Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kazıgurt Öyküleri», sayfa 3

Yazı tipi:

Üstüne kocasının eski montunu giymiş, hayvanlarıyla uğraşmakta olan Maldıkız ana ona şaşkınlıkla bakıyordu.

Başlangıçta, komşusunun şehirde tahsil yapmakta olan kızı olduğunu düşündü:

– Hey, Anafiya mısın? Ne zaman geldin? -diye sordu.

– Zdrastvuyte (Merhaba)!

– A-a?

– Dobrıy den’ (İyi günler ana!)

– Aman Allah’ım!

– Kak pojivayete (Nasılsınız?)

– Aman Allah’ım! Kazak mı, Rus mu kendisi, nedir?

– Boranbay doma (evde mi?)

– A-a, eskisi gibi mi, dersin?

– Ana, Boranbay? Hayır?

– Anladım, Boranbay mı? Benim oğlumu mu, soruyorsun? O, yok. O, orada! Daleko (uzakta), tyurma popal (cezaevinde!).

– V türme? (cezaevinde mi?) Kak je tak? (Nasıl, yani?!) -diye, ürperdi Muhnisa. – Oh, bednenkiy! (Ah, zavallı!) Vsetaki kakoy je vıy jestokiy narod (Ne kadar da acımasız bir milletsiniz siz!) İz za kakih to baraşek svoego çeloveka posadili da (Basit bir koyun yüzünden, adamı hapsettirdiniz demek)…

– Evet, evet, -dedi Maldıkız ana, bağını sallayıp, bilinmeyen istikameti işaret ederek. – Orada. Oraya, gitti…

Muhnisa iki eliyle yüzünü kapattığı halde geri döndü ve ayağındaki çok hafif ve güzel ayakkabısıyla kara yolun bataklığını topuğuna kadar basıp yürüyerek gitti. Belki, sonbahar gökyüzü gibi çok gözyaşı dökmüştü, Çingene güzeli…

* * *

İki yıl sonra Boranbay Baron köye tamamen farklı biri olarak döndü. Eski serseri yaşantısını sanki Sibirya’da ağaç keserken orada bırakmış gibi, şuan ise sıradan bir Kazak’a dönüşmüştü. Ayrıca köyden asla uzaklara ayrılmadan, avlusundaki ağaçlara bir çocuk kadar özenle ilgilenip yetiştirdi. Nedeni belli değil, ancak Sibirya’dan geldikten sonra ağaçlara olan ilgisi arttı. Avlusu bir gül bahçesi gibiydi. Maldıkız ana artık güzün olmuş elmalarını Janabazar’a götürüp satmaya başladı.

Elin anaları gibi gelin almak, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak arzusu içine işlemeye başladı. Ev işleriyle gerçekten ilgilenecek artık kendine eşlik edebilecek bir hayat yoldaşına muhtaç olduğunu Boranbay Baron fark etti. Böylelikle Tanrı’nın verdiği talihi açıldığı gün Sozak’tan yağda kızartılmış pişi gibi dolgun, sarışın bir kızı kaçırır. Sıradan bu çağın yerleşik Kazaklarının gelenek gereği “n” harfi şeklinde bir masa hazırlanır, gelin ve damadın arka tarafına el dokuma kilim asarlar ve kilime beyaz pamukla “Boranbay-Balağız” diye çiftin adları yazılır. Bunca hazırlıktan sonra sabaha kadar içki ve şarabı bol ihtişamlı bir düğün yaparlar. Gelin alan Maldıkız ana sevincinden başı göğe erer. Düğün sırasında elti ve gelinlerinin yanında mutluluğundan gerine gerine: “Ya, Tanrım, gençken dul kaldım, zar zor kendimi toparladığım sırada gözdağım, biricik oğlum bir serseri başıboş olacak diye korkardım. Onun da elin civanları gibi aile kuracağı günü de varmış. Allah’a bin kere şükürler olsun! Allah bu günleri görmeyi nasip etmiş. Artık ölsem gam yemem” der.

Bazen bunca mutluluk ve neşe içindeyken ansızın bir dilediğin hedefini bulur ve akabinde yerine geliyormuş demek. Maldıkız ana düğün gününden bir hafta geçtikten sonra vefat eder. Güneş batarken gelininin elinden demlediği koyu çayı birkaç kez yudumladıktan sonra: “Baş ağrım başladı. Biraz uzanıp kestireyim” diye başını yastığa koymuş ve bir daha uyanmamıştı. Bu şekilde beklenmedik bir anda yorulmadan, acı çekmeden ve çektirmeden, kimseyi yormadan ebedi ve sessiz yolculuğuna çıkmıştı. Hakka yürüdüğü gün mübarek cuma günü idi. İmamlara göre, Yüce Yaradan cuma günü sadece sevdiği kullarını alıp götürürmüş… İşte size anlattığımız hikâyemiz bununla tamamlanırsa yeğdi. Fakat bir Kazak olarak yaşamak, herkesin düşündüğü kadar kolay bir şey değildi…

Balık etli Balağız yengemiz ile Boranbay Baron’un evlilik hayatının mutluluğu uzun sürmedi. Başkasından söz etmek bir yana, gece yarısı onların evlerinden kavga ve bağırış sesleri duyulurdu. Bu kavgaların sonunun nasıl bittiği köyümüzün sakinlerinin malumudur.

Bir gün Boranbay Baron erken uyandı:

– Kalk, kadın, giyin çabuk! -diye uyumakta olan eşine seslendi.

– Sabahın köründe ne telaşı bu aciz herif! der, Balağız yenge sıcak yatağından kalkmak istemez. Balağız daima “s” sesin yerine “ş” kullanırdı. – Rahat bırakır mısın adamı…

– Çabuk ol, babanın eve gideceğiz!

– Nereye?

– Sozak’a.

– Ne-ne? Şozak’a mı?

– İnleme be, kalk diyorum! Babanın evine gideceğiz.

– Düş mü gördün, biçare?!

– Hey kalksana, “biçare-hakir” diye yatmaya devam edecek misin? Hızlı ol kadın, sabah otobüsünü kaçıracağız birazdan!

Boranbay Baron, vazgeçmez ve o gün Balağız yengeyi de peşine takarak sabah otobüsüne binerler. Çimkent’e geldiklerinde tepedeki çarşıya giderler. Ufak tefek alış veriş yaparak, yengenin elindeki siyah çantasının çift gözünü de doldurur. Çarşı kapısı önünde bulunan 3 kuruşluk sodadan içer. Otogara gelip, Sozak’a kadar iki bilet satın alır. Baba ocağına siyah çantanın çift gözünü doldurarak gitmekte olan Balağız yengenin gönlü tok, memnun olsa gerek:

– Dondurma alıp yiyelim, der kocasına nazlanarak. Çoğu zaman sesini yükseltip azarlayan Boranbay, bu sefer sesini dahi çıkarmaz. Gidip dondurma getirir. Sonra ikisi de gazete bayisinin yanında dondurmalarını bitirirler. Balağız yengenin elindeki dondurma yerken erir ve üstüne, yeşil kadifeli elbisesine damlayarak, kirletir.

– İnek gibi yalıyorsun, -dedi Baron.

– Yahu, biçare, serseri!, der acı dilli yenge, kendi hakkını vermeden.

O anda Sozak’a giden otobüs de gelir park yerine. Balağız yengeyi otobüsteki yerine götürüp yerleştirdikten sonra:

– Ben bir su içip geleyim, der Boranbay Baron, – Gidip geleceğim!

– Ben de susamış gibiyim, der yenge de.

– Ya, bir dur. Beraber su ararken siyah çantayı kaybedeceğiz. Endişelenme, sen otur!

– Aman, Allah’ım. İçmiyorum o halde!

Sonra, Boranbay Baron otogarda kendi eşini kandırıp, yönü belli olmayan tarafa doğru fırlar. Peşine baka baka kaçmaya devam eder. “Of, kurtuldum mu, kurtulmadım mı?” diye düşünür. Muhtemelen kurtulmuş olmalı. Çünkü peşinden gelen kimse yoktur.

Balağız yenge Sozak’a giden otobüste kocasını çok bekler, gelmeyince kendi kendine konuşup azarlar, beddualar edip yola devam eder.

Bu olaydan sonra ikisi de tekrar görüşmedi…

* * *

İşte, o günden sonra uzun yıllar geçti. Yetmişlerin ortasında, yaş bir çubuğu at gibi binen çocuklar, yani bizler de büyüdük. Kimi zaman bir kırbacın sapı gibi kısa, kimi zaman ise sonsuz uzunlukta görünen bu hayatta, her birimiz gücümüzün yettiği kadar kendimize yer bularak, dirlik içinde yaşam göçünü ileri taşımaktayız.

Bir zamanlar bizim çocukluk hayallerimizi zenginleştiren serseri Boranbay Baron, bu dünyada elli dokuz yıl geçirmiş ve geçen sonbaharda ansızın aramızdan ayrılmıştır. Ayrıca, o da cuma günü ve hastalanmadan ebediyete intikal etti. İmamlara göre, … Doğru ya, onu sizde biliyorsunuz artık!

Arkasında bir eser kalmadı Baron. Bu faniden soyunu sürdürecek evlat bırakmadan gitti. Tabii ki, ondan dünyaya gelecek bir çocuk diğerlerine nazaran farklı olurdu. Özgürlüğü çılgınca seven, iyi bir yiğit… Yazık. Boranbay Baron’un soyunu sürdürecek böyle bir çocuğu öz kanından dünyaya getirmemiş olmaları üzücü. Bir ailenin ocağı söndü, izi dahi kalmadı…

Evet, ha! Boranbay Baron’dan geriye kalan bir mirası var gibi. Bu miras köyümüzün yanındaki koruda yetişen ters bir ağaç. Köylüler çok uzun zamandan beri, o ağaca böyle bir isim takmış. Bir bakışta etrafındaki diğer ağaçlardan farklı görünmüyor. Ancak geçmişini öğrendikten sonra ağaca tekrar dikkatlice bakıldığında, bazı farklılıkları fark edeceksiniz.

Hikâyesi kısaca şöyledir. Bir gün Erkebay dayımın bizden bir-iki yaş küçük oğlu, ayva tüyü gibi sarışın Antay, daha yaş bir çubuğu at gibi binip, koruya doğru “rüzgâr gibi esip” gelirken, Boranbay Baron’la karşılaşır. Baron parmağıyla işaret ederek yanına çağırır ve seke seke gelen “kahramanın” bacağı arasındaki “atını” alıkoyar.

– Ah, aptal, der Antay’a bakarak. – “Yazık değil mi? Bu da tıpkı senin gibi bir çocuk”… Sonra elindeki yaş çubuğu killi bir yere saplar. Kerata Antay, onun çubuğu ucundan ters sapladığını fark eder. – Baron dayı, bu asla böyle yetişmez! – Çünkü siz onu düzgün bir şekilde saplamadınız!

Boranbay Baron geriye dönüp bakar ve gerçekten yaş çubuğu tersinden sapladığını görür. Fakat kendisini alay etmek isteyen, gözleri pırıl pırıl olan ayva tüyü sarısı çocuğa bakarak:

– Yeti-şiir! -der, sesini uzatıp. – Baron sapladığı çubuk yetişmemesi mümkün değil! Gerçekten, bu çubuk daha sonra yetişir. Diğer ağaçlara bakıldığında baş tarafı gür kalın, yüksek bir karaağaç olur. Bu karaağaç yaprak açtığı zaman, koru tarafından ilerleyen Boranbay Baron’un kıvırcık saçı gibi uzaktan belirirdi. Yol kenarında yetiştiği için, odun kesmeye gidenler atı ve eşeği bağlar. Ayrıca çocuklar da bu ağaca tırmanırlar. Çünkü bu karaağaca kuşlar yuva yapar.

Muhtemelen, Boranbay Baron’dan bize kalan tek eser budur…

Çeviren: Ufuk Tuzman

BİZ, O, “MERSEDES” VE AŞK

Biz onu ilk gördüğümüzde beğendik, delicesine âşık olduğumuzu hemen anladık. Hatta onun yaşı, vücudunun kıvrımları, endamı, elbette aklıyla bizimden büyüktü, daha yetişkin olduğuna bakmadık. Çünkü öylesine beyaz tenli, tüm güzellikleri kendisinde öylesine toplamış bir kızı daha önce köyümüzde görmemiştik. Çölün sıcak bozkırında yakıcı güneşi, amansız kurutan esmer, koyu tenli kızlar kolay bulunur. Onların arasında tabii ki, güzel, çekici ve sevimsiz olanları da az sayılmaz.

Fakat onların hiçbiri bizim karşılaştığımız kadar güzel, onun kadar açık tenli değildi.

İnsanoğlunun duyguları ve hayal gücünde hiçbir sınır olmadığı ne kadar da büyük bir zevk. Onun için kimse seni suçlayamaz, kimse seninle alay edip gülemez. “Be adam, gerçekten tam kalın kafa, su beyinmişsin! Ne kadar da eşek herifsin, o senin ablan yaşında değil mi!” diye kurcalayamaz, itham edemez. Çünkü sen içindeki sırrını kimseye sezdirmezsin. Kalbinin bir köşesinde saklar, gizli tutarsın. Sadece hayalinde buluşur, el ele gezer, sevgi denilen büyülü bir dünyanın sözle ifade edilemeyen gönül rahatlığına kavuşursun.

Ama, onun yine de bir hayal, erişilmeyen bir arzu olarak kalacak olması son derece üzücüdür. Ancak, ayrı bir evin tavanını sıvayıp kapattığınız halde de, mutlaka bir delik bulup içeri sızan yağmur damlası gibi, bizim çocukluk sevdamız da engel tanımaz bir duyguydu. Belki de, bu yüzden ona olan sıcak duygularımız, kalbimizin tutkulu sevgisi, bir an bile unutulmadan, gün geçtikçe büyüdü. Ama o dünyada eşi bulunmayan son derece güzel, beyaz tenli ve ta başkentteki Kızlar Pedagoji Eğitim Enstitüsü, Müzik Fakültesi’nin bir öğrencisiydi.

Biz onu ilk defa kuyu başında hayvan sularken gördük. Hangi kuyu başında yaşandığını sormayın. Çünkü Şavil’de tek bir kuyu var. Öğle vakti hava cayır cayır yanarken kırsaldaki tüm canlıları “tavaya atmış” gibi diri diri yakmaya başladığında, bu köyün meleyen hayvanları oraya doğru yol alırdı. Daha öncesinde toz, toprak yığılı düzlüğün tozunu toprağına katıp aksırıp, hapşırıp, öksürerek soğuk suya başlarını sokmak ister hayvancağızlar. Ancak çimentodan yapılmış uzun yalağa tamamının başı aynı anda sığmadığından, aralarında bir kargaşa kopar. Koyunu meleyip, ineği böğürüp, atı kişneyerek debelendiğinde sanki güpegündüz köye bir düşman baskın yapmış zannedersin.

Herkes hayvanlarını hızlıca sulamak ister. Bazen kuyudaki su tükenip, hayvanların yarısı susuz kalırsa, işte, o durumdan kötüsü yoktur. Öyle durumlarda hem hayvan sahibi hem de hayvan kudurmuş gibi davranır.

– Ah, ceddine lanet, it malı!

– Hantallaşmadan defol buradan, cadı!

– Al kovanı oradan tıngırdama!

– Sana ne, kendin çek! Şu kovayı kafana geçireyim mi?

– Ne yani, senin hayvanın su içmeli, benim hayvanım toprak mı yalasın? Şeklindeki bağrışmalar ve haykıran seslere çok alışmıştık artık. Öyle şeyleri umursamıyorduk bile. Önemseyemeyiz de, en iyisi kendi bildiğimiz işimizi yapmaya devam edeceğiz.

Aha da, böyle bir kargaşa devam ederken, kuyu başına çıtkırıldım bir güzel kızın gelivermesi, bizim için büyük bir hadise oldu. Her köşeden çıkan kavga, gürültü, haykırma sesleri birden kesildi ve sadece hayret içerisinde bulunan gözler şaşkın şaşkın bakakaldılar. İnce beyaz elbise giyinen, kuğu boyunlu, servi boylu bir güzel, elinde bir kovayla karşımızda gülümsüyordu. Cennetten inen bir melek gibi güzelin karşısında aynı zamanda itibarımız yerle yeksan oldu. Hayvanla hayvan olduğumuza çok utandık. O, elindeki kovasını sallayarak şöyle dedi:

– Ben Sağira ananın koyunlarını sulamaya geldim. Acaba, sıranın sonu kim? diye sordu.

Bizse, sanki birbirimizi yeni görmüşçesine davranmaya başladık. “Sen söyle, söylesene sen”, diye etrafımızdaki insanlara bakıyoruz. Ama kimse söylemiyordu. Çünkü ortada ne kuyruk, ne de kuyruğun sonu vardı.

– E-e-e! Herkes birinci mi, yani? -dedi, gümüş bir zil gibi tıngırdayıp.

Biz ise gülümsemeye başladık.

– E-e-e! -dedi, sesi uzatarak. – Anlaşıldı. Demek, ben de birinciyim, öyle mi?!

Bunları söyledikten sonra, aramızdan serbestçe itekleyip geçerek kuyunun kenarına çıktı. Hepimiz yol vererek, onu sessizce izledik. Hayvanlar bile, kuyu başında büyük bir değişiklik olduğunu hissetmiş gibi, ince yalaktan kafalarını havaya kaldırarak bize şaşkın şaşkın bakakalmışlardı.

Az önceki güzel kız söğüt ağacı gibi eğilip, bir kova suyu çıkardığı sırada, birden bire ayağı kayarak, az kalsın kuyunun içine düşeyazdı. İki kolunu havaya kaldırarak, sallana sallana dururken, eğer Artıkbay nasırlı eliyle onun bembeyaz bileğinden tutuvermeseydi ki, kötü çarpacaktı. Genellikle bu tür hadiseler köyümüzde sık sık yaşanırdı. Bu sene ilkbaharda, Artıkbay düştü ve yalak taşına çarptığı alnının sağ yanında derin bir kesik açılmıştı.

Ancak yere zıplayarak toparlanan güzel kızın suratında ve gözünde korkunun izi dahi yoktu. Korku yerine bir mucize görmüş gibi gülmeye devam ediyor.

– Şimdi, ben bunca zahmetle ulaştığım bir kova suyu ne yapacağım? – dedi bir hayli zaman sonra gülmeyi kesip, oldukça ciddi bir tavırla – Sağira ananın koyunları hangisidir?! Ben onları tanımıyorum…

Artıkbay ona alaylı bir bakışla:

– Bütün bunlar, Sağira ananın koyunları – dedi, gülümseyip.

– Eyvah! –diyen kızın gözleri fal taşı gibi açıldı. – Bana üç tane olduğunu söylemişti. Güldük. Kuyunun yanında oluşan küçük bir su birikintisine konan serçe sürüsü “fıııııırrrrr” etti, uçtu.

– Kovanızı bana verin, – dedi Artıkbay elini uzatarak. – Sağira ananın koyunlarını ben sulayayım…

O gün sürü halindeki hayvanları sorunsuz suladık. Her-gün yaşandığı gibi herkes kendi hayvanını önce sulamaya kalkıp endişe yaratmadı. Artıkbay yoruduğu zaman, diğer çocuklar da dönüşümlü olarak yalağı anında dolduruyorduk.

Hayvanı sularken safımıza yeni katılmış olan güzel kız, Artıkbay’ın üzerine bir kova suyu boşaltıverdi ve gülerek kaçmaya başladı. Biz ona çok güldük. Yalağın aşağı tarafına gelip konarak oturan bir gurup serçe “Of, be! Bunlar tekrar tekrar rahatsız ediyor” der gibi “pırrrrrr” diye uçup gitti.

Artıkbay ise, üstü başından sular aktığı halde çaresiz kaldı. Bu onun daha önce yapmış olduğu kurnazlık ve alaylı mizahına karşı yapılan bir davranış payıydı. Güzel kız çok uzaklaşmadan birdenbire arkasını döndü ve Artıkbay’a baktı, el sallayarak:

– Çav! – deyip gitti.

Bizse bir süre sonra kendimize gelerek, birbirimize:

– Kimdi o! Bu kimdi?

– Nerden geldi?

– Sağira ananın yakını mı, acaba? – diye sormaya başladık.

Asanali adında bir çocuk Sağira ananın yan komşusuydu. O anda, bir gözünü hafifçe sıkarak, az evvelki kızın köye ne zaman ve nereden geldiğine dair bilgileri vermeye başladı. Misafir kız, dün akşam otobüsten iki büyük çantasıyla inmiş. Yol kenarında dururken bembeyaz yüzünü güneşten koruyarak, avucuyla güneşi kapatsa da Şavil’e yani bizim köye hayretle bakmış. Sonra elindeki yükünün ağır olmasına rağmen, vücudunu dimdik tutarak, adım adım Sağira ananın evine doğru yürümüş. İlk başta, Sağira ana onu tanıyamamış. Kapı önünde, semaver için odun parçalarken arkasından gelip selamlaşan kıza:

– Yavrum, okul müdürünün evi ta orada, – diye eliyle işaret etmiş. Aslında, okula gelen bir stajyer kız olduğunu düşünmüş olmalı ihtiyar.

– Nine, gerçekten de tanımadınız mı beni? – demiş kız hayran bakışla. – Ben Bibiajar’ım ninecim.

– Evet, evet, Satbek’in baldızı mısın, yavrum! Onlar dün Törtköl’e gideceklerini söylemişlerdi. Evi kapalı mı, acaba?

– Ninecim, bakar mısınız?! Ben Marcankül’ün…

– A-a, ne dedin… -diye Sağira ana, şehirde yaşamakta olan biricik kızının adı söylenince bir an durakaldı. Ardından çok zaman geçmeden, elindeki aydemiri düşürür ve misafir kıza sarılır. – Allah Allah, benim Bibişim’miş ya kapıya dayanan! Aman Allah’ım nasıl da tanıyamadım. Güneşim beni… Demek gün gelecek beni de arayıp soracakmışsın! İsteyince bunak nineni sen bile bulabilirmişsin.

Böylece Sağira ana bir ağlar, bir güler ve şehirden gelen kız torununu sevecen sözlerle şımartır.

Bibiajar geldiği günden bu yana hayatımıza büyük bir değişiklik getirdi. Daha önce hayvan sulamaya gitmek istemezdik. Hatta biri bizi arkamızdan itekliyormuş gibi zar zor giderdik. Artık öyle değil, kuyu başına gitmek için can atar, fırlar hale geldik.

Köyümüz her şeye rağmen içme suyuna büyük saygı duyuyor ve değer veriyordu. Onun her damlası tasarruf edilir, el yüz yıkanana dek (özellikle çoluk çocuklar) takip ederdi. İhtiyacın dışında fazla su kullandığı fark edildiğinde yani bir avuç su bile fazladan tüketirsen:

– Hay da, suyu gereksiz yere harcama!

– Tamam artık, koca evine bugün mü gidecektin, yahu?!

– Sanki benim evin kerpicini dökmüş gibi bir de suyu o kadar akıttığına bak! – diye sertçe tembihlerdi.

Bibiajar geldiğinden beri kuyu başında birbirimizle su döküp kovalamaca oynamaya başladık.

Bu sırada ovadaki kuyumuzun suyu da çoğaldı. Eskisi kadar değil, kendimizi o kadar rahat hissettik ki, bu dünyaya geldiğimiz günden beri canımızı acıtan, belimizi büken ağır bir yükten kurtulmuşçasına hafifledik. Artık Bibiajar’ın hayvan sulama yerine her gün gelmesini içtenlikle diler olduk. İster o söğüt ağacı gibi eğilip kuyudan su çeksin, ister çekmesin. Her neyse biz Sağira ananın koyunlarını oynaya güle sulamaya hazırız. Yeter ki, aramızda gümüş gülümsemesiyle, neşe içinde dolaşsın.

Gerçekten de onun karakteri bir çocuğun karakteri gibiydi. Köyümüzdeki bütün kızlardan daha güzel olmasına rağmen kibir ve gurur nedir bilmezdi. İki yanağı al yanar, bizimle beraber eğlenir oynardı. Bir gün su serperek sırılsıklam olmasına sebep olduk. O an ince yazlık elbisesinin altından tüm vücut hatları, göğüs ucu çok net bir şekilde göründü. O bunu fark ettiğinde garip bir şekilde utandı ve açık renkli yüzü birden kıpkırmızı oldu. Buna rağmen mahcubiyetini gizlemeye çalışarak, kısa kısa gülümsemelerini sürdürdü.

Güzellik denen şeyi o an ilk kez görmüş ve idrak etmeye başlamıştık.

Darı tanesi kadar bile kusuru bulunmayan, bu güzel varlık, o muhteşem heykel bizi büyülemiş, ruhumuzu alt üst etmişti. İsteksizce kaçırdığımız gözlerimizi yere diktik. Daha sonra biz birçok defa onunla kovalamaca oynadıysak bile, üzerine su serperek, onu ıslatmamaya özen gösterdik.

Gündüzün yakıcı sıcak hava dalgası kırılmaya başlamıştı. Yavaş yavaş karanlıkla birlikte gecenin serinliği kendini hissettirmeye, kızıl çöl bozkırının en güzel ve en rahatlatan hali çökmeye başlamıştı. Üstelik bu vakit doğa, insan ve hayvanlara nefes aldırır, rahatlatır, sakinleştirirdi.

Bedenin birdenbire bir canlanırdı. Böyle anlarda köyümüzün kavgacı yaşlı kadınlarının dahi bağışlayıcılığı, hem cömertliği hem de kibarlığı tutardı:

– E-e-e, işte bu karartılar da nedir? Oynayan çocuklar mı, acaba?

– Boş ver, kadın, oynasınlar! Çocuk işte, çocuklukta oynarlar…

– Hay hay, aynen, bir şey dediğim yok! Oynasın. Ahırdaki hayvanlar tamam. Dün şu çevik sarı keçinin geçen sene yavruladığı oğlak gelmemişti. Bugün ise hepsinden önce o geldi, şeklindeki sohbetlerinden çok rahat olduklarını anlamak mümkün.

Bizim köyün en kötü yanı ise, çok hayvan sevdalısı olmasından kaynaklanmaktadır. İki laf arasına ahırdaki hayvanların her gün durumundan bahsetmezlerse olmaz, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. Onların bu ıssız çöle katlanmalarının nedeni, aşırı derecede hayvan sevdası olmaları. Uzun zaman evvel, sürü sürü hayvan otlatan atalarımız, günün birinde yurtta “zorla el koyma” belasını duyunca, kışın ılık olacağı zannıyla ve sadece kışı geçirmek üzere geldikleri kışlak çöl bozkırından taşınmamışlar, hayvansız kalmaktan korkmuşlardı. İşte, böylece Sovyet Hükümeti’nin derin tuzağından da kurtulmuşlardı. Ancak ıssız çölün kapanına iyice yakalanmışlardı.

Evet, o zamandan beri bu köy defalarca yeşil meralarını, çimenli çayırlarını özlediğini, kaç kez oraları arzu ettiklerini bilemezsiniz… Fakat şimdi Sovyetlerin nüfuzu sona ermiş, izi silinmiş olsa bile, eski günlerdeki gibi baharın gelişiyle yeşile bürünmüş dağlara göç edecek elverişli zamanlar geride kaldı…

Yumuşak bir çöl akşamında bizim köyün yükseklerinde bir şarkı duyuldu. Gitarın kibar müziğine eşlik eden büyülü bir ses dikkatimizi çekti. İşte, bu ses Sağira ananın evinin yakınlarından gelmekteydi.

 
Açılmış gibi büyük gölde
Yüksek hayat kapısı.
Su üstünde kayık simge
Muhabbetin beşiği.
 

Elbet, bu Bibajar’dı! Kesinlikle bu onun sesiydi! Ondan başka kim olabilirdi ki? Biz dinlemek için biraz kulak misafiri olduk ve doğrudan Sağira ananın evine fırladık. Bir süre sonra hepimiz Bibiajar’ın yanına üşüştük bile. Bibiajar, kışın odun olsun diye traktörle sürükleyip getirilen bir kütüğün üzerinde oturuyordu. Bizi görmesine rağmen şarkısını kesmedi. Gitarın yumuşak müziği ve onun sedalı nazik sesi Şavli’nin serin alaca karanlık akşamında, dipdinç bir havada ta uzaklara kadar yayılıyordu.

Aslında, köy sakinleri sadece düğün bayramlarda, doğum dolayısıyla yapılan törenlerde, çeşitli eğlencelerde dörtlükler söylerdi. Orada iyi başlayan şarkı sonlara doğru yoldan eşlik etmek üzere katılan sermest seslerin çoğalmasıyla mahvoldu.

Sıradan günlerde Şavli’nin yerlileri şarkı söylemezlerdi. Bazen, yalnızken oturup, mırıldanırlardı, söylerken yanlarına birinin ansızın geldiğini fark ederlerse, birdenbire şarkıyı kesip, hiçbir şey olmamış gibi başka yöne bakakalırlar.

Ancak, tam bugünkü kadar kendi kendine, avuç kadar bir köyün mütevazı insanlarından çekinerek, yadırgamadan, güzel bir alacakaranlık akşamının kucağında oturup şarkı söylemek, kimsenin aklına gelmemişti.

Şarkı yükseldikçe bizim çocukluk hayalimizin kanatlı kuşu da uzaklara dalıp yükseliyordu. Hayatımızda hiç göremediğimiz o büyük gölü ve âşıkların oturduğu kayığı bile çok net görmekteydik.

 
Küreğini veresin bana,
Ben küreyeyim, sen küreme.
Su çınlayan gülüş
Senin gülüşün değil mi?
 

Keşke, mavi göl güneş ışığıyla oynayan aynalı göl, su yüzüne belirli belirsiz iz bırakarak, çok kolay ilerleyen bir kayık olsaydı… Biz de aşk şarkılarımızı söyleyerek yüzmek isteriz. Kiminle mi, dersiniz?! Tabi ki, Bibiajar’ın ta kendisiyle.

Şimdi ise bu kışı atlatan bir kütüğün üzerinde oturarak:

 
Arzu ettiğim bahtım gibi,
Ay doğar nazlanır gibi.
Yol üzerine bakarım,
Sen yoksun aydınım.
Gecikmeden gelirim demiştin,
Ben ise duruyorum endişeyle,
 

diye şarkılarına devam eder.

Anlattığına göre, kendini arayan ve uzaktan gelecek birini bekliyor gibi. Acaba, kimi bekliyor? Kim olursa olsun, mutlu biri olmalıydı. Ama biz onun uzaklardan beklediği kişinin gelmemesini diliyorduk. Çölün susuzluğundan boğulacak deve gibi bir köşeye saklanan avuç içi kadar köyümüzü bulamaz, yolunu şaşırır, aptalca avare gezgine döner diye de diledik. Onun söylediği şarkılar insanı uzaktaki büyük göllere, ak kayın ormanlara alıp uçar, serin bir rüzgâr gibi nazlı salınarak, yaz yağmuru gibi yağar geçer.

Bibiajar şarkı söylediği akşamları, işinden dönen köy işçileri de toplanırdı. Birçoğu yağ kokmuş kıyafetlerini evlerine bırakıp, şık giyinir gelirlerdi. Özellikle bir tamirci, teknisyen olan Aben, üzerine kaliteli bir kolonya sürer, saçını modaya uygun tarar ve çoğu kez Bibiajar’ın gözüne girmeye çalışıyordu.

– Güzelim, siz mükemmel şarkı söylüyorsunuz, -dedi şarkı biter bitmez, tıpkı bir televizyon programında konuşan muhabir edasıyla. Özlemle dolu ruhu işleyen şarkıdan sonra kendi de düşüncelere dalan Bibiajar doğrudan yanıt veremedi. Onun düşündüğü şey de çok ilginçtir. Koyu kahverengi siyah gözleri asık, gerçekten de, uzaklardan, bilinmeyen bir vakitte, beklenmediği herhangi bir gün kendini arayan birini beklercesine üzüntüye kapılırdı. Ancak, bu birinin ne zaman, hangi tarihte geleceği, çölün bozkırın ıssız köşesindeki küçücük bu köyü nasıl bulabilecek, belli değildi…

– Güzelim, bakıyorum, siz yalnızca Şamşi’nin şarkılarını söylüyorsunuz, -dedi Aben, araya girerek.

– Evet, diyor Bibiajar düşündüğü halde.

– İşte, fark ettiğim kadarıyla, siz Şamşi Kaldayakov’un eserlerini beğeniyor musunuz?! -diyor, Aben kibarca konuşmaya çabalayarak.

– Ben ona aşığım, diyor Bibiajar.

– Na-nasıl? O kişi gerçek dünyaya gitti ya.

– Benim için ölmedi.

– Güzelim, bakıyorum, siz bir besteciyi değil, onun şarkılarına âşık olmalısınız.

– Hayır. Ben onun sadece şiirlerini değil, kendisini de seviyorum. Çok geç dünyaya geldiğim için de üzgünüm.

– Ben de, geç doğduğuma pişmanım. O anda Amanbay adında serseri bir delikanlı araya girer.

– Keşke, daha önce doğmalıydım. En azından doyasıya votka içerdim. Bence gerçek yaşam, o dönemlerde yaşanmış. Ayyaşlar doyasıya içki içmişler, besteciler ise güzel şarkılar bestelemiştir. Kısacası, herkes kendi işiyle meşgulmüş.

– Sen yanılıyorsun, Amanbay, -dedi Aben bugün her zamanki gibi kibarca konuşuyordu. – İçki ile sanatı aynı kefeye koymak ya da karıştırmak doğru değil.

– Neden olmasın? -diyor Amanbay, kavga etmeye hazır gibi Aben’e sert bakarak. – Eğer, iyi içmeyi biliyorsan, o da kendi başına bir sanattır!

Elbette, Amanbay’la iddialaşmak, Amanbay’ın sözle üstesinden gelmek çok çetindir. Hiç mümkün değil. Ondan Aben’in de haberi vardır. Ancak, bugün biraz dil dökmek, Bibiajar’ın gözüne girmek istiyor. Fakat o sırada Amanbay’ın sözüne Bibiajar gülüverdi:

– Bravo, bravo, dediği neşeli sesi alttan tutuşmaya başlayan bir kavga korunu aynı zamanda ayaklarıyla basıp söndürdü. – Ben böyle orijinal düşünceler üreten kişileri seviyorum! -dedi Amanbay’a gülümseyerek.

Kargaburunlu, kalın dudaklı Amanbay kürek dişlerini gösterecek şekilde gülümsedi ve söylenenler karşısında çok memnun kaldı. Nedense elinde tuttuğu yarım içilmiş sigarasını yere atarak ayaklarıyla söndürmeye çalıştı.

– Bence içki içmenin bir sanat olduğunu düşünen Kazak, kültürsüz Kazak’tır! -dedi, Aben kızgınlıkla.

– Bence, -dedi Bibiajar çarpıcı bir sesle, “her insanın kendine has bir medeniyeti var. O, herkesin iç dünyasının aynasıdır. Genellikle, bütün insanlık medeniyetinin aynı düzeyde ve belli bir kültür seviyesi olacağını düşünmek yanlıştır!

– Öyleyse, burada bulunanların tamamı da kültürlü müdür? -dedi, Aben, sanki sadece medeniyetsiz insanların ortasına düşmüş gibi, bize bir tiksintiyle baktı.

– Bence, kültürlü diye sadece ve sadece gerçeği seven insanları söylemek mümkündür. Herkesin karşısında kültürlü olarak görünmeye çalışmak da, medeniyetsizliğin bir belirtisidir.

– Bakıyorum…

O sırada, kapı önüne çıkan Sağira ananın:

– Hey, deli kız! Etrafına topladığın erkekleri dağıt da, hemen eve gir, diye sert ses tonu duyuldu.

– Yahu, nedir bu ya! Gece gece şarkı söylemek de nerden çıktı? Sabaha kadar oturacak mısın, yani?!

– İşte, bakın! Dünyadaki en kültürlü insan, benim ninem, -dedi Bibiajar yerinden fırlayıp.

– Çünkü o, kendi düşüncelerini söylemekten hiçbir zaman imtina etmiyor. Haydi, ben geçiyorum!

Koşarak eve doğru gitti. Biz de rahat yerimizden istemeye istemeye kalkıp, evlerimize dağılmaya başladık. Herkes bu hayata birer besteci olarak doğmadığına, Bibiajar’ın kalbini hoş şarkılarla kazanamadığına, en azından Sağira ana gibi ona nidalı seslenmeye bile hakkı olmadığına pişmanlık duydu…

O, bizim köyde yaklaşık bir ay kadar durdu. Gün geçtikçe onun misafir kız olduğunu unutulmaya başladık. Hatta köyümüzden biri oldu. “Herhalde şehirde çok sevdiği biri kalbini kırmış. Bu yüzden buraya gönlü yaralı gelmiş. Bundan böyle Sağira’nın yanında kalacakmış” denilen bir söylenti ninelerimizin ağzında dolaştı. “Canım, ne bileyim, kızcağız bizim köy gibi yere ayak uydurur mu dersin? Kalmaz, gider yarın öbür gün…”– diye ardından kuşkuyla anlattı. Her neyse, Bibiajar bizim köyde uzun süreli kalmasında muamma gibi bir sır olduğu muhakkaktır.

Bir gün kuyu başında hayvan sularken aniden, nerden geldiği bilinmeyen, yepyeni bir “Mersedes Benz” marka araba yanımıza gelerek durdu. İçinden güneş gözlüklü, pek şık giyinmiş bir delikanlı indi. Açık sarı gömleğinin üst düğmeleri açıktı, iki elini böğrüne dayamış şekilde bize doğru bir iğrentiyle bir müddet baktı. Onu Bibiajar görür görmez şaşkınlığa kapıldı. Delikanlı efelenerek yürüdü ve Bibiajar’ın yanına geldi. Onu koltuğundan tutarak bulunduğumuz yerden biraz uzaklaştılar. İkisi epey konuştu. Ne dediklerini biz duymadık. Her neyse, Bibiajar suçlu gibi başını öne doğru eğerek, uzun süre sessiz kaldı.

Bizimki çok mu endişeli, yoksa ondan mı korkuyordu, bilemedik, ayağının ucuyla yeri çiziyor, arada sırada başını sallıyordu kızcağız. Delikanlı ise, kimseye ağız açtırmadı.

Baştan buyana her hareketiyle varlıklı biri olduğu anlaşılan bu zengin delikanlıya önce merakla daha sonra kıskançlık duygusuyla bakıyorduk. Sonrasında ondan iyice nefret ettik. Çünkü çok beklemeden Bibiajar’ı belinden kucakladı ve yepyeni “Mersedes Benz”e doğru yürüdüler. Kapısını açarak ilk önce kızı araca bindirdi, sonra kendisi de oturdu. Sigarasını dudağıyla kıstırıp, güzel bir çakmakla tutuşturdu. Gözündeki güneş gözlüğünü çıkardı ve Bibiajar’a bakarak gülümsedi, boynuna sarılıp yanağından öptü…

Çok zaman geçmeden, demin bahsettiğimiz yepyeni “Mersedes Benz” üzerinde kahve içsen dökülmeyecek rahvan at misali hareket etti. Gözden kayboluncaya kadar arkasından bakarak, ellerimizdeki kovalarla kuyu başında kala kaldık. Sanki biri şiddet uygulanmış ve uzun zamandır herkesten gizlediğimiz değerli bir eşyamızı götürüyorlarmış gibi içimiz yanmaya başladı.

Akşam, yine, aynı kütüğün üstüne üşüşerek Bibiajar’ı bekledik. Fakat o bugün dışarı çıkmadı. Yepyeni “Mersedes Benz” Sağira ananın evinin hizasında batmakta olan güneşin kızıl yansımasıyla parlayor, ışıl ışıl duruyordu. Araba Bibiajar ile aramıza konulan bir engel gibi gözümüze bir menfur göründü. Her ne kadar onun yanına gidip camdan içeri bir göz atmak ve biraz eğlenmek istesek bile yaklaşmadık.

Bir vakit sonra arabanın sahibi dışarı çıktı. Sanki yüzü gözü inek yalamış gibi ışıldıyor, öte yandan kocaoğlan birine benziyordu. Kahkülleri samimayetsizce bakan düşüncesiz gözlerinden ürkmüş gibi yukarı doğru yönelmiş, şimdiden kabalaşmaya başlamıştı. İnildeyerek konuşuyor, ara ara kıs kıs gülüyordu. Neyse, kısacası bizim hoşumuza gitmemişti.