Kitabı oku: «Kazıgurt Öyküleri», sayfa 4
– Evet, millet, neden toplandınız burada? -diye sordu yanımıza yaklaşarak.
Bir ayağını kütüğe koydu, iki kolunu göğsüne bağladı ve gerine gerine dikildi.
– Komsomol / Genç Komunistler Birliği toplantısını yapıyoruz, -dedi Artıkbay inatla yanıtlayarak.
– Dur-dur! -dedi, misafir delikanlı dudağını bükerek. – Ya siz, hala Komsomol muydunuz?!
– Hiiç… -dedi bu sırada aramızda oturan yalaka Şerali dayanamadı. – Şarkı dinlemeye geldik.
– Şarkı dinlemeye mi? – Misafir delikanlı, bize çengel ormanında yeni keşfedilen kabile insanları görüyormuş gibi gözlerini kısarak baka kaldı. – Kimin şarkılarını dinlemeye?
– Şamşi’nin.
– Kimin… Kimin diyorsunuz? – O, bir besteci Şamşi Kaldayakov’u hatırlıyormuş gibi, az kem düşünceye daldı.
– Siz o şarkıları kim söylüyor?
Onun karşısında Bibiajar’ın adını söylemeye kıyamadık ve sessizce Sağira ananın evi tarafına göz gezdirdik.
– A-a, -dedi aniden, her şeyi anlamış gibi. Kuzu göbeği tırsarak katıla katıla güldü.
– Bizim Bika mı yani! Bak sen! Demek, bedava konser izlemeye geldik diyorsunuz!
Biz sessiz kaldık. Oysa gömleğinin yan cebindeki kutudan sigarasını aldı, dudağında kıstırarak, güzel çakmağıyla yaktı.
– Vaktinizi boşa harcıyorsunuz, -dedi sigarasının dumanını havaya üfleyerek. – Neden, daha faydalı bir işle ilgilenmiyorsunuz? Sürü sürü koyun çok değil mi, bu köyde? Koyun dediğiniz kendi ayakları üstünde yürüyen bir canlıdır. Kısacası bir işle uğraşılmalıdır. Satmak, satın almak ve tekrardan satmak gerekir. İşin en başlıca kanunu budur! Şerali oturduğu yerinden:
– Söyler misiniz, dayı, işi nasıl başlayabiliriz? -diye sordu alelacele heveslice.
Kuzu göbekli işadamı delikanlı ona yavaşça baktı, başını sallayarak tekrar katıla katıla güldü.
– Köyde bulunmayan malların satılmasını temin etmek gerekir, -dedi. – Yabancı içki ve şarapları, meyve suyu soğuk meşrubatları, sigaraları fazla bir fiyatla satabilirsiniz.
– Hey, -dedi köydeki dükkâncının oğlu Ajibek eliyle işaret ederek. – Bizim Şavli’de kimse yabancı içki ve şarap ile sigarayı almaz.
– Hint çayı alırlar! -dedi Şerali.
– Ha, işte bu gerçek bir iş adamı! -dedi, misafir delikanlı onu parmağıyla işaret ederek. – Demek, Hint çayı getirilmeli. Başka hangi mal eksik bu köyde?
– Yeşil çay… Yaşlılar için yeşil çay da gerekir. Hem de doksan beş numaralısı!
– Takke lazım, şapan (cüppe) de gerekli. Dedem Kuda-bay dünürlüğe giymek için bir şapan bulamamıştı.
– Lastik çizme!
– Kalın halat (bornoz)! -diye, her kafadan bir ses çıktı. Misafir delikanlı bıyık altından güldü ve başını salladı.
– Dediklerinizin tamamı ufak tefek şeylerdir, -dedi memnuniyetsizlikle.
– E-e-e, başka ne satabiliriz?
– Düşünün taşının. Sadece şarkı dinleyeceğiz diye vaktinizi boşa harcamayın! Şarkıyı satamazsınız, kimse almaz.
Aslında, o gece bir türlü uyku tutmadı, gözümüzü kapatamadık, gecenin bir vaktine kadar düşündük. Kirpiklerimiz kavuşmadı ve döndük durduk. Bibiajar hakkında, onun söylediği şarkılar hakkında, yepyeni “Mersedes Benz”in sahibi hakkında ve çuval çuval para hakkında düşündük durdu. Maceraya dolu bir rüya görüp uykumuz uyku olmadı. Rüyada hepimiz bağrışıp, kimimiz şapan, kimimiz takke, kimimiz lastik çizme ile kalın halat satıyormuşuz. Fakat onları alan kimse yoktu. Hepsi başlarını sallayarak: “Bunlar ufak tefek şeyler. Onu ne yapacağız” diye gülüşüyorlar. Sadece Şerali’nin elinde bulundurduğu Hint çayını kapış kapış satın alacaklar gibi…
Şafak sökmeden önce, sülük gibi parlayan “Mersedes Benz” köyümüzden uzaklaştı. Onun içinde Bibiajar vardı. Vedalaşamadık bile. Ayrıca o da bizi istemeye istemeye bırakarak gidiyordu. Belki de onunla bizzat vedalaşmamamız da doğru mu, bilemiyoruz? Eminiz, o bizim Şavli’ye yine gelerek, akşamın alacakaranlığını şarkıyla büyüler mi, söyler mi yine acaba…
Bir süre sonra dümdüz bozkırda küçük bir köyün “kendi kendine yürüyen hayvanları” toynaklarını tokurdatarak yaylaya doğru yöneldi.
Çeviren: Ufuk Tuzman
BAHT KUŞU
Birinden sonra diğeri, hızlıca ve ardı sıra geçen o bir iki gün gerçekten de diğer günlerden farklı ve unutulmayacak kadar özeldi. Ondan sonraki şu suyu çekilmiş derya misali, yavaşça akıp gitmekte olan yılların o denli önemi de yoktu…
* * *
Öğleden sonra, masanın üzerinde dağınık hâlde yatan kâğıtlarını toplayıp bir kısmını eve götürüp koymak için çantasına yerleştirerek tam yerinden kalkmıştı ki telefon çaldı.
– Efendim.
– Merhaba, Murat Bey’le görüşecektim, -dedi nazik bir kadın sesi.
– Benim, dinliyorum.
O, herhalde aradığı kişiye birden ulaşabileceğini düşünmemiş olacak ki biraz duraksadıktan sonra:
– Merhaba, diye tekrarladı. – Hmmm… Kusura bakmayın, ben sizin memleketten bir kız kardeşinizim.
– Aaa!
– Koytaş’tanım.
– Yerlisi misin? -dedi birden başka söz bulamayarak.
– Yerlisiyim.
– Kimin kızısın?
– Kayrolla’nın.
Herhâlde tanımadığı biriydi, hatırlayamadı.
– Tanımazsınız… Tren yolunun öbür tarafında oturuyoruz, -dedi, onun hatırlamaya çalıştığını hissederek.
– Evet, köyden ne zaman geldiniz?
Telefondan nazik bir gülme sesi duyuldu.
– Çooook önce gelmiştim.
– Aaa…
– Ağabey!
– Efendim!
– Ben sizi misafir olarak davet etmek istemiştim.
– Hayret, önce… Ağabeyinin kız kardeşini davet etmesi gerekmez miydi?
– Ya ağabey, nasıl davet edeceksiniz?! -dedi kız nazlanarak. – Siz beni tanımıyorsunuz ki. Bense sizi biliyorum.
– Hmmm.
– Sizi, yarın akşam saat yedide “Baht Kuşu” lokantasının önünde bekleyeceğim.
– Ta-tamam…
– Yarın görüşmek üzere ağabey!
“Bu ilginç bir davet oldu ama…” -dedi ahizeyi tekrar yerine koyarken. – Lokantaya… “Baht Kuşu” denilen… Bu, şu… Şehrin dağ tarafındaki çok lüks lokanta var ya. Zengin bir kız kardeş herhâlde… Koytaş’tanım diyor… Ooo, ben köye gitmeyeli ne zaman… İlginç… Ne için çağırıyor acaba? Bu devir, kimsenin kimseyi durup dururken ağırlamaya çağırmadığı zaman değil miydi?
Ne de olsa onun gönlünde bir merak uyanmış, deminki tanımadığı genç kızı (belki bir kadındır, kim bilir) hemen görmek için aceleci davranıyordu.
* * *
Ertesi gün, işinden özellikle biraz geç çıktı. Genelde öğleden sonra Yazarlar Evi’nde bir sessizlik olurdu. Eskiden arı yuvası gibi uğuldayan, birinin girip birinin çıktığı, kalabalık bir yer olan “Yazar” kafesi de kapanalı birkaç yıl oldu. Akustiği sıradan tiyatrolarınkinden daha iyi olmasa da kötü olmayan şu büyük binada, şair ve yazarların neşeli gülüşmeleriyle sevinçli sesleri duyulmayalı kaç zaman oldu…
O aşağı kata inerken, mermer merdivenden çıkan ayak sesleri boşlukta tak tuk diye yankılanmaktaydı. Korkutan bir şeydi. Millî ruhumuzun mekânı gibi olan şu kutsal ocaktaki yaşam ateşi sönüyor gibiydi…
Şehrin en telaşlı vakti başlamıştı. Birçok insan işten çıkıp durakta araç bekliyor, birçoğu ileri geri durmadan akan arabalara binip gidiyorlardı. Sabahleyin yuvasından neşeli bir şekilde, gülümseyerek çıkan yaz güneşi şimdiyse şu kalabalıktan ve telaştan bıkmış gibi gönülsüzce batıya doğru eğilmeye başlamıştı. O, dağ tarafındaki “Baht Kuşu” lokantasına doğru acele etmeden, yavaşça yürümeye başladı.
Aladağ’ın eteğindeki güzel şehir son yıllarda çok değişti. Tam da ergenlik çağına geldiğinden beri kozmetik ürünlerini çokça kullanmaya başlayan bir genç kız gibi. Sokak boyunca sırasıyla dizilmiş büyük küçük mağazalar, kafeler, lokantalar, oyun kafeleri, hepsi de özel sahiplerindi. Eskiden, bu geniş sokağın boyunda sadece devlete ait bir iki mağaza ve yıl boyunca ne işle uğraştıkları bilinmeyen gizli kurumlar olurdu. Bunlarsa, uzun yıllar süren savaştan sonra yenilgiye uğrayıp can veren sosyalist sistemin evlerine zorla giren, galip kapitalizmin askerleri gibiydi. Yine de, ne bu zaferle ne de yenilgiyle yazar Muhit Mukanov’un zerre kadar alakası yoktur. O, dün olup biten, bekli bugün de devam etmekte olan savaşı, sadece sihirli bir ekrandan seyrediyor gibiydi. Çünkü onun gözlerinin önünde, yağmurdan sonraki mantarlar gibi çoğalmakta olan özel şirket, mağaza, lokanta ve büfeler arasında şu benimki diyeceği hiçbir şey yoktur. İlginç olan, Kazak topraklarına “Mercedes” ile böbürlenerek gelen kibirli kapitalizme elini uzatıp selam vermedi, o da bunu insanmışsın deyip önemsemedi. Böylece, onların arasındaki yaşam mahkemesi kendi kararını verdi: sana kim lazım değilse, sen de ona lazım değilsin!
Onun aklına, geride kalan çocukluk çağındaki hayalperest günlerinden birinde kaleme aldığı ilk hikâyesini elinin altına sıkıştırıp Mekke gibi kutsal görünen Yazarlar Birliği’nin eşiğinden çekinerek içeri girdiği an gelmişti. O zaman, onu fazla bekletmeden hikâyesini okuyan biraz kaba ve kibirli eleştirmen, bir şeye şaşırmışçasına mağrurlanarak kendi kendine konuşuyor gibi: “Yavrum, senin adın Muhit olsa da yazdıkların dağ eteğinden fokur fokur kaynayıp çıkmakta olan berrak bir pınara benziyormuş” demişti olumlu görüş belirterek. – Ne kadar temiz bir ezgi, temiz bir üslup!”.
Ondan sonra, onun gözünün önünde sık sık, uzaktaki yüksek dağın eteğinden fokurdayarak çıkan berrak bir pınar canlanmaya başlamıştı. Kendisini o temiz pınar gibi görüyordu. Çünkü üslup dediğimiz insandı, gerçekten de insan… İşte, aradan uzun yıllar geçip kutsal ocaktaki hiddetli eleştirmenin yerine, onun edebî danışmanı olarak geldiği vakit zaman da değişti. Artık o dağ eteğindeki temiz pınar, kimseye lazım değildi. Belki, şu toplumun temizlikle ilgili anlayışı değişmiştir…
İşte, bunun gibi düşüncelerle “Baht Kuşu” lokantasına da yaklaşmıştı. Orada, şu parkın içinde kızıl sarı tuğlayla örülmüş, çatısı dik, güzel binaydı lokanta. Elindeki saate bakmıştı, daha yediye on dakika vardı. Parkın önünde gri taşlardan örülen, daire şekilli alandaki kırmızı çiçeklere bakarak bu civarda gezinmek istedi.
“Nasıl biridir acaba?” diye düşündü parkın kapısına tekrar tekrar bakarak. – “Baht Kuşu” lokantasına yemeğe davet edenler genelde zengin insanlardır. Onlarda her şey hesaplıdır; dostluk da, akrabalık da, eğlenip dinlenmek de hatta aşk da. Çünkü para, her zaman ilk sıradadır. Her şeyi çözen odur. Para, hesabı sever. Hesapsız saçan insanı, er ya da geç bırakıp gider…”.
Arabaların durduğu kapı önündeki alana, vişne renginde güzel bir yabancı araba gelip durdu. Çocukluk döneminde arabalara pek hevesi olmamıştı, son yıllarda şehirde epeyce çoğalan çeşitli arabaların bir ikisi hariç, çoğunun markasını ayırt edemezdi.
İlginç. Bu araba onun gözüne nasılsa sıcak göründü. Arabadan inen kırmızı ipek elbiseli, uzun boylu, güzel genç kız ona dönüp elini sallayarak, eski bir tanıdığını karşılarmışçasına gülümsedi. Sonra gözündeki siyah gözlüğünü çıkararak:
– Az kalsın gecikecektim, -dedi kafasını sağ omzuna doğru birazcık eğip nazlanarak.
Evet, bu o, nazik bir tanıdık ses.
– Ha-hayır, -dedi o, tanımadığı genç kızı rüyasında değil, uyanıkken görmekte olduğuna şaşırarak.
– Siz… Sizsiniz ya?
– Evet, ben. Benim, diyerek gülümsedi kız, saygıyla kafasını birazcık aşağı eğerek. – Yaaa, geç kalırım diye çok acele ettim. Siz, beni beklemeden gidecekmişsiniz gibi geldi bana.
– Ooo, -dedi Muhit de gülümseyerek. – Sizin gibi güzel bir genç kızı beklememek günah!
– Siz… -dedi kız ona göz ucuyla eleştirircesine bakıp, – Benim güzel olduğumu nereden bildiniz?
– Hissettim.
Kız şaşırmış gibi oldu. Parkın içindeki dar yolda omuz omuza, birlikte yavaşça yürüyüp lokantanın yazlık salonuna girdiler. Muhit menüyü eline almadı.
– Bugün ben sizin emrinizdeyim, -dedi lokantaya davet edenin kendisi olmadığını kibarca hatırlatarak.
Kız, gülümseyerek menüye göz gezdirdi ve hızlıca çeşit çeşit yemek siparişi verdikten sonra içecek kısmına gelince:
– Ne içeceğiz? -deyip soran bir yüzle Muhit’e baktı.
– Sizinle birlikte zehir içmeye de hazırım. Kız:
– Ooo sizde var mı? -diyerek yay gibi eğilmiş beklemekte olan garsona baktı. Garson, gülümseyerek kafasını salladı.
– Öyleyse viski içelim!
– Siz, beni alıştıracaksınız bakıyorum, -dedi Muhit. Garson gittikten sonra:
– Koytaş’taki okulda mı okumuştunuz? -diye sordu kıza.
– Evet.
– Sonra?
– Moskova’da.
– Mesleğiniz?
– Aaah, mesleği unuttuk! Ziraat Akademisi’nden mezunum. Ziraat mühendisiyim…
– İlginçmiş. Ben sizin tarlaları dolaştığınızı hiçbir zaman gözümün önünde canlandıramazdım.
– Ben de, deyip gülüverdi kız.
Garson masaya şerbet gibi berrak kırmızı bir viski ile sebze salatasını getirdi ve nehrin kıyısında yatan, buz gibi parıldayan kristal kadehlere azar azar içki koydu.
– İlk kadehi ne için kaldıracağız ağabey?
– Bilmiyorum. Demin söyledim ya, bugün ben sizin emrinizdeyim.
– Artık bu ilkenizden vazgeçmeyecek misiniz?
– Evet.
– Bugün, ben ne söylesem de yapacak mısınız? Muhit, gözlerini kapatıp kafasını salladı.
– Öyleyse, ilk kadeh kaldırma konuşması size ait.
– İlginç bir şey söyleyeyim mi?
– Söyleyin.
– Ben, sizin adınızı bugüne kadar bilmiyormuşum.
Kız kafasını sandalyenin sırtına doğru yaslayarak nazik sesiyle yine güldü.
– Bugüne kadar diyorsunuz!
– Evet… Ben, sizi bugüne kadar tanımadığım için pişman oluyorum.
– Devam edin. Adım Aygül, -dedi kız gülüşünü daha kesemeden.
– Aygül, diye tekrarladı Muhit, – Tanışmamıza içelim.
– Güzel söz!
Kız, kendisinin araba kullandığını unutmuş gibi elindeki içkiyi hiç düşünmeden içiverdi.
– Siz… Siz bir şey unutmadınız mı? -dedi Muhit, ona gözünün altıyla tenkit edercesine bakıp. – Benim bir yönetmen arkadaşım ilk kadehi kaldırdıktan sonra hep; “Eyvah, ben arabayla gelmiştim ya, şimdi ne yapacağım?!” -deyip pişman olurdu.
Aygül kafasını salladı.
– Ama ben unutmadım.
– …
– Sıradaki kadeh kaldırma konuşmasını ben yapabilir miyim ağabey?
– Ne demek, buyurun!
– Ben bu kadehi, -dedi Aygül, çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi biraz düşünerek. – Bizim, çok uzaktaki Koytaş adlı küçücük köyümüzden çıkan büyük yazar için kaldıralım demek istiyorum!
Övüldüğünde hemen semirmeyen Muhit Mukanov, elindeki kadeh kırılacakmış gibi çekinerek tokuşturdu.
Yine de “küçücük köyün büyük yazarı” sözüne içinden sevdi.
– Bütün… Küçük köyün adı küçük köy, diye düşündü o. Büyük köyler, onu hep küçümser. Örneğin, Avezov “Karalı Güzel”i İngilizce yazsın bakalım! Ooo, o zaman Avrupa’nın biraz aklı olan yazarları, kendi eserlerine tekrar bir bakarlardı. Aytmatov istisna… O, büyük köyün dilini erken öğrenen küçük köyün yetenekli balasıydı. Fakat bazen, büyük köye çok alışmış gibi görünürdü. Biz bu… Ne yaparsak büyük köy olabiliriz?”
– Düşünceye daldınız?
– Öylesine…
– Ağabey, günümüz Kazak edebiyatı ve sanatı hakkında konuşsanıza, – dedi Aygül, çenesini bembeyaz avcuna dayayıp öğüt veren hocasının önüne gelip ona başvuran küçük bir şakirt gibi bütün dikkatini vererek bakıp.
Yazar, herhangi olumsuz bir şeyi hatırlayıp çekinmiş gibi ondan gözlerini kaçırarak, pencerenin öbür tarafındaki yeşil çimlere su serpmekte olan ince borulara gözünü dikti. Gözünün önünde Yazarlar Evi’nin kimsesiz, loş koridoru canlandı. Ne kadar da korkunç… Alaca karanlık ve ölü sessizlik…
– Şimdiler, Kazak edebiyatının aysız geceye benzer karanlık dönemi, -dedi kendi kendine konuşuyormuş gibi fısıldayarak. – Belki, çok geçmeden onun yeni ayı doğacaktır.
– Yani… Siz hiçbir şey yazmıyor musunuz?
– Nasıl desem, azar azar bir şeyler yazıyorum. Fakat aysız gecede yola çıkan yolcu gibi fazla yol alamıyorum. Başka bir şey konuşalım Aygül…
Muhit’e eski bir arkadaşı gibi merhametle bakan Aygül, günümüz edebiyatının durumuyla ilgili sohbet uzarsa, onun kalbindeki yaranın açılmasının mümkün olduğunu hissedip kendisi de başka konuya geçmek için acele etti. O, çocukluk çağını hatırlayıp eskiden, bir yıl ilkbaharda kendisiyle yaşıt kızlarla birlikte köyün uzağındaki bir tepeye kardelen toplamak için gittiklerini, o zaman Şengeldi tarafından motosikletle tozu dumana katarak gelen birinin peşlerine düşüp yakalamak için kovaladığını ve nefessiz kalana kadar koşarak zar zor köye ulaştıklarını anlatıp güldü.
– İlginç olanı, o gizemli insan bazen rüyama giriyor, hâlen uykumdan kâbus görerek uyanırım, -dedi. – Çocukluk döneminde etkilendiğim şey gönlümde silinmez bir iz bırakırmış. O zamandan beri yüreğimin derinlerine bir korku yerleşmiş gibi. Bilmediğim kişilerle tanışmaya, yeni dostlar edinmeye pek cesaret edemem. Gözümün önünde, geçmişteki o tepenin üstünde güneşe bakarak avuçlarını açıp gülümseyen bebekler gibi nazik kardelenleri ne kadar canlandırmaya çalışsam da aniden o bilinmeyen, motosikletli insan çıkagelir bir yerlerden… Korkudan dilim haşlanmış gibi olur. Güzellik ile korku, sırasıyla gönlümü fethedip ikisi de uzun süre saltanat kuramadan ebediyen birbirleriyle mücadele ederler.
Muhit ondan gözlerini ayırmadan baktı: “Uçsuz bucaksız, kurak bozkırın uzak bir noktasındaki küçük bir köyde doğup büyüyen güzel kız, sen, belki de şu makinelerin ayaklarının ezdiği yeryüzünde artık kardelen yetişmeyecek diye korkuyorsundur?”.
– Çocukluğumda, ben sizin gazete ve dergilerde yayımlanan fotoğraflarınızı kesip alır, albümlerin arasına koyup saklardım, -dedi Aygül. – Bir gün onları, benden iki yaş büyük ablam görüp: – “Bu nedir?” diye sordu şaşırarak. Beklenmedik bir anda hırsızlık yaparken yakalanmış gibi çok çekindim. “O… O bizim köyde doğmuş ilk yazar ya” -dedim. O zaman ablam sizin bir fotoğrafınızı eline alıp baktı ve düşünerek: “Şair ve yazarlar aşka sadık olmazmış” -dedi. Onun neden öyle dediğini hâlen anlamıyorum. Bu doğru mu ağabey?
Muhit, bilmiyorum dermiş gibi omzunu kımıldattı.
– Başkalarının da o kadar sadık olduğunu görmedim, -dedi gönülsüzce itiraz ederek. – Sadece şair ve yazarların aşkları hakkında çok şeyin yazılması dışında…
– Doğru söylüyorsunuz, -dedi Aygül ona katılarak. Sonra, onu derine doğru çekmekte olan düşüncenin içinden sıyrılmış gibi kafasını sallayarak güldü: – Ağabey, bir şey söyleyeyim mi?
– Evet.
– Ben şarap içmek istiyorum!
* * *
Gece yarısına doğru lokantadan çok neşeli, sevinçli bir şekilde çıktılar. Ay parlaktı. Ağaçların yanından uzaklaşıp arabaların olduğu yere geldiklerinde etraf bembeyaz nurla yıkanmış gibi parlayıverdi.
– Oy! -dedi Aygül gökyüzüne bakarak. – Ne kadar güzel… Aya baksanıza!
Gerçekten de, muhteşemdi. Yüksek bir dağın üzerindeki yusyuvarlak, büyük bir yumurta gibi… Ha-yır, çok farklı bir bembeyaz dünyaydı, sıra dışı parlıyordu, gece vakitsiz dolaşan insanları kendisine doğru çağırıp çekiyor gibiydi.
– Japonya’da, -dedi Muhit parlak aya hayretle bakakalan Aygül’ün omzuna elini atarak. – Yazın Obasuteyama Dağı’na gidip ayın güzel görüntüsünü izlerlermiş.
– Öyle mi! -dedi Aygül sevinerek. – Aladağ’ın eteğinden de ay çok güzel gözüküyordur! Deminki… Japonya’daki dağın adı ne dediniz?!
– Obasuteyama.
– Aladağ ondan çok daha yüksektir belki! Kıymetini bilmiyoruz ya ağabey! Biz neden Aladağ’ın eteğine gidip ayı izlemiyoruz ki?
– …
– Gidiyor muyuz ağabey?
– Nereye?!
– Ayı izlemeye! -dedi Aygül aniden harika bir seyahate davet ederek. –Unutmuşsunuz. Siz bugün benim emrimde değil miydiniz?!
– Evet-evet! -dedi o, kafasını tekrar tekrar sallayarak. – Aynen öyle!
Aygül arabanın kapısını açtı.
– Korkmayın, ben direksiyona oturursam hemen ayılırım.
– Kızıl bir ok gibi hızlı bu araba geniş sokakta uçmaya başladı. O, bu akşamdan ayrıca bir zevk almış gibi neşeyle gözlerini kapattı.
– Size ne oldu ağabey?
– Hiç… Direksiyonda olmadığıma utanıyorum. Bir kadının kullandığı arabada erkek kendisini hiç rahat hissetmiyormuş.
– 21. yüzyıl anaerkil devrin başıdır. Artık dizgin de kamçı da bizim elimize geçecek.
– Evet, -dedi Muhit gözleri kapalı, gülümseyerek. – Ülkeyi yönetmek kolay değil, zavallı erkekler günümüzde iyice bitap düşüp yoruldu herhalde!
– Ooo, siz kolay pes ettiniz!
– Ha-hayır, bu yenilgi, binlerce yıldır içimizi kemiren gizli savaşın neticesi.
Karanlık geceyi aydınlatan kızıl-yeşilli şehrin ışıklarını geride bırakarak dipsiz derin bir uçurum gibi görünen dağ geçidini kovalayarak yukarıya doğru tırmanan araba, hızını arttırmadıysa da yavaşlamadı. O, kızın ustalığına içten içe hayran olmaktaydı. Bir taraftan nereye gittiklerini, nereye varıp duracaklarını bilemeyip biraz sarhoş bir hâlde uyuklayarak büzülmekteydi. İkisi tam da şimdi, gökyüzünden bakmakta olan aya da kucak açmayıp, içine kapanmış olan dağ eteğine değil, karanlık, tılsımlı bir dünyada uçuyor gibiydiler…
– Uyudunuz mu ağabey?
– Hayır.
Dağdaki cin ve şeytanların mekânı gibi kızıl-yeşilli lambaları yanıp sönen, bağıra çağıra çalan nahoş sesli müziklerin açılmış olduğu gece çalışan kafelerin önünden geçip biraz daha yürüdükten sonra arabaların döndüğü yere gelip durdular. Dışarı çıkıp biraz etrafa kulak vererek bir şey dinliyormuş gibi sessizce bekliyorlardı. Aşağıdan, çağlayarak akan nehrin sesi duyuluyordu. Karanlık uçurumların ini hem korkunç hem de dondurucu derecede serindi. Nefesini içine çekip sessizce duran gecenin kucağında, bilinmeyen bir yaratık gizleniyormuş gibiydi. Şu gökyüzündeki ay ise onu görüp, kaşlarını çatarak kımıldamadan, gözlerini ayırmadan izliyor gibiydi.
– Ağabey üşüdüm, -dedi Aygül incecik elbiseyle titreyerek. O, kızın omzuna ceketini örtüp kendine doğru çekti.
– Kendiniz donacaksınız ama… -dedi Aygül onun göğsüne kafasını dayayarak.
Kalp hizasından çıkan sımsıcak nefes, onun tüm vücudunu ısıtmış gibi oldu. O, eğilerek kızın şakağına yüzünü yasladı.
– Ay nasılmış? -dedi fısıldayarak.
– Acınası… -diye fısıldadı Aygül. – O, yalnız ya. Bu dünya korkunçtur. Ben yalnızlıktan korkuyorum. Çünkü ben de ay gibi yalnızım.
– Niye?
– Bilmiyorum…
– Senin gibi güzel bir kızın yalnız olması mümkün değil.
– Her şey geçicidir ağabey, -dedi gülümseyerek. – Ne kadar iyi bir dostun olsa da o seni, senin duygularını, iç dünyanı senin kadar anlayamaz. Ağabey, yazlığa gidelim…
– Bizim yazlığa…
– Bugün, ben senin…
– Şşş, -dedi Aygül parmağıyla onun dudağına bastırarak. – Artık konuşmayın… O, kızın parmağının ucunu öptü. Aniden Aygül onun boynundan sımsıkı kucaklayarak:
– Ağabey, siz ne kadar da iyisiniz, -dedi. Sonra iki avucuyla Murat’ın yanaklarından sıkıca tutarak yanaklarından, alnından öpmeye başladı.
* * *
Arabanın ışığı, iki katlı büyük bir yazlığın cephesini aydınlatarak durduğunda o, tatlı bir uykudan uyanmış gibi esneyerek gözünü açtı. Aygül, torpidodan aldığı kumandaya basınca garajın kapısı kendiliğinden yukarıya doğru yavaşça kalkmaya başladı. “Bak sen!” diye düşündü o yarı uykulu, yarı uyanık hâlde otururken; “Fezaya uzay gemisi gönderen Sovyet hükümetinin yetmiş yılda ulaşamadığı ev teknolojilerinin başarılarına özel sektör sahipleri ne kadar da çabuk sahip olmuşlar!”.
Lambanın ışığıyla parlayan buz gibi mermer merdivenlerden yukarı çıkarak, misafirlerin ağırlandığı geniş bir odaya girdiler. Yumuşak koltuğa yerleşip oturduklarında Muhit biraz yorulduğunu hissetti.
– Diyecek söz yok, harika bir yazlıkmış! -dedi çok beğendiğini gösteren bir ifadeyle. Pahalı mobilyalar yerleştirilmiş olan odanın içine göz gezdirdi.
– Evet, etrafımız hep bağ. Temiz hava. Aladağ’ın eteği ya, -dedi Aygül. Kışın da buralar harika olur. Dışarıda donduran sarı ayaz. Göz kamaştıran beyaz kar. Kıyısı buz tutup buharı yükselerek akmakta olan nehir. Evin içiyse sımsıcak. Ağabey, böyle güzel bir tabiatı pencereden izleyerek edebiyatla uğraşmak sizin hoşunuza gider mi?!
– Elbette.
– Ooo, öyleyse ben sabah olunca size bu yazlığın anahtarlarını veririm. İstediğiniz zaman gelip dinlenir, sonra yalnız başınıza düşünceye dalarak çalışırsınız. Eğer… Benim yapmam gereken bir şey olursa, o zaman cep telefonum var, ararsınız. O anda, hemen geleceğime söz veririm.
Muhit masal dinliyormuşçasına ilgi gösterip gülümseyerek oturdu ve:
– Yani ben bu yazlığı kiralayıp burada yaşayacağım. Siz ise benim ev sahibim olacaksınız. Öyle mi?
– Siz ev sahibi, ben sizin hizmetçiniz olayım! Çünkü siz sanat adamısınız. Sanata hizmet etmekten daha büyük mutluluk var mı?! Samimi söylüyorum, ağabey! Benim elimden çok şey gelir.
– İlginçmiş, -dedi ne diyeceğini bilemeyip şaşırarak. – Aniden, bir gün pazardan dönen ninem gibi yüklü gelen nasıl bir mutluluk bu, nasıl bir baht?!
– Ağabey… Sizin çözemediğiniz bilmece nedir?
– Diyelim ki şu, sadece yazlık diye adlandırılan kocaman bir ev. Anahtarı benim elimde olmasına rağmen içi sır dolu. Burada, ben kendimi nasıl hissetmeliyim? Altın anahtar bulmuş ahşap bir oyuncak gibi “Yaşasın!” diye sevineyim mi?
– İlginçsiniz. Bu dünyadaki bilmecelerin hepsini çözmek zorunlu muymuş?! İnsanoğlunun kendisi iyiyse, mutluysa yetmez mi?
– …
– Kendi, araya araya uçup gelen baht kuşuna: “Sen nereden geldin, niçin geldin?” diye sorar mı insan?
– Bilmek ister belki. Her şey bilmece olarak kalırsa zavallı insan, başına konan kuşun nasıl bir kuş olduğunu nereden bilecek?
Aygül sessizce biraz oturdu ve:
– Bilmek istiyorsanız söyleyeyim, -dedi istemediği bir konuşmaya başlayacakmış gibi. – Bu ev, halkımızın itibarlı, siyasî bir şahsiyetinin bana bıraktığı mirası. Arabayı hediye eden de, bankada yüksek maaşlı bir işe yerleştiren de o…
– O, şimdi nerede?
– Uzakta. Artık buraya gelmeyecek.
– Niye?
– Onun görevi değişti. Uzak bir yabancı ülkeye büyükelçi olarak gitti. Vedalaşacağımız gün bana: “Bundan sonra, sık görüşemeyebiliriz. Birbirimizi özlemememiz doğru olacaktır” -dedi.
– Sen, onu seviyor musun?
– Hayır.
– …
– Biz onunla birlikte Moskova’da öğrenciydik,– dedi Aygül, şimdi yabancı bir ülkede görev yapmakta olan yüksek mevki sahibi sevgilisini hatırlayarak. – O, Uluslararası İlişkiler Enstitüsünde okudu. Tanıştığımız günden itibaren, benim peşimi bırakmadı. Nereye gitsem, gülümseyerek karşıma çıkardı. Yurttaki kızlar, onunla dalga geçerek “Paytak ayı” derlerdi. Çünkü çarpık bacaklı, biçimsiz bir şekilde kilolu bir adamdı. Fakat o, utanmak nedir bilmezdi. Kapıyı açsak da, pencereyi açsak da kenarına yaslanıp gülümseyerek bakardı. Yavaş yavaş, bizim yurtta Paytak’a işi düşmeyen kız kalmadı. Büyük tiyatroya bilet mi lazım, otelden akrabana yer mi lazım, profesörden iyi not alıp burs mu almak istiyorsun, dekanın izniyle ülkeye gidip gelmek mi istiyorsun Paytak’a git. Onun elinden her şey gelir. Onun anlaşamadığı insan yoktur. İşte, gerçek diplomat odur. Yavaş yavaş, “Şurada, senin Paytak ayın geliyor!”, “Paytak’ına söylesene…”, “Paytak biliyor ya…” denmesine de alışmaya başlamıştım. Hatta bana, başkaları çıkma teklif etmeyi bırakmıştı. Böylece ben, kendi isteğim dışında kudretli Paytak’ın özel mülküne dönüştüm. Siz, beni dinliyor musunuz?
– Evet.
– Ülkeye döndüğümüz yıl evlenmeye karar verdik. Şehrin merkezinde, soyluların yaşadığı bir apartmandan daire kiralayıp evli insanlar gibi birlikte yaşıyorduk. Düğünü, buraya geldikten sonra bütün arkadaşlarımız ve akrabalarımızı toplayıp “Baht Kuşu” lokantasında anlı şanlı yapacaktık. Ben Moskova’da kendimi Çar’ın karısından eksik hissetmedim. Lazım olan her şeyi Paytak bulur. Ne zaman, nasıl tanıştığını bilemezsin; ülkeden yüksek makam sahibi filanca geliyormuş, bugün filancayı uğurlamam lazımdı, şu kişinin görevi, bu kişinin isteği deyip yine de durmadan, sürekli koşturur dururdu. Fakat yorulan Paytak’ı görmezsin, aksine gözünün için güler, avucunu ovalayarak zevk alırdı. Okulu bitirip buraya geri döndük. Ertesi gün, memlekete giden trenle beni yolcu ederken bana, birkaç gün sonra filanca filancanın başında olduğu bir grup insanla dünürlüğe geleceğini söyledi. Fakat… Fakat biz ne kadar beklesek de o dünürler gelmedi. Paytak da bir haber vermeden öylece ortadan kayboldu. Ben… Ben bunları size ne için anlatıyorum?
– Bilmiyorum.
– Ben de bilmiyorum. İlginç… Sizin önünüzde kusurunu kabul edip kendimi aklamaya çalışan bir suçlu gibiyim.
Aygül sessiz kaldı. Biraz sonra kendi kendine konuşuyormuş gibi:
– Fakat eninde sonunda bir gün kendimi aklamalıydım ya, öyle değil mi? -dedi fısıldayarak.
– Evet.
– Biz, beş yıl sonra görüştük. Onun, yüksek mevki sahibi birinin kızıyla evlendiğini ve bakanlıkta çalıştığını duymuştum. O da beni unutmamış… (Onu mu kendini mi aşağıladı bilinmez, Aygül kıs kıs güldü). Hatta evlenmediğimi, evde kaldığımı da biliyormuş. Ondan sonra beni, bu yazlığa misafirliğe çağırdı. İkimiz baş başa oturduğumuzda ayağıma kapanıp özür dileyip hayatında bundan sonra elinden gelen iyiliği yapacağını söyledi. Böylece, ben yine onun özel mülküne dönüştüm. İşte böyle…
– Muhit uykusu gelip yorulan biri gibi alnını ovuşturup, birazcık düşünceye daldı ve:
– Beni neden aradın Aygül? -dedi.
Beklenmedik bu sorudan ürkmüş gibi Aygül’e bir titreme geldi. Siz onu hâlâ anlamadınız mı dercesine, şaşırarak Muhit’e baktı.
– Neden mi diyorsunuz? Sizi görmek istedim. Sizinle tanışıp baş başa oturup sırrımı paylaşmak istedim. Çocukluk çağımdaki tatlı hayalim, tekrar canlanıp rahat bırakmadı ağabey… Belki, sizin dediğiniz gibi ben de şu altın sarayın anahtarını elinde tutan ahşap bir kukla olarak kalmak istememişimdir.
Aygül, yerinden kalkıp Murat’ın oturduğu koltuğun yanına gelip oturdu ve onun boynuna sarılarak:
– Ağabey, siz benim çocukluk çağımdaki hayalimsiniz ya, -dedi kulağına fısıldayarak. Muhit onu kendine doğru çekip uzun süre dudaklarından öptü.
– Ağabey, ağabey… -diyerek nefes nefese fısıldadı kız. – Ben sizi seviyorum…
Aygül kendinden geçmiş gibi onun gömleğinin düğmelerini çözüp göğsünü koklayıp, dudağının ucuyla öpmeye başladı.
– Edepsiz olma… Muhit gıdıklandı.
– Ah ağabey, ben bugün sarhoş oldum, -dedi Aygül kafasını kaldırıp. Sonra gerçekten de sendeleyerek bir iki adım attı ve kanepeye oturdu.
– Yoruldun mu? -dedi Muhit yanına gelerek.
– Evet, çoktandır. Bugün çok yoruldum.
– Haydi yat…
Aygül, kanepenin kenarına başını koydu, ayaklarını uzatıp yattı. Muhit, onun yanına oturup alnını okşadı.
– Ah ağabey, avucunuz ne kadar yumuşak, -dedi Aygül gözlerini kapatıp.
* * *
– İncecik, beyaz ipek perdenin öbür tarafından ağaran tanın ışığı girdi. O, yerinden kalkıp pencerenin önüne geldi. Şehrin ne tarafında olduğunu bilmek için dışarıya bakmıştı ki, yazlığın bu tarafı dağa bakıyormuş. Birbirinden yüksek, birbirinden güzel, han sarayı gibi büyük yazlıklar dağın eteğine kadar sırayla uzamış. Onların kırmızı, kahve kiremit çatıları yeşil, ipek gibi bu dağın eteğinde ayrı bir güzel görünüyormuş. Kanepede gamsız uyuyan Algül’ü uyandırmamak için ayağının ucuyla yürüyerek sağ taraftaki odanın kapsını açtı ve karşıdaki pencereden dışarıya baktı. Ta aşağıda, sise bürünmüş şehrin karartısını fark etti. Gece önünü arkasını görmeden gelmiş olduğu şu bilinmeyen dünyanın kucağından bir an önce çıkmak istercesine kalbi güm güm atıyor, onu tanıdık dünyaya, kendi yuvasına doğru çekiyor gibi oluyordu… Tekrar arkasına dönerken duvardaki portreye gözü takılıp birden durakladı.
Ya, bu o… Televizyondan sık sık gördüğü tanıdık bir şahsiyet bu. Yakın bir zaman önce batıda bir ülkeye büyükelçi olarak gitmişti. Geleceği parlak, daha nice zirvelere çıkacak olan genç siyasetçi. Sadece kendi yaşına uygun olmayan bir şekilde kilo almıştı, elliyi geçip altmışa yaklaşmış gibi açık alnı parlıyor, çok yaşlı görünüyordu… Demek, şu yazlığın sahibi, Moskova’da okuyan deminki Paytak bu yiğitti ha!
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.