Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Eğer Beni Ararsan», sayfa 4

Alba Arikha
Yazı tipi:

Hannah

1

Caddenin karşısında yaşayan Bayan Dobbs hariç Oxford Gardens’daki bütün komşularımızla aramız iyiydi. Kır saçlı, yaşı kestirilemez, enikonu zarif bir hanım olan Bayan Dobbs yürüyüşündeki yavaşlığa ve yüzündeki çizgilere rağmen kimseye muhtaç olmadığını açıkça hissettiren mesafeli hali tavrıyla zamanında ilginç bir hayat yaşadığı izlenimi bırakıyordu insanda.

Yıllarca onunla samimiyet kurmaya çalıştık. Bir keresinde Bayan Dobbs’tan yönettiği oyunlardan biri hakkında bir iltifat koparmış olan babam kadının bir zamanlar kayda değer biri olduğundan ya da önemli bir şeyler yaptığından emindi. “O kadın bir sır küpü. Orada çözülmeyi bekleyen bir muamma var. Ya da olgun bir meyve gibi koparılmayı bekleyen.”

“İyi şanslar ve iyi koparmalar,” dedi annem.

Babamın kendisiyle yolu kesişen hemen herkesi etkisi altına alan bulaşıcı bir coşkusu vardı. Ama Bayan Dobbs’a işlemiyordu bu.

Bizim nazik jestlerimize, çay davetlerimize, babamın kendi alanında ünlü biri olduğu gerçeğine daima kayıtsız kalmayı başardı. Her zaman kibardı – nasılsınız, evet ne güzel bir gün sahiden – ama kibarlığı da asgari zorunluluğun bir milim ötesine geçmezdi.

Anlayabildiğimiz kadarıyla yalnız yaşıyordu, çocuğu ya da akrabası yoktu. Komşular kocasının 1981’de öldüğünü söyledi. Henry Dobbs diye ünlü bir konser piyanistiymiş ve mülayim bir adammış. Piyano çalışını sık sık duyarlarmış, adam hakikaten iyiymiş. Bunun doğru olduğunu biliyorum, zira babam merhum kocanın kim olduğunu öğrenir öğrenmez iki plağını satın almış ve kocasının Schubert yorumunun Bayan Dobbs’ı ayartıp bizim eve çekeceğini umarak plakları pikabın sesini sonuna kadar açarak çalmaya başlamıştı.

O Schubert plağını hâlâ daha hatırlarım. Ön yüzünde Henry Dobbs’ın bir fotoğrafı vardı: Kır saçları yüzünü yele gibi çevreleyen bir adam, piyanonun başında oturuyor. Fotoğrafın altındaysa babamın yüksek sesle okumaktan hoşlandığı bir alıntı: “Dobbs’ın üstün virtüözlüğü insanın içine işleyen müzikalitesini asla gölgede bırakmıyor. Glenn Gould’un bir vârisi olsaydı bu ancak Henry Dobbs olabilirdi.”

“Akıl alır şey değil!” diye bağırırdı babam. “Düşünsene, bu kadar etkileyici bir adam o sımsıcakkanlı, latif hatunla evliymiş.”

Ama Gould’un veliahtının oturma odamızın penceresinden bangır bangır yayılan icrası babamı amacına ulaştırmak bir yana, hepten akamete uğrattı, çünkü artık Bayan Dobbs babamla karşılaştığında onu bir şekilde gücendirmişçesine merhaba demeyi bile çok görür olmuştu. Böylece babam merhumun plaklarını çalmayı bıraktı, dahası üstünden bir yük kalktığını ilan etti, zira Dobbs aslında pek de müthiş bir piyanist değildi, neden boşuna uğraşsındı ki onunla.

Arada sırada Bayan Dobbs’ın misafirleri olurdu. Bir keresinde sokak kapısının önünde bastonlu zarif bir beyin durduğunu gördüm. Adam girmeden ayaklarını paspasa sildi. Bu konuklar arasında yaşlıca bir kadın da vardı. Bir de yanında kemanıyla gelen ve yanlışlıkla bizim zilimizi çalan genç bir adam.

“Flora Dobbs burada mı oturuyor?” diye sordu belirgin bir aksanla.

Ona doğru evi işaret ettim. “Alman aksanıydı o,” dedi annem adam gider gitmez. “Demek Almanya’yla bir bağlantısı var kadının.”

Eve geldiğinde bunu babama da anlattık. “Adı Flora’ymış,” dedim ona, “ve anneme göre Flora’nın Almanya’yla bir bağı varmış.”

“Almanya mı?” Yüzü düştü. “Kraut6 demek. Tabii ya. Bu her şeyi açıklıyor.”

“Neyi açıklıyor?” diye sordum.

“Boş ver,” dedi babam iç çekerek.

“Bence Kraut değil,” dedi annem gözünü karartıp. “Konuşurken duydum onu, Alman şivesi yok.”

Babam anneme döndü. “Konuşurken mi duydun? Üç kelimeden fazla etti de bizim mi haberimiz yok?”

Annem biraz düşündü. “Kaç kelime ettiğini tam hatırlayamıyorum,” dedi nihayet.

İncir çekirdeğini doldurmayan bu konuyu neden bu kadar büyüttüklerini anlayamıyordum. Bayan Dobbs’ın Almanya ya da başka bir şeyle alakası olup olmaması umurumda değildi. Benim gözümde erkek kardeşimle okula giderken yolda rastladığımız, dökümlü etekler giyen ve tıpkı bizim gibi Notting Hill’in pisçe bir sokağında oturan bir hanımdan ibaretti sadece. Yağmur yağdığında minyon vücuduna oranla aşırı büyük duran bir şemsiye taşırdı. Toplu taşıma araçlarını kullanırdı. Bunu biliyorduk, çünkü onu 31 numaralı otobüse kendini atmaya çalışırken görürdük sık sık. Onu özellikle ilginç bulduğumuz yoktu. En azından bizim gözümüzde yaşlıydı, ayrıca kaba ve soğuktu.

Kardeşim Ben onu otobüse binerken gördüğünü söyleyince, “Acaba nereye gidiyor, merak ediyorum,” dedi annem.

Omuz silktim. “Bilmem. Hem kime ne ki nereye gittiğinden?”

“Ne bileyim, kadının gizemli bir tarafı var, onu söylüyorum sadece,” dedi annem.

Zaman içinde annemle babam tahmin yürütmekten vazgeçti. Yıllar geçip de erkek kardeşimle ben giderek büyüyüp daha zayıf, daha sivilceli yeniyetmelere dönüşürken Flora Dobbs hiç değişmez, hep olduğu yerde sayar gibiydi: yaşı kestirilmez, geçmişte takılıp kalmış ve rahat bırakılmaktan başkaca bir şey istemeyen gizemli bir kadın.

1986 yılında St Paul Okulu’ndan lise üçüncü ve dördüncü sınıf için bir kabul mektubu aldım. On altı yaşındaydım ve sevinçten deliye dönmüştüm. Eve döndüğümde babam bir şişe şampanya açtı ve annemin kardeşimle benim içki içmek için çok küçük olduğumuzu hatırlatması gerekti babama. Bunun üzerine şampanyayı annemle babam içti. Ben’in bir okul gezisi için Fransa’ya gitmek üzere ertesi sabah erkenden kalkması gerekse de hep beraber arabaya atlayıp bu haberi kutlamak üzere yakındaki bir Fransız bistrosuna gittik.

Ben’in suratı çoğun olduğu üzere sirke satıyordu, taşkınlık yapıp terbiyesizlik ederek değilse de sessizliğinin zalimliği marifetiyle neredeyse bütün geceyi mahvedecekti.

Ben’in küçük bir çocukken tanık olduğu şey bir kimyasal gibi içine yerleşmişti. Kişiliğinin dengesi temellerinden sarsılmıştı ve delikanlılığa adım attığı o yıllarda söz konusu dengesizlik DNA’sının bir parçası haline gelmişti.

Erkek kardeşimin hastalıklı bir bitki gibi büyümesini izledim. Köklerinin nasıl birbirine dolandığını ve çarpıldığını, gençliğinin tomurcuklanmasına nasıl ket vurulduğunu, sürgünlerinin azgın bir sarmaşığın pençesinde nefessiz kalışını gördüm. Yine de güzel çocuktu. Hep de öyle olacaktı. Ne var ki güzelliği suçluluk duygusuyla lekelenmişti. Derinlere nüfuz etmiş, adeta çimento misali katılaşmış bir suçluluk duygusu. Nadiren iletişim kurardı. Yürürken, konuşurken, yemek yerken başını önüne eğik tutardı. Bu halinden sıyrıldığı anlar olurdu olmasına ama bunlar çok azdı. Gelip çattıklarında da onlara dört elle sarılır, Ben’i elimizden geldiğince konuşturmaya, sohbete dahil etmeye, onu güldürmeye, ona sorular sormaya ve zihninin dokunaçları onu gerisingeri beyninin cehennemî, dilsiz kıvrımları arasına çekmeden onun sevdiğimiz yanını elimizde tutmaya çalışırdık.

Buna seyirci kalmak ıstırap vericiydi. Annemin yüzünde daha önce orada olmayan çizgiler görebiliyordum. Evin dışında hayat dolu bir adam olan babam kendi oğlunun yanında gergindi. Ben’in o çukurdan kendi başına çıkacağına dair anne babamı temin ettim. “Yeniyetmelerin çoğu bu gibi durumlardan düze çıkıyor,” diye ekledim, gerçi bu dediğimin ne kadar doğru olduğunu ben de merak ediyordum. Ne de olsa kendim de bir yeniyetmeydim.

“Tabii ki zamanla üstünden atacak bu hali,” dedi annem moral aşılamaya çabalar bir edayla.

“Öyle mi diyorsun?” diye geveledi babam.

Fakat yaklaşık beş senenin sonunda Ben’in davranışı yorgun anne babamın tüm enerjisini tüketmişti. Annemle babamın endişelerini paylaşmakla birlikte, bir yandan da suçluyordum onları, çünkü kardeşimin kişisel olumsuzluk girdabına onları da sürüklemesine göz yumuyorlardı. Evdeki hava boğucu ve ağır bir hal almıştı. Sessizliğin ağırlığıydı bu. Yüzleşmemenin ağırlığı. Ben’in ağırlığı.

Ertesi gün hava dondurucunun da ötesindeydi ama öpüştüğümüzde erkek arkadaşım Arun’un dudakları sıcak geldi. “Yarın görüşürüz,” dedi bana. “Okul çıkışında bir şeyler yapabiliriz. Belki bir sinemaya gideriz. Ya da istersen bizim eve gelebilirsin,” diye ekledi heyecanı sesinden belli olarak. “Annemler evde olmayacak.”

Arun’la bir ikindi partisinde tanışmıştım. Yakınlardaki Latymer Lisesi’nde okuyan bir nevi matematik dehası olduğu konuşuluyordu. Orta boylu ve çok zayıftı. Koyu kahverengi gözlüydü ve simsiyah saçlarını yana doğru tarıyordu. Kalküta’da bir Anglo-Hint okulunda eğitim görmüştü. Arkadaş edinmekte zorluk çekiyor, bu yüzden de sosyalleşmek yerine derslerine odaklanıyordu. Ta ki benimle tanışıncaya kadar.

Ben onun ilk kız arkadaşıydım, o benim ikinci öpücüğümdü. Birbirimize sarıldığımızda saçındaki briyantinin kokusu gelirdi burnuma belli belirsiz. Anlattığı hikâyelerde beni büyüleyen bir yan vardı, sadece hikâyelerinin egzotikliğinden değil, tasvirlerindeki benzetmelerin zenginliğinden de kaynaklanıyordu bu. Sikkim Himalayalarının tepesinde “buz misali bir ay”dan dem vuruyordu. Kalküta’nın çamaşır iplerinden sarkan “sarilerin balkıyan gökkuşağı”ndan ve sarilerin rüzgârda nasıl fırıldak gibi döndüklerinden söz ediyordu bana. Evini, cephesinin muson yağmurları yüzünden nasıl yol yol izlerle kaplı olduğunu anlatıyordu.

“İstersen bir gün seni Kalküta’ya götürürüm,” dedi bir keresinde bana.

Daha önce hiçbir oğlan beni bir yere götürmeyi teklif etmemişti, yanaklarıma ateş bastığını hissedebiliyordum.

Şimdi beni evine davet edişini dinlerken yanaklarıma yeniden ateş bastığını hissettim. “Evet, çok isterim. Yani sinemaya ya da şey, sizin eve filan gidebiliriz,” diye yanıtladım.

Aramızda olabileceklerin düşüncesi hem midemi heyecandan allak bullak etti hem de ayağımı yerden kesti.

“Görüşürüz,” dedi.

Son bir kez daha öpüştük ve ayrıldık. Eldivenli elim kabul mektubuna sımsıkı yapışmış halde, doludizgin bir baş dönmesinin ve aşkın esaretinde metroya yürüdüm.

Metro Ladbroke Grove durağına yanaştığında eldivenlerimin birini kaybettiğimi ve parmaklarımın soğuktan buz kestiğini fark ettim. Aceleyle eve yürüdüm. Saat beşti ve Oxford Gardens Caddesi koyu bir kış karanlığına gömülmüştü. Ben’le upuzun ve zapt edilmez rasta saçları yüzünden Merinos Mary adını taktığımız fahişe kısacık elbisesi ve yüksek topuklu ayakkabılarıyla Ladbroke Grove’un köşesinde sigara içiyordu. İçimden, kim bilir ne kadar üşüyordur, diye geçirdiğimi ve ona halden anlar iki kelam etmek istediğimi hatırlıyorum ama nedense fahişelerle konuşurken uyulması gereken görgü kurallarından emin olamadığımdan bir anda basiretim bağlandı.

Eldivenli elimi kaldırıp ona çabucak el sallamakla yetindim, o da bana el salladı. Sonra sendeleyerek kararsız adımlarla St Mark’s Caddesi’ne doğru uzaklaştı. Gecenin soğuğunda topuklarının tıkırtısını duyabiliyordum, fahişelerle konuşurken uyulması gereken görgü kuralları diye bir şey muhtemelen olmadığına, hepimizin nihayetinde insan olduğumuza kanaat getirdim ve bu yüzden bir dahaki sefere Merinos Mary’ye ne olursa olsun bir şey demeye karar verdim.

Eve vardığımda insanın iliklerine işleyen bir yağmur yağmaya başlamıştı.

Zili çaldım ama kimse açmadı. Evde kimse yoktu. Ben’in Fransa’ya gittiği, annemlerin de dışarı çıktığı geldi aklıma. Çantamda el yordamıyla anahtarlarımı arandım ama bulamadım. Çantanın içinde ne var ne yoksa kapının önüne boca ettim ve telaş içinde arandım, artık sırılsıklam olmuş parmaklarım hissizleşmişti ve sızlıyordu: Anahtar hiçbir yerde yoktu. İliklerime kadar ıslanmıştım. Üstümde tek kuruş para yoktu ve annemlere ulaşmam mümkün değildi. Beni seve seve evlerine buyur edecek, kimi emekli kimi çalışan başka komşularla tanışıklığımız vardı. Küçümser gözlerle baktıkları – “Kendine bir havalar veriyor,” diyorlardı – Bayan Dobbs’ın tersine, nazik jestlerimizi kabul etmekte ve onlara mukabele etmekte en ufak sorun yaşamıyordu onlar.

Ama belki geleceğimin radikal bir şekilde değişeceğini ve yepyeni bir dünyanın beni beklediğini bilmenin getirdiği keyifle, belki de bunun meraklı anne babamı mutlu edeceğini düşündüğümden o komşular yerine Flora Dobbs’ın kapısını çalmaya karar verdim.

Okul çantamı başımın üstünde tutarak karşıya geçtim.

Yağmur damlaları yüzümden aşağı süzülerek ve donan elim daha da beter sızlayarak bekledim.

Derken kilitte dönen bir anahtar sesi duydum: “Evet?” dedi sert bir sesle, emniyet zincirinin yarı aralık tuttuğu kapının ardından beni süzerek.

“Çok özür dilerim Bayan Dobbs,” dedim telaşla, “ben komşunuzum, adım Hannah. Kapıda kaldım, yani aslında kapıda kalmadım da anahtarlarımı bulamıyorum, parmaklarım buz kesti ve annemle babama ulaşmam mümkün değil. İçeri girip telefonunuzu kullansam ve annemler gelinceye kadar sizde beklesem sakıncası olur mu acaba?”

Yüzünde bir hoşnutsuzluk ifadesi belirdi. Fazla açık konuşmuştum. Evet, belli ki sakıncası vardı. Başından kötü bir fikirdi bu. Bu kadını içeren her türlü plan kötü bir fikirdi. Komşular haklıydı: Sebepsiz yere havalara giriyordu, ayrıca da kabaydı.

Ama sonra yüzü yumuşadı. “Pekâlâ madem,” dedi. “Buyur, geç içeri.”

Öylesine şaşırmıştım ki kapının eşiğinde kalakaldım. “Emin misiniz?” diye sordum yağmur yüzümden aşağı süzülürken.

“Evet, eminim,” diye cevapladı zinciri açıp beni içeri alarak. “Ama sırılsıklamsın. Lütfen ayakkabılarını çıkar ve paltonu kapının orada bırak, sana bir havlu getireceğim. Hemen dönerim.”

Kapıyı ardımdan kapadım ve söyleneni yaptım. Koridoru rutubet kokuyordu. Paltomu ve ayakkabılarımı çıkardım. Ayaklarım da ıslaktı ama çoraplarımı çıkarmaya cesaret edemiyordum.

Elinde bir havluyla geri döndü, ben de saçlarımı, ellerimi ve yüzümü yarım yamalak kuruladım.

“Teşekkür ederim,” dedim havluyu ona geri uzatarak. Kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım bile.

Koridorun ucundaki bir kapıyı açtı. “Böyle gel,” dedi.

Hayalimde çiçekli duvar kâğıdıyla kaplı, dantel örtülerin üzerinde vazoların durduğu, kanarya sarısı kumaş döşeli yıpranmış kanepelerin olduğu bir oda canlandırmıştım. Oysa gördüğüm şey beni öylesine hazırlıksız yakaladı ki ağzım açık kaldı.

Duvarlar yerden tavana kadar uzanan dizi dizi kitapla doluydu. Kadife kaplı koltuklar ve çapraşık oymalarla süslenmiş bir sehpa vardı. Sonra varaklı avizeler, kapıya yaslanan bir adamı tasvir eden gerçek boyutlarda bir Afrika heykeli. Zemin çeşit çeşit, boy boy Şark halılarıyla kaplıydı. Duvarın kitaplardan boş kalan nadir yerlerinde soyut resimler, insanların ve mekânların seçildiği çerçeveli fotoğraflar asılıydı.

Bu ev pahalı, ince zevklere sahip bir kadına aitti. Babamın tahminleri doğruydu: Özel bir hayat yaşamış olmalıydı. Tabii, meşhur piyano da vardı. Lake abanozunun üstünde Bösendorfer yazan pırıl pırıl bir kuyruklu piyano. Bösendorfer markasını biliyordum. Annemlerin bir arkadaşının salonunda da vardı bunlardan bir tane. Adam ünlü bir piyanistti ve dinleyicilerle hıncahınç dolu salonlarda konser vermek için yüklü paralar alırdı. Bu piyanoların ne kadar pahalı olduğunu da biliyordum. Henry Dobbs’ın çaldığı piyano olmalıydı bu. Annemlerin ünlü arkadaşını tanıyıp tanımadığını merak ettim Bayan Dobbs’ın ama bunu sormaya cesaret edemedim.

“Piyano çalıyor musunuz?” diye sordum bunun yerine.

Bana baktı ve başını kederle iki yana salladı. “Kocam çalardı. Ama birkaç sene önce öldü. Ben de eskiden biraz çalardım ama artık çalmıyorum.”

Kocasının nasıl göründüğünü merak ettim. Çocukları olmuş muydu acaba?

Elimi piyanonun siyah cilasının serinliğinde gezdirirken, “Çok güzel,” diye mırıldanmaktan kendimi alamadım; çalmıyorduysa onu neden hâlâ evinde tuttuğunu merak ettim.

“Elin toparlandı mı? Kalorifere dayamak ister misin biraz?”

Elime baktım. Derim soluk bir beyaza dönmüş gibiydi. Sızlaması geçmemişti geçmesine ama hafif dinmişti. “Çok düşüncelisiniz, teşekkür ederim,” dedim.

İki elimi birden kalorifere yaslarken halimden utandım. Yabancı birinin evinde hiç yapılacak şey mi bu, diye geçirdim içimden. Öte yandan sıcağın donmuş parmaklarıma hareket kabiliyetini geri kazandırdığını hissedebiliyordum, bu yüzden ellerimi kaloriferin üzerinde biraz daha tuttum.

“Bir keresinde kocamın eli İsveç’te soğuktan felaket bir şekilde yandı,” diye lafa girdi Bayan Dobbs. “Hastaneye gitmek zorunda kaldık. Elini kaybedebileceğini bile düşündük.”

“Eyvah, ne kadar korkunç!” diye bağırdım.

“Evet,” dedi sükûnetini bozmadan, “öyleydi. Ama sonunda bir şeyi kalmadı. Şimdi, bir fincan çay ister miydin?”

“Evet, harika olurdu,” diye yanıtladım sesindeki cana yakınlık karşısında afallayarak.

Aslına bakılırsa Flora Dobbs’ın kendi dahil odadaki her şey beni afallatmıştı.

Onun hakkında yanılmıştım. Hepimiz yanılmıştık. Hiç de kaba değildi, sadece temkinliydi. Ama hangi konuda? Kusursuz İngilizcesinde son derece belli belirsiz de olsa bir aksan algılamıştım. Nereliydi acaba? Sorsam ayıp olur muydu? Çok da şık ve zarif bir kadındı. Artık açıkça görebiliyordum bunu. Uzun bir kolyeyle süslediği fırfırlı bir bluz ve şal desenli bir etek giyiyordu. Elmacıkkemikleri çıkıktı ve yüzünde belli belirsiz bir makyaj vardı. Bir zamanlar güzel bir kadındı besbelli, çok da geride kalmamıştı o günleri.

Tuvaleti kullanmak için izin istedim. Bayan Dobbs üst katı işaret ederek, “Bir kat yukarıda, soldaki ilk kapı,” dedi.

Kapı soluk yeşildi, kolu da düşmüştü. Üstünde Hommage á Claude Monet, Grand-Palais, 1980 ibaresi taşıyan bir poster vardı. Arka planında ağaçlarla bir yelkenli resmi görünüyordu. Dalgaların üstünde ışık hareleri vardı. Bayan Dobbs acaba sergiyi yerinde görüp posterini Londra’ya getirmiş olabilir mi diye merak ettim. Banyoya girdim, ışığı açtım ve kapıyı kapadım.

Solmuş toile de Jouy duvar kâğıdı tekrar eden bir kır manzarası deseniyle bezeliydi. Ayakları siyah döküm demirden geniş, paslı bir küvet vardı, küvetin içindeki seramik çatlak çatlaktı ve dışyüzü çiçek desenli fayanslarla kaplıydı. Bayan Dobbs’ın tuvaletini kullandım, sonra da ellerimi yıkmaya gittim. Sıcak su elimi eski rengine kavuşturduğunda rahatlayarak iç çektim. Lavabodaki bayat ve taşlaşmış sabun artık köpürmez olmuştu. Ellerimi kurulayabileceğim bir el havlusu yoktu, o yüzden ne kadar uygunsuz gelse de banyo havlusunu kullanmak zorunda kaldım, muhtemelen Bayan Dobbs’ındı. Banyonun köşesinde bir çift terlik duruyordu – küçük, uçuk mavi renkli; Bayan Dobbs’ın mahremine huzursuz edici bir bakış daha.

Hemen başımı çevirdim ve camdan dışarı baktım. Sokağımızı, evimizin önünü görebiliyordum. Çatı katındaki yatak odasında biri ışığı söndürmeyi unutmuştu. Ya da belki babam mahsus açık bırakmıştı: Son günlerde semtimizde bir hırsızlık furyası başını almış gitmişti. “Uyanık olmamız lazım,” demişti babam. Acaba Bayan Dobbs da uyanık mıydı?

Sert bir rüzgâr havayı kesiyor, camları zangırdatıyordu. Ağaçların dalları bir sağa bir sola sallanıyordu. Yoldan bir araba geçti, sonra gözden kayboldu. Uzaklardan bir müzik sesi çalındı kulağıma ama nereden geldiğinden emin olamadım. Banyodan tam çıkmak üzereyken nedensiz yere başımı havaya kaldırma ihtiyacı duydum: Oracıkta, başımın hemen üstünde, oturur durumda antika porselen bebeklerden oluşan bir koleksiyon vardı. Gözlerim fal taşı gibi açılarak bakakaldım. Beş taneydiler, sanki koyu bir sohbete dalmış arkadaşlar gibi birbirlerine bakıyorlardı. Daha önce böyle bebekler görmüştüm görmeye. Portobello Sokağı’nda ve annemle babamın küçükken bizi zorla sürüklediği Fransız bitpazarlarında. Ama daha önce hiç böylesine iyi durumda bir koleksiyon görmemiştim. Buklelerindeki taraklara ve mücevherlere, giysilerini süsleyen minyatür çiçeklere ve kuştüylerine varıncaya dek bütün ayrıntılarıyla enfestiler: Jüponları ve ipek elbiseleri, cilalı pabuçları ve dantelli kol ağızları vardı, ağzım açık bakakaldım onlara.

Neden bebekleri böylesine olmadık bir yere koymayı tercih etmişti acaba? Ben olsaydım baş köşede gururla sergilerdim onları. Belki utanıyordur, diye akıl yürüttüm. Oyuncak bebek koleksiyonu yapmanın tuhaf bir yanı vardı ne de olsa, öyle değil mi? Belki de yoktu. Belki onun bile değillerdi.

Kafam o bebeklere, ne kadar güzel ve tuhaf olduklarına takılmış halde oturma odasına döndüm. Flora’yı oturmuş, çiçekli bir çaydanlıktan fincanlara çay koyarken buldum. Ona oyuncak bebek koleksiyonunu sormak üzereydim ki bir şey beni durdurdu. Bana bakıp gülümsedi. “Oturduğun evi seviyor musun?” diye sordu çayını yudumlayarak. “Orada sizden önce oturan adam arkadaşımdı. Neredeyse elli yıl yaşadı o evde.”

“Ya, sahiden mi? Vay canına… Adı neydi?”

“Bert Moser. Ressamdı. İyi ressamdı. Eşiyle dört çocukları vardı. Şimdi hepsi kocaman oldular.”

“Vay canına,” diye tekrarladım. “Doğrusu evimi çok seviyorum. Hepimiz çok seviyoruz.”

“Daha önce nerede oturuyordunuz?”

“Hammersmith’te. Orada yaşadığımız sırada bir kaza oldu, o yüzden dairemizi sattık.”

“Demek öyle,” diye yanıtladı yavaşça. “Ne kazası peki?”

Hemen çark ettim, yaşananların zehirli anısı aklıma her düştüğünde olduğu üzere kalbim deli gibi atıyordu.

“Ah, öyle ciddi bir şey değil. Babam kendini pek iyi hissetmiyordu ama şimdi iyi. Tiyatro yönetmeni kendisi,” diye ekledim gururla, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak.

Ona gerçeği söyleyemezdim: babamın olayın sadece küçük bir parçası olduğunu, hiçbirimizin bir süre iyi hissetmediğini, hatta bazılarımızın hâlâ daha toparlanmayı başaramadığını.

“Evet, babanın ne iş yaptığını biliyorum,” dedi hafif esrarengiz bir edayla. “Annenle babana telefon etmek istiyordun değil mi?” diye ekledi eteğinin dizine gelen kısmını düzelterek.

Ayağa fırladım. Onca heyecan içinde bunu unutmuştum. “Evet, lütfen.”

Piyanonun ardındaki ufak bir masaya işaret etti. Yanında danışan olmamasını umut ederek annemi aradım. Birkaç sene önce terapist olarak çalışmaya başladığından beri akşam yemeğinden önce eve döndüğü nadirdi.

Neyse ki telefonu açtı, ona anahtarımı evde unuttuğumu anlattım. “Şimdi neredesin?” diye sordu. “Beş dakika içinde bir danışanım gelecek, çok müsait değilim.”

Ona nerede olduğumu söyledim. Hattın öbür ucunda bir sessizlik oldu. “Neredesin dedin?” diye sordu tekrar. Ardından boğazını temizledi. “Pekâlâ, bu konuyu sonra konuşuruz. Baban bir kırk dakikaya evde olmalı. Ona bir şekilde ulaşıp haber veririm.”

Telefonu derhal kapadı.

“Her şey yolunda mı?” diye sordu Flora.

“Babam kırk dakika içinde evde olacak,” diye yanıtladım. “Umarım sizi tutmuyorumdur,” diye ekledim birden endişelenerek.

“Hiç önemli değil,” diyerek yüreğime su serpti.

Fincanı elime alıp çayı yudumladım. “Çayınızın tadı güzelmiş,” dedim.

“Darjeeling çayı. Ben de seviyorum.” Meraklı gözlerle baktı bana. “Söylesene, kaç yaşındasın Hannah?”

On altı yaşında olduğumu, St Paul’a daha yeni kabul edildiğimi söyledim.

Şimdiki okulumu, anne babamı, erkek kardeşimi ve arkadaşlarımı ayrıntılı bir şekilde anlattım. Bunu neden yaptığımı, hayat hikâyemi ona anlatmaya beni neyin ittiğini bilemiyorum. Gergin olduğumda çok konuşmaktan kendimi alamam, belki de sebeplerden biri buydu. Zira Flora kesinlikle sinirlerimin gerilmesine yol açıyordu.

Diğer bir sebep de onu etkilemek istememdi, çünkü onu etkilemeyi başarabilirsem bunun, Flora’nın anne babamı evine çaya davet etmesi sonucunu doğuracağını umuyordum.

Sebep ne olursa olsun çekinmeden konuştum. Kitapları sevdiğimi ve yazar olmak istediğimi anlattım ona. Günün birinde Oxford’da İngiliz edebiyatı okumayı umduğumu. Neredeyse Arun’dan da bahsedecek, onun da Cambridge’e girip astrofizik okumak istediğini söyleyecektim ki neden sonra bundan vazgeçtim; erkek arkadaşım olduğunu anne babama bile söylememişken ona haydi haydi söyleyemezdim herhalde. Yoksa söyleyebilir miydim?

Sürekli Arun’u düşünüyor, başka bir konuya odaklanmakta zorlanıyordum. Gizli bir konuk gibi zihnime yerleşmişti. Bazen gözlerimin önüne bir sis perdesi inmesine sebep olduğundan imgesini zihnimden kovma zorunluluğu duyuyordum. Hele ki şimdi, ertesi gün baş başa kalacağımızı biliyorken onu düşünmek bile bulanık görmemi sağlamaya yetiyordu. Hal böyleyken, herhangi bir tuhaflıktan neyse ki şüphelenmemiş görünen Bayan Dobbs ile onun hakkında konuşmak kesinlikle iyi bir fikir değildi. Bana baktı ve gülümsedi. “Umarım dileğin gerçek olur,” dedi, neden söz ettiğini anlayabilmek için bir an durup kafamı toplamam gerekti. “Dileğim mi?”

“Evet, Oxford’a gitmek. Okumak için çok iyi bir yer.”

“Ha evet. Şimdiden sabırsızlanıyorum.”

Yüzüne baktım. Sesinin tonu, acaba o da zamanında orada okumuş olabilir mi diye bir meraka düşürdü beni. Ama bunu soracak cesareti yine bulamadım kendimde. Bir sonraki gelişimde sorarım diye geçirdim içimden. Evine bir kez daha misafir olacağımdan hiç kuşkum yoktu nedense.

“Bakıyorum da bir sürü kitabınız var,” diye atıldım bir cesaret, koleksiyonuna işaret ederek. “Siz de yazıyor musunuz yoksa?”

Bu kez sözcükler ben onlara hâkim olamadan ağzımdan fırlayıvermişti. Aynı anda hem kendimi rahat hissetmemi sağlıyor hem de gözümü korkutmayı başarıyordu nasılsa.

Bayan Dobbs gümüş bir kaşıkla çayını karıştırdı. “Evet, öyle denebilir,” dedi sessizce. “Şu sıra bir kitap üstünde çalışıyorum.”

“Sahiden mi? Ne üzerine bu kitap?”

“Besteci Robert Schumann. Eserlerini biliyor musun?”

Çabucak düşündüm. Biliyor muydum? Hayır, bilmiyordum. Ya de belki de evet, biliyordum.

“Evet, sanırım biliyorum,” diye yanıtladım kendimden emin bir şekilde. “Çok iyidir.”

Başını salladı. “Gerçekten de öyledir.”

“Yayımlanacak mı peki?”

Kısacık bir an duraksadıktan sonra, “Yakında yayımlanmasını umuyorum,” diye cevap verdi.

“Kim bilir ne kadar harika olur,” dedim, “yani insanın yazdığı bir şeyin yayımlanması.”

“Eminim öyle olur,” diyerek gülümsedi.

Kitap raflarına bir kez daha kaydı gözüm. “Bunların hepsini okudunuz mu?”

Yazdığı kitap ve Robert Schumann hakkında fazla konuşmak istemiyordum, besteci hakkında ne gibi sorular sormam gerektiğinden pek emin değildim.

“Hepsini değil, hayır, ama çoğunu okudum.” Ağzının kenarını peçeteyle sildi. “Özellikle sevdiğin yazarlar var mı?” diye sordu.

Birkaç kitaptan bahsettim ve sohbet akmaya başladı. Bilhassa Fransız edebiyatına düşkün olduğunu ve gençken kendisinin de roman yazarı olmaya heves ettiğini anlattı. Ama sonra savaş patlak vermiş ve alıştığı hayat değişmiş.

“Nasıl değişti peki? Hayatınız yani?” Cevap vereceğini umuyordum.

“Eh,” dedi yavaşça, “Fransa’yı terk ettim ve gelip İngiltere’ye yerleştim. Uzun yıllar önceydi bu.”

Heyecanımı gizlemeye çalıştım. “Fransız mısınız yani?”

“Evet.”

“Fransa’nın neresindensiniz peki? Parisli misiniz yoksa?

“Evet. Parisliyim.”

“Ne kadar güzel.” Bu bilgi beni mutlu etmişti. Neden mutlu ettiğini çözemiyordum ama etmişti işte. Oturup onunla konuşmak da mutlu etmişti beni.

“Paris’i bilir misin?” diye sordu.

“Pek sayılmaz, hayır. Yani iki kere filan gittim ama gerçek anlamda bildiğimi söyleyemem. Annemler bilir ama. Annem orada yaşamış bir süre. Biraz Fransızca da konuşur. Bir aşçılık okuluna gitmiş orada. Gerçekten iyi bir aşçıdır.”

“Anlıyorum.” Özellikle ilgilenmiş görünmüyordu.

Çayımdan bir yudum aldım, sonra fincanı altlığa koydum. Fincan soluk menekşelerle bezeliydi. “Fransız edebiyatını ben de severim,” diye söze girdim. “Okulda Victor Hugo okuduk. Marguerite Duras’a da bayılırım. Sevgili gerçekten iyiydi bence.”

Bayan Dobbs şaşırmış göründü. “Sahiden mi? Ben okumadım, o yüzden bir şey diyemiyorum.” Kendine bir fincan çay daha koydu. Parmağında kocaman bir yüzük vardı. Üstündeki taş pırıl pırıl parlıyordu. Acaba kocasının hediyesi miydi diye merak ettim. Merak ettiğim bir diğer şey de Sevgili’yi okumak için yaşımı çok küçük bulup bulmadığıydı. Öyle düşünüyorduysa yanılıyordu. Hakkımda bilmediği çok şey vardı. Bir erkek arkadaşım olduğu gerçeği örneğin.

“Gerçekten çok iyi bir kitap,” diye yineledim. “François Mauriac’i de severim. Thérèse Desqueyroux. Böyle mi telaffuz ediliyor?”

“Evet, aynen öyle,” diye cevap verdi. “Güzel bir aksanın var.”

İçtenlikle mi söylemişti bunu? Kestirmek zordu. Ama önemli değildi, çünkü onun yanında geçirdiğim her andan büyük keyif alıyordum. Kitaplardan konuşmaya devam ettik: Besbelli çok kültürlüydü. “Ya İngiliz edebiyatından kimleri seviyorsun?” diye sordu.

“Viktorya dönemi yazarlarını çok seviyorum. Özellikle de George Eliot’ı,” dedim. “Onu, onun kendisini tanıdığından daha iyi tanıyorum sanırım,” dedim heyecanla.

Flora Dobbs yeniden bana baktı ve bu kez bütün yüzü aydınlandı.

“İşte bu çok ilginç,” dedi. “Sahiden çok ilginç. Mahsuru yoksa böyle düşünmenin sebebini söyleyebilir misin bana?”

Fakat cevap vermeye zamanım olmadı, çünkü kapı çalındı ve Bayan Dobbs ayağa kalktı. “Gel benimle,” dedi. “Baban geldi herhalde.”

Oturma odasıyla koridor arasındaki ufak kapıyı örttü, beraber sokak kapısına yürüdük. Paltomu, çantamı, ayakkabılarımı toparlayıp giyindim; hâlâ sırılsıklamdılar.

Mandalı kaldırıp kapıyı açtı. Sırtında bej yağmurluğuyla sakallı babam duruyordu karşımızda. Yağmurda şemsiyeyle dikilirken her zaman olduğundan da uzun görünüyordu.

“Kızımı almaya gelmiştim,” dedi Flora Dobbs’a. “Ona göz kulak olduğunuz için ayrıca teşekkür ederim size.” Bayan Dobbs’ın oturma odasını ucundan da olsa görebilmek için boynunu uzatmaya çalıştığını fark ettim.

Ama görebileceği bir şey yoktu.

“Benim için zevkti,” dedi Flora elimi sıkarak ve babamı görmezden gelerek.

Sonra kapıyı üstümüze sıkı sıkıya kapadı. Dondurucu yağmur kara dönmüştü.

George Eliot’a ve henüz üstünde konuşmadığımız birçok başka yazara karşı neden öylesine büyük yakınlık duyduğumu Flora Dobbs’a açıklama fırsatını hiç bulamadım.

Denemedim değil ama kaç sefer uğradıysam bir türlü evde bulamadım onu. İki hafta sonra kapısını bir kez daha çaldım. Annemin o sabah yaptığı limonlu keki getirmiştim. Bu kez evde olduğunu biliyordum, çünkü birkaç dakika önce onu kapıdan içeri girerken görmüştüm.

Kapıya bakmaya gelene kadar epeyce bekledim. Geldiğinde de halinde bir tuhaflık vardı, benim kim olduğumu hatırlamaz gibiydi neredeyse. “Merhaba,” dedi başını kaldırarak. “Senin için ne yapabilirim?”

Öylesine şaşırmıştım ki diyecek bir şey bulamadım, kem küm ederken neredeyse keki de elimden düşürüyordum. “Ben… şey… ben sadece geçen gün için teşekkür etmek istemiştim size. Sizinle konuşmak sahiden çok hoşuma gitti. Annem babam da size teşekkür etmek istedi, annem bu limonlu keki size yaptı.”

Titreyen ellerle keki ona uzattım, biraz duraksadıktan sonra kabul etti. “Çok naziksin, teşekkür ederim,” dedi.

Sesi geçen güne göre daha karanlıktı. Daha katı. Ne olmuştu ki?

“Her şey yolunda mı?” diye sordum. Kendimi tutamadım. Bilmek istiyordum. Yanlış bir şey mi yapmıştım?

Flora Dobbs’ın gözleri bir an benimkilerle buluştu. “Özür dilerim. Beklenmedik bir şey oldu korkarım. Bir süre birbirimizi göremeyeceğiz. Belki ileride görüşürüz ama şu an için mümkün değil bu.”

6.Almancada lahana turşusu anlamındaki sauerkraut’tan gelen bu terim Britanyalılar ve Amerikalıların Almanları, özellikle de Nazileri tanımlarken kullandığı etnik bir hakaret olarak İngilizce argosuna geçmiştir. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺226,27

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
25 nisan 2024
Hacim:
290 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6469-20-4
Telif hakkı:
Notos Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 3,5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre