Kitabı oku: «Kazıgurt Öyküleri», sayfa 2
– Güle güle, ağabey! -dedi, o çitlerin öbür tarafından kafasını çıkartarak.
Ben kendi yoluma giderek uzaklaştım. Aniden:
– Ağabey, – diye seslendi o arkamdan. – Siz bizim köye yine gelecek misiniz?
– Bilmiyorum, -dedim ben omzumu kımıldatarak. – Belki, gelirim de.
Ancak o köye benim bir daha yolum düşmedi. Sakallı kız da yavaş yavaş bilincimden silinip aklımdaki resmi de belirsizleşmeye başladı.
Bu kısma geldiğinde kahverengi defterin iki üç sayfasını ressamın kendisi yırtıp atmış. Ondan sonra başlayan ilk paragrafı da karalayarak silmiş. Niye öyle yapmış? Bu artık bir sır.
Benim elimdeki ressamın yazıları daha sonra şöyle başlar:
… Ah, alçak! Alçak! Foto muhabiriysen ne yapayım, kendinde hiç namus da, ar da yokmuş!
Bugünkü gazetedeki fotoğrafı gördüğümde kanım başıma sıçrayıp, öfkelenip, kabıma sığamadım. Rezillik! Şu fotoğrafın yayımlandığını öğrenirse gururu kırılarak ölecektir zavallı kız!
Sansasyon arayan gazetedeki sakallı kızın fotoğrafını görenler iki gözleri yerinden çıkarak birbirine parmağıyla işaret ederek gösteriyorlar. Otobüste, sokakta gelirken de ben öyle yapanların birkaçını fark ettim.
Aman Allah’ım, bu insanlar neden böyle?! Neden birinin derdi başkası için enteresan bir şey olarak görünür?
Şerefsiz, hilebaz! Fotoğrafını çekmeyi nasıl başarmış acaba?! Belki, zavallı kızın kaçmasına da bakmadan önünü kesip bir şekilde çekmiştir. Evet, o, öyle arsızlık yapmaktan çekinmez. Ümit, hatta yüzünü eliyle kapatmaya bile fırsat bulamamış, kalın sakalı dağınık vaziyette fotoğrafta net bir şekilde gözükmüş.
Doğru, ben ona verdiğim sözümü bozmadım. Yine de o arsız gazeteciyle aynı şehirde yaşadığımdan dolayı kendimi bir türlü suçlu hissediyorum.
Bundan sonra o dağın eteğindeki köyden uzun bir süre kötü haber bekledim. Hatta kaynağı belirsiz bir felaketi önlemek için o tarafa özellikle gidip gelmeyi de düşündüm. Fakat bir şeyden korkarak kendi yolumu kendim engelledim durdum. İyi olan ise, o taraftan hiçbir kötü haber duyulmadı. Zaman geçtikçe bu olayın da etkisi azalarak, gönlümdeki kuşku kayboldu. Hatta o hilebaz foto muhabiri de istediğini elde edemeden fotoğraf önemini kaybetti.
Bir taraftan, bu abes olayın bizim ilk başta fark etmediğimiz olumlu bir etkisi de oldu mu diye düşünüyorum bazen. Niye derseniz, bu olaydan sonra ben dünyanın dört bir tarafında sakallı kadınlarla ilgili pek çok şaşırtıcı bilgi, ilginç hikâyeler duydum ki inanamazsınız. Onlar, hatta kendi başlarına bir sirk açıp dünyayı gezerek, gösteri yapıyormuşlar. Sakallarını özellikle uzatarak her şeyi merak eden, her şeye ilgi gösteren insanları eğlendirerek, onların güldürdüğü şöyle dursun bu sayede bol gelir elde edip zenginleşiyorlarmış da.
Bizim şehirde ressamlara hava gibi lazım olan boya, tuval, fırça, şövale, palet gibi şeyleri sadece merkezdeki bir dükkânda satarlar. Belki ondandır, bunların fiyatları çok pahalıdır. Alırsan al, almazsan bırak, yine de tekrar dönüp geleceksin der gibi.
Bir keresinde o dükkâna cebimdeki bütün paramı vermiş vaziyette boya alıp çıkıyordum, ansızın arkamdan biri: “Ağabey!” diye seslenmiş gibi oldu. Hemen döndüm, gencecik bir kız bana bakarak gülümsüyor.
– Ağabey, beni tanıdınız mı? -diyor.
Böyle anlarda şakacı gençler gibi hemen bir espri bulup, kolayca sohbeti sürdüren biriyim aslında ama safça şaşkınlığımı gizleyemeden:
– Hayır, diyerek gerçeği söyledim.
O, benim gözümün içine bakıp gülümseyerek:
– Siz eskiden bizim köye resim çizmek için gelmiştiniz ya, -dedi.
“Aman Allah’ım, hangi köydü? Ben şövalyemi koltuğuma sıkıştırıp hangi deliğe, hangi uzak yerlere gitmedim ki!”.
– Dağın eteğindeki köy aklınızda mı? Size ben resmimi çizmeyin diye yalvarmıştım ya.
– A-a-a!
Ben saf bir şekilde farkında olmadan “O, sakallı kız sen miydin?” der gibi çenemin altını okşayarak yine bir uygunsuz davranışta bulundum. Artık bu yaptığım tam bir beyinsizlikti.
– Evet, -dedi o iki yanağı kızarsa da kafasını sallayıp gülümseyerek. – Ben sizin tanıyamayacağınızı biliyordum.
– Nereden tanıyayım, -dedim ben, artık kendi hatamı telafi etmek isteyerek, “o zaman sen küçücük kızdın, işte şimdi! Büyümüşsün! Okulu da bitirmişsindir” -dedim.
O, kafasını salladı.
– Geçen sene mezun olmuştum, ağabey. Şimdi burada tıp kolejinde okuyorum.
Aniden benim kulağıma o eski küçücük kızın: “Resim çizemiyorum, doktor olmayı hayal ediyorum” -dediği çalınır gibi oldu. Fakat onun sakalı vardı…
– Hâlâ eskisi gibi resim çiziyor musunuz?
Ben kafamı tekrar tekrar salladım. “Ondan başka benim elimden ne gelirdi?!”.
Ondan sonra kendimce şaka yaparak:
– Sen de aynı eskisi gibi resminin çizilmesine hâlen karşı mısın? -dedim.
O, bilmiyorum dermişçesine omzunu kımıldattı. “Zaman çok şeyi değiştirirdi, ağabey!”
– Dersten çıkınca vakit bulup benim atölyeme gel, ikimiz uzun uzun oturur konuşuruz, -dedim, ona.
O, kafasını sallayıp geleceğim diye söz verdi ve el çantasından küçük bir not defterini alıp, bana uzattı. Ben ona atölyemin bulunduğu sokağın adı ile evin numarasını yazıp verdim.
– O-oy, yazınız ne güzel, -dedi o gülümseyerek. – İnci gibiymiş!
– Çocukken kaligrafi dersini çok severdim.
Sonra ikimiz vedalaştık ve ben atölyeme doğru aceleyle yöneldim.
Onun buraya nasıl geldiğini, ne zamandan beri beni izlemekte olduğunu hiç fark etmemişim. Tuvalin bir köşesindeki dağdan akan çamura benzeyen koyu kahverengi boyanın rengini biraz açmak mı gerekir, ya da gerek yok mu diye şövalyeden bir iki adım geri çekildiğimde gördüm, o eşikten bir bana, bir tabloya bakarak gülümsüyordu.
– Evet, sen gelmişsin bile, -dedim ben, kendim ne söylemekte olduğumu anlamamıştım.
– Siz demin çalışırken şarkı söylediniz, -dedi o. – Yavaşça… Sadece mırıldanarak.
– Mümkün. Öyle şeyler olur bizde.
– Benim daha önce duymadığım bir şarkıymış. Adı ne?
– Bilmiyorum, -dedim ben ensemi elimle sıkarak. – O, belki, sadece sana değil, genel olarak, halka malum olmayan, sadece burun altından mırıldanarak söylenebilecek bir şarkı olsa gerek. Yalnızken insan ne diye mırıldanmaz ki!
O, gümüş çan gibi şıngırdayan gülüşü duyuldu. Sonra, o sefer bizim köye geldiğinizde çizdiğiniz resmi gösterir misiniz, diye rica etti. Hay aksi, o zaman yazdığım peyzajları buradaki büyük bir şirketin açılışında hediye etmiştim. Sadece çerçevesiz eski bir çalışması kalmıştı. Raftan alıp onu uzattım.
O, kendisinin doğup büyüdüğü dağ eteğindeki köyün küçük bir kısmını pencereden izliyormuş gibi tablodan gözünü ayırmadan uzun süre baktı. Ben onun yüzüne tekrar tekrar bakarak gönlümdeki sorunun cevabını arıyordum adeta. Şakağından aşağı doğru inen mavimsi izi net fark ettim, yoksa usturayla tıraş mı oluyordu…
O, benim neden rahat edemediğimi hissetti sanırım, tablodan gözünü ayırmadan:
– Çooook pahalı bir Fransız kremini sürüyorum. Fakat o sadece iki üç gün etki ediyor, sonra tekrar çıkmaya başlıyor, -dedi.
Ümit ondan sonra bir ay boyunca atölyeye kesintisiz geldi ve aniden bana söylemeden köyüne dönmüşçesine birden kayboldu. Bir gün, üç gün, beş gün geçti. Altıncı gün olduğunda benim aklım başıma geldi. “Aman Allah’ım, neden hemen aklıma gelmemişti. Onun kullanmakta olduğu kremi bitmiştir. Fransız kremi, çok pahalı demişti ya!”.
Hemen giyinip atölyeden çıktım ve merkezdeki bir tanıdık doktorun çalıştığı polikliniğe doğru gittim. Bahsettiği krem gerçekten de çok pahalıymış!
Ondan sonra satılır diye düşündüğüm tablolarımı oraya buraya taşıyarak, merkezdeki zengin insanların ofislerini dolaşıp, her birine yalvarıp yarı fiyatına zar zor satarak Fransızların o pahalı kremini satın aldım, Ümit’in yurdunu nasıl arayıp bulduğumu ayrıntılı olarak söylemesem de olur.
O, medresedeki dindar kızlar gibi sadece yüzünü göstererek kafasını beyaz ipek başörtüsüyle sarmış.
– Ya, bu siz miydiniz? -deyip, beni gördüğü zaman zor gülümsedi. Fakat gözleri bulutlu gölün çehresi gibi kararmış, hüzünlenmişti.
Çay hazırlamak istemişti ama dilim damağım kurumuş olmasına rağmen kabul etmedim.
– Resim çiziyor musunuz? -diye sordu.
– Evet.
– Ne gibi resimler?
– Çeşitli… Genelde resim deyince duramadan konuşan tavrım kaybolup, dilim bağlanarak, konuşacak söz bulamayıp düşüncelerimi ifade edemedim. Vedalaşırken cebimdeki pahalı kremi ona fark ettirmeden masanın üzerine bırakıp gittim…
… Bugün de şanslı bir gün oldu. Sabah saat dokuz surlarında belediyede çalışan iki memur gelerek yakın bir zamanda bitirdiğim tablomu satın aldılar. Benimle hiç pazarlık bile yapmadılar, eski binanın içindeki atölyemi beğenmeyerek, alelacele gitmiş gibi göründüler gözüme. Kendi aralarındaki konuşmalarından fark ettiğim kadarıyla onlar benim tablomu T. şehrinin kuruluşunun 2000.Yıldönümü münasebetiyle hazırlanan şenliğine gelecek yabancı misafirlere hediye edeceklermiş. Yazlık gömleğinin düğmeleri kopacakmış gibi duran büyük göbekli sarı adam: “Kolay kurtulacağız” deyip kıkır kıkır güldü. Belki, benden değil, yabancı misafirlerdendir. Olsun, kim hediye etse de, kime hediye etse de sanat halkın arasında yayılmalı, dağıtılmalı değil mi? Er ya da geç ona değer verecek birileri bulunur.
Öğlene doğru Ümit geldi. Ben bugün ansızın nasıl zengin oluverdiğimi söyleyerek övünüp, akşamleyin şehir dışındaki “Sayalı Bak” (Gölgeli Bahçe) lokantasına gidelim diye teklifte bulundum. O, gülümseyerek kafasını salladı.
O-o-o, biz bugün ne kadar bahtlıyız. Sayalı Bak’ın tepesinden bakarak dingin bir şekilde duran merhametli gece benim anam gibi lacivert kadife cepken giymiş. Lacivert kadife cepkenin üzerine takılan parlak düğmeler gibi ışıldayan bembeyaz yıldızlar ne kadar da harika!
Baht dediğinizin kendisi de insanın gönül âlemine göre, onun gönlüyle ilintili bir şeymiş. “E-ey, baht, ben senin sırrını anlayıp, gizemini çözdüm! Sen şu yeryüzündeki insanlar olmadan yaşayamazmışsın. Senin kıymetini bilen de, bilmeyen de, seni yükselten de, yükseltmeyen de bu yeryüzündeki insanlarmış!” demek istedim neşelenerek.
Ben Ümit’in remini çizmekteyim. O, atölyeme her gün geliyor. Uzun süre oturuyor. – Resim çizmek de zormuş ya, diyor şaşırarak. “Bu sadece resim çizmek değil, sanat, betimleme sanatı” diyorum. – Burada boyaların konuşması, şarkı söylemesi, dans etmesi gerekir!
Ondan sonra ben ona kutsal sanattan bahsedip, yedi kat gökyüzünden gelen tılsımlı düşünceleri anlatmak istedim. Böylece, konuştukça coşarak kendimi unutuyorum. Onu da unutuyorum.
Gün geçtikçe ona alışıyor ve kendime yakın hissediyor gibiyim. Biraz gecikirse meraklanarak bekliyorum. Gelmezse onu arayarak yanına gidiyorum. O, benim hayattaki çiftime, bu zamana kadar bakımsız kalan ıssız yerdeki eski bir kümbet gibi yalnızlık içinde olan iç dünyamın bekçisine dönüşmüş gibi sanki.
Bugün işte ikinci gün, Ümit atölyeye uğramadı. Öğleye kadar sabırsızlıkla bekledim ve yine gelmemeye mi başladı diye düşünerek sabrım tükenip, aceleyle giyinip otobüs durağına doğru yöneldim. İstikametim belliydi… Onun neden gelmediğini de içimden hissediyorum.
Yine o.. Bitmiştir! O neden bu kadar pahalı? Bizim için… Elbette, bizim için pahalı. Bundan dolayı biz: “Allah kaderimize yazdı, biz de boyun eğdik” diyoruz. Zenginler için ise hiçbir şey değil. Onlar yani Allah’ın yazgısına karşı da mücadele edebilecekler mi? Tövbe, tövbe, ben ne diyorum ya?
Fakat artık borç isteyecek de kimse kalmadı. Bu zamana kadar borç isteye isteye arkadaşlarımın da, tanıdıklarımın da huzurlarını kaçırdım, onlar beni görünce arkalarına bile bakmadan gidiyorlar.
Yurda gittim. Ümit ile görüştüm. O, yine kafasını başörtüsüyle sarmış… Şimdi ne yapacağım? Hiçbir yere gitmek istemeyerek atölyedeki tahtanın üzerine kıyafetimle uzanıverdim.
Sabahleyin sertleşmiş ekmek ile su içerken son bir ayda Ümit’in portresinden başka hiçbir şey yazmadığımı düşündüm. O portre ise, tabi ki, satmak için değildi. Kendim için yapılan bir eser. Henüz bitmedi. Bir şey eksik gibi. Ancak neyin eksik olduğunu bilmiyorum…
Ben, Ümit’in portresinin önüne gidip gözümü ayırmadan bakarak biraz durdum. Daha dün gönlümü nurla doldurup, kalbimi altın beşiğe koyarak sallayan resim bugün hiç hoşuma gitmemişti. Cansız görüntü. Ne güzel, ne de çekiciydi. Bir yapmacıklık var. Evet, gayritabiîlik! Gayritabiîlik, gayritabiîlik…
Hayır, ben onun resmini böyle görmek istemiştim. Bu benim arzum, hayalimdi. Sanatım idi! Fakat bunun hepsi yapmacılık oldu. O farklı, tamamen farklıydı. Allah onu farklı olarak yarattı. Ben ise, ona karşı çıkmaya çalışıyorum. Allah Teâlâ’ya da, insanlara da karşı çıkmaya çalışıyorum. Ha-hayır! Böyle olması mümkün değil, olamaz…
Aniden benim iç dünyamı kara bir bulut kapladı, sonbahardaki sis gibi serin bir duygu kalbimi sarsarken fırçaya doğru elimi uzattım. Sonra onu simsiyah boyaya daldırıp aldım ve merkezdeki pahalı mağazaların cam raflarından somurtarak bakan mankenlere benzeyen cansız resmin şakağından çenesinin altına kadar kat kat sürdüm.
Bitti! Yaradılışa kimse karşı duramaz! Kimse. İsyanın tamamı hayaldir. Şeytanın oyunu.
– Evet, artık doğru oldu -dedi, sessizce konuşarak. Ben birden ürktüm. Eşikte kafasını bembeyaz başörtüyle sarmış olan Ümit, öbür dünyadan gelmiş ruh gibi kirpiğini kıpırdatmadan dik dik bakıyordu.
– Evet, şimdi her şey yerli yerine oturdu! -dedi o yine. – Böyle olacağını biliyordum. Çünkü siz Tanrı değilsiniz!
Ondan sonra kafasındaki başörtüsünü çıkarmaya başladı…
Elime tesadüfen geçen kahverengi defterdeki ressamın yazıları böyle bitiyordu.
* * *
Otelin balkonuna çıkıp gecenin olmadık bir vaktinde eğlenceye doymayan şehrin kırmızı yeşil ışıklarına bakarak: “Sakallı kız, sen neredesin şimdi?” -diye düşündüm, içimi bir heyecan kaplayarak. – Bu şehirde mi yaşıyorsun?”.
Çeviren: Ufuk Tuzman
BORANBAY BARON VE TERS AĞAÇ
Şu an bahsetmekte olduğumuz hikâye Boranbay Baron hakkındadır. Kendisi bu fani dünyanın ilk uzun yolculuğuna köyün sekiz yıllık okulundan güç bela mezun olduğu yıl çıkmıştır. Evet, ya! Onun eğitim yuvasından zar zor mezun olmasının nedeni, beşinci sınıfa kadar elin çocukları gibi iyi bir eğitim alsa da, altıncı sınıfa başlar başlamaz, bu gidişat birdenbire olumsuz olarak değişir. Neden mi? Nedeni ise başlarda diğer çocuklarda görülmeyen ve yalnız yağız Boranbay’da bulunan kıvırcık saçlar, iri gözler gibi kimi ilginç özelliklerini fark etmesiydi.
Bundan dolayı eğitim durumu hiç doğru gitmedi. Çünkü okulu, eğitimi aklından çıkarıverir ve haftalarca, hatta aylarca haber alınamaz, ortadan kaybolurdu. Aslında Kazıgurt Dağı’ndaki yılkıcı çobanlarının, Kumsay’daki çobanların, Şoşkabulak’taki tavukçuların yanına gitmeyi alışkanlık haline getirmişti.
Kısacası, Boranbay kindiği sokakta kesilmiş bir serseriye dönüşmüştü. Tabii ki, dağdaki yılkıcıya, çöldeki çobana ve sokak çeşmesinin başında oturan tavukçulara da daima bir yardımcı hava kadar gerekliydi. Üstelik işleri baştan aşıp, yakaya yapışıp, dönüp bakacak zaman bulamayıp uğraşırlarken, kendilerine Tanrı’nın bir mükâfatı olarak yardıma yollamışçasına uzaktan beliriveren, kepçe kulak bir çocuğun kolkanat olacağına sevinmişlerse de kırılmamışlardı. Çat pat çay içirip, köyde olup biten haberi alelacele öğrendikten sonra çocuğun baş edebileceği bir işin başına koyarlar. Hatta onu kimse “Neden buraya geldin? Okullar kapanmadı mı? Dersini kaçırmadın mı?” gibi sorularla rahatsız etmezdi. Yolda rastgelen ve durdurduğu herhangi bir taşıtın vasıtasıyla ve ara ara yaya yürüyerek, epey meşakkatli bir yolculuktan sonra buralara kadar gelmek Boranbay için bir ömre bedeldi. Kısacası ona lazım olan da buydu, yani “Kimsenin ona bunları sormaması”. Hatta ona, biri gelip bütün hadiseyi ayrıntılarıyla anlatmasını istediği an, yanıtlayabileceği hiçbir cevabı yoktu. Çünkü buralara neden geldiği, nasıl geldiği ve ne amaçla geldiği bize malum olmadığı gibi, kendi için de bir muammadır. Her neyse, sürekli onu buralara sürükleyen, çeken, gönlünü hoş tutan, cezbeden bir yerdir ve üstüne söylenecek söz yoktur, olup biten sadece bundan ibarettir…
Bir de, Boranbay kendini bir misafir olarak gören herhangi biri değildi, yalnızca yerinde duramayan, eline aldığı uğraşa dört kolla sarılan sadık bir çocuktu. Köyde babaannesi: “Kerata, tıpkı babasına çekmiş. O da, bunun kadarken köyde kendini paçasından tutturmayan bir serseriydi. Ben gelin geldiğim yıl birkaç ay ortalıktan kaybolmuştu ve zor bulmuştuk benim herifi. Bu da kanına çekmiş, kerata!” diye mırıldanarak, anlatırdı.
Geçtiğimiz son birkaç yıldır, işi gereği tahıl toplama noktasına taşınan sınıf öğretmeni Bağısbay öğretmen ise: “Ah, işte Altayev’den gördüğüm şey ortada, yapmadığını bırakmadı!” diye yakınırdı.
Elbette, okuldaki dersini birçok kez kaçırmış bir çocuğun şefkatle karşılanacağı açıktır. Boranbay Altayev, altıncı sınıfta bir yıl, yedinci sınıfta iki yıl peş peşe sınıfta kalmış ve sonra tekrar tekrar okuyup sekizinci sınıfa geçmiştir. Son senelerinde ise, muhtemelen öğretmenler ondan kurtulmak için çok acele etmişler ki, artık onu engellemeye çalışmamışlar. Oysa çoğulculuk görüşü dediğimiz şey okulda da mevcutmuş, Tanrıya çok şükür! Bu nedenle, “Genel olarak, Altayev kötü bir çocuk değildir. Örneğin, edebiyat dersine biraz eğilimi var …” diyenler olmuştur. Fakat Boranbay’ın kendisi daha fazla kafa yorup okumaya gerek duymamış ve tekerine takviye bir teker eklemeyi edepsizlik olarak hissetmişti. Neymiş! Sekiz yıllık eğitim değerini bilen için de bir dersmiş, bu birikim küçsenemezmiş. Buna bir de sınıf atlayamadan kalmayı ve tekrar tekrar okumayı ekleyin! Genel olarak, bu da yeterli. Sekiz yıllık eğitimle gelecekte bol maceralı, birçok zamanı yaşamaya imkânın olur.
Boranbay sekizinci sınıfı bitirdiği yılın yazında, bir çingene grubu köyümüzün kenarına gelip yerleşti. Üzerine çadır örtmüş at arabalarını Küçük Keles ırmağının kıyısına yan yana dizerek, gece boyunca ateş yakıp, şarkılar söylediler, dans ettiler. Irmağın karşı tarafındaki Kazak köyü uykusuz kaldı ve sabaha kadar ara sıra yastıktan başlarını kaldırıp, farklı farklı düşüncelere daldılar. Çok etekli, kızıllı, yeşilli elbiseler giymiş çingene kızları ne güzel, ne nazlı ve ne özgürce görünüyorlardı…
Serseri Boranbay Çingene grubunu gördükten sonra, sürüsünü bulmuş bir kuş gibi suyun karşı tarafında rahat duramadı. Ayak topuğu yüksekliğinde akmaya devam eden, çok berrak ve durgun Küçük Keles ırmağını bir köpek misali geçerek, çingenelerin yanlarına çabucak geliverdi. Çok zaman geçmeden onlarla nasıl yaptıysa, anlaştı. Er ya da geç, yani gözünü açıp kapayana kadar ki zaman dilimi içerisinde onların dilinden anlar hale gelip, hemen kaynaştı. Bundan bir gün sonra köyümüzde bir koyun, iki-üç hindi, beş-altı tavuk ve Boranbay birdenbire ortalıktan kayboldu. Dün akşam ki Küçük Keles ırmağının kenarına yerleşen çingene grubunun bulunduğu yerde, şimdi arabaların karışık teker izleri ile hala sönmemiş odun kalıntıları tütmekteydi…
Boranbay’ın bu sefer ki gidişi uzun sürmüştü.
* * *
Sonraki yıl, bizim derin uykuda yatan asude köyümüzü gece vaktinde soymaya devam eden rastgele bir hırsız grubunun varlığı tespit edildi. Onlar başlangıçta Kazıgurt’taki yılkı çobanları ile Kumsay’ın koyun çobanlarına büyük zarar verdi. Daha sonra bizim köyümüze kadar ulaştı. Hırsızların “Besmelesi” Baykazak’ın ertesi gün Şorapazar’a götürüp satacağı kırmızı düvesi olmuştu. Pazar koyduğun an en az beş yüz bin tengeye tereddütsüz satılacak kadar değerli bir hayvandı. Nasip değilmiş. Baykazak yaşananların karşısında çok üzüldü ve bir süre dövündü. Birkaç hafta çoluk çocuğuna bağırıp, eşiyle kavga edip evinin huzurunu kaçırdı. Kırmızı düvenin çalındığına dair hiç şüphesi yoktu. Kesin çalınmıştı. Çünkü birisi düvenin boynuna bağlı olan kalın ipi dikkatlice toplamış ve giriş tavana asmıştı. Bunları yaparken hırsız acele etmeden, hatta dayısına yeğen muamelesi yapıyormuş gibi alıp götürmüştü.
Ondan sonra köyün her yerinden “gece ahırımıza hırsız girmiş” söylentileri sık sık duyulmaya başladı. Ayrıca kimisinin dışarıda kurulanması için astığı çamaşırlardan don gömleğini bile çalıp gtmiş. An itibarıyla köy ahalisi ne zamana kadar tasasız belasız yatsın ki, geceleri ahır kapılarına kilit vuruyor, köpekleri kapıya koyuyordu. Fakat hırsızlık eylemleri kesilmedi. Olayın en ilginç yanı, demin bahsettiğimiz köylüleri mağdur bırakan hırsızlar, o kadar da ustalaşmışlar ki, köyde onları hırsızlık yaparken “aniden gördüm, tanıdım, şahidim” en azından “hırsızlık edeceklerini hissetim” diyecek olan birine bile yakın zamanda rastlanmadı. Üstelik onların hırsızlık yapacağı gecede köy köpeklerinin havlaması bir yana, “gık” çıkartmadıklarına ne dersiniz!?
Günlerin birinde komik bir an yaşandı. Boranbay’ın evinin yakınında oturan komşu Balımşa yenge, akşamın alacakaranlığında hayvanlarıyla ilgilenirken, ahırın bir köşesinden meçhul bir tıkırtı duyar. Ne olduğunu anlamak için eğilip bakar, tanımadığı birinin çoktan besiye çektiği kara koyunu, arka bacağından tutarak alelacele sürüklediğini görür.
– Kimsin, kim o? -diye şaşa kalır Balımşa yenge.
– İyi misiniz, yenge! -der, tanıdık bir ses yavaştan.
– Allah’a şükür…
– Evdeki kardeşlerim nasıllar, iyiler mi!?
– Sağ ol, kayınım… Onlar iyiler…
– Abdihakim dayım evde mi?
– Dayın hamama gitti…
– O halde, gelir birazdan. Yenge, kenara çekilirsen, geçivereyim.
O sırada avanak yenge Balımşa, semiz koyunu alelacele sürüklemekte olan delikanlının yüzünü, akşamın alacakaranlığında fark edememiş ve şaşkınlığından kapı önünden çekilerek yol vermiş. Delikanlı çok uzaklaştıktan sonra içine şüphe düşer:
– Hey, sen kimsin?! – diye yüksek sesle haykırır.
Ancak ona dönüp yanıt veren kimse bulunmaz. Balımşa bir süre sonra, hamamdan eve dönen ve su gibi terlemiş kocasına çay verirken, demin yaşanan hadiseyi sonuna kadar anlatmaz mı, tam bu sırada Abdihakim dayımızın gözleri döner ve suratı anında asılır…
Al sana bir hırsızlık hadisesi! İşte hırsızlık dediğin böyle şey!
Daha sonra, Balımşa yenge epey düşündüğü halde bile şüpheli sesin kime ait olduğunu hatırlayamadı. “Allah Allah ne tanıdık, ne kadar yakın bir ses” der. Fakat çok düşünür, aklını zorlayıp, ne kadar hatırlamaya çalışsa da beceremez.
* * *
Bu hadiseden sonra mı, yoksa evvel miydi, bizim Boran-bay şehirde Muhnisa adında güzel bir Çingene kızına gönül vermiş. Kendisinin dediği gibi bu hadise boş bir hadise değil de, mahir bir şairin kulağına çalınsaydı, nesilden nesle aktarılan bir miras haline gelen harika bir lirik destan olurmuş!
Demiryolu pisti boyunca yürürseniz, büyük istasyonun yakınındaki ek yollarda çok sayıda kapı ve penceresi açık, birçok dökük eski vagon gözünüze çarpar. Onlar, ilk bakışta size soğuk ve çirkin görülebilirler. Kullanılmaz haldeki bu eski araç kaldıklarını neden bu yollarda tutarlar ki? Bari insan gözünden ırak bir yerlere götürsünler bu hurdaları. Hatta onların eski metallerinin fabrikalara, geri dönüşüm merkezlerine neden götürülmediğini düşünebilirsiniz.
Pek de, acele etmeyin. Eninde sonunda, oraya götürüleceği, hatta durdukları yerde eskiyip, pas tutacağı, çürüyüp gideceği kesindir. Bu küçük meseleyi akranlarımız çözmezse, gelecek neslin yapacağı aşikârdır.
İşte, bu eski vagonlardan birinde köyümüzün serserisi Bornabay ile çingene kızı Muhnisa buluşmuşlar. Döküntü pencerelerden, yaz gecesinin soğuk ve serin esen rüzgârına çıplak bedenlerini yaslayıp, demiryolunun o tanıdık mazot kokan kokusunu birlikte solumuşlardı. Onlar, kimisi için kısa, kimisi için uzun denilebilecek hayat hakkında; kimisi için saadet, kimisi için mutsuzluk getiren aşk hakkında; bu hayattaki yaşam üzerine uzun uzun konuşmuşlardı.
Sabah saat dokuzdan çok gecikmemeye çalışmak, koşuşturarak işe yetişmek, gün boyu ofiste oturup kendinin ve diğer çalışanların sinirlerini bozmak, akşam mesaisi bitsin diye, saat altıya kadar zorla beklemek, sonrası dolu bir otobüse atlayıp geri evine dönmek, yedi ya da sekiz saat uyuduktan sonra tekrar sabahın dokuzuna kadar telaşla kurduğun çalar saatin zilinden uyanacak insanlardan söz ettiler. Onları kendileri ile karşılaştırarak gülmüşler, ardından hüzünlenerek ağlamışlar…
Bütün konular üzerine sohbet ettikten sonra Muhnisa:
– Sen gün geçtikçe bizim Baron’un sevgisini kazanıyorsun, diye yanında yatan Boranbay’a seslenerek, “Eğer evleneceğimizi söylersek, artık itiraz etmezler! Yeşil ormanda, gün ışığını çokça gören bir kır da düğünümüzü tertip edecek, ziyafet vereceğiz. Gece boyu ateş yakacak, şarkılar söyleyecek, dans edeceğiz” -dedi…
Boranbay:
– Hayır. Düğünü bizim köyde yaparız.
– Ne köyü? Hangi köy? Şu kendinin soyduğu köyü mü diyorsun?
– Evet, Benim köyümdenden. Fakat ben…
– Tanrı aşkına! Onlar bizi diri diri yüzerler.
– Hayır. Kimse bize dokunamaz…
– Nasıl?! Ha-ha-ha! Sen onları soyuyorsun, onlar ise karşılığında sana bir düğün yapıyorlar, öyle mi? Kazaklar çok garip bir halk! Ha-ha-ha! Dediğin asla olmaz, geleceğin Baron’u! Düğün ormanlık bir alanda gerçekleşecek.
Muhnisa’nın Kazaklar hakkında konuşurken kahkaha atması, Boranbay’ın asabını bozuyordu.
– Düğün köyde yapılacak, bu kesin karar, der.
– Biz özgürlüğü, yüksek dağı ve yemyeşil kalın ormanı severiz.
– Biz de özgürlüğü severiz, der Boranbay. – Lakin düğün köyde olacak!
– Öyleyse, çok uzatma, yürü git! -diye çingene kız hızlıca giyinmeye başlar, gece karanlığında.
– Sen yürü git!, diye yerinden fırladı, Boranbay da.
Ertesi sabah kızgınlıkla sabah otobüsüne binmiş ve köyüne doğru yol almıştı. Elbette ikisi arasında yaşanan tatsızlığın ayrıntılarını nerden mi biliyor olabiliriz? Sadece biraz sabırlı olun. Şüphe etmek için acele etmeyin. Bir başkasından değil, çok kere Boranbay Baron’nun kendi anlatılarından dinlediklerimiz.
1970’li yılların ortasında, sokaklarda yaş bir çubuğu at gibi binip oynayan herhangi bir çocuğu durdurup sorduğunuz da, her şeye rağmen anlatacağı aşikârdır. Çünkü Boran-bay Baron, buna benzer ilginç hikâyeleriyle çocukluğumuzun hayallerini zenginleştirmişti.
* * *
Köyümüz ne kadar tasasız, asude ve sakin olduğu gibi o kadar da aptal değildir. Serseri Boranbay’ın dönüşünün hemen ertesine, bütün belanın ve uğursuzluğun ondan kaynaklandığını herkes hissetmişti. Ancak ellerinde somut bir kanıt olmadığından herkes içinden geçiriyordu. Herkesten önce bütün gerçeği Balımşa yenge fark etti. O, Boranbay’ı görür görmez:
– Eyvah! Bizim besiye çektiğimiz semiz koyunumuzu çalan buymuş, diye çalınan koyunu tekrar bulmuşçasına sevindi. – Tabi ya, bu kim olabilir diye kafamı yordum yahu! Sesi çok tanıdık gelmişti. Hey, serseri kayınım! Semiz koyun nerede?!
– Ne koyunu? -dedi Boranbay, anlamamış gibi bakarak. – Ne diyorsun yenge, anlayamıyor?! Ben sizi epey zamandan beri hiç görmedim. Sizleri özlediğim için geldim…
– Ah, yaramaz! Lafa bak. Bir de özledim diyor… Semiz besi koyunumu, bizi özlediğinden mi, götürmüştün?! Eee! O günkü sesini hiç tereddütsüz tanıdım şimdi.
– Evet, bizim hanım senin sesini tanıdı! -der, kapının önünde çapasını bilemekle meşgul Abdihakim dayım. Hadi, şimdi de besiye çekmek üzere beslediğimiz koyunu geri getir, yoksa canını burnundan getirir, mahkeme mahkeme süründürürüm. Anladın mı?!
– Ne diye vereceksiniz mahkemeye?
– Çingenelerle beraber besili koyunu çaldığın için!
– Kanıtınız var mı?
– Var. Hanım senin sesini tanıdı, sesinden sen olduğun anlaşıldı.
– Dayı, asla unutmayın ki, ses bir kanıt olamaz!
– Ne-ne-ne?! -diyerek, beklenmeyen bu yanıt karşısında söz bulamayan Abdihakim dayımızın gözleri yerinden fırlayıp, alnının üstüne az kalsın çıkayazdı. – Bu Çingene… Çingene uşşağı…
– Dayı ben sıradan bir Çingene değilim, anladın mı? Ben bir Baronum!!! -diyerek, onu daha çok şaşırtmaya devam etti. Sonra aniden çok üzüldü ve sesi yavaşladı: “Ah, siz var ya…” -dedi alınarak.
– Uzakta hasret kaldığım köyümde dayım Abdihakim var, yengem Balımşa var diyerek, özlemle gelmiştim. Bana edilecek sözler miydi, bunlar? Ya, dayı! Sizden beklediğim şey bu muydu yani… Ben zavallı, babadan yetim kalan biricik evladım, nereye gidersem gideyim tek desteğim sizsiniz. Ah, yenge ah! Benim kalbimi kırdın be! İçim yanıyor. Bana soğuk bir yoğurt getirir misin, yenge!? Boranbay’ın birdenbire farklı tavır almasına anlam veremeyen Balımşa yenge olduğu yerde kalakaldı.
– Hey kadın! Yoğurt getirsene bu çocuğa, der Abdihakim dayımız, çapasının sapıyla yoğurdu kime getireceğini işaret ederek. – Yoğurt ister, duymaz mısın? Şanslı, neden dışarıda durursun, içeri gel. Hey, Balımşa, hani evdeki şu sırık boyunlu yok mu, ondan kaldı mı bir şey?! Boranbay köye misafir gelmiş ki, onun şerefine, çok değil birer ayak kaldıralım… Gelsene, çekinme. Nedir bu nazlanma, kızlar gibi…
Bu hadiselerden sonra Boranbay “Baron” olarak adlandırılmaya başlar. Tıpkı dayısının ocağında geziyormuş gibi, her haneye nazlanarak giriyor ve biraz zaman uzak duruyor geziniyordu. Ardından köye üzeri kapalı bir araba ile gelen iki polis memuru tarafından ilçe merkezine götürüldü. Daha sonra öğrendik ki, askerlik yapmaktan kaçtığı için Boranbay Baron iki sene hapis cezasına çarptırılmış ve uzağa Sibirya’ya ağaç kesmeye gönderilmişti…
* * *
Kasım ayının yağışlı günleri başladı. Köyleri birbirine bağlayan kara yolu, bataklığa dönmüş yürünemez hale gelmişti. Hava da soğumaya yüz tutmuştu. Gökten bir yağmur tanesi düşerken, yaprağını rüzgâra çaldırmış çıplak kavakların dallarından iki tane damlıyordu. Etraf asık suratlı bir hale bürünmüştü. Sonbaharın gökyüzü kanı içine çekilmişçesine içine kapanık bir şekilde ağlıyordu. Mavi kubbe artık tekrardan neşeyle açılmayacak, güneş ise asla parlak yüzünü göstermeyecekti sanki.
Sonbaharın böylesine keyifsiz günlerinde, daha sobalar kurulmamış hafif serin bir evde düşünceli otururken: “Zavallı Çingeneler şu an ne durumda? Nereye gidip sığındılar?” -diye aklına kimi sorular takılıyordu. Genel olarak, sonbahar ve kış aylarında nasıl yaşadıklarını düşünemezsiniz bile. Tabii ki, bizim ve sizin gibi sıradan bir Kazak’ın bunu bilmesi kolay değildir. Ancak Boranbay gerçek bir Baron olsaydı, her şeyi açıklamak, anlatmak zorunda kalırdı. Ama o, artık köyde değildi. Uzak Sibirya topraklarında kereste kesmekle meşguldü…
İlçeden günde iki kere sefer yapan küçük bir otobüs iki yanı çamur, bataklığa dönmüş karayolu ile salana sallana güçlülükle ulaştı. Bugün sabah pazara giden az sayıda yolcular çantalarını ve çuvallarını indirmeye başlar. Onların arasında sürücüye alelacele bir şeyler soran kızıl kahverengi bir pardösü giyinmiş bir kız göründü. Yürüyüşü sanki bizim köyün aşınıp taşınarak, torba taşıyan sakinleri gibi değildi, adımlarını büyük atıyordu. Elinde kırmızı ela karışımı bir şemsiyesi vardır. O, bataklığa çevrilmiş çamur yollardan hızlıca atladı ve Boranboy Baron’un evinin bulunduğu tarafa doğru yürüdü. Başına sardığı ince beyaz çiçekli başörtüsünden kalın kıvırcık saçı dalgalanmış bir şekilde görünmekteydi. Şemsiye kaldırdığı kolunun ince bileği dopdolu bilezikti. Kaşı gözü tıpkı kalemle çekilmiş güzel bir Çingene kızıydı. Bu güzel, bizim Boranbay Baron’u şehirden hususi aramaya gelen Muhnisa’nın ta kendisiydi.