Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Modern Seyahatname», sayfa 3

Yazı tipi:

Meydanlar ve Türbeler…

Meydan konusuna girmeden geçersem ayıp olur. Bizdeki meydansız şehirler, ilçeler ve köylerin aksine oralarda ilk göze çarpan meydanlar. Semerkand’da özellikle Recistan (Kumluk Alan) Meydanı’na hayran olmamak mümkün değil.

Semerkand’da ilk ziyaretimizi Buhari Hazretleri adına düzenlenen ve türbesinin de içinde bulunduğu külliyeye yaptık. Buhari,bilindiği gibi İslamdininin en büyük Hadis Âlimisayılır. İslam Peygamberinin vefatından 178 yıl sonra dünyaya gelmiş olmasına rağmen büyük bir araştırma içine girerek Kuran-ı Kerim’den sonraki en büyük İslami kaynak olan Hadis-i Şerifleri önemli ölçüde derlemeyi başardı ve Hadis İlmi’nin oluşmasına öncülük etti.

Sünni Müslümanlığın itikad (inanç) imamlarından Maturidi Hazretleri, Türk kültür dairesinde yetişen ve milletimizin dini inançlarının oluşmasında büyük rolü olan muhterem zat. O’nun türbesi de Semerkand’da. Ziyaret edip ruhuna Fatihalar gönderdikten sonra Emir Timur’un çok sevdiği hanımı Bibi Hatun Türbesi ve Bibi Hatun Camisi’ni ziyaret ettik. Bu caminin avlusunda bulunan ve Taşkent’te ziyaret ettiğimiz Hz. Osman zamanında derlenen el yazması Kur’an-ı Kerim’in boyutlarındaki mermer rahle oldukça dikkat çekici idi. Emir Timur Türbesine gitmeden önce Bibi Hatun Türbesi ve Camii’nin hemen yakınında bulunan Pazar yerine uğramayı da ihmal etmedik.

Ve Emir Timur Türbesi… Dünya ve Ortaasya tarihinde önemli bir yeri olan bu büyük komutan haklı olarak Özbekistan’da çok seviliyor. Hemen bütün meydanlarda onun devasa heykellerini görmek mümkün. Timur’un türbesi de muhteşem. Türbe içinde yalnız kendi mezarı değil, hocası Seyit Bereke, büyük âlim ve devlet adamı Uluğ Bey ve başkaları da medfun bulunuyor.

Elde olmayan sebepler yüzünden program aksadığı için akşam oldu ve Uluğ Bey Rasathanesi ile Şah-ı Zinde ziyaretlerini ertesi güne bırakmak zorunda kaldık. Dolayısıyla sabah erken çıkmayı planladığımız Buhara yolculuğuna gecikmeli olarak başlayabileceğiz.

30 Mayıs günü otelde yaptığımız sabah kahvaltısından sonra ilk durağımız Uluğ Bey Rasathanesi oldu. Astronomi alanındaki buluşları ile ilim adamlığı devlet adamlığının önüne geçen bu büyük insanın mezarını Emir Timur Türbesi içinde ziyaret etmiştik ama adına düzenlenen ve ilim tarihine yaptığı hizmetleri sergileyen rasathane – müzeyi görmeden gidemezdik.

Bu güzel şehirdeki son ziyaretimizi Ortaasya’daki tek Sahabe olarak bilinen Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbas’ın oğlu Şah-ı Zinde (Yaşayan Şah) Kusam bin Abbas’ın türbesinin bulunduğu külliyeye yapıyoruz. Külliye Efrasiyab Tepesi’nin yamacında bulunuyor ve Giriş, Orta ve Üst olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Kusam bin Abbas, Semerkand’ı İslam’a kazandıran Sahabelerden olup 672 yılında şehid olarak buraya defnedilmiş. Timur zamanında da etrafında, sayıları onu bulan diğer türbe/mezarlar oluşturulmuş. Bu mezarların, Emir Timur’un yakınları ve devlette önemli görevleri olan kişiler olduğu biliniyor. Tam bir manevi atmosfer ortamındayız. Cümlesini rahmetle anarak ve ruhlarına Fatihalar göndererek Semerkand’a veda ediyoruz. Veda şiiri, grubumuzun eli kalem tutanlarından cefakâr ülkü adamı Ali Yıldız’dan:

 
“Şimdi gidiyorum selametle kal/Gönlüm sende kaldı yahşi Semerkand
Meydan meydan gönülleri fethettin/Uluğ Beğ’li, Maturidli Semerkand
Beş bin yılı bir şehre sığdıran,/Şah-ı Zinde ile rahmet yağdıran
İmanını Buhariyle yoğuran/Türklük bereketi, Özbek Semerkand.
Yıllarca ağıtlar yaktık adına,/Şu bahtsız Türklüğün şanı adına,
İçten dileğimiz; er muradına,/Emir Timur yadigârı Semerkand.”
 

ÇÖLDE YEŞEREN MEDENİYET GÜLLERİ: BUHARA VE HİVE

30Mayıs 2014 günü Emir Timur yadigârı Semerkant’tan ayrılarak otobüsle Buhara’ya doğru yola çıkıyoruz ama Emir Timur’dan ayrılmıyoruz. Çünkü yolumuz O’nun doğduğu Şehr-i Sebz’den geçecek.

Kırgızistan, Taşkent ve Semerkant’ta da olduğu gibi yol boyunca ve geçtiğimiz yerleşim yerlerinde nerede ise bütün dalları budanmış sıra sıra dut ağaçları görüyoruz. Çin’den başlayıp Anadolumuza, buradan da Avrupa’ya uzanan tarihi İpek Yolu güzergâhında ipekçiliğin ana unsurlarından biri olan dut ağaçları bu coğrafyada sanki bir sembol gibi. Zaten bizler de mevsimin ilk dut meyvesini bu seyahat sırasında yedik. Özbekistan’a baştanbaşa bir dutlar ve leylekler ülkesi dense yeridir. Biz Türkiye’de leyleği ya havada ya yuvasında ya da tarlalar içinde ve uzaktan görebiliriz ama Özbekistan’da öyle değil. Evcil hayvanlar gibi insanların arasında dolaşıp duruyorlar.

Semerkand’dan ayrıldıktan sonra bir süre düzenli bağlar, bahçeler arasından geçiyoruz, ardından stepler başlıyor ve Şehr-i Sebz yol ayrımına kadar devam ediyor. Yeniden ekili tarlalar, bahçeler ve su kanalları görüyoruz. Su gerçekten başlıca hayat unsuru. Yeter ki suyu görsün; çöl bile canlanıveriyor!

Rehberimiz bizi, Çerağcı Kasabası’nda otantik halı, kilim ve el işlerinin de üretilip satıldığı bir köy evine götürdü. Orada, Şerif Baba, oğlu Muhammed, gelini ve torunları ile tanıştık, tandırdan hemen o anda çıkardıkları sıcak köy ekmeği ve çay ikram ettiler. Bizler de el emeği göz nuru ürünlerinden satın alıp yolumuza devam ettik.

Emir Timur’un doğduğu yer olan Şehr-i Sebz’de (Yeşil Şehir) bizi yine O’nun heykeli karşıladı. Timur, 1370 yılında Moğolları kovarak Semerkand’ı başkent yapmışsa da doğduğu yeri ihmal etmedi. Burada yaptırdığı saray oldukça yıpranmış olmasına rağmen ilgi ve turist çekiyor. Saray ziyaretinden sonra Şehr-i Sebz’de, ev yemekleri yapan otantik bir mekânda Kazan Kebabı ve Maşkorda Çorbası içtik. Yemekten sonra hemen yakınlardaki Hazreti İmam Mescidi’ne gittik. Darü’l Tilavet ve Darü’s Saadet bölümlerinin de bulunduğu Hz. İmam Mescidi külliyesinde Timur’un babası, hocası ve birinci oğlu Cihangir’in mezarları bulunuyor.

Şehr-i Sebz’den ayrıldıktan sonra Buhara’ya doğru şiddetli bir yağmur altında ilerliyoruz. Otobüsümüzün silecekleri nerede ise yeterli olmuyor ve camlar buğulandığı için bir süre etrafı göremiyoruz.

On – on beş dakika sonra yağmur kesiliyor ve “Karşı” diye adlandırılan bölgede, Isparta gül tarlalarını andıran bir gül bahçesinden sonra gelen akaryakıt istasyonunda kısa bir ihtiyaç molası veriyoruz. Maalesef yine içinde musluğu olmayan tuvaletlerde ihtiyaçlar giderildi. Buna rağmen görevli genç, kişi başı 500 som almayı ihmal etmiyor. İstasyonda çay – kahve imkânı da olmadığı için açık alanda, otobüsün termosundan faydalanıp çaylarımızı içtikten sonra yolculuğumuza Sarı Kum Çölü’nün ortasında devam ettik. Çölde haliyle bağ – bahçe yoktu ama zengin doğalgaz yatakları vardı. Doğalgaz Çevrim Santralleri’ni ve alçı ocaklarını gördük. Allah insanları nimetsiz bırakmıyor. Tabiatın suyu ve yeşili yoksa gazı ve petrolü oluyor. Onun içindir ki Yaradanımıza ne kadar şükretsek yine de az. Yalnız Özbekistan seyahati sırasında bizi biraz hayrete ve hatta şaşkınlığa düşüren bir konudan bahsetmeden geçemeyeceğim: Anlaşılan o ki zengin kaynaklara sahip olunduğu için koca ülkede doğalgaz girmeyen ev yok. Nerede ise dağda, çölde, ovada, tarlada ve aklınıza gelen her yerde bir ev varsa oraya doğalgaz verilmiş. Bizi şaşırtan ise tesisatlar… Bizde cadde ve sokaklardan geçen ana borular yeraltına alınıyor, bağlantı boruları ana kapı girişine kadar yine yeraltından getirilip binalara duvar üstünden giriş veriliyor. Oralarda ise sanki yeraltından geçen hiç doğalgaz borusu yok. Borular, ekilip biçilen tarla kenarlarından, yollardan, sokaklardan hep açıkta ve korunaksız olarak geçiriliyor, evden eve havadan aktarılıyor, yola rastlayan yerlerde borulara ters “U” şeklinde bir kıvrım verilip taşıt ve insan trafiğinin alttan işlemesi sağlanıyor. Hal böyle olunca çirkin bir manzara oluşuyor ve dolayısıyla tehlike arz ediyor.

Çölde kum fırtınasını önlemek için yer yer sagsagut ya da sazak olarak adlandırılan bitkilerin dikildiğini ve oralarda bir hayat belirtisi olarak keçilerin de otladığını gördük. Bu manzara bana Arafat’ı hatırlattı. Bir zamanlar ve tabii Peygamber Efendimiz zamanında tamamen yakıcı bir çöl durumunda olan Arafat’a da ortama uygun bitkilerin yetiştirilmesiyle yemyeşil, ağaçlık bir görünüm kazandırıldı.

Meslek olarak Ziraat Mühendisi olan Kadir Tosun arkadaşımız, çölün bitki fakirliğini giderecek bir Kaktüs Projesi’ni Türkmenistan’a sunduğunu, bu gerçekleştirilebilirse Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi çölleri olan ülkelerin çehrelerinin değişeceğini ve yeni bir zenginlik kaynağına sahip olacaklarını ifade etti.

Nihayet Buhara’ya yaklaşınca çöl ortamı bitti ve yeniden alabildiğine geniş pamuk tarlalarını, yeşil alanları görmeye başladık. Az sonra önümüze bir ırmak çıkmasın mı? Biz “Ceyhun mu yoksa” diye sorarken rehberimiz, “Hayır, Amuderya yani Ceyhun’dan getirilen su kanalı” dedi. Koca bir ırmak gibi su kanalı! İşte çölün önemli bir bölümü bu kanallarla sulanıyor ve canlandırılıyor.

Buhara’da Özbek Pilavı

Buhara’ya girerken saat 20.00’ye geliyordu. Akşam yemeği de öğleyin Şehr-i Sebz’de olduğu gibi yine otantik bir ortamda organize edilmişti ve Özbekistan’a gidip de Özbek Pilavı yememek olmazdı. Ulubek kardeşin evinde, aile fertleri Zuhra, Aziz Bek ve afacan Cevahir’in kusursuz hizmetleriyle bizim için özel olarak hazırlanan pilavı afiyetle yedik. Yemek sırasında Özbek Sanatçı Saadet Hanım bize Özbekistan, Azerbaycan ve Türkiye Türkçeleri ile şarkılar söyledi.

Yol yorgunluğumuz geçmişti ve adeta her karış toprağından tarih fışkıran Buhara’yı yarın sabahtan itibaren doya doya gezebilmek için uykuya da ihtiyacımız vardı. Otelimize gidip yerleştik.

Buhara… Tarih ve Maneviyat Fışkıran Şehir

31 Mayıs günü, kaldığımız Buhara Otel’in tam da şehrin merkezinde ve tarihin kucağında olduğunu sabah kahvaltısı vaktinden bir saat kadar önce dışarı çıkınca anladım. Kendimi bir anda 1100’le 1700. yıllar arasında buluvermiştim. Otelimizin karşısı, sağı, solu her yanı tarihi eserlerle dolu idi. Her eserin önünde künyesi, devlet tarafından koruma altında olduğuna dair tabelaları vardı. Daha sonra “Leb-i Havuz” olarak adlandırılmış olduğunu öğrendiğim bu yerdeki tarihi eserlerin yalnızca dış mekânlarının fotoğraflarını -otelimizden en fazla 250 – 300 metre ayrılmış olmama rağmen- ancak bir saatte çekebildim. Hepsini anlatmak zor ama 1600 – 1700’lü yıllara kadar orada yapılan mescidler, bir bölümü artık müze olarak kullanılmakta olan kervansaraylar, medreseler, konaklar, çarşılar ve onlarla yaşıt dut ağaçları olduğunu belirtmekle yetineyim.

Kahvaltıdan sonra rehberimizle birlikte önce tarihte ilk tuğla kullanılan yapı olduğu söylenen İsmail Samani Türbesi’ne gittik. “İyi düşün, iyi konuş, iyi davran” sözünü bir düstur haline getiren İsmail Samani’ye ait türbenin işçiliği gerçekten görülmeye değer.

Buhara şehri bölgenin özelliği dolayısıyla devamlı baskınlara, işgallere ve el değiştirmelere rağmen kurulduğu tarihten beri yerini değiştirmemiş, aynı yerde büyüyüp küçülmüş. İsmail Samani Türbesi’nden sonra önce Çeşme-i Eyyub Türbesini sonra da Özbekistan Müslümanları İdaresi’nin denetimindeki Bala Havz Mescidi’ni ziyaret ettik. Artık kaleye çıkabilirdik.

Semerkand’da olduğu gibi burada da aynı isimle anılan Recistan Meydanı var. Meydanın doğusunda da “Ark Kalesi”. Bugün artık bir kale/müze durumunda olan kalenin doğu ve batısında iki kapısı var. Doğu kapısı Guriyan Kapısı (Cuma Mescidi), batı kapısı ise Recistan Kapısı olarak biliniyor. Kalede bulunan sarayın çeşitli bölümleri ve diğer müştemilat tarihi eserler, el yazması Kur’an-ı Kerimler, eski el sanatları ve çeşitli işlemelerle donatılmış. Hanlardan birine hediye edilmiş olması muhtemel bir Kâbe Örtüsü ile hat örnekleri de orada sergileniyordu.

Kaleden indik ve 16. Yüzyılda yapılan Mir Arap Medresesi ile Karahanlı Arslan Han tarafından yaptırılan Kalan (Kalyon) Camii’ni ziyaret ettik.

Sonraki durağımız, İslam dünyasında ve özellikle Türkiye’de pek çok müridi bulunan Bahaeddin Nakşibend’in türbesi oldu. Özbekistan’da hüküm süren Çağatay Hanedanı ve Timurlular devrinde Buhara ve çevresinde yaşayıp Nakşibendiyye Tarikatı’nı kuran Bahaeddin Nakşibend, Hz. Ebubekir’le başlatılan “Altın Silsile”nin en önemli simalarından biri idi ve Ortaasya dini hayatında oldukça etkili olmuş, başta Uluğ Bey olmak üzere devlet adamları da O’ndan etkilenmişlerdi. “Elin kârda, gönül yarda” (Elin işte, gönlün Allah’ta olsun” diyen Nakşibend Hazretleri’nin doğum yeri olan Kasrıârifan’daki türbesi son yıllarda Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un başlattığı restorasyon çalışmaları sonunda adeta yenilenmiş ve çevre düzenlemesi yapılmış. Bahaeddin Nakşibend’in türbesi alışılagelmiş türbelerden farklı ve üstü açık. Bu durum, kendisinin açık havada yatıp uyumayı sevmesine bağlanıyor.

Ertesi gün Özbekistan’ın bir başka incisi, Harzemşahların merkezi, Türklerin Soy Kütüğü’nü yazan Hive Hanı Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın merkezine hareket edecektik ki sabah otelden ayrılırken bir teyze gelip bizi tütsüledi. Nazar deymez İnşaallah ve seyahatimizi sağ salim tamamlarız.

Yola revan olmuşken Kadir Bey kardeşimiz ve tur rehberimiz Mansur, “Orayı görmeden Buhara’dan ayrılmamamız gerekir” diyerek otobüsümüzü durdurdular ve birlikte yürüyerek hemen ara sokaklara girdik ki karşımızda küçük ve şirin ama yapısı itibariyle oldukça farklı bir cami var: Chor Minor (Dört Minareli Cami). O camiyi de ziyaret edip yola devam ettik.

Buhara’ya gelirken Sarıkum Çölü’nü geçip gelmiştik, Hive’ye giderken bu defa, çizgiroman müptelalarının hatırlayacağı Karaoğlan’ın at koşturduğu Kızılkum Çölü’nü asırlar sonra biz otobüsle geçerken bir de durup poz verdik. Hive’ye 200 kilometre kala çölün ortasında duble beton yol konforu yaşamaya başladık. Bu konfora rağmen yolun fazla işlek olmadığını söyleyebilirim. Buhara – Hive arasındaki yaklaşık 500 kilometrelik yol boyunca gördüğümüz araç sayısı, Rusya’ya gelip giden tırlar dışında sanırım 50’yi geçmedi. Çölde yolculuk gerçekten zor. Zaman zamangelen kum fırtınaları o güzelim asfaltı bir anda kum yığınına dönüştürebiliyor. Dolayısıyla yol uzayınca mola verme ihtiyacı doğdu ve yol üstündeki bir kır bahçesinde piknik misali öğle yemeği yedik.

Türkmenistan Karşımızda…

Tekrar yola koyulduktan bir süre sonraheyecanla beklediğimiz Ceyhun (Amuderya) Nehri nihayet göründü. Meğer nehrin karşı tarafı da vize verilmediği için -şimdilik- gidemediğimiz Türkmenistan toprakları imiş. Yolun nehre hâkim bir noktasında mola verip vize bürokrasisine inat resim çektik, çektirdik.

Aslında bu durum bizi tatmin etmemiş, atalarımızın hatıralarını taşıyan Ceyhun Nehri’ni uzaktan seyredebildiğimiz için üzülmüştük. Ancak nehri asıl Hive yakınlarındaki Ürgenç tarafında görüp üstünden geçeceğimizi öğrenince teselli bulduk.

Tekrar yola koyulduktan bir süre sonra Ceyhun Nehri sandığımız bir akarsudan geçerek yeni bir heyecan yaşadık ve bu suyun da Ceyhun’dan aktarılan sulama kanallarından biri olduğunu öğrenmekte gecikmedik. Evet, Aral Gölü işte bu yüzden kuruyor ama suyun geçtiği yerlerde de tabiat canlanıyor, yerleşim yerleri oluşuyor. Geçtiğimiz yer Karakalpakistan Özerk Bölgesi ve insanlar tarlalarda, bahçelerde çalışırlarken bize el sallıyorlar.

İşte beklediğimiz an geldi… Karakalpakistan Özerk Bölgesi’nden Harezm Bölgesi’ne yol alırken Ceyhun (Amuderya) Nehri üzerinden geçiyoruz. Köprünün iki başında karakol olduğu için resim çekmek yasak. Biz ara bölgede, otobüsün içinden yakalayabildiğimiz kareleri çekiyoruz. Bir gün önce yağmur yağdığı için su bulanık akıyor. Ceyhun Nehri’ni bu kadar yakından seyrederken fotoğraf karesine girdiği için eşim benden daha şanslı idi.

Ceyhun’dan sonra su içindeki pirinç tarlalarını seyrederek Harezm’in başkenti Ürgenç’ten geçip Hive’ye doğru yol aldık. Harezm’in “Köhne Ürgenç” olarak anılan eski başkenti ise Türkmenistan sınırları içinde kalıyor. (Bakalım bürokrasiyi aşıp Köhne Ürgenç’i de görebilecek miyiz?)

Masal Şehir Hive

Ürgenç’le Hive arası 35 kilometre ve arada troleybüs çalışıyor. Bölge oldukça sulak ve verimli. Peş peşe bahçeler, pirinç tarlaları göze çarpıyor ve yol kenarındaki bir tabelada “Sözün Başı Selam İşin Başı İntizam” vecizesini okuduktan sonra “Minareler ve kubbeler” ya da “Masal şehri” olarak nitelendirilen Hive’ye girdik.

1917’de vuku bulan komünist ihtilaline kadar Ortaasya’nın en önemli dini merkezlerinden biri olan Hive’de 94 cami ve 63 medrese (Peygamber Efendimizin her yaşı için bir medrese) bulunmakta idi. Nitekim biz de 1970 yılından beri otel olarak kullanılmakta olan Muhammed Rahimhan Medresesi’nin dersliklerinde kaldık.

Hive, tıpkı Buhara ve benzeri Ortaasya şehirleri gibi sık sık baskına uğrayan, kısacık tarihinde 125 Han tarafından yönetilen bir ülke. Buna rağmen başta Şir Gazi Han, İlbars Han, Timur Gazi Han, Muhammed Rahim Han ve Ebu’l Gazi Bahadır Han olmak üzere hanların önemli bir kısmı ilim erbabını ve sanatkârları koruyup kollamalarının yanında kendileri de ilim ve sanatla uğraşıyorlardı. Şecere-i Türkî ve Şecere-i Terakima isimli eserlerin müellifi olan Ebu’l Gazi Bahadır Han hem iyi bir taraihçi idi hem de hüküm sürdüğü dönemde Hive Hanlığı’nı Ortaasya’nın en güçlü devletlerinden biri haline getirmişti.

Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın Mezarı

Türk tarihi açısından günümüzde de önemli birer kaynak olarak kabul edilen eserlerinden dolayı Ebu’l Gazi Bahadır Han’a özel bir hayranlığım vardı. Nitekim Kırgızistan seyahatimiz sırasında Issıggöl kenarında da O’na atıfta bulunarak bu gölün Türk tarihindeki önemini anlatmaya çalışmıştım. Hive’deki ilk işim de O’nun izlerini aramak oldu. Ne yazık ki Özbek rehberimiz bu büyük şahsiyetten habersizdi. Gezmekte olduğumuz müzede camekânlı bölmelerde sergilenen tarihi evrak ve malzemeleri incelerken Ebu’l Gazi Bahadır Han’dan söz eden bazı sayfalara rastlayıp hemen rehberimize gösterince mahcup oldu ve “mezarını araştırıp öğreneceğini” söyledi. Müzeyi gezerken nihayet Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın çerçeveli bir portresine de rastladım.

Hive Hanlarının sembolünün de ayyıldız olduğunu bu müzedeki incelememiz sırasında öğrenince bir daha, bir daha heyecanlandık ve Türk tarihi ile tekrar tekrar gururlandık. Bu heyecan ve gururla, ışıklandırılmış camekân içindeki ayyıldızın fotoğrafını çekmeye koyuldum. Işıklardan dolayı cam parladığı için sonuç almak zordu ama benim için hoş bir sürpriz oldu: Görüntüm cama yansımış, ayyıldızla iç içe bir halde kendimi de çekmişim. Tebessümle çektiğim fotoğrafa bakarken grubumuz müzeden ayrılıyordu. Peşlerine düşüp gittim.

Gidilen yer “Pehlivan Mahmud Türbesi” olarak anılan bir külliye idi. İçeride Hive hanlarının da türbeleri olmasına rağmen veciz sözleri ve şiirleri de olup “Sırtı yere gelmeyen Pehlivan” olarak ün yapan Pehlivan Mahmud’un adı öne çıkıyor ve külliye O’nun adıyla anılıyor. Avluya girince de zaten duvarlarda Pehlivan Mahmud’un vecize haline gelen mısraları ile karşılaşılıyor. İşte onlardan biri: “Üç yüz dağı parçalamak kolaydır/Gökyüzünü kalbin kanıyla boyamak kolaydır/Yüz yıl hapiste kalmak kolaydır ama/İlimsiz insanla bir saniye konuşmak zordur.”

Başta Birinci Muhammed Rahim Han olmak üzere içerideki türbelere Fatihalar okuyup fotoğraflarını çekmeye çalışırken rehberimiz heyecanla yanıma gelip müjdeyi verdi… Evet, Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın mezarı meğer birkaç metre yakınımızda bulunuyormuş. Rehber ayrıldı, ben o tarafa gittim. Az önce de oradan geçmiş, gelen ziyaretçilere bazen bir, bazen iki ayet okuyarak “El Fatiha” diyen görevlinin yaslandığı paravanın arkasında kalan tabut şeklindeki iki mezarı fark etmemiştim. Emin olmak için o mezarların kime ait olduğunu Kur’an ayetleri okuyan görevli kişiye de sordum. “Ebu’l Gazi Bahadır Han’la oğlu Enuşa Han” deyince sanki mezarın yerini ilk defa keşfeden bilim adamı gibi sevindim. Fatihamı okuduktan sonra görevli kişiden kalkmasını rica ederek paravanı da kenara çektim ve mezarları fotoğrafladım. İşte şimdi olmuştu ve Türklerin Soy kütüğünü çıkaran Ebu’l Gazi Bahadır Han’la Yafes’in oğlu Türk ve Issıg Göl’le Hive bir araya geldiği için Kırgızistan gezisi ile Özbekistan seyahati bir bütünlük kazanıvermişti. Tekrar tekrar mezarlara baktım, görevliye teşekkür edip ayrıldım.

Grup arkadaşlarım ortalıkta yoklardı. Dışarı koştum ve az ilerde yetişerek bu konuyu merak eden Ali Yıldız, Muharrem Yelli-ce ve Resul Kaya’ya müjdeyi verdim. Onlar da hemen gidip fotoğraf çektiler.

Bir sonraki durağımız, “Ağaç oymacılığının müzesi” olarak ün yapan, beş bin kişinin namaz kılabildiği, Cuma ve bayram günlerinde şerbetler yapılıp ikram edilen 213 sütunlu Cuma Mescidi idi. Mescid, 10. Yüzyıldan başlayarak değişik zamanlarda yakılıp yıkılmış ama hep yenilenmiş ve şu anda 19. Yüzyıldaki haliyle ayakta duruyor.

Yüksek bir yerden bakıldığı zaman Hive “bir avuç” yer gibi görünüyordu ama her zerresinde tarihin izleri olunca öyle bir – iki günde gezip incelemek mümkün değildi. Günlerimiz ise sayılı idi ve bu yüzden akşamüstü Ürgenç’e gidecek, oradan uçakla Taşkent’e geçip 3 Haziran sabahı da Türkiyemize uçacaktık.

₺52,48

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
114 s. 191 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-97-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre