Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Gönül», sayfa 3

Yazı tipi:

10

Dönüşte birkaç sokağı sessizlik içinde yürüyerek geçtik. Neden sonra hocam birden sessizliği bozdu.

“Yanlış yaptım. Bir hışımla evi terk ettiğimden, hanım muhakkak telaşlanmıştır. Şöyle bir düşününce, kadın dediğin güçsüz bir varlık. Eşim gibi birinin benden başka güvenebileceği hiç kimsesi yok.”

Hocam burada biraz duraksadı ama benden bir cevap bekler gibi de görünmeksizin hemen kaldığı yerden devam etti.

“Böyle deyince sanılacak ki evin reisinin kalbi daha sağlam ama biraz komik kaçıyor bu. Ben senin gözünde nasıl görünüyorum acaba? Zayıf biri mi, güçlü biri mi?”

“İkisinin ortasında bir yerlerde,” diye cevap verdim. Hocam bu cevabı biraz şaşırtıcı bulmuş gibiydi. Yine ağzını kapatıp konuşmadan yürümeye koyuldu.

Hocamın evine gidiş yolu pansiyonumun hemen yakınından geçiyordu. Oraya gelince, köşeyi dönüp, ayrılıp gitmek hocama karşı bir nezaketsizlik olur diye düşündüm. “Yolumuzun üstündeyken size evinize kadar eşlik etsem, olur mu?” dedim. Hocam birden eliyle susmamı işaret etti.

“Epey geç oldu, hemen evine dön sen. Ben de derhal eve döneceğim. Bizim hanım için…”

Hocamın lafının sonuna iliştirdiği “Bizim hanım için,” ifadesi, o an garip bir şekilde kalbimi ısıttı. Bu ifade sayesinde pansiyonuma dönüp huzur içinde uyuyabildim. O günden sonra uzun bir süre bu ifade aklımdan çıkmadı.

Hocam ve hanımefendi arasındaki kavganın o kadar ciddi bir şey olmadığını da bu ifadeyle öğrenmiş oldum. Olaydan sonra ardı arkası kesilmeden gerçekleştirdiğim ziyaretlerde vardığım sonuç, bir daha böyle bir şeyin vuku bulacağı bir vaziyetin söz konusu olmadığıydı. Üstelik hocamın bir gün bana şu duygularını dahi ifşa ettiği olmuştu:

“Şu dünyada kadın bildiğim sadece bir kişi var. Eşimden başka yeryüzündeki kadınların hemen hiçbirisinin gözümde kadın olarak bir çekiciliği yok. Sağ olsun, o da beni gökkubbenin altındaki tek erkekmişim gibi görüyor. Bu açıdan, yeryüzünün en mesut çifti biz olmalıymışız gibi geliyor.”

Konuşmanın öncesini unuttuğum için hocamın böyle kişisel bir meseleyi benimle ne amaçla paylaştığını net olarak söyleyemem. Lakin hocamın o anki ciddi tavrı ve ses tonundaki kasvet, şimdi bile hafızamda yer etmekte. Yalnız, o vakit kulağıma garip gelen şey “Yeryüzünün en mesut çifti biz olmalıymışız gibi geliyor,” şeklindeki son sözleriydi. Hocam neden “Yeryüzünün en mutlu çiftiyiz,” diyemeyip “Öyle olmamız gerekiyor,” demişti? İşte sadece bu ifade içime bir şüphe düşürmüştü. Özellikle hocamın bunu bir çeşit vurguyla, üstüne basa basa söyleyişi bana garip geliyordu. Hocam gerçekten mutlu muydu veyahut mutlu olması icap ederken acaba pek o kadar da mutlu değil miydi? İçten içe şüphelenmeden edemiyordum. Ne var ki bu şüphelerim az bir zaman sonra yok olup gitmişti.

Bu süre zarfında gittiğimde, hocamı evde bulamadığım bir vakit, hanımefendiyle baş başa sohbet etme fırsatım olmuştu. Hocam o gün Yokohama’dan demir alacak buharlı gemiyle16 yurtdışına gidecek arkadaşlarını uğurlamaya Şimbaşi’ye17 gittiğinden evde yoktu. O zamanlar Yokohama’dan bu gemiye binecek kişiler, önce Şimbaşi’de sabah sekiz buçuk buharlı trenine binerlerdi. Ben bir okumam için hocamın yardımına ihtiyaç duymuş ve önceden hocamın iznini de almış olarak sözleştiğimiz gibi saat dokuzda kendisini ziyarete gelmiştim. Hocamın Şimbaşi’ye gidişi, bir gün önce lütfedip vedalaşmaya gelen arkadaşlarına yönelik bir nezaket gereği gerçekleşmişti ve hesapta olmayan bir durumdu. Kendisi hemen döneceği için evde olmasa da benim beklememi istemişti. Bunun üzerine ben de misafir odasına geçip hocamı beklerken hanımefendiyle sohbete koyuldum.

11

Üniversite öğrencisi olmamın üzerinden epey zaman geçmişti. İlk kez hocamın evine gelişimden beri oldukça olgunlaştığımı hissediyordum. Hanımefendiyle de artık iyice yakınlaşmıştık. Hanımefendiye yönelik bir çekingenlik duymuyordum. Karşılıklı havadan sudan konuşuyorduk. Fakat kayda değer bir mesele üzerinde konuşmamış olmalıyız ki şimdi hepsini unutmuşum.

Konuşmalarımız içinden zihnimde yer eden sadece bir şey var ama bundan bahsetmeden önce söylemek istediğim bir şey daha var. Hocam üniversite okumuş biriydi. Bunu başından beri biliyordum. Bununla beraber hocamın hiçbir iş yapmadan boşta gezdiğini ilk defa Tokyo’ya dönüşümün üzerinden bir müddet geçince fark etmiştim. O zamanlar niye bir işle meşgul olmadığını merak ediyordum.

Hocam, bu dünyanın tanımadığı bir insandı. Bundan dolayı hocamın ihtisas alanını ya da düşüncelerini paylaşma şerefine nail olan kişi, kendisiyle çok yakın bir ilişki içerisinde olan bendenizden başkası olmasa gerekti. Bunun üzüntü verici bir şey olduğunu dile getirirdim hep. Hocam ise, “Benim gibi birinin bu âlemin içine çıkıp da iki kelam etmesi olacak iş değil,” deyip kestirir atardı. Bana göre böyle bir cevap aşırı bir alçakgönüllülük olduğundan, bu dünyayı küçümsediği hissini veriyordu. Aslında, hocamın şimdi isim yapmış eski sınıf arkadaşını pek rahat bir şekilde eleştirdiği de oluyordu. Bu tezadı açık açık dillendirdiğim de oldu. Bu hislerimin kaynağı hocama karşı gelmem değil, dünyanın kendisinin varlığından bihaber halinden üzüntü duymamdı. O vakit hocam, çaresiz bir tavırla, “Ne yapsam ne etsem artık ben, bu dünyada nasibini arayacak kabiliyeti kalmamış bir adamım,” diye cevapladı. Hocamın yüzünü çok derin bir ifade kaplamıştı.

Bu bir umutsuzluk mu, yakınma mı yoksa ıstırap mıydı anlayamadım ama insanda diyecek söz bırakmayacak kadar kuvvetli bir ifade olduğundan, bundan öte bir şeyler söyleyecek cesareti kendimde bulamadım.

Hanımefendiyle yaptığımız konuşma döndü dolaştı, hocama geldi.

“Hocam acaba neden evlerindeki tefekkür ve çalışmalarıyla yetiniyor ve dünyaya karışıp bir meslekle meşgul olmuyorlar?”

“Onun gibi birisi için mümkün değil. Böyle bir şeyden nefret edecektir.”

“Bunun aşağı bir şey olduğunu mu düşünmektedirler acaba?”

“Öyle düşünüp düşünmeyeceği kadın başıma benim anlayacağım bir şey değil ama herhalde böyle bir mana çıkartılamasa gerek. Bir şeyler yapmak istiyor ama yapamıyor belki de. Acı bir şey.”

“Fakat hocam sağlıklı ve bedenen herhangi bir rahatsızlığı yok gibi görünüyor, değil mi?”

“Sağlıklı birisidir. Herhangi bir rahatsızlığı yok.”

“Öyleyse acaba neden bir meşgalesi olamıyor?”

“Bilemezsiniz. Bu kadarını anlıyor olsaydım kendisi hakkında böyle endişe duyar mıydım? Anlaşılamadığından bu kadar acı veriyor ya.”

Hanımefendi gayet acıklı bir tarzda konuşuyordu. Fakat dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Dışarıdan bakıldığında ben daha kasvetli duruyordum. Ciddi bir yüz ifadesi takınıp sükût etmiştim. Derken hanımefendi sanki birden bir şey hatırlamışçasına tekrar konuşmaya başladı.

“Gençken öyle birisi değildi. Gençken tümden farklıydı. Sonra tamamen değişiverdi.”

“Genç derken ne kadar zaman öncesini kastediyorsunuz?”

“Öğrencilik yıllarını.”

“Öğrencilik yıllarından beri hocamla tanışıyor muydunuz?”

Birden hanımefendinin yüzü hafifçe kızardı.

12

Hanımefendi bir Tokyoluydu. Bunu vaktinde hem hocamdan hem de hanımefendinin kendisinden birkaç kere duymuştum. Hanımefendi “İşin doğrusu ben melez sayılırım,” demişti. Babası Tottori18 gibi bir yerden gelmesine karşın, annesi ta Edo19 zamanının İçigaya’sında20 doğduğundan, hanımefendi şakayla karışık böyle bir şey söylemişti. Bu arada hocamın memleketi tamamen başka bir yer, Niigata’ydı21. Bu sebeple şayet hanımefendinin hocamı talebelik yıllarından tanıdığını kabul edersek, bunun hemşerilikle alakalı bir şey olmadığı açıktı. Lakin yüzü hafifçe kızaran hanımefendi, bu konuda daha fazla konuşmak istemiyor gibi göründüğünden, ben de soru sormaya devam etmedim.

Hocamla karşılaşmamdan vefatına kadar hocamın birçok mesele karşısındaki düşünce ve hissiyatına tanıklık ettimse de kendisinden evlilik dönemine dair hemen hemen hiçbir şey duymak nasip olmadı. Kimi zaman bunu iyiye yorardım. Bir büyüğüm olarak benim gibi genç biriyle aşk hayatı hakkında konuşmaktan bilerek uzak durduğunu düşünüyordum. Kimi zaman da bunu kötüye yorduğum oluyordu. Hem hocam hem de hanımefendinin, eski neslin adabına göre yetiştiklerinden, öyle aşk meşk meselelerinde içlerini dürüstçe dökecek cesarete sahip olmamaları da muhtemeldi. Elbette bu iki düşüncem de varsayımdan öteye geçemiyordu. Kurguladığım her iki senaryoda da aralarında şaşaalı bir duygusallığın vuku bulduğu varsayımı hâkimdi.

Bu tahminimde yanılmış da sayılmazdım. Fakat ben bu aşkın sadece bir bölümünü hayal etmekten öteye gidememiştim. Hocamın güzel aşkının altında korkunç bir trajedi yatmaktaydı. Bu trajedinin hocama nasıl bir ıstırap verdiğinden hanımefendi bihaberdi. Hanımefendinin halen bu gerçekten haberi yok. Hocam bu sırrını, hanımefendiye açmadan mezara kadar götürdü. Hocam, hanımefendinin saadetini bozmadan önce kendi canına kıymış oldu.

Şimdilik bu trajedi hakkında bir şey söylememeyi yeğlerim. Bu trajediden doğan aşk hikâyeleri ise yukarıda ifade ettiklerimden ibarettir. Her ikisi de bana hemen hemen hiçbir şey söylemediler.

Hanımefendi mütevazılığından, hocam ise daha derin bir sebepten ötürü…

Ancak hafızamda yer etmiş bir olay var. Bir gün hocamla açan çiçekleri görmeye Ueno’ya22 gitmiştik. Orada birbirlerine çok yakışan güzel bir çift gördük. Kiraz çiçekleri altında sarmaş dolaş yürüyorlardı. Fırsat bu fırsat, çiçekleri bırakıp bu çifte yönelmiş birçok göz vardı etrafta.

Hocam, “Yeni evlenmiş olmalılar,” dedi.

Ben de, “Araları iyi gözüküyor değil mi?” dedim.

Hocam tebessüm bile etmemişti. Gidiş yönünü çifti görüş alanı dışında bırakacak bir tarafa çevirdi. Sonra bana sordu:

“Sen hiç âşık oldun mu?”

“Olmadım,” dedim.

“Âşık olmak istemez misin?”

Cevap vermedim.

“İstemeyecek değilsin, öyle ya!”

“Evet.”

“Az önce o kız ve erkeğe alaylı gözlerle baktın değil mi? Bu alaylı bakışların altında aşkı arzulamana rağmen, kendine bir eş bulamamanın verdiği huzursuzluk yatıyor olsa gerek.”

“Size öyle mi göründü?”

“Öyle göründü. Aşka doymuş birisinden daha yumuşak bir ses çıkar çünkü. Ama… Ama sen, aşk suçtur. Anlıyor musun?”

Birden şaşırıp kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim.

13

Kalabalığın ortasındaydık. Kalabalıkta herkes mutlu görünüyordu. Kalabalığı geçip de etrafta ne çiçek ne de insanın olduğu orman yerine varana kadar, bu konuyu tekrar açacak fırsat olmadı.

O anda birden “Aşk suç mudur?” diye sordum.

“Suçtur elbette,” derken hocamın ifade tarzı az önceki gibi sertti.

“Neden ki?”

“Nedenini anlarsın yakında. Yok, yok yakında değil, artık anlamış olmalısın. Senin gönlün uzun zamandır amansız bir aşk arayışında değil mi?”

Şöyle bir içimi yokladım. Lakin içim şaşılacak derecede boştu. Gönlümde yer eden hiçbir şey bulamadım.

“Gönlümün şudur diyebileceğim hiçbir maksudu yok. Bilirsiniz sizden hiçbir şey saklamam.”

“Asıl maksudu olmadığı için gönlün arayışta. ‘Maksudumu bulursam rahatlarım,’ diye gönlün hep arayışı arzuluyor.”

“Şimdilik içimde o tarz bir arayış yok.”

“Var olmalı ki bir tatminsizlik eseri olarak benim kapımı çaldınız.”

“Orası öyle olabilir belki. Ama bu, aşktan farklı bir şey.”

“Aşka giden basamaklardan biri. Karşı cinsle sarmaş dolaş olmadan önce hemcinsiniz olarak benim kapımı çaldınız.”

“Ben ikisinin tamamen birbirinden farklı şeyler olduğunu düşünüyorum.”

“Hayır, aynılar. Bir erkek olarak ne yapsam da sizi tatmin edecek değilim. Hem başka bir özel durum sebebiyle sizi hiç mi hiç tatmin edemem. Açıkçası size karşı bir acıma hissi duymaktayım. Tek çare benden uzaklaşmanızdır. Ben bilhassa bunu istirham ediyorum. Fakat…”

İçimi bir garip üzüntü kaplamıştı.

“Sizden ayrılmamı talep ediyorsanız çare yok, fakat bende öyle bir ruh hali hiç vaki olmadı.”

Hocam sözlerime kulak vermiyordu.

“Lakin dikkat etmek gerekir. Aşk suç olduğu için… Benim yanımda tatmin olamamanıza karşılık hâlihazırda herhangi bir tehlike de yok. Sen uzun siyah saçlarla sarmaş dolaş olmak nasıl bir duygudur bilir misin?”

Hayalen bilsem de gerçeğini bilemiyordum. Her hâlükârda hocamın suç dediği şey muğlaktı ve pek bir şey anlamamıştım. Üstelik keyfim de kaçmıştı.

“Hocam, lütfen suçtan ne kastettiğinizi daha açıkça ifade buyurun. Aksi takdirde rica ederim bu meseleyi burada kapatınız. Ta ki ben bizzat bu suç denen şeyin manasını tamamen idrak edene kadar.”

“Kötü bir şey yaptım. Sizinle samimice konuşma niyetindeydim. Ne var ki canınızı sıktım. Kötü bir şey yaptım.”

Hocamla birlikte müzenin23 arkasından Uguisudani24 yönünde sakin adımlarla yürüyorduk. Çitlerin arasından bakıldığında geniş bir bahçenin bir bölümünde yeşeren bambu yapraklarının sakince sıralandığı görülüyordu.

“Sen benim neden her ay Zōşigaya Mezarlığı’nda gömülü arkadaşımı ziyarete gittiğimi biliyor musun?”

Hocam bunu aniden sormuştu. Üstelik kendisi de benim bu soruyu cevaplayamayacağımın farkındaydı. Bir müddet karşılık vermedim.

Neden sonra hocam bir şeylerin farkına yeni varmış gibi şöyle dedi:

“Yine kötü bir şey yaptım. Canınızı sıkmanın kötü olduğunu düşünüp durumu izah etmeye kalkıştım. Fakat sonunda izahatla canınızı daha da sıkmış oldum. Ne yapsam faydasız. Bu meseleyi burada kapatalım. Her neyse, aşk günahtır tamam mı? Aynı zamanda kutsaldır da.

Hocamın dediklerinden hiçbir şey anlamaz olmuştum. Hocam da bir daha aşk mevzusunu ağzına almadı.

14

Gençliğimden olacak, tek bir şeye kafayı taktığım çok olurdu. En azından hocama öyle görünmekteymişim. Hocamın konuşmaları bana okuldaki derslerden daha faydalı geliyordu. Profesörlerin görüşlerinden ziyade, hocamın mütalaalarına müteşekkirdim. Kürsüye çıkıp bana hocalık eden o büyük insanlardan ziyade, yalnızlığını muhafaza edip çok laf etmeyen hocamın tutumu bana daha anlamlı ve yüce görünüyordu.

Hocam, “Bana teveccühte fazla ileri gitmeyiniz,” dedi.

“Muhtelif sebepler neticesinde böyle düşünmekteyim,” derken kendimden son derece emindim. Hocam, bu emin halime tenezzül etmemişti.

“Kendinizi ateşe kaptırmışsınız. Ateşiniz sönüverince, hiç iyi olmayacak. Hakkımda şimdi böyle düşünüyor olmanız bana acı veriyor. Bundan sonra sizde meydana gelmesi muhtemel değişiklikleri de tahayyül edince daha bir acı veriyor.”

“Beni o kadar sıradan mı görüyorsunuz? O kadar güvenilmez miyim ben?”

“Size acımaktayım.”

“‘Acıyorum ama güvenmiyorum,’ mu diyorsunuz?”

Hocam rahatsız olmuşçasına bahçe tarafına dönmüştü. O bahçede birkaç gün öncesine kadar gür kırmızı benekli çiçekleri açmış kamelyalardan eser kalmamıştı. Hocamın misafir odasından bu kamelya çiçeklerini sık sık seyre daldığı olurdu.

“Güvenmiyorum derken sadece seni kastetmiyorum. Ben tüm beşeriyete güvenmiyorum.”

O sırada çalı çitleri tarafında kırmızı balık satıcılarınınkine benzer bir ses duyuldu. Ondan başka da hiçbir ses gelmiyordu. Ana caddeden iki mahalle ötedeki bu ücra sokak pek bir sessizdi. Evin içi her zamanki gibi sakindi.

Hanımefendinin yan odada olduğunu biliyordum. Sessizce oya işi yapan hanımefendinin kulağına konuşmalarımızın gidebileceğinin de farkındaydım. Fakat o an bunları tamamen unutuvermiştim.

“Peki, hanımefendiye de mi güvenmiyorsunuz?” diye hocama sordum.

Hocamın yüzünde bir huzursuzluk ifadesi belirdi. Öylece net bir cevap vermekten kaçınıyordu.

“Ben bizzat kendime bile güvenmiyorum. Yani kendi kendime güvenmediğim için başkalarına da güvenmez oldum. Kendime lanet okumaktan başka çarem yok.”

“O kadar derin bir düşünceyle yeryüzünde adam gibi biri kalmazdı.”

“Hayır düşünmedim. Yaptım. Yaptığıma da şaşıp kaldım. Ardından da fevkalade korktum.”

Bu konuda biraz daha ileriye gitmek istiyordum. Derken fusumanın25 gölgesinden “Bey, bey!” diyen hanımefendinin sesi iki kez duyuldu. Hocam ikinci seferde, “Ne var?” dedi. Hanımefendi “Gelsene biraz,” diye hocamı yan odaya çağırdı. Aralarında ne geçtiğini bilemiyordum. Hocam olup biteni tahmin etmeme fırsat vermeyecek bir hızla misafir odasına geri döndü.

“Velhasıl bana çok güvenmeseniz iyi olur. Sonunda pişman olursunuz çünkü. Sonra da aldatılmanıza karşılık zalimce bir öç almaya kalkışırsınız.”

“Bu da ne anlama geliyor şimdi?”

“Vaktinde dizimin dibinde el pençe divan durdunuz; sonradan başımı ayaklarınız altına almak isteyeceksiniz. Ben yarınki hakaretinize uğramamak için bugünkü takdirinizden feragat etmeyi yeğliyorum. Şimdikinden katbekat çetin olacak gelecekteki yalnızlığıma dayanmak yerine, şimdiki yalnızlığıma katlanmayı tercih ediyorum. Özgürlük, bağımsızlık ve benlik dolu günümüz dünyasına doğmuş bizler bunun bedelini yalnızlığa kurban olarak ödemek zorundayız.”

Böyle bir görüşe sahip olan hocam karşısında diyecek söz bulamamıştım.

15

O günden sonra hanımefendinin yüzünü her görüşümde aklıma takılan bir şey vardı. Acaba hocam hanımefendiye karşı hep bu tavrı mı takınıyordu? Şayet öyleyse hanımefendi bundan memnun muydu?

Hanımefendinin halinden hoşnut mu yoksa rahatsız mı olduğuna karar vermek mümkün olmuyordu. Bu, kendisine pek o kadar yakın olma fırsatı bulamamamdan kaynaklanıyordu. Aynı zamanda kendisiyle görüştüğümüz zamanlarda normal bir tavır takınmasından ve son olarak da hocamın bulunmadığı bir ortamda hanımefendiyle hemen hemen hiç baş başa kalamamamızdan ileri geliyordu.

Bundan başka sorularım da vardı. Hocamın insanlığa dair bu algısı nereden geliyordu? Yoksa bu sadece eleştirel bir gözle kendini okuması ve modern dünyayı gözlemlemesinin bir sonucu muydu? Hocam oturup tefekkür etme eğiliminde bir insandı. Onun kafa yapısında birinin oturup toplum hakkında tefekkür etmesi akabinde doğal olarak böyle bir tutum mu ortaya çıkardı?

Bana hepten öyle gibi de gelmiyordu. Hocamın düşünceleri hayatın içinden geliyor gibiydi. Ateşte yandıktan sonra soğumaya yüz tutmuş bir taş ev iskeletinden farklıydı bu yönüyle. Gördüğüm kadarıyla hocam tam bir düşünürdü. Lakin bu düşünürlüğünden kaynaklanan felsefesinin temeli sağlam gerçeklerle bina edilmişe benziyordu. Başkalarının gerçekleri değil bizzat kendisinin tüm şiddetiyle acısını tattığı bir gerçek, kanını kaynatacak, nabzını durduracak bir gerçek yatıyordu işin altında.

Bu benim kendi sezgilerimle tahmin ettiğim bir şey değil. Bizzat hocam öyle olduğunu itiraf etmişti. Lakin bu itiraf üst üste yığılı bir bulut kümesi gibiydi. Dimağım aslı meçhul bir korku perdesiyle örtülmüştü. Neden korktuğumu ben de bilmiyordum. İtirafı belirsizdi. Buna rağmen açıkça sinirlerimi altüst etmişti.

Hocamın bu hayat görüşünün temelinde şiddetli bir aşk hikâyesi yattığı tahminini yürüttüm. Elbette hocam ve hanımefendi arasında geçmiş olan bir hikâye… Hocamın önceki “Aşk suçtur,” lafından yola çıkarsak bu oldukça iyi bir başlangıç noktası olabilirdi. Fakat hocam halen hanımefendiye âşık olduğunu bana itiraf etmişti. Yani ikisi arasındaki bir aşktan böyle karamsar bir sonuç çıkması mümkün görünmüyordu. Hocamın önceden dediği “Vaktinde dizimin dibinde el pençe divan durdunuz; sonradan başımı ayaklarınız altına almak isteyeceksiniz,” ifadesi, günümüzde sıradan biri hakkında söylenecek bir söz olmakla birlikte, hocam ve hanımefendiye yakışmayacak bir şeydi.

Zōşigaya’daki, kimin olduğunu bilemediğim mezar… Bu da ara sıra aklıma gelirdi. Hocamla bu mezar arasında köklü bir bağlantı olduğunu biliyordum. Hocamın yaşamına yakınlaşmakla beraber, kafasındaki yakınlaşamadığım hayatın bir parçası olan bu mezar benim kafamda da yer etmişti. Ancak benim için bu mezar, tamamen ölmüş bir şeydi. İki kişinin arasındaki hayat kapısını aralayan bir anahtar değildi. Daha çok özgürlükten alıkoyan kötü bir ruh gibiydi.

Derken hanımefendiyle karşılıklı görüşmemizi icap ettirecek başka bir fırsat doğdu. Günlerin kısalmak bilmediği, havanın soğuğunu herkese hissettiren bir güz mevsimiydi. Hocamın muhitinde üç dört gündür hırsızlık vakaları görülüyordu. Hepsi de akşamüstü meydana gelmişti. Önemli bir şeyini çaldıran bir hane yoktu ama hırsız her girdiği evden muhakkak bir şeyler götürüyordu. Hanımefendi tedirgindi. Üstüne hocamın bir akşam evden ayrılmasını gerektirecek bir işi çıkmıştı. Hemşerisi olup bir taşra hastanesinde çalışmakta olan bir arkadaşı Tokyo’ya geldiğinden, hocamın başka iki üç ahbabıyla birlikte bu arkadaşını yemeğe götürmesi gerekiyordu.

Hocam durumu anlatıp kendisi eve dönene kadar beklememi rica etti. Hemen kabul ettim.

16

Gittiğimde lambaların yeni yeni yakılacağı bir alacakaranlık vardı ki tedbiri elden bırakmayan hocam evden gideli çok olmuştu. “Geç kalmak olmaz deyip az önce çıktılar,” diyen hanımefendi beni kütüphane odasına buyur etti.

Kütüphanede masa ve sandalyeden başka birçok kitabın alımlıca yan yana dayalı sırtları, vitrin camından süzülen elektrik lambasının ışığıyla aydınlanıyordu. Hanımefendi hibaçinin26 önüne koyduğu mindere beni oturtup, “İsterseniz oradaki kitaplara göz atarak oyalanın,” diyerek odadan ayrıldı. Ev sahibinin gelmesini bekleyen bir ziyaretçiymişim hissine kapılıp sıkıldım. Öylece oturup sigara içmeye koyuldum.

Hanımefendinin ça no ma’da27 hizmetçi kıza bir şeyler dediği duyuluyordu. Kütüphane oturma odasının kenarıyla kesişen köşeye tekabül ettiğinden konumu itibarıyla misafir odasına nazaran daha sakindi. Bir an hanımefendinin sükûtuyla ortam sessizliğe büründü. Ben de hırsızı bekler bir edayla derin bir teyakkuz halinde etrafa göz kulak oldum.

Yarım saat kadar sonra hanımefendi, kütüphane girişinde tekrar belirdi. “Aaa!” deyip gözlerinde hafif bir şaşkınlık ifadesiyle bana baktı. Bir misafir gibi öylece resmi bir tavır takınmış halde duruşumu garipsemişlerdi.

“Biraz sıkılıyorsunuz herhalde.”

“Yok sıkılmıyorum.”

“Ama herhalde sıkıcı olsa gerek.”

“Yok, yok. Hırsız gelir mi endişesi sıkılmama imkân vermiyor.”

Hanımefendi elinde çay kâsesi olduğu halde gülerek orada dikiliyordu.

“Burası köşede kaldığından nöbetçilik için iyi bir konumda olmasa gerek,” dedim.

“O zaman bir zahmet biraz daha öne gelebilir misiniz? Sıkılmışsınızdır diye düşünüp çay koymuştum. Lütfederseniz oturma odasında ikram edeyim.”

Hanımefendinin peşi sıra kütüphaneden ayrıldım. Oturma odasında narin bir nagahibaçinin28 üstünde çaydanlık fokurduyordu. Hanımefendi bana çay ve şeker ikram etti. Kendisi “Uykum kaçar,” diyerek çaydan almamıştı.

“Galiba hocam ara sıra böyle meclislere iştirak ediyor gibi, değil mi?”

“Hayır, hemen hemen hiç gitmezler. Son zamanlarda insan yüzü görmekten iyice hoşlanmaz oldular.”

Hanımefendide bunları söylerken pek o kadar telaş ifadesi olmamasından cesaret aldım.

“O zaman sadece hanımefendi bir istisna mı oluyor?”

“Hayır, ben de nefret edilenlerdenim.”

“Bu doğru değil,” dedim.

“Bunun yalan olduğunu bildiğiniz halde böyle söylüyor olmalısınız.”

“Neden ki?”

“Bana kalırsa hanımefendiyi sevince âlemden nefret etmeye başladılar da ondan.”

“Tahsilli bir kişi olmanız itibarıyla boş varsayımlar uydurmakta epey iyi sayılırsınız. Buna ‘Âlemden nefret etmesiyle birlikte benden de nefret eder oldu,’ da diyemez miyiz aynı mantıkla?”

“İkisi de mümkün olmakla beraber bu durumda benim dediğim doğru.”

“Felsefe yapmayı da hiç sevmem. Gariptir ki erkekler pek iyi yapar. Öylece usanmadan boş sake kadehlerini değiştirip dururlar diye düşünürüm.”

Hanımefendinin sözleri biraz sertti. Ancak sözlerinin rahatsız ediciliği açısından bakılırsa, pek o kadar dehşet verici de denemezdi. Hanımefendi, kendisinin de akıl sahibi olduğunu karşısındakine tasdik ettirerek gururu dışa vuracak kadar modern biri değildi. Ondan ziyade derinlerde saklı bir kalbe daha fazla önem veriyor gibiydi.

16.O zamanlar yurtdışına gitmek için buharlı gemi kullanılmaktaydı ve Yokohama da dönemin önemli limanlarından biriydi. (ç.n.)
17.Günümüz Japonya’sında Tokyo’nun Minato semtinde yer alan bir yer. Japonya’da ilk demiryolu hattı Şimbaşi ile Yokohama arasında kurulmuştur. (ç.n.)
18.Güney Japonya’da bir bölge. (ç.n.)
19.Tokyo şehrinin eski adı. Edo Şōgunluğu’nun ülkeyi hâkimiyeti altına aldığı 1603-1868 yılları Edo Dönemi diye adlandırılır. (ç.n.)
20.Günümüz Tokyo’sunun Çiyoda semtinde yer alan İçigaya istasyonu çevresi. (ç.n.)
21.Günümüz Japonya’sının kuzeyinde yer alan bir bölge. (ç.n.)
22.Günümüz Tokyo’sunun Taitō semtinde yer alan kiraz çiçekleriyle ünlü bir yer. (ç.n.)
23.Günümüz Tokyo’sunun Taitō semtinde yer alan Tokyo Devlet Müzesi. (ç.n.)
24.Günümüz Tokyo’sunun Taitō semtinde bir yer ismi. (ç.n.)
25.Geleneksel Japon evlerinde oda içinde bölmeler oluşturmak için kullanılan ve sürgülü bir kapı düzeneği olan yapı. Yüzeyi resimlerle süslenip lakeyle parlatılır. İlerleyen bölümlerde “sürgülü kapı” ifadesi kullanılacaktır. (ç.n.)
26.Kelime anlamı Ateş Kâsesi’dir. Geleneksel Japon ısınma aletidir. Yuvarlak, üstü açık şekildedir. İlerleyen bölümlerde maltız kelimesi kullanılacaktır. (ç.n.)
27.Geleneksel Japon evinde günün büyük bir bölümünün geçirildiği oda. İlerleyen bölümlerde “oturma odası” ifadesi kullanılacaktır. (ç.n.)
28.Kuzineye benzeyen uzunca bir maltız türü. (ç.n.)
₺55,75