Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Modern Seyahatname», sayfa 2

Yazı tipi:

Burana… Türk Dünyası’nın İlk Minaresi

İslam Peygamberi Hz. Muhammed, kanatlı atı Burak’ın sırtında göklere yükseldiği Miraç gecesinde gök katlarında kendinden önceki Peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail’e bunun kim olduğunu sorar. Cebrail şöyle der:

-Bu zat Peygamber değildir. Siz ruhunuzu Ulu Tanrıya emanet ettiğiniz günden üç yüzyıl sonra yeryüzüne inecek ve dininizi Türkistan’da yayacaktır.

Cebrail Aleyhisselam’ın bu cevabı üzerine Hazreti Muhammed çok sevinmiş, Miraçtan sonra, gece gündüz bu mübarek ruh için dua etmeğe başlamıştı. Tabi bu arada, bu mübarek zattan sahabelerine de bahsetmişve sahabelerinin bu zatın ruhunu görmeği istemeleri üzerine Hazreti Muhammed de dua ederek Miraç esnasında gördüğü zatın ruhunun onlara da görünmesini arzulamıştı.

Hazreti Muhammed’in duası üzerine birden karşılarında kırk silahlı atlı belirdi. Selam verip yaklaştılar. Bu atlılar, başlarında Satuk Buğra Han’ın bulunduğu kırk arkadaşının ruhu idi…”

Bu satırlar, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın destanlaşan hayat hikâyesinde (Tezkire-i Buğra Han) geçiyor. Gerçek olan şu ki O, bir hükümdar olarak İslamiyet’i kabul etmek suretiyle Türk Milleti’nin kitleler halinde Müslüman olmasına öncülük etti. Bunu, Türk tarihinin akışını değiştirmek olarak da ifade edebiliriz. Balasagun’a, mis kokulu çilek tarlaları arasından geçen bir yolla ulaştık. Karşımızda, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın hâlâ ayakta durmakta olan ve orada “Burana” denen minaresi vardı, uzakta da Tanrı Dağlarının başı karlı uzantıları görünüyordu; heyecan dorukta idi.

Düşünebiliyor musunuz; o an bulunduğumuz yerde, bin kusur yıl önce devletin başı bir sabah kalkıyor ve “Ben Müslüman oldum” diyor, millet arkasından yürüyor. Heyecan duymamak, duygu yüklü olmamak mümkün mü? O yüce Hakan’ın ruhuna Fatihalar okuyor ve peş peşe fotoğraflar çekiyoruz. Etrafta barakamsı yapılar ve otantik Kırgız çadırları içinde hediyelik eşya satanlar var. Gözlerimiz müze arıyor ve bulamıyoruz. Neden sonra, o barakaları merak eden arkadaşlardan biri müzeyi fark edip haber verdi. Hayret! Orada asırlar öncesinden kalma pek çok eşya var ve bunları modern bir binada sergileyip tanıtamıyorlar. Müze için giriş parası da ödemiyorsunuz ve görevli bayan bilgiler veriyor. Resim çekmek yasak ama ben izin alarak Kutad Gubilig yazarı değerli üstad Yusuf Has Hacib’in büstü ve her iki yanındaki vitrin bölmeleri ile ayrı bir yerde sergilenen Kutad Gubilig baskılarının bulunduğu camekânın fotoğraflarını çektim. Yalnız, Avrupa’da, İran’da, Arap ülkelerinde karşılaştığımız dert buralarda, Ata yurdumuzda da bizi bırakmıyor. Müzelerde, yollarda, oralarda buralarda Türkiye Türkçesi ile yazılmış bir ibare, bir broşür yok. Oysa oralara en çok biz gidiyoruz ve Türk Dünyası’nın alfabe birliğine geçmesinin gereği bir defa daha bütün açıklığı ile ortaya çıkıyor.

Müzeden çıktıktan sonra gözüm yine minarede idi ve cesaret edip çıktım. Ziyarete gelen Kırgız öğrenciler ve bizim gruptan bazı arkadaşlar da çıkmışlardı. Orada içimden bir şeyler koptu ve yüksek sesle ezan okumaya başladım. Aşağıdan grup arkadaşlarım da duymuşlar ve onlar da duygu yüklü olarak ezanı dinlemişler.

Isıggöl’e vakitlice ulaşabilmek için ayrılmamız gerekiyordu ve ayrıldık. Yine çilek tarlaları arasından geçiyorduk ve bu defa mola verdik. Hemen orada yemek için aldığımız iki kova çileğin parasını Alanya’dan turumuza katılan cefakâr, vefakâr Bayram Ağabey ödedi. Neredeyse avuç avuç yedik ve tadı damağımızda kaldı.

Az sonra güzel bir asfalt yolla Tanrı Dağları’ndan doğup gelen Çu Nehri’nden geçiyor ve onu Isıggöl’e doğru bir sağımızda bir solumuzda görerek devam ediyoruz. Bu nehrin Isıggöl’e döküldüğünü sanıyordum ama yanılmışım; meğer o güzel ve bizim için anlamlı gölün yakınına kadar geldikten sonra batıya doğru yöneliyor ve Çuy Vadisi’nden akıp gidiyormuş.

Gittiğimiz güzel yolun Çin tarafından yapıldığını öğreniyoruz ve Isıggöl’e sanırım 30 – 40 kilometre kala sağa yönelip -tabii ki Çin’e doğru- gidiyor. Biz ise şose – asfalt karışımı bir yola düştük. Tırların o tarafa gidip geldiğine şahit olunca da tabii, Çin’in o güzel yolu babasının hayrına değil, ihraç mallarının pazarlaması için yaptığını anlamakta gecikmedik.

Çu Nehri’nin Isıggöl’e yaklaşıp selam vermeden dönüp gitmesi gibi biz de gölü gördükten sonra nerede ise 25 – 30 kilometre daha gidiyoruz ve suya/sevgiliye kavuşma hasretimiz artıyor. İşin garibi, yol ayrımından sonra toprak yapısı da değişiyor ve adeta bozkıra dönüşüyor. Yer yer yeni oluşturulmuş kayısı bahçeleri görüyoruz. Kurutulmuş balık ve bal satanları gördüğümüzde artık hedefe ulaşmaya az kaldığını anlıyoruz.

Orhun ve Ötüken Gibi Aziz Olan Isıggöl

Şehir içinde, Manas Köyü/Parkı’nda ve hatta Ata-Beyit’teki dağınıklığın aksine Isıggöl girişinde daha düzenli bir yapı ile karşılaştık. Girişler paralı, ayrıca vapur gezisi yapma imkânı var. Niyetimiz, büyük büyük atalarımızın yıkandığı bu suya girmek ve sanki Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yafes, onun oğlu Türk bir anda karşımıza çıkıverecek gibi heyecanlıyız. Göl kenarındaki kumsalda biraz yürüyor ve hayal edip, “Acaba” diyorum, “Acaba Türk atamız et yerken şu kayalıklara mı düşürmüştü de tekrar ağzına götürdüğünde lezzetinin arttığını anlayıp…” Öyle ya, anlatıldığına göre tuz böyle güzel bir tesadüf eseri bulunmuş ve bunu biz başarmışız, Türk Atamız ya da onun oğlu başarmış!

Sonra grup olarak vapur gezisi yapmaya karar verdik. Hava serin, su soğuk. Yalnız, vapur gezisinden sonra belki de yaşça gruptakilerin en büyüğü olan Ali Yıldız büyük bir cesaretle ve bizim adımıza vapurdan suya atlayıp küçük bir gösteri yaptı. Ben de Isıggöl hayaliyle gelirken yolda yazdığım şiirimi yüksek sesle okudum:

 
Gölcük, Karagöl, Acıgöl, Kurugöl
Göller içinde ilk gölüm Isıggöl
Nice denizler olsa da Türk’e göl;
Ege, Hazar, Karadeniz, Akdeniz
Hasretle biz sana geldik Isıggöl.
 

Sonra da, Türkiyemize getirip evimde saklamak üzere gölün suyundan ve kumundan bir miktar alıp pet şişelere koydum.

Isıggöl’e, Balasagun’a, Manas’ın, Abdülkerim Satuk Buğra Han’la Aytmatov’un ülkelerine olan hasretimiz bitmişti ama Issız bucaksız Türk coğrafyasında hasretini çektiğimiz daha nice diyar vardı. Ertesi gün sabah erkenden Kırgızistan havayollarına ait bir uçakla Özbekistan’ın başkenti Taşkent’e doğru havalandık…

TAŞKENT’TEN SEMERKAND’A

“Uçağın merdiveninden inerken karşıya bakan hemen herkes şaşırıyordu. Gözlerimize inanamıyorduk, kulaklarımıza inanamıyorduk. Kalabalık, hava alanından adeta taşıyordu. Terminal binası ağzına kadar tıklım tıklım dolu idi. Yaşa diye bağıranlar, selamünaleyküm diyenler, el sallayanlar, alkışlayanlar ve nihayet hıçkıra hıçkıra ağlayanlar… Demet demet, renk renk çiçekler sunuluyor, kucak kucak çiçek yağmuruna tutuluyoruz. Herkes birbirini çiğnercesine koşuyor, itişiyor, herkes bizi görmek, bize yaklaşmak için kendini kaybetmişe benziyordu…

….Uzakta kalanlar, bizi göremeyenler ileri atılmak için çırpınıyor, zorluyor, kordonu geçmek için kalabalık dalgalanıyor… Alkış, çığlık ve bağırmalar… Sarsıla sarsıla ağlamalar ve hıçkırıklar…

Terminal binasının radyosu sonuna kadar açılmış. Bizim, yüzde yüz bizim olan bir ses, yine yüzde yüz bizim olan bir türküyü söylüyor. Tıpkı Anadolu kasabalarında, herhangi bir kahvede olduğu gibi. Tıpkı Anadolu yaylalarında pilli radyolarda dinlediklerimiz gibi…

….Candan alaka, samimiyet, alkış ve müzik, hepimizi şaşkına çeviriyor. Ne yapacağımızı, nasıl mukabele edeceğimizi bilemiyoruz. Kimimiz şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor ve bir kazadan yeni kurtulmuş, fakat henüz kendine gelememiş bir insanı andırıyor. Kimimiz durgunlaşmış, tıkanmış ve konuşamaz halde. Fakat hiçbirimiz diğerinin yüzüne bakamıyoruz. Herhalde birbirimizin ne halde olduğunu görmemek için veya göz göze gelip halimizin görülmemesi için… Çoğumuz ise zaten birbirini göremeyecek halde, gözyaşlarını tutamayarak ağlıyor, ağlıyor… Ben de ağlayanlar arasındayım. Niçin ağlıyorum? Hırsımdan mı? Sevincimden mi? Heyecanımdan mı? Bunu ben de bilemiyorum. Gözyaşlarımı zaptedeyim diyorum, zaptedemiyorum; dişlerimi sıkıyorum, olmuyor; boşalıyorum ve ağlamaya devam ediyorum. Hem de hayatımda hiçbir zaman yapmadığım şekilde bir ağlayışla…”

Bu karşılama bizim için olmadığı gibi yukarıdaki satırlar da bana ait değil. 1968 yılında devrin Başbakanı Süleyman Demirel’le birlikte Özbekistan’a giden ve eli kalem tutan ender siyasetçilerimizden biri olan Mehmet Turgut, 1969 yılında yayınladığı “Taşkent’e Doğru” isimli eserinde Taşkent Havaalanı’ndaki karşılanışlarını böyle anlatıyor. 1917 yılındaki komünist ihtilalinin vukuundan 50, şimdiki Ortaasya Türk Cumhuriyetlerinin SSCB’nin birer “unsuru” olarak oluşturuluşunun üzerinden de yaklaşık 45 yıl geçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı beraberindeki bir heyetle birlikte Özbekistan’a gidiyor. Hasret ve özlem duygularının tavan yaptığı bir dönem. İnsanlar baskıya, zulme ve başlarına gelecekleri bile bile tek bağımsız Türk Devleti olan Türkiye’den gelenleri böyle karşılıyor, buradan gidenler de onları gönülden kucaklıyorlar.

O seyahatten sonra aradan 25 yıla yakın bir süre geçmiş ve Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte 1991 yılında peş peşe gelen bağımsızlık ilanları tabuları yıkmaya başlamış, karşılıklı gidip gelişler hasreti sona erdirmişti. Haliyle kavuşma heyecanı da giderek azaldı. Biz siyasi bir heyet de değildik ve elbette öyle bir karşılama beklemiyorduk. Ancak çok iyi bildiğimiz bir şey vardı ki biz oradaki kardeşlerimizi çok seviyorduk, onların da bizleri sevdiklerinden emindik. Bunda hiç yanılmadığımızı sivil halkla ilk karşılaşmamızda hemen anladık. O dost bakışlar, “Gardaş… Siz de Müslüman biz de Müslüman” diye sarılışlar başka ne anlama gelebilir? Seyrettikleri Türk dizilerinin kahramanlarını soruşları, hele hele tanıdığımızı, gördüğümüzü söyleyince sanki onlarla karşılaşmışlar gibi yeniden sarılışları aramızda binlerce kilometre mesafe, dağlar, çöller, göller ve denizler olmasına rağmen kanlarımızın kaynayıp birbirini çektiğinin işareti değil de nedir? Yeter ki siyasiler gölge etmesinler, Adriyatik’den Çin Seddi’ne Türkler 6 – 7 değil, 15 – 20 devlet olsalar da aslında tek bir millet olduklarının şuurunda olacaklardır.

Taşkent… Meydanlar, Yeşillikler, Güzellikler Şehri

26 Mayıs 2014 Pazartesi sabahı güneş doğarken Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e inmiştik, 28 Mayıs sabahı güneş doğarken de Özbekistan’ın başkenti Taşkent’teyiz. Gece hiç uyumadığımız için önce otele gidip eşyalarımızı bıraktık, sabah kahvaltısını yapıp dinlendikten sonra şehir turuna çıktık. Hemen şunu söylemeliyim ki daha ilk bakışta hayran kaldım ve adeta çarpıldım. Geniş ve düzenli yollar, yeşil – yemyeşil çevre, devasa ağaçlar ve hayranlığıma hayranlık katan koca koca meydanlar… Evet evet; meydanlar! Burada Timur Meydanı’nı, Bağımsızlık Meydanı’nı, Tiyatro Meydanı’nı gördükten sonra yine dertlerim depreşti. Artık kesinlikle eminim ki bizde şehircilik diye bir şey yok. Öyle inanıyor ve iddia ediyorum ki gelmiş geçmiş ve hâlihazırdaki belediye başkanlarımızla kendi sorumluluk dönemlerinde ortaya çıkan heyula binalardan sözüm ona şikâyet eden, onları yapan müteahhitlere “darıldığını” söyleyen siyaset adamları samimi değiller ve riyakârlar. Avrupa’ya, İran’a, Turan’a yaptığım bütün seyahatlerde en çok meydanlara, şehirlerin temizliğine hayran oluyor, “bizde neden böyle olmuyor” diye hayıflanıyorum. Seyahat yazılarımın hemen hepsinde özellikle meydanlar konusunda bir not düşüyorum. Çünkü bir şehri, bir beldeyi gösteren meydanlarıdır. Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara sözüm ona “modern” bir şehir olmasına rağmen meydanı olmayan bir şehirdir. “Meydan” olarak geçen Kızılay, Tandoğan, Ulus yalnızca birer kavşak noktası, ya da dört yol ağzı konumundalar. Artık giderek bir görmemişliğe dönüşen rantiyecilik, yeni oluşup gelişen semtleri bile berbat etti. Daha on yıl öncesine kadar gecekondu bölgesi iken yeni bir yapılanma ile Ankara’da siyasetçilerin ve özellikle mevcut iktidarın gözdesi haline gelen Çukurambar Semti bile nerede ise 100 – 200 metrede bir yolkesen trafik lambaları, yüksekliğine bakmaya çalışırken insanın şapkasını yere düşüren ve her an yıkılıverecekmiş gibi duran, göz zevkini bozduğu yetmiyormuş gibi rüzgârı ve hava akımını kestiği için mahalle sakinlerine nefes aldırmayan heyula binaları ile şimdiden yaşanmaz hale geldi, getirildi.

Gezip görmek insanın ufkunu açacak yerde gördüğüm güzelliklerle bizdeki garabetleri karşılaştırıyor ve işte böyle öfkelenip derdimi satırlara döküyorum. Sahi, sık sık yurt dışı seyahatlere çıkan yerel ve genel yöneticilerimiz acaba benim gördüklerimi görmüyorlar mı ya da gördüklerinden ders alıp hiç değilse kopya etmeyi de akıl edemiyorlar mı? Ne dersiniz?

Çevre Bilinci

Sonra, Çırçık nehrinden alınan ve Taşkent’in içinden geçirilen su kanalları… Burada sözüm, yöneticilerimizle birlikte kendi insanımıza… Şehrin ortasından geçen su kanalında bir çöp, bir kâğıt parçası, bir pet şişe vb. atık olmaz mı? Özellikle baktım, defalarca baktım, göremedim. Peki, bizde neden öyle değil? Bizde otomobillerde içilen sigaraların kül tablaları, içilen suların şişeleri, yenen meyvelerin artıkları neden yollara dökülüp saçılır? Denizlerimiz, göllerimiz, akarsularımız neden çöplük gibi kullanılır? Avrupa’da ve işte Ortaasya’da sürücüler yayalara saygı gösterirlerken bizde neden yol hakkının hep kendilerinde olduğunu düşünürler?

İşte böyle efendim; gezip görmenin bir alameti olmalı, insana bir şeyler katmalı, kazandırmalı ve yerine göre iğneyi başkasına batırırken çuvaldızı da kendimize batırmayı bilmeliyiz. “İyi de, oralarda eleştirilecek hiç mi bir şey yok?” Var elbette: Öncelikle ve özellikle tuvalet kültürü! Hem en modern, en medeni bildiğimiz Avrupa’da, hem Balkanlarda, hem Ortaasya’da, hem İran’da ve hem de Arap ülkelerinde bu konuda en ileri, en modern, en medeni ülke Türkiye, en dikkatli insanlar da bizim insanlarımız, onda hiç ama hiç şüphe yok. Allah’a şükür evlerimizde, işyerlerimizde, otellerimizde bulunan klasik (Alaturka) ve modern (Alafranga) tuvaletlerimizde musluklar, lavabolar ve bütün dünya ülkelerine fark attığımız taharet musluklarımız var. Klozetlere konan taharet musluklarını ilk defa kim akıl edip uygulamışsa İnşaallah Cennetliktir. Türkiye’ye gelip giden Müslüman – Hıristiyan ülke yetkilileri, özel teşebbüs temsilcileri bizdeki bu uygulamayı neden alıp uygulamazlar acaba? Yoksa onlar da bizimkiler gibi yalnızca turistik gezi mi yapıyorlar, bilemiyorum!

Beni çok rahatsız eden bu konuyu not düştükten sonra Özbekistan’da Merhum Kerimov’un gayretleri ile son yıllarda gerçekleştirilen yenileme çalışmaları ile birlikte bazı türbe ve camilere bu sıkıntıyı giderecek modern lavabolar ve tuvaletler yapıldığını şükranla karşıladığımızı da belirtmeliyim.

Söz Bir İncidir ki…

Litvanya Cumhurbaşkanı’nın ziyareti dolayısıyla Taşkent programımız aksasa da gezip göreceğimiz yerlerde takdim – tehir yaparak amacımıza ulaşmaya çalıştık. Ali Şir Nevai Caddesi’nden geçerken ve cadde üzerinde kendi adına açılan Kütüphaneyi görünce O’ndan söz etmemek olmazdı. Türkçe’nin Çağatay lehçesinde eserler veren bu ünlü simanın kaleme aldığı ve Farsça ile Türkçe’yi karşılaştırdığı Muhakemetü’l Lügateyn isimli eseri ve divanları oldukça ünlüdür. “Nazım Bahçesi’nin Şakrak Bülbülü” olarak nitelendirilen Ali Şir Nevai’ye göre “Söz bir incidir ki onun denizi gönüldür ve gönül bütün anlamları kendisinde toplar” ve “Gönülden söz incileri çıkarma şerefine erenler (Yazarlar – şairler) de bu işin mütehassısıdırlar”

Nevai’nin, “Gönülden söz incisi çıkaracak” olanlara tavsiyelerinden birkaçı şöyle:

“…Türk ve Fars dilleri arasındaki kusursuzluk veya noksanlık bakımından çok büyük farklar vardır. Söz ve ibarede, kelimelerin anlam ve kavramında Türk Fars’tan üstündür. Türk’ün öz dilinde öyle incelikler, güzellikler, sanatlar vardır ki İnşaallah yeri geldikçe gösterilecektir…”

“…Fars dili yüksek ve derin konuları anlatmada yetersizdir. Çünkü Türkçe’nin oluşumunda ve konularında pek çok incelik, özgünlük vardır. İnce farklar, en aşırı kavramlar için bile kelimeler yaratılmıştır ki ancak bilgili kimseler tarafından açıklanabilir.”

“…Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak Farsça şiirler söylemeye özeniyorlar. İyi ve etraflı düşünseler Türkçe’de bu kadar genişlik ve zenginlik durup dururken bu dilde şiir söylemenin ve sanat göstermenin daha beğenilir olacağını anlarlar.”

Aslında değişen bir şey yok tabii… Gençler, siyasiler, sade vatandaşlar, esnaf şimdi de İngilizce’ye özeniyorlar.

Ali Şir Nevai Kütüphanesi’nin ardından modern Kongre Sarayı Marifet Merkezi’ni de gördükten sonra bir sürprizle karşılaşıyoruz: Karşımızda Atatürk Caddesi! Bu cadde taşıt trafiğine kapalı ve adeta bir sanat galerisi gibi. Ressamlar, müzisyenler, el sanatları ile uğraşanlar eserlerini sergileyip satış yapıyorlar.

Taşkent’te dikkatimizi çeken bir şey var: Minare göremiyoruz! Rehberimiz, “Mahalle camilerinde minare olmadığını ve ezanın içeride okunduğunu” söyledi. Nitekim Ortaasya’ya has minareyi ikindi vaktine doğru gittiğimiz İmam Külliyesi’nde gördük ve daha sonra ezan sesi de duyduk.

İmam Külliyesi geniş bir alana yayılmış ve oldukça etkileyici. Hele içeride Hz. Osman’ın derlediği el yazması Kur’an-ı Kerim’in orijinalini görünce etkilenip duygulanmamak mümkün değil. Emir Timur bu muazzam ve bir eşi daha bulunmayan Kur’an nüshasını 1401 yılında yani hüzünle andığımız o Ankara savaşından bir yıl kadar önce Bağdat’tan alıp Taşkent’e göndermiş. Ardından Rus Çarları tarafından Rusya’nın değişik yerlerine götürüldükten sonra Özbekistan SSCB Özerk Cumhuriyeti olarak ilan edilince 1924 yılında tekrar Taşkent’e getirilerek sergilenmiş. Ne yazık ki bu arada 11 sayfası çalınmış ve kayıp. Sonra, dünyanın çeşitli yerlerinde basılan Kur’an-ı Kerim nüshalarının sergilendiği bir vitrin önüne geçiyoruz. Gözlerimiz haliyle Türkiye’den gönderilen bir Kur’an baskısı arıyor ve bir özel yayınevince basılan nüshayı görüyor, Diyanet İşleri Başkanlığınca basılan bir nüshanın da orada olması gerektiğine hükmederek ayrılıyoruz. Devletimiz ve dolayısıyla resmi kurumlarımız nedense bu konulara önem vermiyorlar. Yıllar önce Azerbaycan’da -konu farklı olsa da- benzer bir durumla karşılaşmıştım.

Dostlarla birlikte “Azerbaycan Musiki Medeniyeti Devlet Müzesi”ni gezerken Tarih boyunca Azerbaycan başta olmak üzere çevredeki Türk ellerinde kullanılan musiki aletleri ve konu ile ilgili yayınların bir düzen içerisinde sergilendiğini görmüş ve gözlerimiz yine Türkiye’den gönderilen müzik aletlerini aramıştı. Durumu müze sorumlusu Şahla Hanım’a sorduğumuzda saygılı ve alçakgönüllü bir ifade ile: “Aynı kültürü temsil ettiğimiz için gerek görülmemiştir” deyivermişti ama öyle olmadığı apaçık ortada idi.

Sonraki durağımız Taşkent Pazarı oldu…

Taşkent Pazarı oldukça geniş bir alana yayılmış ve üç ana bölümden oluşuyor: Bir sanat eseri olan devasa bir kubbe altında kurulan Et Pazarı, bizdeki çardaklı pazarlar misali alanlarda kurulan Kuru Gıda, Kuru Yemiş Pazarı ve Sebze Meyve Pazarı.Ayrıca bu pazarların hemen yakınında hediyelik eşya ve özellikle ipekli ürünler satan dükkânlar, mağazalar.

Alper Tunga öldi mi/Ödlek öcün aldı mi/Issız acun kaldı mi/Emdi yürek yırtılur

29 Mayıs sabahı Semerkand’a gitmek üzere Taşkent Tren İstasyonu’ndayız. Yolculuk yapacağımız hızlı trenin adının Afrosiyab (Alper Tunga) olduğunu öğrenince lise sıralarında okuduğumuz Alper Tunga Destanı’nı hatırlayıp heyecanlandık. Alper Tunga aslında, şimdiki Özbekistan topraklarında yaşayan bir Türk kahramanı. Farslarla savaştığını ve hemen hiç yenilmediğini biliyoruz. Sonunda İran’daki Med Hükümdarı Keyhusrev O’nu bir ziyafete çağırır ve orada zehirleterek öldürür. Dolayısıyla, Farsların korkulu rüyası olduğu için Alper Tunga’ya “Kötülük ilahlarına” verdikleri isim olan “Afrosiyab” adını takmışlardır. Fars kültürünün etkisiyle Ortaasya coğrafyasında da bu adla anıla geliyor olması biraz tuhaf. İşte o kahramanın adını taşıyan trenle Anadolu’da İslamiyet’in yayılıp şekillenmesindeki ana unsurların kaynaklarından biri olan Semerkand’a doğru hareket ettik.

Tren yolu güzergâhında –özellikle pamuk- ekili tarlaları, düzenli bahçeleri ve otlayan küçük ve büyükbaş hayvanları görünce -sanki Türkiye’de bunları görmemiş gibi- heyecanlanıp sevinmemin/sevinmemizin anlamı herhalde hasret duygularıyla ifade edilebilir. Derken ayrı bir heyecan dalgası geliyor; rehberimiz Mansur Buhari “Az sonra Siriderya (Seyhun) Nehri’nin üstünden geçeceğiz” deyince zaten elimde hazır bekleyen fotoğraf makinemi tren penceresine doğru yöneltip nehir görüntüye girdiği anda düğmeye basmak üzere avcılar misali nişan pozisyonu alıyor ve -olabildiği kadar- başarıyorum… Az sonra Zerefşan (Altın Akan) Nehri’ni de görüyoruz. Zaten Semerkand da Zerefşan Vadisi’nde kurulan bir şehir. Hemen Amuderya (Ceyhun) Nehri’ni merak ediyoruz ve onu Buhara’dan sonra, Hive’ye giderken göreceğimiz söyleniyor.

Evet… Bu coğrafyada bulunan nehirler, bu toprak, bu hayvanlar, kuşlar ve hatta çöller bize hep geçmişimizi, atalarımızı hatırlatıyor ve heyecanlandırıyor. Yol kenarlarında ve yerleşim yerlerinin giriş çıkışlarında bulunan tabelalarda, “Vatanı sevmek imandandır”, “Müstakillik en iyi nimettir”, “Şu aziz vatan parçalanmaz ki”, “Özbekistan, geleceği büyük devlet” gibi daha pek çok sözü okuyor ve ister istemez Türkiyemizdeki okullarda okunan Andımız’ın yasaklanması konusunu hatırlıyoruz.

Hızlı tren hızla akıp gidiyor ve Semerkand’a ulaşıyoruz. Burada tren istasyonuna “Vokzal” adını vermişler. Rehberimizin ifade ettiğine göre, Sovyetler zamanında İngiltere’ye gidenler orada Vokzal isimli bir yerleşim yerinin isminden etkilenerek bu adı kullanmaya başlamışlar ve bir daha da değiştirilmemiş.

Derler ki Semerkand, “Güzel şehirlerin birincisi ve İslamiyet’in kubbesi/kuvveti”dir… İşte biz şimdi bu güzel ve anlamlı şehirdeyiz. Bu şehirde gezilip görülecek, manevi atmosferinden faydalanılacak o kadar yer var ki: İmam Buhari Türbesi, Uluğbey Medresesi, Sher-Dor (Ser-dar) Medresesi, Tilya-Kari Medresesi, Uluğ Bey Rasathanesi, Semerkand Afrasiyab müzesi, Timur’un Gur Emîr türbesi, Shakh-i Zinda (Şah-ı Zinde) türbesi, Bibi Hanım Camii, Hazreti Hızır Camii, Davud Peygamber türbesi, Zümrüt Hoca Camii, Bibi Hanım türbesi, Kok Camii, Chorsu (Çarsu) antik ticaret merkezi, Abu Mansur Matridiy (Ebu Mansur el-Matüridî) türbesi, Rukhobod türbesi, Aksaray türbesi, Nisbatdor Hoca Cami, Abdu Darun Hoca türbesi, Ishrat-Khana (Ishrathona – İşrethane), Namazgâh Cami, Kok Saray kalıntıları…

Hepsini gezip görmek için en az bir hafta Semerkand’da kalmak gerekiyor ancak bir tur organizasyonunda zaman sınırlı. Üstüne üstlük Litvanya Cumhurbaşkanı da peşimizi bırakmıyor. Bir gün önce Taşkent’te olduğu gibi onunla adeta köşe kapmaca oynuyor ve ziyaret edeceğimiz yerleri ya öne alıyor ya da sonraya bırakıyoruz. Bu iş bizde de öyle değil mi? Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’ın da katılacağı bir yemeği, hatta bir cenaze törenini düşünün; gittiğinize gideceğinize pişman olursunuz!

₺52,48

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
114 s. 191 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-97-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre