Kitabı oku: «Türk Tarihi», sayfa 4
Sart denilen halk ise kemal-i ızdırab ile bulunduğu yerde kalarak balçık yoğurur. Topraktan hâsıl olan sarı tozlar içinde yine bu renkte sürülerle âhûlar, yarı at ve yarı eşeğe benzer kulan denilen yaban atları gezerler. Kamışlık ve saksaulluk yerlerde sarı donlu ve üstleri boz pençeli parslar, vadi ve göl kenarlarında “maral” dedikleri büyük geyikler gezdiği gibi “yak” denilen yabani deve, soğuk Tibet yaylasında “argali” denilen ve bir alay burma burma boynuzları bulunan koyunlar da Pamir bölgesinde bulunan cılız yaylaklara kadar tırmanırlar.
Fırından farkı olmayan böyle bir yerde bitki örtüsü Alaşan kumlarına kadar dayanır. Ağustos ve eylülde Zülhayr kemale erer. “Zülhayr” denilen nebat altmış santimetreden bir metreye kadar uzar. Devingen kumlarda, çırılçıplak kumsal yerler kenarında yetişir. Ufak tohumları leziz ve gıdalıdır. Moğollar bu taneleri toplarlar ve kumlu yerlerde tümselip çıkan takırlar üzerinde dökerler. Harsız ateşte kavurup kabuğunu soyduktan sonra hâsıl ettikleri otunu çaya katarlar. İşte hareketli mevsimin son mahsulü budur. Bu çetin arazinin bazı yerlerinde su arayanlar yer altı sularını keşfederler.
“Şanda” denilen, toprağı çukur ve nemli yerlerde “sayır” denilen dağ kovuklarında iki adım derinliğinde su çıkar. Otları ziyadesiyle sık ve bu sebeple çok bitişik olan Bouridou dedikleri mahallerin suları umumiyetle kötüdür. Kouibeur olarak adlandırılan yerlerde su pek ince bir tabaka toprak altında bulunduğundan “kulan” denilen yabani katırlar tırnaklarıyla eşeleyerek su fışkırtıp içerler. 45
Bütün etrafta kuru toprak güneşin tesiri altında titremekte ve hayat ise tesirini göstermekten hâli kalmaktadır.
Taşlar arasında beş adet taç yapraklı yapracıklar, ak ve sarı renkli ufak çiçekler görülür. Etraftaki arazi çakıl taşı ile karışık kumluktur. Kumluk içinde çok miktarda altın varakların parladığı gibi beş altı fastalı evren pulu (mika-talk) parçaları bulunur. Bunlar pek hafif olduklarından rüzgârın tesiriyle havada uçarlar. Buralarda bulunan granit ve kuvars yığınları içinde de o taşlardan uçar. 46
Biraz daha ötede sert toprak canlanarak bitkilerde bolluk görülür.
“Dargana” denilen huşbih bitkisi gürgengillerdendir, kısa boylu olur ve eğri çıkar. Filizleri hemen yeri kaplar, bodur ağaç denebilecek bu fidan, çıktığı toprak ne kadar sert olursa o kadar yaprağı geniş, kendisi yeşil ve kuvvetli olur. Dağların kayalık yamaçlarında bunlar âdeta bir orman hâlini alarak güzel bir yeşillik hâsıl ederler, çok geniş ve düz yerlerde ise renksiz olur ve piç kalır… Bu “dargana” denilen bitki top hâlinde çıkar ve bir demet şeklini alır. Tohumları sararıp solan dallarının üstündeki dalcıklar üzerinde bulunur, çiçekleri sarı olur, bunlar alçak ve tozlak yerlerde yetişir. Dalları eğilip bükülen fakat kırılmayan deresuya gelince; bunlar kum yığınlarını örter. Moğollar burada mütemadiyen rüzgâr estiğini ve ancak geceleri havanın sakinleştiğini beyan ederler, işte bundan dolayı baharın yağmur bulutlarını rüzgârlar götürerek bir damlasını yere düşürmezler… Fakat bir kere yağmur düştüğü gibi ortalık yeşillik kesilir. Görünüşte verimsiz zannedilen bu kır pek ziyade bitki yetişmesine müsaittir. Buna karşılık bu çölleri ihya eden de rüzgârlardır. Gece mehtapla aydınlattığı zaman o çöller renksiz görünerek ebedî sükûnete mahkûm zannolunur.47 Geceleri don olur. Ve hatta gündüzleri bile hava durumunda görülen değişiklik pek dehşetlidir. Alaşan’da Mösyö Prjevalsky martın on üçüncü günü öğleden bir saat sonra sıcaklık derecesinin sıfırdan yirmi iki derece yukarı olduğunu ve ertesi gün yine o saatte sıfırdan eksi beş dereceye indiğini görmüştür. Martın otuz birinde kır, otuz altı santimetre kalınlığında karla örtülmüş ve hararet derecesi sıfırdan eksi on altıya inmiş idi. Mayısta güneş çıkarken kırk iki ve gündüzün gölgede kırk derece görülüyordu. Hatta güneydoğu Moğolistan’da takriben İstanbul iklimine eşit sıcaklıkta yani kırk iki derece civarında bin sekiz yüz yetmiş bir senesi yirmi Kasım’ında sıcaklık derecesi otuz iki buçuk olduğu hâlde kuzeydoğu Cungarya Pe-Lu48 hararet derecesinin cıvanın donma noktasından bile aşağı düştüğü görülür. Diğer taraftan yine bu yerlerde yazın hararet aşağı yukarı sıcak ülkelerdeki derecede olup gölgede otuz altı ve otuz yedi dereceyi bulur. Bu mevsimde kıpçağın kupkuru kalan toprağı ısınarak elli ve hatta altmış derece bir sıcaklık hâsıl olduğu gibi kışın da yirmi altı dereceye iner.
Batı havzasındaki çukurlarda yazın dehşeti bundan az değildir. Hive, Buhara, Taşkent’in sıcağı Fergana, Semerkant veya Şehr-i Sebz’den ziyadedir. Hive’de mayıs yaz başlangıcı sayılarak şöyle bir tecrübe icra olunur: Güneşe bakan bir toprağa konulan tavuk yumurtaları bir günde üç kere pişerse yazın iyi ve verimli olacağına delil kabul edilir. Daha doğuda, yaz ve güzün Türklerin germsal49 ve Acemlerin “tebbâd” dedikleri korkunç rüzgârlar eser.
Batı ve kuzeybatıdan gelen rüzgâr cereyanı Türkmânî denilen yanık çöller üzerinden geçerken kendisini Hocend geçidinden Fergana’ya yol veren dağlar üstüne çarpar. Mösyö Kapu-Capu, germsal estiği zaman bin yedi yüz yetmiş bir senesi Mayıs’ın yirmi yedinci günü öğleden bir saat sonra Kıtlık-Faim Kıpçağı’nda sıcaklık derecesinin kırk biri bulduğunu görmüştür. O zaman güneş ince ve sıcak bir toz ile kaplanmış hava tahammül olunamayacak dereceye gelerek ağırlaşmış, manzara harap bir görünüm almış, her yer buz ve toza boğularak ufukta güneşin yerini bile tayin etmek güçleşmiştir. Şurası gariptir ki bu rüzgârın ardından ortalık oldukça serinlemektedir. Bin sekiz yüz yetmiş iki senesi Ekim ortasına doğru Taşkent, Penckent civarına germsal yılını takiben bol kar yağmıştır.
Güzün ve sonra kışın Tanrı Dağları fırtınaları toplayıp bunları kuzeydoğu borası ile beraber Nan-Lu Körfezi, Tarım Vadisi üzerine, sonra kuzeydoğu rüzgârıyla karıştırarak hafif rüzgârlı havayı gayet ince kumlarla doldurarak ve alçak yere barganları sürerek Gobi doğu havzası üstüne sevk eder. Derken Orta Asya’nın dehşetli kışı gelir, engin yerlerde, vadilerde, dağ yamaçlarında ta Hind hududuna Hindikûh yamaçlarına kadar kasvetli, bol kar yığınları dolar. Bâbür Şah kitabında kışın Herat’tan Kâbil’e kadar zorlu yolculuğunu şöyle nakleder: Kar o kadar çok yağdı ki üzengilerin boyunu aştı. Ekseriya atların ayağı yere basmazdı, yine de kar yağardı. Bir hafta kar üstünde yürüdük. Her adımda bele ve hatta göğse kadar kara gömülüyorduk. On beş yirmi kişi ayaklarıyla karı çiğnedikleri zaman izlerinden süvarisiz olarak giden at üzengisine ve hatta eyerin arka kaşına kadar kara gömülür ve böylece on on beş adım giderek kuvveti kesilirdi.50 Şiddetli bir don, Tanrı Dağı’nın kuzeyinde ve bir derin, kuytu yerinde bulunup Türklerin Issık Göl, Moğolların Demir Göl manasında Timur Tunuur dedikleri acayip bir gölden başka bütün gölleri, nehir ve ırmakları dondurur. Ova ve yaylalarda ince kar taneleri tutmaz, şiddetli rüzgârlar bunları süpürüp toplayarak insan, hayvan, tepe, devrilmiş ağaç gövdeleri gibi engelleri, o iğne gibi donmuş kar billurlarıyla iğneleyerek derhâl kapatıverirler.
Karkovan genel adlandırması uygun olan bu rüzgârın fenalığını anlatmak için oralarda bulunup görmek lazımdır. Yağan ve yeri örtmekte olan kar öyle bir şiddetle süpürülüp gider ki rüzgâr tarafına bakmak mümkün olamaz. Bu engelle karşılaşıldığı zaman, çabucak orada toplanıp her şeyi yerle bir edip örter. Hava o kadar kararır ki insan önünden birkaç adım ilerisini göremez. Omsk beldesi karkovan rüzgârının tehlikesini pek iyi bildiğinden karakolhanelere ipler gerilip, rüzgârlı zamanlarda neferler karakolhaneden ayrılıp sokakları gelişigüzel devretmek tehlikesinde bulunmamak için elleriyle tutarlar. Omsk’ta böyle havalarda sığınacak bir ev bulamayan insan ve hayvanların telef olduğu vakidir. Hatta buna benzer bir hâl, beş gün süren karkovan rüzgârı sırasında yüz kadar şahıs yolu bulamayarak Kazan şehrine bağlı bir beldeye ulaşmayı başaramamışlardır.
Fergana’da dondurucu rüzgâra “ha derviş” diyorlar. Buna sebep ise: “Burada öyle bir rüzgâra tutulan dervişler, birbirini kaybederek buluşmak için Hayy derviş, Hayy derviş! diye bağrışmışlarsa da kurtulamayarak telef oldukları”51 imiş. Bu rüzgâra Türkçe “boran” ve “kara boran”52 derler ki atları çıldırtır.53 Mazlum, kar fırtınasına tutulan Moğol ve Tunguzlar buna Moğolcada zulümat manasına gelen “boragan” ve Tunguzcada yine o manaya gelen “borukaran”54 demişlerdir.
Hava açılıp da fırtına sükûnet bulduğu zaman Kıpçak’ta yalgın (serap) meydana getiren yaz rüzgârı gibi devamlı, kuru, şiddetli, soğuk kuzey rüzgârı esmeye başlar.
Rusya seyyahlarından Prjevalsky55 bu rüzgârı tanıtmak için, bu kuzey rüzgârında otuz dereke56 soğukluk hüküm sürerken, araya kuzeydoğu rüzgârı da karışarak soğuk büsbütün ekşir. Böyle bir seyahate tahammül için insan demir olmalıdır, diyor.
İşte böyle seyahatlere tahammül eden ve Asya’nın genel ahvalini defalarca değiştiren o demir vücutlu adamlar konumuzu teşkil edecek.
TÜRKLERİN ASLI
Amasyalı meşhur Strabon’un57 Coğrafya’sından Asya’ya ait olan bahis okunur ve bunlar şimdiki bir harita üzerinde tatbike kalkışılır ise milâdî ilk asırda nitelikleri vasfedilen milletler, hükûmetler, dağlar, nehirler ve şehirlerin isimlerinin büsbütün, dünyaca görülmez olduğunu ancak asılları Sâmî ve İranî olan bir ikisinin anlaşılıp geri kalanların ahenkli ses çıkaran bir ülke lisanı kelimelerinden alınma olduğu görülerek hayrette kalınır. Mesela vaktiyle İyony denilen ülke şimdi Osmanlı Asyası’nın bir kısmını oluşturduğu gibi, bir zamanlar Halis denilen suyun şimdi Kızılırmak ve İberya ile Ufrat’ın (Euphrates) da Karabağ ve Fırat olduğu görülür. Strabon asrından beri Batı ve Orta Avrupa’da memleket ve kavim isimleri değişmiş ise de pek o kadar değildir. Zira Roman lisanlarını muntazam şekilde Gal, İspanyol, İtalyan lisanları takip etmiş, bunlarda hep Romanca esas olmuştur. Galce Fransa Britanya’sında, İrlanda ve İskoçya’da korunduğu gibi, Eski Slavca yerine yenisi geçmiştir. Yalnız Panonya’da58 Asya’dan gelme Macar ve Yunanistan ile Tuna arasında Türkçe yerleşerek bugün bâkî yerlerde lisan hemen Strabon zamanı gibi kalmıştır. Diğer taraftan Yunan ve Roma fikirlerinin manevi evladı yerine geçen Hristiyanlık kısmen buralardaki fikirleri kendisine veya kendisini onlara uygulayarak işi uyarınca bağlamakla etkili olmuştur. Asya’da batıdan doğuya Arapça, doğudan batıya Fi-nova ve Uygur, Türk ve Moğol, biraz daha ileride Çin, Mançu, Tunguz, gerek ayrıca bulunmak ve gerekse karışıp görüşme suretiyle Asya lisanları arasına girmiş ve bunların aslını oldukça değiştirmiştir. İslâmîyet ve Buda mezhebi gerek evvelce mevcut olan ve gerekse sonradan buralara giren dinleri mahvettikleri gibi Sibirya Ruslar eline geçtiği zaman oralara bir zamanlar girebilmiş olan Hristiyanlıktan eser olmak üzere yalnız Nasturî mezarlarından başka bir şey bulamamışlardır.
Hicretin yedi asır öncesinden zamanımıza kadar Asya’da genel durum Avrupa’ya nispetle pek ziyade değişmiştir. İşte bu değişikliğin tarihî oluşumunu burada nakledeceğiz. Bu değişikliğin en büyük ve esaslısı hicretten iki asır evvelki zamanla hicrî I. asır arasında meydana gelip her şeyi değiştirmiştir. Sair değişimler ise bu esaslı değişimden korunma ve telafisi mümkün olmayan birtakım tabii sonuçlardır ki bunların da başlıca kuvvetli failleri eski Türkler olmuştur. Türkî kavimlerin asıllarını ve Moğol istilalarının hicrî VII. asırdaki başlangıçlarına kadar icraatlarını izah ile bütün Asya’nın değilse bile Roma ve Yunanistan ile ancak belli bir dönem ve tesadüfî olarak birleşmiş kısmının tarihini aydınlatabiliriz. Şurası da malumdur ki Türkî kavimlerin gerek maddî, gerek manevî tesir ve üstünlükleri her zaman görülmüştür. Bunların kendilerine mahsus ve esaslı sadakat ve istikamet üzerine kurulmuş bir medeniyetleri olduğu gibi önceleri ve sonradan temasta bulundukları İran, Çin ve Arap hükûmetlerinin medeniyetlerini dahi kabul ve millî âdetlerine uydurmak için taassup göstermemişler ve bir millet nezdinde iyi buldukları medenî sonuçları diğer hemcinsleri arasına nakletmek suretiyle övülmeye layık yardımlar göstermişlerdir.
Türkler olmasaydı o koca Asya’da ne İran ne Çin ne de Arap düşünceleri kendi siyasî hudutlarından öteye geçemezlerdi. Bunların hudut geçip yayılma ve karışmaları Türklerin savaş hususunda etkili yaratılışları sayesinde varlık bulmuştur.
Ba Türk sitiza mekunî ey emîr beyana 59
Çalaki u merdânegî-i Türk ayan-est
Ger züd neyâyî u nasihat ne kunî gûş
Ancak ki âyânest çi hâcet bi-beyân est
(Ey Emîr Türkle savaş yapma. Çünkü Türk’ün çevikliği ve mertliği aşikârdır. Eğer tez gelmezsen, öğüt de dinlemezsen. Sonucu âşikar ve bellidir. Söylemeye gerek yok.)
Babürnâme, s. 386
Asya’nın tarihini tamamıyla anlamak için mutlaka Türklerin tarihini bilmek gerekir. Çünkü Asya’da vakalar genellikle Türkler arasında veya dolayısıyla diğer kavimler arasında cereyan etmiştir. Bir de Türklerin geçmiş hâllerine dair mevcut olan yetersiz ve kısmen mitolojiden ibaret olan bilgiler şu otuz yıl içinde gerçekleşen keşifler ve icraat sayesinde büsbütün değişime uğramış ise de yine tamamıyla hakikat meydana çıkarılamadığından her hâlde mevcut olan kavimler Türkiye tarihine müracaat etmek zorundadır. Zaten dünyadaki milletlerin cümlesinde, ilk zamanlar bilinmezlik perdesi altında kalmıştır. Bize nispetle o zamanlara daha yakın olan zamanlarda yazılmış tarihî eserleri büsbütün ret ve çürütme de akla uygun ve hikmetli olamayacağından onların bir diğerine mukayesesiyle aklıselime ve bu kargaşaya bulanmış âlemde öteden beri cereyan edegelmekte olan olaylara olur verenleri, hakikat olmak üzere kabul edilecektir.
Hicret-i Nebeviye’den iki asır önce Avrupa’nın doğusunda bir kısım ile (Çin, Hint ve Hint Çini müstesna olmak üzere) Asya’nın doğu kısmı ve içerilerinde Sami diller ve Aryaniye’den başka olarak söylenip yazılmakta olan lisanlar: Batıda Finova ve Macar; doğuda Moğol ve Mançu denilenlerdir ki bunlar aslen birbirinden ayrılmadır. Her ne kadar bu diller arasında şimdiye kadar Hint-Avrupaî dillerin de olduğu gibi pek yakın bir akrabalık ve muntazam bir benzeşme eseri keşfedilememişse de asıllarındaki ortaklık ve bir aileye olan bağlılıkları görülmektedir. Bu diller bir küme teşkil ediyor; birbirleriyle kıyaslandıkları gibi kendilerine has ve pek belirgin bir kökten ayrıldıkları gözüküyor. Tamamında eski hece ile ilgili müştereklere delalet edecek izler bulmak mümkün oluyor. Tamamı da çekimli diller; bazıları zamanımızda gözlerimizin önünde eklemeli dillerden çekimli dillere geçmekte. Hepsinde de ifadenin belirgin anlamı sağlam hareke (med) ile kelimenin sonuna ve fiil ile de cümlenin sonuna yüklenmektedir.
Bu dillerin hepsinde hareketin şekillerini bildirmek, yani her tür hareketi basit bir belirtme hâli ile sonuna gelen çekimi mümkün bir edat arasına sokuşturulan bir fiil (mastar) ile eda etmek gibi özel bir husus görülür.60
Bir de bu lisanların hepsinde ince ve kalın diye iki yahut ince, kalın ve orta diye üç tür hurûf-musavvata (ünlü harfler) bulunup bunlar heceler arasında bir ahenk meydana getiriyor. Ojfalvi: Macarca asıllı bir kelimede asla biri ince, diğeri kalın ünlü harfler bir araya gelmez. Ve kelime kökünün ünlü harfi, kendisine ilave olunan unsurlara tesir eder diyor. Hâl aynı ile Türkçede de vaki olup “bitimak” şeklinde bir mastarın telaffuzu kulaklarımıza yabancı gelmekte ve bunun “bitimek” diye söylenmesi gerektiğini doğamız tercih etmektedir. Bu hâl yalnız sırf kendi malımız olan Türkçe kelimelere mahsus olmayıp Arapça veya Farsça veya hangi dilden olursa olsun aldığımız kelimeleri, okuryazarlarımız nispeten az olmak üzere halkımız tamamen kendi zevkine uydurmaktadır. İşte katife, fenar, na’ne, za’feran, politika, ilah kelimelerinin nasıl telaffuz edildiğine dikkat edenler bunu teslim ederler.
Hâlbuki bu hâl bizim lisanımıza has bir hâl de değildir: Zira Tarih-i Osmanîmize ve İslâmîyet’e ait önemli şahıslardan birçoğunun isimlerini Avrupalılar kendi dillerine uydurmak için gayet acayip kisvelere sokmuşlardır. “Bayezıd” yerine “Bayazıt” yahut “Bajazıt”, Cem yerine “Zizem”, İbn-i Sina yerine “Avicenna”, İbnü’r Rüşd yerine “Averroes”i kullandıkları gibi…
Bu dil ailesi birbirinden farklı olmak üzere batıdan doğuya doğru Fin-Ugor, Türkçe, Moğol ve Mançu adıyla dört kola ayrılır. Fin-Ugor61 cinsi Lapon, Finland, Macar ile Ural ve Volga arasında bulunan Çeremiş, Başkurt, Vogul, Kafkasya’da eski Abar’dan türeyen dil kolları ile kuzey arazisi sonunda Samoyet kolunu kapsar. Türkçe üç kola ayrılır. Birincisi batıdır ki Osmanlı, Azerî ve İran’da konuşulan kolundan ibarettir. İkincisi ve en önemlisi olup en eski Uygurcadan ve yeni hâli, Çağatay, Özbek, Rusya Tatarları ve Sibirya kolu, Kaşgarî ve Türkmen, Kırgız, Altay, Tarançı ile Litvanya, Kırım vs. Yahudilerinin Musevî Türklerin konuştukları, hakikaten garip bir surette muhafaza ettikleri “Karayim-Karaiménes” lisanı vesairedir. Kuzeyde Yakut ve birçok dalı da üçüncü kolu teşkil eder. Astrakhan (Astrahan) kolu Moğolcaya, Tunguzca muhtemelen Kore dili de Mançurya’ya irtibatlıdır.
Şu saydığımız isimlerden Türk kavimlerinin gerek ayrı ayrı, gerekse bir millî beraberlik şeklinde diğer ırklar ile birlikte yayıldıkları büyük alan anlaşıldığı gibi iki hâl, askerî ve hususîde görülüyor ki bunlardan birisi bu kavimlerin dillerini muhafaza hususundaki doğal çabaları62 ve diğeri de hakikaten harikulade denecek bir şekilde birtakım topluluklar teşkil etmeleri ya da diğerleri ile uyumlanmalarıdır. Türk, Fin, Moğol, Mançu her ne olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun ister hâkim veya mahkûm olsun dilini güzel bir şekilde muhafaza ettiği ve ilk eski aile hatıralarını unutmadığı görülür. Hicretin yaklaşık yüz seksen üç senesiyle üç yüz doksan tarihi arasında yani iki asır içinde Selçuklular Şamanizm denilen63 öğretiden Nasturîliğe ve bundan İslâmîyet’e geçerek üç defa din değiştirdikleri hâlde dillerini muhafaza etmişlerdir. Karayim Yahudileri64 kutsal kitabı İbrani harfiyle ve fakat Türk dilinde okuyup yazarlar. Birçok asırlardan beri İsveçliler gibi güçlü bir kavim ile kız alıp vermek suretiyle, terbiye ve din ile Baltık Fi-novaları gibi küçük bir kavmi hâl ü hamur ettikleri ve hatta lehçelerinde kendilerine mahsus bir hâl bırakmayarak kendilerine benzettiği hâlde yine bunlar o tatlı ve hazin millî destanlarını hâlâ söylemektedirler. Lönnrot bunları Finova lisanı altında toplamıştır.65 Bir de yalnız Türkçenin kollarının (Rus alfabesi müstesna olmak üzere) en az altı çeşit alfabesi var. Yani Arabî ve Uygurların değiştirdikleri Süryani, Ermeni, Rum, İbrani ve Çin harfleriyle ve bunlardan başka İskandinavyalıların Runiforme şeklinde olan yazılarına benzer, bugün Türk yazısı olduğu ispatlanmış olan Çud-Udmurt66 harfleriyle yazıldığı düşünülürse bu dilin kendisine has olan yaşama gücü ve ezber gücüne hayret etmemek mümkün değildir.
Diğer taraftan Türkler ve bu soydan olan kavimler topluluğunca olan ayrılıkların çeşitliliği de lisanlarındaki sebat kadar dikkat çekicidir. Bugün bir Macarı, bir Başkurt veya bir Samoyet’ten ayırt eden fark o kadar büyüktür ki bu şehirlilerle o çoban veya vahşilerin bir soydan olduklarını kabul etmekten insan korkar. Hâlbuki hicretten iki asır önce şu üç kavim arasında bir fark yok idi. Bir Avrupalıya göre bir Osmanlı ile bir Kazak, Kırgız, bir Yakut arasındaki fark ile Çinli bir Mançu memur, ormanlarda avcılık ile geçinen bir Tunguz arasındaki farklılık nasıl belli ise bir Macar, bir Vogul, bir Ostyak arasında da öyle bir farklılık vardır.
Hicret’in bir asır öncesinde Türk milleti bir kısmı çiftçi olmak üzere şehir ve kasabalarda meskûn idiler, diğer kısmı ise keçeden yurtları altında yaşayan bedevî çobanlar olmak üzere iki değişik topluluk teşkil etmişler idi. Bunların her ikisi de bugün yalnız gecelemek üzere dal ve ağaç kabuklarından mamul kulübelerde yaşayan Tobol ve Abakanlar av peşinde dolaşırlardı.
Tek milletten ibaret olan Türkler hakkında “ırk” kelimesini tatbik etmek üzere Avrupalıların kabile ve millet belirlemek için uğraşmaları pek boşunadır. Moğol, Ugor ve Fin, Altayî, Turanî ırkı tabirleri ancak tasavvurda kalan topluluklara veya milletler ve hükûmetlerin aralıksız meydana gelen değişim ve dalgalanma içinde oluşan, sonra dağılmış olan topluluklarına delalet eder. Zira Fin ve Ugorlar, Türk, Moğol, Mançu dilleriyle şu muhtelif insanların dillerinde olduğu gibi simalarında da bir aile soyundan geldiklerine delalet edecek hâller vardır. Diğer kavimler ile kanı karışanlardan başka hepsinin yüzleri, kemikleri uzun olup alınlarının ara kesiti keskin, yüzleri semiz ve etli, şişkin; çeneleri sivri ve kuru; saçları kara, sert, düzgün, sakalları da böyle fakat seyrek olup hatta gençliklerinde bile kıvraklık yoktur. Ciltleri donuk, perdahsız, esmer; gözleri kara ve parlak olup hemen başı müteakip ve elmacık kemikleri üst yanında uzunlamasına badem şeklinde yarılmış, iki göz kapakları içinde fırıldar.
Üst göz kapağı, alnın çıkıntısı altına kaçmış denecek kadar kısadır. Yuvarlak ve iri baş kuvvetli bir boyuna ve bir de geniş, kuvvetli bir omuza bağlanır. Bedenleri de bu şekildedir. Vücutlarının genel görünüşü ağır ve toplu olup bacakları doğuştan binici yaratılmış olduklarına dalalet edecek surette, vücuda göre narin, yay gibi ve kısadır. Boyları genellikle ortadan alçak ve bazen daha uzundur. Dünyayı titreten bu cengâverler ufak yapılı idiler.
Millî silahları içinde enseleri çıkmış ve bunun altına giydikleri pamuklu bol hırka veyahut ince tabaklanmamış veya tüyleri düzlenmemiş kürkleri, giysileri ağır tolga (miğfer) ve kürklü kalpaklar ile dar ve yüksek eyerler üzerine binmiş olan Hunlar, Türkler, Moğollar, istila ettikleri memleketlerin halkı üzerinde büyük bir etki bırakmışlar idi. Hâllerinde görülen lakaytlık eseri uzak ülkelerden bin türlü zorluk, savaş meşgalesi içinde gelmelerinden olduğundan şüphe yoktur. Zaten bu hâl Avrupalıların da başına gelerek Haçlı Seferleri’ne giden yırtık ve yamalı giysili Frenklere Araplar yamalı manasında “tayfur” demişlerdir.
Fin-Ugorlar, Türkler, Moğollar ve Mançuların çoğunu kapsamak üzere tarif ettikleri şu hâl ve kıyafet, ırkların karışımı, geçim şekli, medeni hâlden dolayı o kadar değişmiştir ki mesela bir Macar ile bir Ostyak veya bir Osmanlı ile bir Yakut alınıp yan yana getirilse aralarında bir benzerlik bulmakta güçlük çekilir. Fakat Tuna’dan Japonya Denizi’ne, Kuzey Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar bütün simalara bakılır ve mukayese edilirse derece derece en donuk renkten en parlağına kadar hep bir tarzda lehçelerin ahenktar oldukları görülür.
Türk, Fin-Ugor, Moğol, Mançularda simaca değişim hâsıl olmuştur. Fakat bunların dilleri emin olunarak birbirinden ayrılabilir. Şu dört gruba ait hiçbir dil yoktur ki diğerleriyle ortak kelimeleri içermesin. Bu dillerdeki ortak kelimelerden bir kısmının tarihî konumuna bakıldığında nispeten yakın zamanlarda iç içe girdiği sahihtir. Mesela Macarlar hicrî X ve XI. yüzyılda birçok Osmanlı kelimelerini almışlardır. Lakin Macarcada hicrî IX. asırda Osmanlı Türkçesinde terkedilmiş olup ancak hicrî V. yüzyıla ait gerek Uygur kitaplarında gerekse Doğu Türkçesinde ve hatta Moğol ve Mançu dillerinde kullanılmış veya kullanılmakta bulunan bir hayli kelimeler bulunmaktadır. Yazı veya yazmak manasında Uygur, Mançu, Tunguz, Moğol, Eski Çağatayca ve Macarcada “bitimek” kelimesi kullanılmakta olduğu hâlde hicrî X. asırdan beri bu kelimenin yerine Osmanlı Türkçesinde (yazmak) mastarının kullanıldığını zikretmek yeter. Her ne kadar Osmanlı Türkçemizde “bitimek” mastarı terk olunmuş ise de bundan türeyen, kâtip ve yazıcı manasına gelen “bitikçi”, “benlekçi” kelimeleri hâlâ kullanılmaktadır.
Tarihî zamanlardan beri Macarların Tunguzlarla karıştıkları malumdur. Bundan dolayı dört gruba mensup olan kavimlerin birbirleriyle karışması pek eski olup bu da bunların birliğini ispat edemezse hiç değilse uzun süreli ve defalarca yakınlıklarının olduğuna delalet eder. Bu yakınlığın tarihini hicretten bir asır evvelinden başlayarak yediye kadar takip etmek mümkündür. Orta Asya’da uzaktan bakılınca etnografik, yakından incelenince sırf millî olmak kesintisiz bozula düzele yeni şekillere girmek üzere bu yakınlık ve kaynaşma X. asra kadar sürmüştür. Etnografya açısından bakıldığında Hun, Türk, Macar, Moğol, Mançular ayrı ayrı “ırk” ve hatta “ümmet” bile oluşturmayıp tek cinsten ibaret görülür. Ancak bu meşhur adlar siyasî topluluklarına verilmiş isimlerden başka bir şey değildir. Hicrî VII. asırda Rusya’yı istila eden Moğolların evlatları, Almanca ile Fransızca arasındaki fark kadar Moğol dilinden ayrı Türk dilinin lehçeleriyle konuşuyorlardı. Asya sınırı içinde oluşan Macar toplulukları aralarında etnografik bağlantılar bulunmayan unsurlardan ibaret idi ki bunlarla VII. asırda Batılı Avrupalıların Komani dedikleri halis Türkçe konuşur, Kıpçaklı Türk milleti karışmıştır. Finlandiya Ugorcası, Türkçeler, Moğolcalar, Mançucalar dil bakımından kollara ayrılabilirse de bunları konuşan insanlar ırk ve bağlı oldukları cins itibarıyla ayrılamaz. Zira maziye doğru dönülüp bakarsak bunları tabiî değil arızî (sonradan oluşmuş) bir topluluk olarak görürüz. Bu insan topluluğu içinde ayırt edebileceğimiz unsurlar etnografik mensubiyet türündendir. Buna rağmen vaktiyle bütün bu topluluklarda ve şimdi yine birçoğunda; mesela Özbekler, Kırgızlar, Moğollar’da olduğu gibi muhtelif milletler arasında aynı ulus ve oymak isimleri bulunur. Türk, Tatar, Moğol vs. adlarını alan kavimlerin tarihinde ırk meselesi boş bir şeydir. Hz. Muhammed’in peygamberlikle görevlendirilmesinden bir asır öncesinden Asya’yı tahrip ve yeniden imar edenler şu an yaşamakta olan milletlerdir.
Şecere-i Türkî müellifi Ebulgazi Bahadır Han: Eski Türk milletleri Kıpçak, Uygur, Kanglı, Kalaç ve Karluk’tur, diyor. Baştaki iki isim büsbütün esasîdir: Kıpçak kelimesi pek eski bir heceli kelimeden oluşmuştur. “Boş” “çöl” demektir. Moğolların bu manaya kullandıkları Kobi kelimesi de bu asıldandır.67
Uygur kelimesi Eski Türkçe, Moğol, Mançu lisanlarında “birleşmek, toplaşmak” ve “bir kaideyi takip etmek, kanuna bağlanmak” manalarına gelen uymak mastarından bir sıfattır. Şu hâlde çöl ve boş yer halkına Kıpçak, toplu, beraber ve bir kanuna uyanlara da Uygur yani “medenî-uygar”denir.68 Kanglı’nın manası da “arabalılar” demektir.69 Kalaç70 kelimesi eski Türkçe yazıların iki türlüsünde, çeşitli imlâ ile yazıldığından manasını belirlemek güçtür. Milâdî VI. asırda Rumlar bunu Halyate diye yazarlardı ki Türkçenin kılıç kelimesi bunda zahiren görünür. Karluk71 kelimesindeki “kar” kökü hâlâ Türkçemizde kullanılmaktadır. Herhâlde Türklerin araları beş ulus teşkil edip bunlardan üçü ya kendiliklerinden ya komşuları tarafından “bozkırlı, yerleşik, arabalı” manalarına gelen isimlerle adlandırılırlar idi. Bu isimlerden hiçbiri birer reis ismi olmadığı gibi hakikaten etnografik bir ad da değildir. Hele önceki üçü ait oldukları topluluğun ancak yaşayış tarzı ve eski âdetlerine dayanır.
Türklerin beş ulusa taksimi durumunu Ebulgazi hicrî VII. yüzyıl ortalarına doğru Türk ve Moğolların tespit edilip toplanan rivayetlerini içeren eserlerden almıştır. Hicrî I. asır ve ikincinin başına kadar geçen zamana ait olan eserlerde ne Kıpçak ne Kanglı ne de Kalaçlar anılmıştır. Hicrî yüz on dört yılına ait olan bu tarihî eser Türkçe bir kitabeden ibaret olup, burada yalnız Karluk72 ve Uygurlar zikredilerek diğer üçünden bahsolunmamıştır. Fakat bundan bir asır evvele ait olan Yunanca eserlerde Kalaç zikredilmiştir. Bir de Kıpçak isminin birtakım kabilelere mesken olmuş bir açık alan olduğunu göz önüne almak gerekir. Yüz on dört tarihine ait olan Türkçe kitabe geniş Oğuz kabilesini “Dokuz Oğuzlar” diye yâd ederek Kırgızları da zikrediyor. Kanglı ve Kalaçlar Kıpçak’ta yerleşik ve Dokuz Oğuzların bir kısmını oluşturmuşlar ve Kırgızların içinde birer oymak hâlinde bulunup sonradan Oğuz Han tebaası dağıldıkları sırada bunlar da kendi adlarıyla ortaya çıkmışlardır.
Çinliler nezdinde, hicretten bir asır önce etnografik bir isim olmak üzere “Tou-kiou- Tukyu” adıyla Türkler zikrolunduğu gibi bundan bir asır sonra da Rumlar tanımışlar ve Tourkhi şeklinde kaydetmişlerdir. Bu iki şekildeki imladan “Türk” millî unvanını bulmak güç değildir.
Çin tarihlerine göre Tu-kiu hükümdarı (h. 569-m. 55) senesinde Çin imparatoruna elçi gönderdiği gibi Bizans imparatoru da yine o sene Tukyu hükümdarına bir sefir göndermiştir. Şu hâlde Türk hükümdarının hicrî ilk asırda Kıpçak’ta yaşar meçhul ve yeni gelmiş bir zat olmadığı Çin ve Doğu Roma imparatoru gibi iki büyük hükûmet ile siyasî ilişkileri ve resmî haberleşmeleri bulunduğu sabit oluyor. Bu sefirlerin, hicretten bir asır önceki milâdî VI. asır yazışmaları hususunda Çin ve Rum tarihçileri hemfikirdir. Çin tarihçileri Tou-men adıyla bir Tukyu emiri birçok tebaa toplamış, bunlar “ipek satın almak üzere Çin hududuna gelmeye başlamıştır” diyorlar. (m. 545- h. 97) senesinde imparator “Thai-tsou = Tay-çu” bunlara bir sefir göndererek: Bugün nezdimize bir büyük hükümdarın sefiri vasıl oluyor; hükûmetimiz memur edinecektir diye tarafın birini tebrik etmiştir. Milâdın beş yüz altmış sekizinde (m. 45) Çin imparatoru Wou-ti, Tukyu prenseslerinden birisiyle evlenmiştir. Bu iki tarih arasında beş yüz kırk beş (h. 97) ile beş yüz altmış sekiz (h. 45) seneleri arasında Tuk-yular Tie-le kavimlerini mağlup ederek batıda Hazar Denizi’ne kadar ilerlemişlerdir.
Doğu Roma imparatoru II. Justinyen Hükûmeti’nin dördüncü yılında, yani beş yüz altmış sekiz (h. 45) yılında Rum tarihçileri, Türklerin Eftaliteleri mağlup ederek, Soğd memleketini itaat altına aldıktan sonra İran hükümdarından Medyalılar nezdinde ipek satmak üzere İran’a geçmeye müsaade talep ettiklerini hikâye ederler. İran şahı Hüsrev Perviz, bir Eftalit’in nasihati üzerine bir Türk kervanının getirdiği ipeği yaktırmış ve bunun üzerine Türk sefiri kölelerin haklarını talep için başkaldırmış ve İranlıları da zehirlemişlerdir. O vakit Türklere tabi olarak Soğd memleketinde vali olan bir zat, asil Türk hükümdarından Bizans İmparatorluğu nezdinde bir memuriyet çıkarmıştır. Bu memuriyetten maksat doğrudan doğruya Romalılarla münasebette bulunarak İran’dan geçmeksizin Türkler için ipek ticaretine bir tekel elde etmekti.
Hicretten bir asır önce yani milâdî altıncı asrın ortasında Türkler İran’ın kuzey ve Hazar Denizi’nin doğusunda Çinlilerin Ti-lou, Romalıların Eftalit73 diye yazdıkları bir kuvvetli hükûmeti yok ettikleri; Soğdiyye, yani Hazar Denizi’nin doğusunda bulunup Tilouların hükûmet ettikleri yerde kuvvetli bir nüfuz kazandıkları; Çin’den alıp getirdikleri ipeği Doğu Roma hududunda bulunan Medyalılara satmak üzere, İranlıların kendi memleketlerinden geçmeye müsaade etmemeleri üzerine Türklerin Doğu Roma İmparatoru’na bir sefir irsali ve uygun görülmesiyle Ti-lou veyahut Eftalitler tarafından İran’dan koparılan ve sonra da bunların elinden Türklere geçen Soğd yolu ile ipek ticaretine dair görüşmelerde bulundukları hakkında Çin ve Rum tarihçileri birleşirler.
Kanglıların, Çinlilerin Kau Çang’ı olma ihtimali de hatıra gelmiştir. Gerçekten Kanklılar, Pe-Lu yani kuzeyde Beş Şehir’de oturmuşlardır. Fakat oradaki Kau Çang bir şehir ismi olup kabile adı değil idi. Stanislas Julien buna dair Jurnal Azyatika’da yazdığı bir makalede Çin müelliflerinden naklen: Kau Çang ismi hanlar zamanında mevcut olan Kau- Çang- Loi adındaki müstahkem şehir adına bedeldir, diyor.