Kitabı oku: «Eğer Beni Ararsan», sayfa 2
5
1945 sonbaharında babamın dükkânı başka birine satılıyor. Dış cepheyi beyaza boyayan ve dükkânın adını değiştiren bir adama. Satıştan elime geçen parayı Bonnet’lerle Thibault’lar arasında bölüştürüyorum. Bu ailelerin ikisi de hayatımı kurtardı. Kendime sadece ufak bir miktar ayırıyorum. Bu parayla Filistin’e gitmek için bir bilet alacağım. Hayal ettiğim üzere Londra’ya değil. Londra çok yakın. Daha uzağa, anılarımdan, annemle babamın hayaletlerinden uzağa gitmeye ihtiyacım var. Sonsuza kadar değil, sadece bir süreliğine. Roger ve karısı Catherine Filistin’de Fransızca öğretmenlerine ihtiyaç duyulduğunu bildiriyorlar bana. Catherine’in erkek kardeşi Samuel birkaç sene önce yerleşti oraya. Mimar olmuş ve mutluymuş. Ben de mutlu olabilirim. Süt ve bal diyarında hayatımı değiştirebilir, her şeye yeni baştan başlayabilirim. Catherine gemiye binmemi sağlayacak bir adam tanıyor. “Ama çok rahat bir yolculuk olacak zannetme sakın,” diye ekliyor. “Yeni mülteci kabul etmiyorlar artık.”
“Ne demek istiyorsun? Kim kabul etmiyor mültecileri? Yahudiler mi?”
Başını iki yana sallıyor. “Hayır. İngilizler. Kota koymuşlar. Olanlar düşünüldüğünde akıl alır gibi değil aslında bu yaptıkları,” diye homurdanıyor ağzının içinde.
“Filistin’e göç etmek yasadışı mı yani?
Tereddüt etti. “Yasadışı demeyelim de, usulsüz diyelim ona. İngiliz devriyeler tarafından durdurulabilirsin de durdurulmayabilirsin de. Ama buna değer. Alacağın riske değer.” Durup bana bakıyor. “Gemi Eylül’ün 17’sinde İtalya’dan kalkıyor. Yerinde olsam giderdim. Burada seni bekleyen hiçbir şey yok. Gençsin de. Koca bir hayat var önünde.”
Doğru ama onu bir kez daha tehlikeye atmayı ister miydim? Daha önce Filistin üzerine pek düşünmemiştim, çünkü Siyonist değildim. Ülkemi seviyordum ve onu terk etmek için asla bir neden görmemiştim. Aklımı çelen düşünce akımları edebiyatla ilgiliydi, Vaat Edilmiş Topraklar’la değil: Dada ve Sürrealizm, Sembolizm ve Varoluşçuluk. Bunlar çekiyordu ilgimi ve bundan vazgeçmeye de niyetim yoktu. “Neden vazgeçmek zorunda kalasın ki,” diyor Catherine. “Bildiklerini yanına al. Her zaman yazmak istediğin romanı yaz!”
“Bunu becerebilir miyim bilmiyorum,” diyorum ona. “Hâlâ yazmak isteyip istemediğimden de emin değilim ayrıca.”
“Oraya gidince fikrini değiştirirsin belki, ne belli,” diyor. “Hem o dejenere sanat okullarından uzakta olacaksın hiç değilse.”
Catherine ressamlara modellik etmemi hiç ama hiç tasvip etmiyor. Yabancılar için nasıl çırılçıplak soyunabildiğimi anlamıyor. Genel olarak sanatı da anlamıyor ya. Onun ne düşündüğünü umursamıyorum, çünkü ben neyin hoşuma gidip gitmediğini biliyorum. Öte yandan Filistin’de modellik yapma düşüncesi de doğrusu pek yatmıyor aklıma: Yabancı bir ülkeye gitmekle kendimi yeterince teşhir ediyor olacağım zaten, daha fazlasına hiç gerek yok.
Beni orada ne bekliyor acaba? Filistin hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum, tabii Akdeniz’in bizi ayırdığı gerçeği sayılmazsa. Ülkenin âdetleri konusunda beni aydınlatabilecek birilerini de tanımıyorum. Orada insanlar neler okur? Yabancı dilde kitap bulmak mümkün müdür? Ne yerler? İyi kahveleri var mıdır? Kaç dil konuşurlar? İnsanlar beni anlayacak mı?
Çok fazla soru var kafamda, yine de gitmek zorunda olduğumu biliyorum. Paris’ten olabildiğince uzağa yelken açmalıyım. Burada beni tutan hiçbir şey kalmadı, oysa Filistin’de bir amacım olacak. Benimle aynı kâbusu yaşamış başkalarıyla yolumun kesişmesi kaçınılmaz. Paris’teyse kimse yok. Sorbonne’dan eski arkadaşlarımla görüşmüyorum artık. Yakın arkadaşlarım vardı orada. Fakat birçoğu başka yerlere taşındı, kalanlar da benim yanımda diken üstündeymiş gibi görünüyorlar, sanki ben bu savaşın kurbanı değil de failiymişim gibi. Belki de ben aşırı yorum yapıyorum. Belki o tedirginlikleri bir rahatsızlıktan, benim acımı paylaşmakta güçlük çekmelerinden kaynaklanıyor, zira benim başımdan geçenler onların hayatta göğüsleyip göğüsleyebileceği her şeyden daha büyük. Arkadaşlarımdan hiçbiri annesini babasını kaybetmedi. Görünüşe bakılırsa yalnızca benimle konuşma yetilerini kaybetmişler. Savaş konusu bir tabu, tıpkı bir lanet gibi. O yüzden gece gezen kediler gibi birbirimizi görmezden geliyoruz.
≈
Catherine bana yemek yapıyor, yarınki ayrılışımdan önce son akşam yemeğim. Patates ve havuç çorbası içiyoruz. Buğday kıtlığı olduğundan ekmek yeniden karneye bağlandı ama bize karaborsada ufak bir somun ekmek bulmayı başarmış. “Bugün dükkânda bir greyfurt gördüm,” diye bildiriyor heyecanla. “39’dan beri gördüğüm ilk greyfurt.”
Bir sürahide sulandırılmış beyaz şarap var. Tadı ilaç gibi, yine de içiyoruz. Roger eve geç geliyor. Ona yeni bir iş teklif edebilecek bir yayınevinde çalışan biriyle toplantısı vardı. Roger savaştan önce editördü. Bir süre Direniş saflarında yer aldı ve hücresi Almanlara ifşa olmadan kaçmayı başardı. Fakat kaçak olduğu sırada tüberküloza yakalandı, o zamandan beri de sağlığı iyi değil. Çok öksürüyor ve solgun görünüyor. Doktora verecek paraları yok, hem zaten Roger doktorlardan hazzetmez, o yüzden paraları olsaydı da fark etmezdi. Yemek boyunca öksürüyor ve gülünce hırıldıyor. Tatlı niyetine hepimiz birer Gauloises tüttürüyoruz. “Bu lanet olası ülkeyi terk etmekle en doğrusunu yapıyorsun,” diyor Roger yatmaya gitmeden. “Ayrıca adını Flora olarak değiştirmelisin. Öylesi daha beynelmilel.”
6
Filistin’e dair ilk izlenimimi hayatta unutmayacağım. O kör edici beyaz ışık. O tozlu sıcak. Reçinemsi çam kokusu. Denizin camgöbeği rengi. Ömrümde böyle bir şey görmedim. Paris cılız ve aç ama en azından onu tanıyorum. Buradaysa hiçbir şey bilmiyorum ve kimseyi tanımıyorum. Gemiden indiğimizde hazır bekleyen hemşirelerle askerler var. Ateşimizi ölçüyorlar ve daha çelimsiz olanlarımızı alıp götürüyorlar. Hayfa sokakları seyyar satıcıların bağırtıları ve etrafta çıplak ayak koşturan Arap çocukların kahkahalarıyla çınlıyor. Bir tavuk ortalık yerde kefiyeli bir adam tarafından kesilivermeden önce canhıraş viyaklıyor. Sandaletli ve şortlu Yahudi kadınlar, bellerindeki kılıflardan Mauser tabancaları sarkan haki üniformalı askerler, yorgun eşeklerin çektiği arabalar var. Hava tuz ve yabancı dillerin sesiyle dolu. Her şey gürültülü ve gamsız. Benimle aynı gemide gelen on yedi yaşında bir kız birbirimize yoldaşlık edebilir miyiz diye soruyor. Sessiz sedasız bir Fransız kız. Buchenwald’a düşmüş, korkunç şeylere tanık olmuş. Fazla ayrıntıya girmeden bu kadarını söylüyor bana. Hayfa’daki ilk gecemizde bir yurtta aynı odayı paylaşıyoruz. Oda leş gibi ve yatağın birkaç yayı eksik, böylece Kudüs’e gitmeye karar veriyoruz. Zaten olmak istediğim yer orası. Bir otobüsle Kudüs’e gidip Şam Kapısı’nın yakınında bir başka yurt buluyoruz. İlk yere göre çok daha güzel, bir süre orada kalıyoruz. Fransız kız çok ağlıyor. Adını birkaç kez hatırlamaya çalıştım ama çıkaramıyorum. Tek hatırladığım epeyce bir ağladığı ve ser verip sır vermediği. Derken kaydolduğum İbranice okulundaki öğretmenlerden biri Polonyalı bir aileden söz ediyor bana. Oğullarına İngilizce öğretecek birini arıyorlar. Karşılığında da bana içinde ufak bir lavabo olan bir oda verecekler. Fransızca öğretmenliği olsaydı daha iyi olurdu, yine de evet diyorum. Bir şey yapmam lazım ve bu kaçırılamayacak kadar iyi bir fırsata benziyor. Böylece yanlarına taşınıyorum. Fransız kız kuzeyde bir kibbutz’a4 gideceğini ilan ediyor ve onu son görüşüm oluyor bu.
≈
İbranice öğrenmekte güçlük çekiyorum, bu konuda yalnız da değilim. Sınıfta benim gibi zorlanan bir sürü insan var: yetimlerle mültecilerin yanı sıra dünyayı değiştirmek istediklerini iddia eden Siyonistler ve aktivistler de. Ben dünyayı değil, sadece kendi hayatımı değiştirmek için Filistin’deyim. Geçmişimi geride bırakmak ve savaşın travmalarını unutmak istiyorum. Ömründe Fransa’nın dışına adımını atmamış yirmi beş yaşında bir kadınım. Fakat annemle babam olmayınca Paris anlamını yitirdi. Aslına bakılırsa her şey anlamını yitirdi.
Akşamları genelde Polonyalı aileyle yemek yiyorum. Annenin adı Sonia. İki oğlu var: yedi yaşındaki öğrencim David ve neredeyse hiç uyumak bilmeyen ufak bir bebek. Her gece üst katımdaki odada ağladığını duyabiliyorum. Sonia’ya acıyorum, çünkü çok yorgun ve endişeli görünüyor. Tek kelime İngilizce bilmiyor, o yüzden onunla iletişim kurmak kolay değil. Kocasının adı Mordechai. Kısa kollu gömlekler giyiyor, çok sigara içiyor ve her daim yanık tenli. Sınır dışı edilmeden önce Varşova’da matematikçiymiş. Şimdiyse kaybolan yıllarının acısını çıkarıyor. “Matematik iyi hoş ama daha yapacak bir dünya şeyim var,” diyor bir seferinde bana. “Her şeyi yeniden tatmak istiyorum.”
“Ben de öyle,” diyorum, neyi kastettiğini sormama gerek yok. Mordechai’la ben birbirimizi anlıyoruz. Bu tuhaf memlekette hepimiz birbirimizi anlıyoruz aslına bakılırsa. Manzaraya egemen olan taşlar kadar bek ve kızgın bir ivedilik var burada. Birçoğumuz acı çektik ama artık iyileşme zamanı. “Savaşın altı yılını altı dakikaya düşürmemiz lazım,” diyor Mordechai sigarasını tüttürerek. “Matematikte buna beta indirgemesi denir: Bir fonksiyonun yerine bir başkasını koyarsın. Ben her gün yapıyorum bunu. Kayıplar yerine hayatı koyuyorum. Bastırdığın anlamına gelmiyor bu, sadece sıkıştırıyorsun. İlerlemenin yolu bu.”
Mordechai’ı dinliyorum. Onun sözleri bugüne dek duyduğum bilgece sözlerin hepsinden daha fazla karşılık buluyor bende.
Ve işte ağlayan bebeğin altındaki o küçük odada başlıyorum yazmaya. Başta bir günce – ama karman çorman bir günce. Daha sonra, anlatılan olaylar çoktan küllendiğinde, bu bölük pörçük özyaşamöyküsü biçiminde yeniden kaleme aldım onu. Birçok olay zihnime silinmeyecek şekilde kazınmış olmasına rağmen kimilerinin de giderek solan bir fresk gibi silikleştiğini fark ediyorum. Öte yandan yeniden yazma ve hatırlama sürecinde bazı ayrıntılar yeniden ortaya çıktı, belli belirsiz renk tonları belirginleşerek belleğimin mahzenine açılan o ufak kapıyı araladı.
≈
Kudüs akşamlarında yalnız başıma restoranlara gidiyorum. Her akşam Mordechai ve Sonia’yla akşam yemeği yemek istemiyorum. Ayrıca Sonia pek iyi bir aşçı değil. Ben de Kudüs’ün merkezindeki Jafia Sokağı’nda canlı bir restoran buluyorum kendime. Yanımda bir kitap götürüp onu okurmuş gibi yapıyorum. Yalnız olmaya alışkınım. İnsanları izlemek, çevremde konuşulan bütün o dillere kulak kabartmak hoşuma gidiyor. Bazen genç adamlar masama gelip benimle muhabbete girişiyor. Sanırım sıcakkanlı biri değilim, çünkü bu girişimlerin hepsi adamların çekip gitmesiyle sonuçlanıyor.
İbranice okulunda yavaş yavaş arkadaş edinmeye başlıyorum. Bunlardan biri benimle yaşıt Macar bir kadın olan Ada. Birçok yazarın da bir araya geldiği Kafe Atara’da buluşmayı âdet haline getiriyoruz. Bir akşam ikimiz henüz akşam yemeğine oturmuşken Ezra Radok diye bir adam masamıza geliyor, bize katılıp katılamayacağını soruyor. Ada önceden tanıyor adamı, gizliden gizliye ona yanık. Adam Praglı bir şair. İnsanın içine işleyen ışıl ışıl mavi gözleri ve koyu renk saçlarıyla çarpıcı bir tip. Ada bir dolu kadının ona gönlünü kaptırdığı ve Kafka’yla bir akrabalığı olduğuna dair söylentiler dışında pek bir şey bilmiyor hakkında.
Cesaretimi toplayana dek birkaç ay geçse de sonunda Ada’ya gerçeği söylemeyi başarıyorum: benim de Ezra Radok’a âşık olduğumu. Annesiyle babasının eski bir tanışı olması dışında Ezra’nın Kafka’yla bir akrabalığı olmadığını. Her ne kadar bir şiir kitabı yazdıysa da Ezra’nın düzyazı uğruna şiiri bırakmaya karar verdiğini ve hayatımın önemli bir parçası haline geldiğini. Ama ne kadar önemli bir parçası, onu kestiremiyorum henüz. Geleceğe dair nasıl kehanette bulunabilirim ki? Şimdiki zamana güçbela akıl sır erdirebiliyorum. Şimdinin çatlaklarına düşmekten sakınmıyorum kendimi. Orada olduklarının dahi farkında değilim. Neden olayım ki? Yeniden yaşamak istiyorum. Yeniden sevmek.
Yeniden umut etmek.
≈
İsrail’e otuz sekiz sene sonra, kocam Henry İsrail Filarmoni Orkestrası’yla bir konser verdiğinde geri döndüm. Onlarla daha önce bir kez daha, Zubin Mehta’nın şefliğinde çalmıştı. Henry’nin kariyerinde önemli bir dönüm noktası olan o konseri kaçırmıştım ben. Ezra’ya dair anılarım yüzünden geri dönme cesaretini bulamamıştım kendimde. Elini kana bulamıştı, ben de bilmeden suç ortaklığı etmiştim ona. Eylemlerine herhangi bir şekilde dahil olduğumdan değil, sevdiğim adamın cinayet işleyebileceğini aklımın ucundan geçirmediğimden.
Ama bu kez Henry beni gitmeye ikna etti, ben de sonunda dayanamayıp pes ettim. “Geçmişin şimdiye hükmetmesine göz yumamazsın,” dedi. “O zaman da masumdun, şimdi de masumsun.”
“Biliyorum ama unutamıyorum,” dedim.
“Anlıyorum,” diye cevap verdi. “Ama çok zaman önceydi bunlar. Ezra öldü. Gelirsen dünyalar benim olur.”
Kudüs’ün ışığının kör edici beyazlığı aynıydı. Taşlar ve çam kokusu da. Sokaklar tıpkı hatırladığım gibiydi, Eski Şehir de öyle. Mavi gözlü Arap adam hâlâ Şam Kapısı’nda meyve satıyordu. Eski bir dost gibi selamladım onu ama beni hatırlamadı.
Mordechai ve Sonia’yla yaşadığım, boyası pul pul dökülen ufak evin yerini çirkin bir iş hanı almıştı. Ezra’nın eskiden oturduğu ev halen yerli yerindeydi, hatırladığımdan bile güzeldi. Artık bir aileye aitti. Bir Alman çoban köpeği bahçe kapısına koşup deli gibi havlamaya başladı. Köpeğin yanında bir kadın belirdi – ince, tarz sahibi. “Şeket,” diye azarladı köpeği. “Sus.”
Bir zamanlar çatısı altında kimin yaşadığını biliyor muydu acaba?
Otele dönerken Kafe Atara’nın, sonra da Ezra’yla birçok akşam geçirdiğimiz Fink’in Yeri’nin önünden geçtim. Irgun’a5 komplo hazırlığında olan İngiliz subaylarına içki servis eden barmenin Irgun mensubu olduğunu öğrendim yıllar sonra. Garsonu hatırlıyorum. Açık renkli saçları, gamzeli bir gülümsemesi vardı. Ezra’nın arkadaşıydı.
“Bu ülkede herkes birbirinin kuyusunu kazmaya çalışıyor,” demişti bir keresinde bana Mordechai. “Kimseye güvenemezsin.”
Sadece Mordechai’ı dinlemeliydim.
Başka hiç kimseyi değil.
Henry’yle King David Oteli’nde kaldık. Hatırladığımdan daha yüksek, daha heybetli göründü gözüme. Pembe kumtaşı cephesi güneşte parıldıyordu. Eski Şehir’in surlarına tepeden bakan neredeyse boş restoranda bir adam piyano çalıyordu. Ciddi ve dingin bir ortam vardı içeride. Her şey ışıl ışıl parlıyordu. Deri sandalyeler, mermer zemin, kartonpiyeri turkuvaz ve altın renkleriyle bezeli tavan.
Oysa ben bu parıltılı dış görünüşün ardında yaşananları biliyordum. Savaşın ve hafızanın yeniden ayağa kaldırılmış molozlarının ötesinde yatanı. Sayısız belboyun ve otel personelinin yanından geçerken acaba onlar da biliyorlar mı diye merak ettim. İçlerinden kaçı benim tanık olduğuma tanık olmuştu? O bilginin ağırlığıyla yaşamaya katlanabiliyorlar mıydı, yoksa unutmayı mı seçmişlerdi?
Şimdiye dek gerçeği yalnızca bu mavi spiralli defterin sayfalarına emanet ederek onu kendime sakladım. Tarihin ve hatıraların bir alaşımı bu defter – tıpkı Mordechai’ın öngördüğü üzere bastırılmamış ama sıkıştırılmış bir alaşım.
Yirmi yıl boyunca ceviz yazı masamın üçüncü çekmecesinde korlar gibi çıtırdadı durdu. Arada bir kapağına bakmak için onu dışarı çıkardıysam da asla içeriğini yeniden okumayı göze alamadım – şimdi de bunu yapacak değilim. Geçmişime başka bir gözle bakılmasını istiyorum ama ben bakmak istemiyorum. Olup bitenleri yeniden hatırlamaya ihtiyacım yok. Ne yazdığımı biliyorum. Neler olduğunu da. Artık hastayım. Sıkıntı kalbimde, kemiklerimde, ruhumda. Seksen iki yaşındayım ve yorgunum. O kadar ki bazen yataktan bile zor çıkıyorum. Doktorum kalp ilaçlarının sebep olduğunu söylüyor. Ama depresyonda olduğumu da düşünüyor. Yıllardır bu kanıda zaten. Profesyonel yardım almamı ya da ilaç kullanmamı tavsiye ediyor ne zamandır. “Tanıdığım iyi bir psikoterapist var,” dedi bana kim bilir kaç kere.
Fakat psikolojik destek alma fikri aklımın almadığı bir şey. Asla Bay Freud’un ya da Bay Jung’un hayranı olmadım. Yapmam gerekeni yaptım ve kendi başıma yaptım. Ruhumu eşeledim, onun ta derinlerine dalıp o küllenmiş korları yeniden tutuşturdum. Bu bölük pörçük anıları. İmgelere sözcükler, sözcüklere imgeler bağışladım. Pandora kutumun açılmasına ihtiyacım yok benim. Tersine, sımsıkı kapalı kalmasını istiyorum. Ve onun açılmasını ancak oğlum sağlayabilir. Maurice’in yokluğunun yarattığı boşluk asla dolmadı. Her gün onun hayatımda yeniden belirivermesini bekledim ama bir türlü olmadı. Belki de benimle bir araya gelmeyi hiç istememiştir. Ya da beni nasıl, nerede bulabileceğini bilememiştir. Gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğim, öğrenmeye çalışmaktan da vazgeçtim. Bu işi benim adıma sürdürmek başkasına kaldı artık. Tarihi kendi deneyimlediğim şekilde, onun için kayıt altına aldığım bilgisini oğluma iletmek başkasının elinde. Onun uğruna adımlarımın izini sürmeye, kaderimin çizdiği kavisi izlemeye çalıştım – Paris’teki o yaz sabahından, kıymetini bilmeksizin kanıksadığım her şeyin göz göre göre, karanlığın üstüne güm diye kapanan bir kapı misali yitip gitmesinin hemen öncesinden başlayarak.
7
Ezra’yla Fink’in Yeri’nde şnitzel yiyoruz. Tarih 12 Nisan 1946 ve âşığım. Hayatımın ilk gerçek aşkı. Karşımda oturmuş bir parça pideyi zeytinyağına banarak karnını doyuruyor. Dediğine göre sabahtan beri hiçbir şey yememiş ve kurt gibi aç.
Bir İngiliz devlet dairesinde, Filistin’e sığınma talebinde bulunan Yahudilerin başvurularını işleme koymaktan ibaret yarızamanlı bir işi olsa da Ezra daima beş parasız, zira maaşı çok düşük – “Buraya kabul ettikleri Yahudilerin sayısı kadar düşük,” diye anlatıyor. Burada, Filistin’de yemekler güzel ve Fransa’dakinden çok daha bol. Humus ve taze kabak, ekmek ve yumurta, baharatlı kırma zeytin ve Macar hamur işleri yiyoruz. Dışarıda yediğimizde ikimiz için ödemeyi alışkanlık haline getirdim, Ezra’ya bu şekilde sahip çıkabilmek beni mutlu ediyor. Modellik yaparak geçirdiğim yıldan birikmiş param var, hoş Ezra bunu duymaktan hazzetmiyor, çünkü kendisinden başka erkeklerin beni çıplak görmüş olması onu kıskançlığa sürüklüyor. Gülüyorum, o da gülüyor. Gülerken ellerini neşeli bir şekilde oynatıyor ve lokmaları neredeyse nefes almadan ağzına tıkıyor. “Ben daima açım,” diyor.
İş çıkışında kafelerde ya da lokantalarda buluşuyoruz. Artık David’e İngilizce öğretmiyorum, bunun yerine King David Oteli’nin yakınında bir okulda haftada dört gün Fransızca dersleri veriyorum. Hoşuma da gidiyor bu iş. Başöğretmen bir sene daha kalmamı rica etti, ben de kabul ettim.
Ezra işinden pek zevk almıyor. Romanını yazmak için vakit bulamadığından yakınıyor, ben yazdıklarını okumayı çok istediğimi söyleyince de sinirleniyor. Söz konusu roman 1920’lerde Prag’da geçen bir aşk hikâyesini konu ediniyor ve görünüşe göre herkes bu hikâye hakkında ucundan kıyısından da olsa bir şeyler biliyor. İçimden bir ses henüz dişe dokunur bir şey yazmadığını söylüyor, hoş kendisi bunu itiraf etmeye yanaşmıyor, yine de sarhoş olduğu bir gece hikâyenin tamamının zihninde yazılmış olduğunu ağzından kaçırıyor – insanlar bu yüzden biliyormuş hikâyeyi, daha yazmadan olay örgüsünü açık ettiği için. Kahramanları ete kemiğe büründürmek kalmış geriye bir tek. “O da pek zor olmasa gerek,” diyor, oysa ben hiç de emin değilim bundan. En iyi benim anlamam lazım onu. Ne de olsa ben de kendi romanımı yazmaya çalıştım ama sonunda bundan vazgeçtim. İçimde öyle bir potansiyel olduğunu sanmıyorum. Hem bu ilişkide sadece bir yazara yer var.
Ezra’nın ilk şiir derlemesi çok iyi eleştiriler almış, Ezra bir dâhi çocuk, geleceğin Ezra Pound’u olarak göklere çıkarılmış ve sonra “bütün şehir bir anda onu paylaşamaz olmuş”, aynen böyle anlatıldı bana. Bu ikimiz tanışmadan önceydi. Şimdi iş değişti, çünkü ikimiz en azından akşamları daima birlikteyiz, yani hâlâ gözü onda olanlar varsa da artık bunu kendilerine saklıyorlar. Fakat bu Ezra’da insanları mıknatıs gibi çeken bir şeytan tüyü olduğu gerçeğini değiştirmiyor, bu yüzden de lokantalar haricinde nadiren yalnız kalıyoruz.
Fink’in Yeri’ne daha önce birkaç kez gittik. Dediklerine göre burası müdavimleri olan köklü bir müessese. Entelektüellerin, sanatçıların ve siyasetçilerin buluşma noktası. Yahudi kızlarla flört eden birçok İngiliz askeri de var. Barmen Yuri Ezra’nın bir arkadaşı. Kendisi Rus ve çok yakışıklı. Mekânın duvarlarını ünlü ressamların resimleri süslüyor ve akşamları bar öylesine kalabalık ki insanın gözü korkuyor. Yığınla müşteri bağıra çağıra konuşarak içkinin dibine vuruyor. Parisliler de belki aynı eylemlerden keyif alır ama onlar çok daha sessiz ve usturupludur. Burada, Filistin’de herkes bağıra çağıra konuşuyor, sessizlik kendini beğenmişlikle eşanlamlı. Kimse uyumuyor sanki, Ezra da bu anlamda istisna değil. Beni her yere yanında sürüklüyor ve kız arkadaşı olarak tanıtıyor. Onunla ilişkim daha önce Jean veya Charles-Henri’yle deneyimlediğim hiçbir şeye benzemiyor ve bu hoşuma gidiyor. Ezra’nın kız arkadaşı olmaktan gurur duyuyorum. Birkaç kez beni Ortadoğu’nun en iyi oteli olduğu söylenen King David Oteli’nde içki içmeye götürüyor. Oranın müdavimi olmaya her ne kadar paramız yetmese de insanların oraya neden bayıldıklarını ben de gayet iyi anlıyorum, zira oradayken asla eve dönmek istemiyorum. Garsonların hepsi Sudanlı ve içeride o kadar fazla sayıda dil konuşuluyor ki insanın hangi ülkede olduğunu unutması işten değil. Erkekler takım elbiseli, çiçek kokuları saçan kadınlarsa yüksek topuklu ayakkabılarla yazlık elbiseler giyiyor, belki ecnebi, kim bilir belki de buralı adamlarla flört ediyorlar. Ezra otelin güney kanadının Manda Yönetimi Genel Sekreterlik binası olarak kullanılmak üzere İngilizler tarafından kiralandığını ve İngilizlerin bütün işlerini gördüğü, konuklarını ağırladığı ve çay saatlerini geçirdiği yerin burası olduğunu anlatıyor. “Çay saati” mefhumu bana Ezra’ya olduğu kadar yabancı değil. Sorbonne’dayken içine düştüğüm İngiliz klasiklerini okumadı o ne de olsa. Açıkçası İngiltere, kültürünü daha yakından tanımak istediği bir ülke değil, zira buradaki varlıklarına sinir olduğu İngilizlerden pek hazzetmiyor, tabii işinden olmak istemediğinden bunu herkesin içinde dile getirmiyor. Ama İngilizler bir tarafa, Ezra şehirdeki yazarlardan tutun siyasetçilere, Bedevilere ve Eski Şehir’deki Arap meyve satıcılarına varıncaya dek herkesi tanıyor sanki. Şam Kapısı’nda tezgâh açan mavi gözlü Arap da bunlardan biri. Ezra bir keresinde adamın küçük oğlunu yoldan geçen bir eşek arabasının altında ezilmekten kurtardığı için Ezra’ya bedavadan portakal ve hurma veriyor. Olay kaşla göz arasında oldu. Zaten burada her şey kaşla göz arasında oluyor. Kudüs hayal edip edebileceğim her şeyin ötesinde bir deneyim. Devimsel bir enerjisi var. Günün birinde olur da kendiliğinden tutuşuverir mi diye merak ederim oldum olası. Belki de kadim toprağından yayılıyordur bu enerji. Buradaki her şeye kendimi kaptırmış durumdayım ve 1943 yılından beri ilk kez mutluyum. Mutluluğun çatlak, yaralı toprağın içinden yükselen bir su seli gibi içimde kabardığını hissedebiliyorum.
≈
Ezra’nın Lotta diye bir arkadaşı var, kadın Berlinli bir müzikolog. Evinin kapısı daima açık ve her cuma gecesi insanlar aç bir arı sürüsü gibi içeri üşüşür, girip çıkan belli olmaz. Lotta otuzlu yaşlarının başında, uzun siyah saçlı, esmer tenli, kültürlü, çekici bir kadın. Klarnetçi kocası yakın zamanda onu başka bir kadın uğruna terk etmiş, şimdi de kadın Lotta’nın eski kocasından çocuk bekliyormuş. Lotta bir süre akrabalara ve arkadaşlarına kapılarını kapamış ama artık yeniden açtı onları. “Belki bebeğim yok ama o piç kurusundan bir ev kaptım,” diyor.
İnsan Lotta’nın salonuna adımını attığında piyano çalan ya da şiir okuyan birileriyle karşılaşır illa. Almanca, İbranice ve İngilizce sohbetler döner – bazen de Rusça veya Fransızca. Sık sık onun evinde yatıya kalırlar, çünkü Kudüs’te ucuz otel bulunmaz ve pek az kişinin evinde telefon olduğundan ona önceden haber verme imkânı da yoktur. Biri Lotta’dan söz ederken, “Evi adeta bir kültür kulübü,” demişti bir keresinde. “Ama herkes üye olamaz.”
Ezra olmasa bu seçkin kulübe üye olabilir miydim diye merak ederim hep. Lotta’yla arkadaş olmak isterdim. Etkileyici buluyorum onu. Yazıyor, şarkı söylüyor, birkaç dil birden konuşuyor, bende olmayan her şey var onda. Öte yandan soğuk bir tarafı da var ya da belki bana öyle geliyordur. Onunla birkaç kez konuşmaya çalışıyorum ama her seferinde aklı başka yerdeymiş, sanki başka birisiyle konuşmayı yeğlermiş gibi duruyor. Ezra bir keresinde onun kendisine “bir nevi âşık” olduğundan söz etmişti. “Bir nevi” derken neyi kastettiğini merak ediyorum ama bunu ona sormayacak kadar akıllıyım. Ayrıca biliyorum ki elimden gelse Lotta’nın benden daha çok hoşlanmasını sağlardım. Ona daha sert yanımı gösterirdim.
Fakat onunla ilgili bir şey her seferinde basiretimin bağlanmasına neden oluyor.
≈
Ezra’nın Fransızcası iyi, o yüzden birlikteyken Fransızca konuşuyoruz. “Yitik İmparatorluk aksanı” adını verdiğini belli belirsiz bir aksanı var. “Senin Paris’inin aksine,” diyor, “benim geldiğim yer artık yok.”
“Paris varlığını sürdürüyor olabilir ama artık benim değil, ayrıca yara bere içinde.”
“İyileşir merak etme,” diyor Ezra. “Fransa daima iyileşir.”
“Evet, doğru,” diye hak veriyorum ona. “Kibir Fransız milli ruhunun öylesine içine işlemiş ki, dünya yerinden oynasa o sarsılmaz.”
“Annenle baban kibirli miydi?” diye soruyor, bir anda gafil avlanıyorum bu soru karşısında. Bilakis, kibirle uzaktan yakından alakaları yoktu. Kendi hallerinde, çalışkan, alçakgönüllü insanlardı. “Kibrin ne olduğunu bile bilmezlerdi. Fakat annem süsüne düşkün bir kadındı,” diyorum.
“O da senin gibi güzel miydi?” diye devam ediyor Ezra sormaya. “Öyle olmalı.”
“Güzeldi bence,” diye yanıtlıyorum. Annemi ve zarafetini, giyim kuşama nasıl düşkün olduğunu, o narinliğinden beklenmeyecek çıngıraklı kahkahalarını anlatıyorum. Derken onun kahkahalarını hatırlamanın içimde ağlama isteği uyandırdığını fark ediyorum, o yüzden de Ezra’ya onun Prag’da geçen çocukluğunu, annesiyle babasının nasıl insanlar olduğunu dinlemeyi yeğlediğimi söylüyorum. Babasından dem vurduğumdan yüzü biraz geriliyor. “Babamı asla gerçek anlamda tanımadığımı hissetmişimdir oldum olası,” diyor.
Ezra Prag’da, Vaclav Meydanı’na bakan eski bir sarayın içindeki bir dairede varlıklı bir ailenin oğlu olarak büyümüş. Apartman dairesinin o kadar çok odası varmış ki odalar arasında bisikletle gezebilirmiş. Evlerinde iki hizmetçi, bir de Ezra’nın taparcasına sevdiği Fransız dadısı Simone varmış. Anne babasıyla Almanca, Simone’la Fransızca konuşurmuş, küçük Ezra’nın bütün sorumluluğu Simone’daymış, zira Prag’ın ünlü güzellerinden ve sosyetenin vazgeçilmez simalarından biri olan annesi Ezra’ya zaman ayıramayacak denli meşgulmüş. Ama dediğine göre annesinin yokluğuna hiç içerlemezmiş, çünkü o annesini, annesi de onu çok severmiş ve oğlunun yanındayken “bütünüyle yanında” olurmuş. Çok zeki bir kadınmış. “Hayata karşı doymak bilmez bir iştahı olan kültürlü bir kadın,” diye anlatıyor annesini, adeta kendisinin dişi versiyonundan söz edercesine. “Evimiz daima insanla dolup taşardı, özellikle de ilkbahar ve yaz mevsimlerinde. Annemle babam sürekli davetler verirdi. Jaroslav Kvapil diye bir oyun yazarı vardı, annemin onunla bir ilişkisi oldu sanırım. Eminim babam da öyle düşünüyordu, gerçi insan tam bilemiyor, çünkü babam konuşulması zor bir adamdı – çok ketumdu, zengin bir tekstil tüccarıydı, soğuk bir adam, tıpkı kışın evimizin odaları gibi. Eve misafir geleceği zaman onlar rahat etsin diye şömineyi iki gün önceden yakmak gerekirdi. Bu yüzden davetlerin çoğu daha sıcak mevsimlerde yapılırdı. Kafka’nın anne babasıyla evimizdeki davetlerin birkaçına gelmeleri vesilesiyle tanıştım, annemi de tanıyorlardı – annemi herkes tanırdı gerçi. Herkes çok severdi onu, hatta Kafka’nın babası bile, ki hiç de hoş bir adam değildi. Onlar da bizim gibi evlerinde Almanca konuşurlardı, Franz Almanca yazıyordu ve Çekler bundan hiç hazzetmiyorlardı, Çekçe yazmasını istiyorlardı. Ama sonra bunun bir önemi kalmadı, çünkü 1924’te öldü. Hepimiz yasın Franz’ın babasının yüreğini yumuşatacağını düşündük ama hiç de öyle olmadı. O da tüccardı, babam gibi perakende giyim işindeydi ama babam gibi zarif bir adam değildi. Zorba, kaba saba bir adamdı. Anneme kalırsa dini kurallara göre kesim yapan Güney Bohemyalı dindar bir kasabın oğlu olduğundan böyleydi. ‘Anca kasap duyarlılığı var onda,’ derdi annem Hermann Kafka’dan söz ederken. İşin doğrusu annemin ne Hermann’a ne de dine tahammülü vardı. Yahudi olmamıza rağmen aile içinde bu pek konu edilmezdi. Ta ki 1938’de Vaclav Meydanı’nda dev bir Wehrmacht geçit töreni düzenlenene ve hayatımız bir anda altüst olana dek.”
Hikâyenin devamını duyma fırsatını bulamıyorum, zira Ezra onu gönderdikleri Auschwitz toplama kampının demir kapıları açılmadan hemen önce anlatmayı kesiyor. “O kapıları yeniden açmak istemiyorum,” diyor. O günlere dair bana tek söylediği önce tifüs, sonra tüberküloz kaptığı ve hayatta kalmış olduğu gerçeğinin onu daha güçlü kıldığı.
O da benim hikâyemin devamını öğrenemiyor, çünkü benimki de annemin mavi puanlı elbisesiyle, parfümünün kokusunu geride bırakarak çekip gitmesinin ardından son buluyor. Onun yokluğunun giderek derinleşen uçsuz bucaksız boşluğunu, bu boşluğu her gün nasıl savuşturduğumu anlatmaya yeltenmiyorum. Ezra’yla ben acımızı sözcüklere dökme ihtiyacı duymuyoruz genelde. Her zamanki gibi şnitzelimizle patatesimizi, üstüne de tarçın tadını belli belirsiz aldığımız strudeli yiyor, acımızı suskun bırakıyoruz.
Ezra zayıf, hem de felaket zayıf ve yirmi üç yaşından küçük gösteriyor. Konuştuğunda ve güldüğünde yanardöner bir parıltısı var. Onunla olmak silkinip kederimden sıyrılmamı sağlıyor. O yaşamaya devam edebiliyorsa ben de edebilmeliyim. “Cehennem annemle babamı yuttu ama beni sağ bıraktı. Ben talihliyim. Talih yüzünden suçluluk duyulmaz, sadece şükredilir ona,” diyor Ezra.
Ondan öğreniyorum. Onunla büyüyorum. Ezra’nın benden önce bir dolu kız arkadaşı olmuş ve yataktaki becerisi beni şaşırtıyor.
O erkek, o benim, o arzu. O şiir, o tutku ve ateş. O sigara, kösnül sözler ve ıslak parmaklar. O solgun ten, tepedeki ay gibi tıpkı.
Geceleyin kaybın dilinde, göçmüşlerin geride bıraktığı o lisanda konuşuyoruz. Savaşın girdabı canımızı bağışladı, biz de ortak tarihimizin hayaletine meydan okurken bedenlerimiz zevk damlalarından parıldayarak sarmaş dolaş yatıyoruz.
Sabahleyin Ezra sigarasını yakıyor, duvarda gölgesini görüyorum, sonra ağzına giden elinin hareketini ve dumanın kızgın, kavurucu güneşin ilk ışınlarıyla karışmasını.