüme de aşikâr. O belki öyle düşünmüyordur ama hocanız benden ayrılırsa muhakkak üzülür. Belki de yaşayamaz bile. Yeri gelmişken, övünmek gibi olacak ama elimden geldiği kadarıyla kendisini mutlu ettiğime inanıyorum. Hiç kimse onu benim kadar mutlu edemez diye düşündüğüm bile oluyor. O yüzden içim böyle rahat ya.”
“Ben de bu sadakatin hocamın gönlüne kadar işlediğine inanıyorum o zaman.”
“Orası başka.”
“Yani hocam sizi sevmiyor mu demek istiyorsunuz?”
“Beni sevmediğini sanmam. Beni sevmemesini gerektirecek bir sebep yok. Ne var ki hoca bu alemi sevmiyor, biliyorsunuz. Dünyadan ziyade son zamanlarda insanlıktan nefret eder oldu ya, bu yüzden bu insanlığın içinde bir fert olarak beni de sevmesi beklenemez değil mi?”
Sonunda hanımefendinin sevilmemek derken neyi kastettiğinin idrakine varmıştım.
18
Hanımefendinin ferasetinden etkilenmiştim. Tavrının eski tarz Japon hanımlarınkine benzememesi de dikkatimi çeken hususlardan biriydi. Hanımefendi, o dönem revaçta olan yeni kelimelerin de hemen hiçbirini kullanmamıştı.
Ben, bir hanımla derin bir ilişki tecrübesinden yoksun, saf bir gençtim. Bir erkek olarak şahsen, karşı cinse yönelik bir içgüdüyle, kadını genellikle ihtirasın hedefi olarak hayal ederdim. Fakat bu özlenen bahar bulutlarını seyre dalan birinin ruh hali gibi boş bir hayalden öte bir şey değildi. O yüzden gerçek bir kadının önüne çıkınca hislerimin birden değiştiği olurdu ara sıra.
Karşıma çıkan kadının cazibesine kapılmak yerine, duruma göre garip bir ters tepki verme hissine kapılırdım. Hanımefendiye karşı hiç öyle hislerim olmadı. Normalde kadın ve erkek arasında mevcut olan zihniyet farkı düşüncesi de bende hiç oluşmamıştı. Hanımefendinin bir kadın olduğunu unutmuştum. Kendisini sadece hocamın dürüst bir eleştirmeni ve dert ortağı olarak görüyordum.
“Hanımefendi, size ‘Hocam neden biraz daha dünyevi alanda faal olmuyor?’ diye sorduğumda bir şeyler söylemiştiniz. Önceden öyle değildi diye.”
“Evet, söyledim. Gerçekten öyle değildi de ondan.”
“Nasıldı peki?”
“Sizin arzu ettiğiniz ve benim de arzu ettiğim gibi imrenilecek bir insandı.”
“Neden aniden değişiverdi o zaman?”
“Aniden değil, yavaş yavaş böyle olup çıktı.”
“Hanımefendi bu süreç boyunca hep hocamla birlikte miydiler?”
“Tabii ki birlikteydim. Karı kocayız zira.”
“O zaman hocamdaki değişikliğin sebebini tamamen biliyor olmalısınız, değil mi?”
“İşte orası sorun ya. Size bile böyle söyletmek acı veriyor lakin ne kadar düşünsem boşuna. Kendisine kaç kere ‘Hadi içini dök artık,’ diye yalvardım, bilmiyorum.”
“Hocam ne buyurdular?”
“‘Söyleyecek bir şey yok. Endişelenecek bir şey yok. Böyle mizaçta birisi oluverdim işte,’ demekle yetinip konuşmaya yanaşmıyor.”
Susmuştum. Hanımefendi de konuşmasını yarıda bıraktı. Odasında duran hizmetçi kızdan çıt çıkmıyordu. Hırsız meselesini tamamen unutmuştum.
“Benim bunda sorumluluğum olduğunu düşünüyor musunuz?” diye hanımefendi aniden sordu.
“Hayır,” diye cevapladım.
Hanımefendi, “Lütfen hiçbir şey saklamadan söyleyin. Sizi öyle düşündürmek, gönlümü parçalarcasına bir acı verir bana çünkü,” diye devam etti. “Hocanız için elimden gelenin hepsini yapmışımdır herhalde.”
“Bunu hocam da tasdikliyor olduğundan, burada sorun yok. Müsterih olunuz, sizi temin ederim.”
Hanımefendi maltızın küllerini eşeledi. Ardından sürahiden çaydanlığa su koydu. Çaydanlığın fokurtusu hemen diniverdi.
“Sonunda dayanamayıp kendisine sordum: ‘Bir kabahatim varsa çekinmeden söyleyin, düzeltebileceğim bir kusursa düzeltirim.’ O da, ‘Sizde ne kusuru olacak, kusur sadece bende,’ dedi. O öyle deyince de çaresiz ve gözüm yaşlı, ‘Ne kabahatim oldu?’ diye tekrar tekrar sorasım geliyordu.”
Hanımefendinin gözleri yaşlarla dolmuştu.
19
Hanımefendi önceleri gözümde ferasetli biriydi. Sohbetlerimiz devam ettikçe ise gözümde giderek farklı bir çehreye bürünüyordu. Hanımefendi bir yandan benim fikirlerimi sorgulamakla birlikte, bir yandan da kalbimi derinden etkilemeye başlamıştı. Hocam ile aralarında hiçbir fenalık olmamıştı. Olması için bir sebep de yokken, görünen o ki ortada bir şeyler vardı. Gözleri dört açıp iyice bakınca da görünürde hiçbir şey yoktu. Hanımefendinin canını sıkan da işte bu noktaydı.
Hanımefendi ilk önceleri, âleme karamsarca bakan hocamın nihayetinde kendisinden de nefret eder olduğu kanısına varmıştı. Bu tespiti yapmakla beraber, bundan tatmin olmuş da değildi. İşi irdeleyince, bu sefer bunun tam tersinin olabileceğini düşünmüştü. “Acaba kendisinden nefret etmenin neticesi olarak en sonunda bu âlemden tamamen soğumuş mu oldu?” diye bir tahmin yürütmüştü. Ne yapıp ettiyse bu varsayımları sonlandırıp gerçeğe dönüştürmeyi başaramıyordu. Hocamın davranışları her haliyle iyi bir kocanınkine denkti. İnce ruhlu ve nazikti. Şüpheler yumağını günbegün sevgisiyle bağrına basıp, gönlünün derinliklerine usul usul gömmüş olan hanımefendi, o akşam o yumağı benim önüme olduğu gibi açmıştı.
“Ne dersiniz?” diye sordu. “Benim yüzümden mi böyle olmuştur, yoksa o dediği hayat görüşü müdür nedir, onun yüzünden mi böyle oldu? Lütfen bir şey gizlemeden açıkça söyleyin.”
Hiçbir şeyi gizleme niyetinde değildim. Bununla beraber şayet orada benim bilmediğim bir şeylerin olduğunu varsayarsak, cevaplarım hanımefendiyi tatmin edemezdi. Orada benim bilmediğim bir şeylerin olduğuna inanıyordum.
“Bilemiyorum.”
O an, hanımefendinin yüzünde, şaşırdığı zaman görülen o mahzun ifade belirdi. Hemen sözüme devam ettim.
“Fakat şu kadarından sizi temin ederim ki hocamın sizi sevmemesi söz konusu değildir. Ben bizzat hocamın kendisinden duyduklarımı size aktarmaktayım. Ne de olsa kendisi yalan söyleyecek biri değildir.”
Hanımefendi hiçbir şey demedi. Neden sonra şöyle devam etti:
“Aslında aklıma gelen bir şeyler var ama…”
“Hocamın bu hale gelmesinin sebebine dair mi?”
“Evet. Sebep bu diyebilsek, o zaman benim sorumluluğum ortadan kalkar. Bu kadarı bile içimi fazlasıyla rahatlatırdı ama…”
“Nedir peki bu?”
Hanımefendi tereddüt içinde dizinin üstüne koyduğu ellerine bakıyordu.
“Bir anlam çıkarabilmeniz umuduyla anlatıyorum.”
“Elimden gelecekse bir anlam çıkarmaya çalışırım.”
“Bak her şeyi anlatamam ama. Anlatırsam azar işitirim. Sadece azar yemeyeceğim kadarını söylüyorum.”
Heyecandan nutkum tutulmuştu.
“Hocanın henüz üniversite yıllarında arasının çok iyi olduğu bir arkadaşı vardı. O şahıs üniversiteden mezun olmasına çok az bir zaman kala öldü. Aniden öldü.”
Hanımefendi sanki kulağıma fısıldıyormuş gibi kısık bir sesle, “Açıkçası alışılmadık bir ölümdü bu,” dedi. Burada “Neden ama?” diye sormadan edemeyeceğim bir tarzda söylemişti bunu.
“Daha fazla bir şey söyleyemem. Lakin olanlar, bu vakadan sonra oldu. Hocanın azar azar değişmesi… O şahıs neden öldü bilemiyorum. Hoca da bilmiyordur belki. Fakat bundan sonra değişti diye düşünmek hiç de akıl dışı değil.”
“O şahsın mezarı mı Zōşigaya’daki?”
“Yasak olduğu için onu da söyleyemem. Ama bir tanıdığını kaybetti diye bir insanın böyle değişmesi mi gerekiyor? Bunu bilmeyi o kadar çok istiyorum ki! İşte o yüzden bu konuda size danışmak istedim.”
Benim görüşüm, bunun bir sebep olamayacağı yönündeydi.
20
Yakalayabildiğim gerçekler ölçüsünde hanımefendiyi teselliye çalıştım. Hanımefendi de tarafımdan teselli edilmiş olmak istiyor gibi görünüyordu. Aynı mesele üzerinde sonu gelmez konuşmalarımız böylece devam etti. Ancak meselenin aslına erememiştim.
Aslında hanımefendinin huzursuzluğu da havada süzülen sis perdesi misali bu şüphelerden geliyordu. Olayın aslına gelince hanımefendinin de bilemediği birçok şey vardı. Bildiklerini de bana açık açık söyleyemiyordu. İşte bu şartlar altında, teselli eden şahsım ve teselli edilen hanımefendi, yani ikimiz birlikte dalgalar üstünde çırpınıyorduk. Hanımefendi can havliyle kollarını çırpıyor ve benim mesnetsiz görüşlerime tutunmaya çalışıyordu.
Saat on civarı hocamın ayak sesleri eşikte duyulduğunda hanımefendi, birden o âna kadar olanların hepsini unutmuşçasına, önünde oturan beni bırakıp ayağa kalktı. Böylece kafesli kapıyı açmakta olan hocamı karşılama vaziyeti almış oldu. Yalnız kalınca hanımefendinin arkasından ben de gittim. Sadece hizmetçi kız uyuyakalmış olacak ki hemen çıkıp gelemedi.
Hocam her zamankinden iyi görünüyordu. Fakat hanımefendi daha da iyi görünüyordu. Hanımefendinin güzel gözlerinde daha önce biriken yaşların parıltısı ile sonradan simasını bürüyen o kasvetli ifadedeki bu olağandışı değişimi dikkatle seyrediyordum. Eğer bu bir numara değilse (öyle olduğunu düşünmüyordum) hanımefendinin o âna kadarki tavırlarını bir çeşit duygusallık oyunuyla beni makaraya aldığı bir muzipliğe de yorabilirdim. Şu kesin ki o zaman gönlümde hanımefendiye o kadar da eleştirel gözlerle bakacak bir istek belirmemişti. Bilakis, yüzünde güller açmasıyla rahatlamış oldum. Eğer öyleyse artık o kadar endişe etmeye gerek yokmuş diye düşündüm.
Hocam gülerek, “Haydi geçmiş olsun. Hırsız gelmedi mi?” diye bana sordu. Sonra da ekledi: “Gelmediği için hevesiniz kaçmadı umarım.”
Dönüşte hanımefendi, “Kusura bakmayın sizi de rahatsız ettik,” diyerek başıyla selam verdi. Bu söyleyiş tarzında “Meşgul bir zamanınızda boş yere vaktinizi çaldık”tan ziyade “Zahmet edip gelmenize rağmen hırsız gelmediği için boşu boşuna rahatsız ettik” manasında bir şaka seziliyordu.
Hanımefendi bunları söylerken az önce çıkardığı alafranga kurabiyelerinden arda kalanları kâğıda sarıp elime tutuşturdu. Bunu cebime koyup gelen geçeni az ve gece soğuğu sinmiş sokağa dönüp renkli şehre doğru aceleyle yol aldım.
O akşamdan hatırladıklarımı derleyip buraya ayrıntılı bir şekilde yazdım. Bunu yazmam icap ettiği için yazmış oldum ama doğruyu söylemek gerekirse, hanımefendiden kurabiyeleri alıp eve dönerken, o akşam konuşulanları pek o kadar ciddiye almayan bir ruh halindeydim. Ertesi gün öğle yemeği için okuldan eve dönüp akşam masanın üstüne koyduğum kurabiye paketini görünce, hemen içinden çikolata kaplı kızıl kahve kurabiyeleri çıkarıp atıştırdım. Yerken de her şey bir yana o iki kişinin yeryüzünde mutlu bir çift olarak yaşadıklarının idrakiyle kurabiyelerin tadına varmıştım.
Güz bitip de kış gelene kadar hususi bir olay vuku bulmadı. Hocamın evine gidiş gelişlerimde fırsat buldukça hanımefendiden çamaşırlarımı yıkayıp kimonomu dikmesini rica ederdim. Henüz içlik denen şeyi giymezken gömleğin üstüne siyah kollu giymeye başlayışım da o zamanlara rastlar.
Çocuğu olmayan hanımefendi o kadarlık bir şeyin zahmet bir yana, kendisi için bir eğlencelik ve en nihayetinde sağlığına da iyi gelen bir uğraş olduğu gibi şeyler söylüyordu.
“Bu el dokuması kumaştan değil mi? Böyle güzel dokumalı bir kimonoyu daha önce hiç dikmemiştim. Hem pek bir zormuş bunu dikmesi. Hiç iğne geçiremem ki buna. Sizin yüzünüzden iki iğnem kırıldı.”
“Böyle bir şikâyette bulunurken dahi hanımefendinin yüzünde pek öyle bunu angarya görüyor gibi bir ifade de yoktu.”
21
Kış gelince aniden eve gitmem icap etti. Annemden gelen mektupta babamın hastalığının gidişatının pek de iyi olmadığı yazmakta, halihazırda telaşa gerek olmasa da yaşı da epey ilerlediğinden, mümkünse bir zamanını ayarlayıp memlekete gitmem istenmekteydi.
Babam böbreklerinden hastaydı. Orta yaş üstü kişilerde de sık sık görüldüğü üzere, babamdaki bu hastalık müzmindi. Buna rağmen hem kendisinin hem de ev halkının, biraz dikkat edilirse hastalığın kötüye çevirmeyeceğine dair tam bir inançları vardı. Şimdilerde babam misafir gelen eşe dosta sırf iyi beslenmesi sayesinde bir şekilde bugünlere kadar yaşayıp geldiğini söylüyordu. Aynı babam, annemin mektubuna bakılırsa, bahçeye çıkıp bir şeylerle uğraşırken fenalaşmış ve sırtüstü yığılıvermişti. Ev halkı bunun hafif derece bir beyin kanaması olduğu şeklinde yanlış bir kanıya varıp ona göre müdahale etmişlerdi. Sonrasında doktorun işin pek öyle olmadığı, muhtemelen müzmin hastalığının bir neticesi olduğu şeklindeki teşhisini duyunca, ilk defa düşüp bayılmak ile böbrek hastalığı arasında bir ilişki olabileceği üzerine düşünmeye başlamışlar.
Kış tatilinin başlamasına biraz daha vardı. Dönem bitene kadar beklememin bir mahzuru olmasa gerek diye düşünüp bir iki gün harekete geçmedim. Derken bu bir iki gün içinde babamın yataktaki hali ve annemin telaşlı yüzü durmadan gözümün önüne gelir oldu. Her defasında yüreğimde garip bir acı hissedince sonunda memlekete gitmeye karar verdim. Memleketten yol parasını alma işlemleriyle vakit kaybetmemek için vedalaşma vesilesiyle hocamın evine kadar gidip, yol parasını da kısa zamanda geri ödeyeceğimi belirterek kendilerinden temin etmeye karar verdim.
Hocam hafiften bir nezle geçirdiğinden, misafir odasına geçmek zahmetli olur diye beni kütüphaneye buyur etti. Kütüphanenin penceresinden kış geleli beri ender görülüp kendini özleten narin güneş ışığı giriyor ve masanın ayaklarını parlatıyordu. Hocam yılın o günlerinde evin en iyi köşesi olan bu odanın ortasına büyük bir maltız koymuş, üçayağın üstüne yerleştirdiği çaydanlıktan çıkan su buharıyla nefesini rahatlatmak niyetindeydi.
“Büyük hastalık neyse de, az bir soğuk algınlığı gibisi daha can sıkıcı, değil mi?” diyen hocam, acı bir gülümsemeyle yüzüme bakıyordu.
Hocamın adamakıllı hasta denecek kadar hasta olmuşluğu yoktu. Sözlerini duyunca gülesim geldi.
“Ben de soğuk algınlığı kadarına katlanabilirim ama ondan ötesi bana uzak dursun. Sizin için de aynı olsa gerek. Başınıza geldiğinde anlarsınız.”
“Belki de öyledir. Hasta olacaksam ölümcül olanını yeğlerim.”
Hocamın söylediklerini pek o kadar ciddiye almamıştım. Hemen annemden gelen mektup konusunu açıp borç para talep ettim.
“Öyleyse durum ciddi. O kadarı elimizin altında olsa gerek. Verelim de onunla yola çıkın.”
Hocam, hanımefendiyi çağırıp gereken meblağı önüme koydurdu. Parayı kendi çay takımı dolabı gibi bir şeyin çekmecesinden getiren hanımefendi, beyaz kâğıdın üzerine paraları narince koyup “İnsan ister istemez endişeleniyor, değil mi?” dedi.
Hocam, “Sık sık baygınlık geçiriyor muymuş?” diye sordu.
“Mektupta hiçbir şey yazmıyor. Bu şey sık sık tekrar etmeye mi meyillidir?”
“Öyle.”
Hocam, hanımefendinin annesinin de babamınkiyle aynı hastalıktan öldüğü konusunu ilk defa açmış oldu.
“Her hâlükârda durumu kötü olmalı,” dedim.
“Öyle vesselam. Mümkün olsa da onun yerinde ben olsaydım. Mide bulantıları var mıymış?”
“Pek söz etmediğine göre, bulantıları hemen hemen hiç olmasa gerek.”
Hanımefendi, “Bulantı gelmiyorsa henüz durumu iyidir,” dedi.
O günün akşamı buharlı trenle Tokyo’dan ayrıldım.
22
Babamın durumu düşündüğüm kadar kötü çıkmadı. Ancak eve vardığımda, hasta yatağında bağdaş kurmuş bir vaziyette, “Millet endişelenmesin diye dişimi sıkıp böyle yatmaya devam ediyorum. Artık kalksam da sakıncası yok,” diyordu. Fakat aradan bir gün geçmişti ki annemin durdurmasına aldırmayıp nihayet yatağını kaldırttı. Annem istemeye istemeye yorganı katlarken, “Babanın sen gelince birden gücü yerine geldi,” dedi. Ben de babamın bu tavrını kendini olduğundan iyi gösterme uğraşı olarak görüyordum.
Abim, Kyūşū29 gibi uzak bir yerde bir işle meşguldü. Yani çok hususi bir durum haricinde, işlerinden başını kaldırıp anne babasının yüzünü görecek hali yoktu. Ablam başka bir ile gelin gitmişti. Bu yüzden de acilen yetişip gelecek bir durumda değildi. Anlaşılan, üç kardeş içinde en müsait olanı talebe olmam sebebiyle sadece bendim.
Annemin buyruğuna uyup, okulun derslerini bir yana bırakarak tatilden önce dönüp gelmemden babam büyük bir memnuniyet duymuştu. “Bu kadarcık bir hastalık için okulunu ihmal ettirmekle ayıp ettik. Annen mektupta işi iyice velveleye vermiş, hiç iyi olmadı bu.”
Babam böyle diyordu. Demekle de kalmayıp şimdiye kadar serili duran hasta yatağını kaldırtıp her zamanki gibi dinç bir görüntü çiziyordu.
“Sakın ha durumu iyice hafife alıp hastalığı tekrar azdırma.”
Babam uyarılarımı memnuniyetle karşılamakla birlikte pek ciddiye almıyordu.
“Bir şeycikler olmaz. Böyle her zamanki gibi kendime dikkat etsem yeter.”
Doğrusu babam iyi görünüyordu. Evde rahatça dolaşıyor, nefes nefese kalmadığı gibi kendini kaybettiği de olmuyordu. Bir tek benzinin rengi normal insanınkine nazaran gayet kötüydü ama bu da yeni çıkan bir şey olmadığından, biz de pek endişeleniyor değildik.
Hocama mektup gönderip borç para için teşekkürlerimi ilettim. Borcumu Tokyo’ya döneceğim yılbaşı zamanı ödeyeceğimi söyleyip o vakte kadar beklemelerini rica ettim. Bu arada babamın hastalığının düşündüğüm kadar ağır olmadığını bildirdim. Göründüğü üzere endişelenecek bir şey yoktu, baş dönmesi olmadığı gibi bulantı ve benzeri belirtilerden hiçbiri de yoktu. Son olarak da nezaketen kısaca hocamın soğuk algınlığının ne durumda olduğunu sordum. Hastalığını pek ciddiye almıyordum.
Bu mektubu gönderirken hocamdan cevap gelir diye bir beklentim yoktu. Gönderdikten sonra anne babama hocamdan bahsederken, gözümün önüne hocamın kütüphanesi geliyordu.
Annem, “Tokyo’ya dönüşünde hocana şiitake mantarı30 götür,” dedi.
“Tamam da, hocam kurutulmuş şiitakeyi yer mi acaba?”
“Çok lezzetli olmasa da nefret edeni de yok.”
Hocam ile şiitake mantarını bir arada düşünmek bana garip geldi.
Hocamdan cevap gelmesi beni biraz şaşırttı. Özellikle de öylesine yazılmış gibi görünmesi şaşırtmıştı aslında. “Hocam sadece nezaketen bir cevap buyurmuş,” diye düşündüm. Öyle düşününce de bu basit mektup, benim için oldukça büyük bir sevinç kaynağı oldu. Elbette bunda hocamdan aldığım ilk mektup olmasının da payı vardı.
“İlk” deyince hocamla yazışmalarımız devam etmiş gibi anlaşılabilir ama işin aslının öyle olmadığını burada belirtmek isterim. Hocamın ömrü boyunca, kendisinden sadece ve sadece iki mektup aldım. Bunlardan ilki şimdi bahsettiğim bu basit mektuptu; ikincisi ise hocamın ölmeden önce özellikle bana hitaben yazdığı oldukça uzun bir mektuptu.
Hastalığının tabiatı gereği babamın fazla hareketten kaçınması icap ettiğinden, hasta yatağını kaldırmamız sonrası da hemen hemen hiç dışarı çıkmıyordu. Bir keresinde havanın oldukça yumuşak olduğu bir günün öğleden sonrası bahçeye indiği oldu ama o zaman da tedbiri elden bırakmayarak ben babamın koluna girmiş vaziyette yanında bulundum. Endişeyle babamın elini omzuma almaya çalışsam da babam tebessüm ederek buna yanaşmıyordu.
23
Sıkıcı bir rakip olan babamla bol bol şōgi31 oynuyorduk. Her ikimiz de tembel tabiatlı olduğumuzdan, kotatsunun32 dibine sokulmuş halde oturduk, oyun tahtasını yorganın üzerine yerleştirip sadece hamle yapmak için ellerimizi yorgandan dışarı çıkarıyorduk.
Kimi zaman alınan pullar kayboluyor, bir sonraki oyuna kadar ikimizin de bundan haberi olmuyordu. Bir keresinde bunlardan birini annemin küller arasında bulup maşayla tutup çıkardığı ilginç bir hadise de geçti başımızdan.
“Go’nun33 sehpası çok yüksek, hem de ayaklı olduğundan kotatsunun üstüne koyulamıyor. Bu açıdan bakınca şōgi sehpası daha iyi. Bak rahatça oynayabiliyoruz. Tembel adam için çok iyi. Hadi bir el daha çevirelim!”
Babam kazanınca muhakkak, “Hadi bir el daha çevirelim,” diyordu. Gel gör ki ben kaybedince de bir daha oynayalım diyordu. Yani kaybetse de kazansa da kotatsunun yanı başında şōgi oynamaktan büyük zevk alan biriydi.
Başlarda her zaman tecrübe edemediğim emekli işi bu eğlencelik, benim de epey hoşuma gitmişti. Lakin gitgide, gençliğimden olsa gerek bu kadarı bana yetmemeye başladı. Kimi zaman altın pul ya da mızrak pulunu tuttuğum, yumruğumu başımın üstüne uzatarak iyice bir esnediğim oluyordu.
Tokyo’yu düşünüyordum. Derken yerinden çıkacakmışçasına delice atmaya başlayan kalbimin gümleyişlerini duyuyordum. Gariptir ki bu gümleyişin şiddetini hocamın gücünden aldığı yönünde tuhaf bir hissiyat besliyordum.
İçimden şöyle bir babam ile hocamı karşılaştırdım. Her ikisi de âlem içinde yaşıyor mu ölü mü farkına varılmayacak kadar sessiz sakin insanlardı.
İnsanların gözünde kendilerine bir not biçilecek olsa bu sıfır olurdu. Ne var ki ha bire canı şōgi oynamak isteyen babam, basit bir eğlence arkadaşı olarak bile beni tatmin etmiyordu. Önceleri kendisine eğlence için gidip geldiğimi hatırlamadığım hocamın ise kafamda bir eğlence ilişkisiyle ortaya çıkacak samimiyetten çok öte bir tesiri vardı. Buna sadece kafa demek fazlaca soğuk bir ifade şekli olacağından gönül diyelim. Tüm vücuduma hocamın kudreti sinmiş ve can damarlarımda hocamın hayatı akıyor gibiydi desem, o zamanki hissiyatım için abartı sayılmaz. Babam benim öz babam iken, hocamın, söylemeye bile gerek yok, tamamen bir yabancı olduğu yönündeki su götürmez gerçek hakkında, bile bile kafa yorup da sanki ilk defa büyük bir keşifte bulunmuşum gibi şaşırdığım oluyordu.
Artık yapacak bir şey olmamasından sıkılmaya başlayınca, önceleri hep el üstünde olan ben, yavaş yavaş anne babamın gözünde bayağılaşmaya başladım. Bu yaz tatilinde memleketine dönen herkesin muhakkak az çok tecrübe ettiği bir duygudur. Eve ayak bastığınız bir hafta müddetince, eliniz sıcak sudan soğuk suya konmezken, bu eşiği aşınca artık evdeki heyecan kayboluverir ve en nihayetinde olsanız da olmasanız da fark etmezmiş gibi bir muameleyle karşılaşırsınız. İşte ben o eşiği aşmıştım. Dahası memlekete dönerken beraberimde anneme de babama da yabancı bir şeyler getirmiştim. Eskilerin tabiriyle Konfüçyüs’ün evine Hıristiyan havası getirmek misali, beraberimde getirdiğim şey evin havasına uymuyordu. Elbette bunu gizlemekteydim.
Ne var ki her ne kadar açığa vurmayayım desem de bu bir şekilde anne babamın gözünden kaçmıyordu. Keyfim kaçmıştı. Hemen Tokyo’ya dönmek istedim.
Şükür ki babamın sağlığı vaziyetini muhafaza ediyor, en ufak bir kötüleşme belirtisi göstermiyordu. Ne olur ne olmaz diye uzaklardan iyi bir doktor çağırıp muayene de ettirmiştik ki benim zaten bildiğim hususlar haricinde bir vakaya rastlanmamıştı. Kış tatilinin bitiminden hemen önce dönmeye karar verdim. Gariptir ki hem annem hem de babam buna karşı çıktılar.
Annem, “Ne dönmesiymiş, daha çok erken değil mi?” dedi. Babam da, “Dört beş gün daha kalsan yetişirsin,” dedi.
Karar verdiğim dönüş tarihini kabul ettirememiştim.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.