Kitabı oku: «Eğer Beni Ararsan», sayfa 3

Alba Arikha
Yazı tipi:

8

Ezra ile birkaç aydır birlikteyiz. Romen bir esnaf olan sevimsiz ev sahibi bizi yatakta yakaladı ve Ezra’yı evden kovdu. Benimle kalamıyor, çünkü Mordechai’la Sonia’nın evindeki odamda tek kişilik bir yatak ve ufak bir çalışma masasından başka bir şey yok ve iki kişi oraya sığmamız mümkün değil. Ayrıca muhtemelen Mordechai’la Sonia da ilişkimizi tasvip etmezdi. Bu yüzden geçici olarak Lotta’nın evinde kalıyor. Aslında kıskanmam lazım – Lotta bizden yaşça çok büyük olsa da güzel kadın – ama kıskanmıyorum. Ezra’ya bütün kalbimle güveniyorum. Bana evlenme teklif etse evet derdim.

Üstelik hiç tereddütsüz.

Hem belki bu kalacak yer sorunumuzu da çözerdi.

Bir şey oldu ve Ezra her ne kadar olmamamı tembihlese de tedirginim. “Merak etme, güvendeyiz,” diyor parmağını çıplak tenimde gezdirerek.

Bir cumartesi öğle sonrası kanepemde oturuyoruz. Dışarıdan arada bir silah sesleri geliyor kulağımıza – şimdiye dek çok uzak gibi görünen savaşı, Paris’i hatırlatan bir ses. Öte yandan burada ülkenin dört bir yanında uygulanan sokağa çıkma yasağı dahil her şey daha farklı yapılıyor. Fransa’da güvenlik kavramı Yahudi olmayan herkese mahsustu. Buradaysa durum tam tersi: Kendi güvenliğimiz için evde kalmamız gerektiği söyleniyor bize. Manda yönetimi hükümet binalarına, demiryollarına ve İngiliz birliklerine düzenlenen saldırılara misilleme olarak on yedi bin kişilik bir ordu sevk ederek paramiliter Siyonist örgüt mensuplarını tutukladı. Bu operasyona “Kara Şabat” adını verdiler. Evraklara el kondu ve saklanmak üzere King David karargahına götürüldü. Hükümet terörün ve şiddetin kökünü kazıma vaadinde bulundu ama bu vaat çok donuk bir şekilde karşılandı. Neden acaba?

Bu konuyu Ezra’ya açtığımda sıkılmış görünüyor, şaşırıyorum. “Hükümet halkı asla ehlileştiremeyecek. Çok fazla öfke var. Hem ayrıca, siyaset beni ilgilendirmiyor,” diye geveliyor ağzında.

“Nasıl olur da ilgilendirmez? Bu Irgun mensupları barbarlardan farksız! Ülkeyi ne hale getirdiklerine baksana! Her şeyi yok ediyorlar!”

Gözlerinde bir bakış yakalıyorum, anlık bir huzursuzluk.

“Evet, haklısın herhalde,” diye cevap veriyor nihayet.

Birkaç gün sonra iş çıkışı fırsat buldukça yaptığım üzere Lotta’nın evine uğruyorum. Genelde Ezra’yla başka bir yerde buluşmayı yeğliyorum, Lotta’nın varlığı halen tedirgin ediyor beni. Bu kez evde olmadığını görünce içim rahatlıyor, evde kimse yok görünüşe göre. Ezra’yı ne mutfakta ne de yatak odasında bulabiliyorum. Tam çıkıp gitmek üzereyken kulağıma sesler geliyor. Seslerin izini sürünce Ezra’yı evin arka tarafındaki bir odada daha önce hiç görmediğim bir adamla konuşurken buluyorum. Adam sevimsiz suratlı, kısa boylu ve tıknaz bir tip. Aralarında ne konuştuklarını duyamıyorum ama önemli bir konu olmalı, çünkü birbirlerine çok yakın duruyorlar ve bir konuda fazlasıyla endişeli görünüyorlar. Kapının ağzında biraz durup uzaklaşıyorum. Ezra işte o zaman bana sesleniyor. “Flora, buraya gel! Gel de arkadaşımla tanış!” diyor az önce tanık olduğum durumun hiç yakışıksız bir yanı yokmuşçasına.

Bunun üzerine odaya geri dönüyorum ve Shlomo’yla tanıştırılıyorum. Adamın gözleri ufak, yüzü yara bere içinde, burnunun etrafında da kurumuş kan lekeleri var. Ezra’nın alışıldık arkadaş çevresine aitmiş gibi durmuyor. İbranice bir şey diyor ve ruhsuzca gülümsüyor. “Shlomo az önce bir kaza geçirmiş,” diye çeviriyor Ezra. “O yüzden ağzı gözü böyle dağılmış görünüyor.”

“Ne oldu?” diye soruyorum.

“Bir Arap tarafından dövülmüş,” diye yanıtlıyor Ezra. “Yanlış zamanda yanlış yerdeymiş.”

“Ne demek istiyorsun? Ne olmuş ki?”

“Aslında saçma sapan bir mevzu. Bir paket sigara yüzünden çıkmış bütün olay.”

Yahudilerle Araplar arasında birkaç sürtüşme kulağıma gelmişti gelmesine ya, o güne dek kendi arkadaşlarımdan ve tanıdıklarımdan hiçbiri müdahil olmamıştı böyle bir şeye. Benim gibi onlar da Araplara saygı duyarlar. Kimse tatsızlık çıksın istemez. Tatsızlık çıksın isteyenler de Manda hükümetinin kökünü kazımaya çalıştığı o radikal grupların mensupları. Shlomo’ya bakıyorum ve acaba bu gruplardan birinden olabilir mi diye merak ediyorum. İbranice hızlı hızlı konuşuyor ve ne dediğini anlayamıyorum. Şimdi terlemeye de başlamış ve perişan görünüyor. Saatine bakıp kırık dökük bir İngilizceyle benimle tanıştığına memnun olduğuna dair bir şey geveliyor. Bana hoşça kal diyor ve Ezra onu kapıya geçiriyor. Ezra geri döndüğünde onu soru yağmuruna tutarak başının etini yiyorum. “Nasıl oldu da onunla daha önce hiç tanışmadım? Siz nereden tanışıyorsunuz? Arapla aralarında ne geçmiş?”

Ezra yavaşça açıklıyor. “Arap Shlomo’nun borcunu ödememesine kızmış. Sigarayla filan alakası yok. Yalnızca benim önümde borç konusuna girmek istememiş. Shlomo’yu da işten tanıyorum,” diye ekliyor Ezra. “Arkadaş sayılmayız, İngiliz devlet dairesinde birlikte çalışıyoruz sadece. Yurttaşlığa kabul evraklarını işleme koyuyoruz.” Konuşurken Ezra’ya bakıyorum ve anlatmadığı bir şey daha olduğunu anlıyorum.

“Başka ne yapıyorsunuz orada? Başka bir şeyler çevirdiğinize eminim.”

“Başka bir şey yapmıyoruz,” diyor kesin bir şekilde.

“İyi bir yalancı değilsin,” diye yüzüne vuruyorum. “Yüzünden belli oluyor yalan söylediğin.”

Ezra başını kaldırıyor ve sorgularcasına yüzüme bakıyor. “Oluyor mu sahiden?” Gülümsüyor. “Evet, haklısın. Bir şey daha yapıyoruz. Ama hoşuna gideceğinden emin değilim.”

“Hele söyle bakalım.”

Duraksıyor. “Emin misin?”

Başımı sallıyorum. “Evet.”

“Pekâlâ o zaman,” diyor yavaşça. “Bildiğin gibi Filistinli Yahudilerin başvurularını biz işleme alıyoruz. Her şey kitabına göre. Fakat şöyle bir durum var ki, savaşta kaybolan insanların dosyaları da elimizde. Biz de bu dosyalarla Holokost’tan sağ kurtulanların ülkeye kaçak girmesine yardımcı oluyoruz.”

“Nasıl?”

Temkinli bir şekilde konuşuyor. “Bir kalpazan tanıyorum. Resmi pulları taklit edebiliyor.”

“Sahiden mi?”

Onu kınasam mı hiçbir şey söylemesem mi bilemiyorum. Ne de olsa ikimiz de Filistin’e yasadışı yollardan girmiş durumdayız. O yüzden onu yargılayacak son kişi benim.

“Peki kim bu kalpazan?”

“Yafa’da bir Arap. Bundan hiç kimseye bahsetmeyeceksin, duydun mu?”

“Tabii ki.” Duralıyorum. “Yani ülkeye yasadışı yollardan Yahudi sokuyorsun?”

Sesini yükseltiyor. “Sokuyorum evet, ne olmuş? Gidip birilerine söyleyecek misin? Bu yüzden hapse girebilirim, farkındasın değil mi? Bunun farkında mısın? İngilizlerin uyguladığı bir kota var. Ben bu kotaya uymayı reddediyorum. Anlıyor musun? Ben toplama kamplarından geldim buraya ve onların kotasına uymayı külliyen reddediyorum.”

“Evet, tabii ki anlıyorum. Ama o kotayı yürürlüğe koyanlar İngilizler değil, yalan mı? Milletler Cemiyeti’nin kararı o, İngilizlerin değil. Onlar sadece emirleri uyguluyorlar–”

“Emirleri köpekler gibi uyguluyorlar. Duydun mu beni? Kuduz kahrolasıca köpekler gibi!” Sesi yükselmiş durumda ve gözleri daha önce hiç görmediğim bir şekilde parlıyor.

“Ezra–”

“Hayır, şimdi beni dinleyeceksin! Mültecilerle dolu kaç geminin İngilizler tarafından geri gönderildiğini biliyor musun sen?”

“Bilmiyorum. Lütfen bağırma. Bunun önemli olduğunu anlıyorum ama lütfen sakin ol. Bağırma.”

“Bağırmıyorum. Fransızlar, İtalyanlar ve Amerikalılar Yahudileri kabul etmeye razı. Ama İngilizler ne diyor? Olmaz efendim diyor… Hayat memat meselesi olduğunda bile yanaşmıyorlar. Al sana 1942’deki Struma olayı. Onu biliyor musun? Duymuşsundur – büyük bir skandal olmuştu.”

“Emin değilim.”

İşin doğrusu, buraya gelinceye dek ne Manda hükümetiyle ne de Filistin’le ilgili pek bir şey biliyordum. Ama bunu itiraf etmek de zoruma gidiyor.

Ezra yüzüme dik dik bakıyor. “Struma yedi yüz altmış dokuz mülteci taşıyan bir gemiydi – daha doğrusu hurda haşat bir tekne müsveddesiydi, mültecilerin çoğu Nazilerden kaçmak için birer servet ödemiş zengin Romenlerdi. 1942 yılında Filistin’e gitmek üzere Romanya’dan demir aldı. Bir motor arızası yüzünden kısa bir süre İstanbul’da durmak zorunda kaldı. Fakat Türk hükümeti yolcuların karaya çıkmasına izin vermedi, bu yüzden de haftalar boyunca akıbetlerinin ne olacağına dair bir karar çıkmasını beklediler. Yahudi Ajansı mültecileri kabul etmesi için Filistin’e yalvardı ama aldıkları yanıt kesin bir ‘hayır’ oldu. Ankara’daki İngiliz büyükelçisi bu insanları – bu insanları – Filistin’de istemediğini söyledi. Sonra ne oldu dersin?”

“Bilmiyorum.”

“Ne olduğunu söyleyeyim sana: Tekne Sovyet torpido ateşiyle vuruldu ve bir kişi dışında mültecilerin hepsi öldü. Hepsi öylece pisi pisine öldü.” Duraklıyor ve derin derin nefes alıyor. “Başka bir sefer yine Sovyet bandrollü bir denizaltı Holokost’tan sağ kurtulan dört yüz kişiyi suyun içinde makineli tüfekle taradı.”

“Bu korkunç,” diye fısıldıyorum. “İyi ama neden?”

“Alman sanmışlar onları.” Duraklıyor. “En azından Sovyetlerin bahanesi buydu. Onları Alman sandıklarını söyleyip işin içinden çıktılar.”

Ezra bir sigara yakıp dumanını açık pencereye doğru üflüyor. Sokakta şarkı söyleyen çocukları duyabiliyorum.

“Bunun gibi daha bir sürü hikâye var,” diyor. “Yani evet, bence her Yahudi bu ülkeye kabul edilmeli. Yeterince acı çektik bana sorarsan. Bu kotalar yürürlükten kaldırılmalı.”

Başımı sallıyorum. Konuşamıyorum. Struma gemisinin ve makineli tüfekle taranan Holokost kurbanlarının imgesi aklımdan silinmiyor. Ama bir şey daha var. Ezra beni gafil avlayan bir öfkeyi su yüzüne çıkarmış durumda – öfkeden de öte bir hıncı. Bunu nasıl oldu da daha önce fark etmedim? Neden yalan söyleyip siyasetle ilgilenmediğini iddia etti? Az önceki tepkisine bakılırsa ilgilenmenin de ötesinde. Kendini bir davaya adamış durumda. Ama bu dava ne? Barış mı? Yoksa daha karanlık bir şey mi?

“Başını belaya sokacak bir işe bulaştıysan bana söylersin değil mi?” diye soruyorum lafı hiç dolandırmadan.

“Hayır bulaşmadım,” diye yanıtlıyor kesin bir dille. “Bunu soracağını biliyordum. Ama hayır. Holokost’tan sağ kurtulan biriyim ben sadece. İngilizlerin gemilerimizi yolundan çevirip mültecilerimizi toplama kamplarına yerleştirmelerine artık dur demek lazım. Naziler gibi davranmayı kesmeliler. Yahudi milleti bir daha asla teslim olmayacak. Yeterince acı çektik zaten.”

Elimi onunkine uzatıyorum. “Haklısın Ezra. Hepimiz yeterince acı çektik, özellikle de sen. Ama ben İngilizlerin Naziler gibi davrandığını düşünmüyorum. Sadece işlerini yapıyor onlar. Eminim birçoğu kendilerini çok kötü hissediyordur bu yüzden. Onlar da insan ne de olsa.”

Ezra sigara içmeye devam ediyor ve hiçbir şey demiyor. Gözlerine bakınca irislerinin mavisinde minik kurşunları andıran kara noktalar görüyorum.

Ezra kendine yeni bir ev buldu. Alman mahallesinde, Emek Refaim Sokağı’nda, kireç badanalı duvarlarından salkım saçak begonviller sarkan eski bir taş ev. Geniş yataklı tek bir odası, bir banyosu, bir de mutfağı var. Mobilyaları pek zarif ve penceresinden St Andrew İskoç Kilisesi görünüyor. Güzel, huzurlu bir yer ve ilk kez onu kıskanıyorum. Keşke ben de onunki gibi bir evde otursaydım. Bunlar yetmezmiş gibi kirası da düşük, zira evin sahibi “harika çocuk” Ezra’ya yardım edilmesi için herkesi seferber eden Lotta’nın bir arkadaşı. Bu yüzden daha kendimi tutamadan kelimeler ağzımdan çıkıveriyor. “Bu Lotta da sana yardım etmek için sürekli çırpınıyor. Yani senin için bir şey yapmadığı bir an var mı acaba, merak ediyorum.”

Ezra’nın yüzü gölgeleniyor. “Onunla aramda bir şey yok, eğer aklından geçen buysa.”

“Hayır, tabii ki geçmiyor aklımdan öyle bir şey.”

Ama aralarında bir şey olmadığını söylerken halinde tavrında bana bunun tam aksini düşündüren bir şey var. Neden alelacele böyle bir şey söyleme gereği duysun ki yoksa?

Ona işe geri dönmem gerektiğini söylüyorum. Okumam gereken sınav kâğıtları var. Geç oluyor. Sesim titrek çıkıyor – biraz daha kalırsam ağlamaya başlayacağım ve bu olmadan gitmek istiyorum, çünkü kimsenin beni ağlarken görmesini istemiyorum. Ama Ezra bu fırsatı vermiyor bana. Yanıma gelip beni kollarına alıyor. “Ne oldu? Üzülme lütfen. Endişelenmeni gerektirecek en ufak bir şey yok, duydun mu beni? Seni seviyorum, bilmiyor musun bunu? Seni seviyorum Flora Baum.”

Bu sözcükler daha önce de çıkmıştı ağzından, ama bu kez beni bağrına basışında her zamankinden öte bir aciliyet, handiyse bir çaresizlik var. “Gitmem lazım,” diyorum onu kendimden uzaklaştırarak. “Çok işim var.”

Omuzlarımdan kavrıyor beni. “Onunla aramda hiçbir şey olmadı,” diyor sert bir şekilde. “Hiçbir şey. Lotta belki bir şey olmasını istiyor olabilir ama ben onu çekici bulmuyorum. Asla da bulmayacağım. Bana inanıyor musun?”

“Evet,” diye yanıtlıyorum usulca. “Sana inanıyorum.”

“Seni kaybetmek istemiyorum,” diye fısıldıyor gözlerini benimkilerden ayırmaksızın. “Birbirimizi kaybedemeyiz.”

“Evet,” diye fısıldıyorum, “kaybedemeyiz.”

“Akşam görüşürüz. Seni seviyorum,” diyor bir kez daha.

1946’nın 21 Temmuz günü. Ezra’nın geceyi Hayfa’da geçirmesi gerekiyor. Amiri ertesi sabah orada erken saatte yapılacak bir toplantıda bulunmasını istiyor. Geceden orada kalırsa toplantıya yetişmesi daha kolay olacak. “İşim biter bitmez trenle geri dönerim,” diyor.

İngilizler tarafından istihdam edildiğinden Ezra’nın istediği yere seyahat edebilmesini sağlayan özel bir izin kartı var. Yine de seyahat etmesi beni endişelendiriyor, çünkü son zamanlarda meydana gelen terör olaylarının haddi hesabı yok: bombalamalar, kaçırılmalar, güpegündüz vurulan insanlar. Geçen ay beş İngiliz subayı ve bir Kraliyet Hava Kuvvetleri askeri kaçırıldı. Sırada Ezra’nın olmadığı ne malum. “Dikkatli ol,” diyorum ona.

“Tabii ki,” diye su serpiyor yüreğime. Ama huzursuz görünüyor. Beni vücuduna sıkı sıkı bastırıyor, öpmeye başlıyor, parmakları sutyenimin kopçasını aranıyor ve her ne kadar evine dönmesi gerekse de beni arzuladığını söylüyor. “Ama ‘malum’ dönemdeyim,” diyorum ona mahcup bir şekilde. Ayrıca âdet sancım da var ama tabii ki söylemiyorum, böyle şeyleri oldum olası kendime saklarım; bu konuları konuşmak beni utandırıyor, belli ki onu da. “Tamam,” diye geveliyor ben bluzumu iliklerken. Bir tarak alıp kıvırcık siyah saçlarımı gereğinden daha haşin bir şekilde taramaya koyuluyorum. Ezra bir sigara yakıp odayı ileri geri arşınlıyor. “Yarın ne yapacaksın?” diye soruyor sigarasının külünü çatlak bir kahve fincanına silkerek. “Sabah evde mi olacaksın?”

Bana daha önce hiç böyle bir şey sormadığı için ister istemez şüpheleniyorum. “Neden soruyorsun?” diyorum fırçayı tutan elim havada kalarak.

“Sadece merak ettim, o kadar. Kötü bir şey mi merak etmek?” diye soruyor birden savunmaya geçerek.

“Hayır, değil, tabii ki değil,” diye geri adım atıyorum. “Ne yapacağımı bilmiyorum. Ada’yla yürüyüşe çıkabilirim. Yarın dersim yok.”

“Tamam.”

Bir kez daha beni aldatıp aldatmadığını merak ediyorum. Aldatıyorsa da acaba Lotta’yla mı? Gerçekten Hayfa’ya gidiyor mu? Yoksa paranoyaklaşıyor muyum?

“Yarın görüşürüz,” diyor Ezra.

Kapıda öpüşüyoruz. Sabun ve yaz güneşi kokuyor.

Okulun başöğretmeni Yael benimle görüşmek istedi. Gelecek senenin ders programı hakkında konuşmak istiyor, dahası İngilizce öğretmeme dair bir beklentisi var. Öğlen on ikide okulun yakınında bir kafede buluşmamızı öneriyor. Sıcak ve bunaltıcı bir gün, âdet sancısından kurtuldum ama bu sefer de felaket başım ağrıyor. Yine de randevuyu iptal etmeye cesaret edemiyorum, çünkü hevesli görünmem gerek, bu işe ihtiyacım var. Param suyunu çekmeye başladı.

Yael otuzlarının son demlerinde. Saçları erkenden ağarmış, bu da onu olduğundan çok daha yaşlı gösteriyor. İki çocuğu var, biri bizim okulda okuyan zeki bir kız, Fransızcayı şipşak öğreniverdi. Anlaşılan o ki Yael bunu benim öğretmenliğime bağlıyor, bense daha ziyade kızının çabuk öğrendiğini düşünmeye meyilliyim. Bunlardan hangisi doğru olursa olsun Yael sonuçtan memnun ve ben de onun bu memnuniyeti baki kalsın istiyorum.

Buluşmamıza biraz geç kalıyor, ben de onu beklerken bir kahveyle tatlı söylüyorum. Bir şeyler yersem baş ağrım geçer diye umuyorum. Ama geçmek bir yana iyice kötüleşiyor.

Yael geldiğinde başım artık zonklar vaziyette. “Bir şeyin yok ya? Betin benzin atmış,” diyor Yael.

Derdimi söyleyip özür dilemeye girişiyorum. “Çok üzgünüm ama sanırım eve dönmem lazım.”

“Tabii, ne demek.” Bana bakıyor. “Gitmeden bir limon suyu iç, daha fazla da kahve içme artık.”

Dediğini yapıyorum. Limon suyunu ağır ağır yudumluyorum, sahiden de ağrımı biraz hafifletiyor ama yeterince değil. Bir kez daha özür diledikten sonra Yael beni kapıya kadar geçiriyor. O kadar yakınımda duruyor ki koltukaltlarından yayılan kokuyu alabiliyorum. “Kendine dikkat et, yarın konuşuruz, merak etme,” diyor şefkatle.

Yavaş yavaş eve yürüyorum. Başım zonkluyor. Karşıdan karşıya geçip adımlarımı sıklaştırıyorum. Saatime bakıyorum. Yarım olmuş. Ezra acaba Hayfa’dan dönmüş müdür, döndüyse yanına mı gitsem, diye geçiriyorum içimden. Birden özlüyorum onu. O kadar aşırı tepki vermemeliydim. O kadar kıskançlık yapmamalıydım. Başka biri yok hayatında. Sadece ben varım. İyi ama o da kıskançlık yapıyor, hatta benden de beter o bakımdan. İlk tanıştığımızdan beri neredeyse her akşam görüştüğümüzü fark ediyorum birden. Dün gece görüşmediğimiz ilk geceydi. Üstelik de buruk bir şekilde ayrıldık, hep benim yüzümden.

King George Sokağı’nda ışıklardan karşıya geçiyorum. King David Oteli bir kale gibi dikiliyor önümde. Daha bir hafta önce Ezra’yla orada geçirdiğimiz gece geliyor aklıma. Fransızcayı mükemmelen konuşan Mısırlı bir adam vardı. Çok zarif ve kibardı. André Gide ve Paul Éluard hakkında konuşup şampanya içtik. Kahire’den dış haberler muhabiri olarak gönderildiğini ve King David Oteli’ni ikinci evi gibi gördüğünü söyledi. “Dünyanın başka hiçbir yerinde özel dedektifleri, sosyetenin kaymak tabakasını, Siyonist ajanları, gazetecileri ve Arap şeyhlerini aynı çatı altında bulamazsınız,” dedi gülerek. Adam öylesine ilginç bir tipti ki Ezra’dan sohbete katılmasını rica ettim. Ama buna yanaşmadı, çünkü beni kıskanıyordu. Erken dönmek istediğini söyledi, bunun üzerine birlikte çıktık, oysa ben kalmayı yeğliyordum. Eve doğru yürürken adamın bize adını bile vermediğini fark ettim. Bir casus da olabilirdi pekâlâ. Kudüs casuslarla doludur, onu böylesine heyecanlı kılan da bu sanırım.

Başımın ağrısı hafiflemeye başlıyor. Steimatzky Kitabevi’nin önünden geçiyorum. İçeri girip bir iki kitap alsam fena olmaz belki de. Ezra acaba Muhteşem Gatsby’yi okumuş mudur, diye merak ediyorum. Kesin okumuştur. Ezra’nın okumadığı kitap yoktur. Fakat bir şeyler oluyor. Gök gürültüsü gibi, kulakları sağır eden bir patlama. Nedir bu? Ayağımın altında yer sarsılıyor. Bomba mı? Başımı kaldırıyorum ve gördüğüm şey karşısında soluğum kesilerek donakalıyorum: King David Oteli’nin güneybatı kanadı taştan, çimentodan ve bükülmüş demirlerden olma bir çığ misali yerle bir oldu az önce. Kara bir duman dalga dalga yükseliyor, her yer kömürleşmiş enkazla kaplı. Çığlıklar, koşarak kaçışan insanlar, sokakta devrilen arabalar, devrik ağaçlar, dört bir yanda cam kırıkları, kanla ve beyaz tozla kaplı kadınlar ve erkekler var, derken itfaiye kamyonlarının, ambulansların ve polis arabalarının canhıraş sirenleri duyuluyor ve yere kapaklanıyorum. Bir adam beni tutarak ayağa kalkmama yardım ediyor. Üstü başı tozdan bembeyaz, tıpkı benim gibi. Bana İbranice bir şey söylüyor. Cevap vermiyorum. Zaman geçiyor. Belki de geçmiyor, bilmiyorum ki. Filistinliler ve İngiliz askerleri molozları kazarak enkaz altında sağ kalanları arıyor. Etrafıma ölü bedenler saçılmış. Soluğum kesiliyor. Annemi, babamı görüyorum ve feryat figan ağlamaya başlıyorum, zira yasın Ezra’yla ağzını sımsıkı mühürlediğimiz kovuğu tıpkı bir çıban gibi patlayıp açılmış. Sonra yerde yanı başımda yatan bir adam görüyorum: Üstünde İngiliz askerlerinin üniforması var, kara çizmeleri toz toprak içinde ve bir kadın ona doğru koşturuyor. “James!” diye çığlık atıyor. “James!” Genç ve güzel bir kadın, muhtemelen benim yaşlarımda, soluk yeşil elbisesine toz toprak, kan bulaşmış ve kocası James ölmüş. Ölmeden önce gözlerini açıp karısını son bir kez olsun görmeyi başardı, şimdi kadın onu göğsüne bastırıp bir ileri bir geri sallıyor, adamın başı geriye düşerken çizmelerine dokunup onunla konuşuyor. Kadının yanına gidip ona teselli mahiyetinde bir şeyler söylüyorum – tam ne dediğimi hatırlamıyorum – ama beni dinlediğini ve onu kocasının cesedini bırakmaya razı ettiğimi hatırlıyorum, şefkatle gözlerini kapıyor adamın, gözkapaklarını öpüyor, sonra hareketsiz beyaz yüzünü öpüyor, güneş tepemizde cayır cayır yanarken kocasını öpücüklere boğuyor, onu usulca yeniden yere yatırıyor, sonra bana dönüp fısıldıyor: “Hayatımın aşkıydı, onun gibi bir adam bir daha gelmez, ilk çocuğumuzu bekliyorduk, onsuz hiçbir şey asla aynı olmayacak, hayatımdı o, aşkımdı.”

“Adın ne?” diye soruyorum.

“Claire Betts,” diye yanıtlıyor ölgün bir sesle. “Bir hafta içinde Aden’e gidecektik. Yeni bir hayata başlamaya. Ölmeye değil.”

Dizlerinin üstüne yığılıp yüzünü elleriyle örtüyor, onu bağrıma basıyorum ve haykırarak ağlamaya başlıyor, duramıyor; boynunda zarif bir inci kolye var, dizlerinin üstünde feryat figan ağlıyor ve şimdi ben de ona katılıyorum – onun için, James için, annemle babam için, ölümün karası için, James’in ölmeden son defa gördüğü Claire’in elbisesinin soluk yeşili için ağlıyorum.

Şimdi sağlık ekipleri ve polisler her yerde. Claire’i ayağa kaldırıyorlar. Biri James’in yüzünü bir battaniyeyle örtüyor. Claire uzaklaşırken arkasına dönüyor, sanki bir şey söylemek istercesine bakıyor bana. Sonra kara duman bulutunun, yanık kokusunun ve tozun içinde yitip gidiyor.

Güneş inanılmaz kızgın, inanılmaz ağır. Eve nasıl döndüğümü hatırlamıyorum. Belki birisi bırakmıştır beni. Acaba yerden kalkmama yardımcı olan adam mı? Başım öylesine şiddetli bir şekilde zonkluyor ki önümü zor görüyorum. Yataktayım. Mordechai’la Sonia beni görmeye gelmişler. Bana yemek yediriyorlar, göz kulak oluyorlar. Fakat ışık gözlerimi acıtıyor. Sıcak dayanılmaz. Birkaç kez kusuyorum. Sonra uyuyakalıyorum. Şafakta Eski Şehir’in duvarları ardından yükselen ezan sesiyle uyanıyorum.

Ertesi gün Mordechai mutfakta beni karşısına oturtuyor. “Ezra geri dönmeyecek,” diyor. Sonra nedenini açıklıyor. Ezra’yla Shlomo’nun neler yaptığını biliyor. Ağabeyi anlatmış ona. Irgun üyelerinin çoğu hakkında bilgisi var, çünkü ağabeyi dört yıldır İngiliz istihbaratıyla işbirliği içinde çalışarak İngilizlerin ülkedeki radikal örgütlenmelerin izini sürmesine yardımcı oluyormuş. Ezra Irgun’un tepesindeki ikinci isimmiş ve örgütün beyniymiş.

“Ne?” diye kalakalıyorum nefesim kesilerek. “Beyni mi?”

“Evet,” diyor Mordechai. “Ağabeyim bu olay olmadan önce Ezra’yla arkadaşlarını yakalamaya çok yaklaşmıştı. Ciddi bir darbe vuracaktı örgüte. Yüz elli, iki yüz örgüt mensubunu tutuklamayı başarmışlar da duyduğuma göre. Hepsi de Rafiah Hapishanesi’nde. Ama Ezra’yı istiyorlar. Shlomo’yu tutuklamışlar ama asıl istedikleri Ezra. Shlomo da onu ele vermiyor.”

Uzunca bir süre konuşamıyorum. Mordechai’ın sözleri boğazıma bir yumru gibi oturdu. Hızlı hızlı soluduğumu duyabiliyorum.

“Bunları benden duymak zorunda kaldığın için üzgünüm,” diyor Mordechai elimi şefkatle sıkarak, “ama bilmen gerektiğini düşündüm.”

“Hayfa’ya hiç gitmedi,” diye mırıldanıyorum nihayet. “Hep buradaydı… Bana tekrar tekrar yalan söyledi. İngilizler için değil, onlara karşı çalışıyordu…”

Mordechai yavaşça başını sallıyor. “Bir tek o da değil. Şu anda bu ülkede herkes birbirinin kuyusunu kazmaya çalışıyor. Kimseye güvenemezsin.”

“Sana bile mi?”

Gülümsüyor. “Sanırım öyle, evet. Bana bile. Ama ben iyilerin tarafındayım,” diye eklemekte gecikmiyor.

Sessizliğe gömülüyorum.

“Neden yaptı sence?” diye sormayı başarıyorum sonunda.

Mordechai gömlek cebinden bir paket sigara çıkarıp birini yakıyor. “Kara Şabat saldırılarına misilleme olarak,” diyor dumanı uzağa üflerken. “O ve arkadaşları İngilizleri onların canını en çok yakacak yerden vurmak istediler. Ellerini korkak da alıştırmadılar. Yedi süt güğümünün içine gizlenmiş TNT kullandılar, güğüm başına elli kilo patlayıcı. Sudanlı bir garson kılığına girip minibüsü kullanan ve otelden ayrılmadan güğümleri restoranın bodrum katındaki mutfağa yerleştiren Ezra’ydı. Bomba öğlen 12.37’de patladı. Oteli bombaların patlamak üzere olduğuna dair uyarmak için resepsiyona üç kez telefon edildi. Ağabeyimle adamlarının çözemediği tek muamma otelin bu telefonları neden kulak ardı ettiği. Ama bu meseleye daha sonra eğilirler. Şu anda önemli olan Ezra’yı ve fanatik yoldaşlarını yakalamak.”

Mordechai sigarasını bitiriyor ve nikotinden sararmış parmağının ucuyla kuvvetle ezip söndürüyor. “Ölü sayısı doksana yaklaşıyor.” Başını kaldırıp bana bakıyor. “Şu anda İngiliz Mandası’nın son günlerine tanık oluyoruz, bu dediğimi yaz bir kenara. Irgun mücadelesini kazandı. Filistin bundan böyle kendi kaderine terk edilecek.”

Söylediği her şey beni derinden sarsıyor. Bunu nasıl göremedim? Nasıl bu kadar saf olabildim? Ezra’yı seviyordum da ondan. Ona olan aşkım gözümü kör etmişti. Ona lanet okuyorum. Şimdi nefret ediyorum ondan. Utanıyorum. Kendimden utanıyorum. James Betts’in imgesi zihnimde süzülüp duruyor. Yerde yatan bedeni. Karısının kapalı gözkapaklarını öpüşü. O kadını bulmak ve bildiklerimi anlatmak istiyorum. Onu bulmak ve ne kadar üzgün olduğumu söylemek istiyorum.

“Bir kadın vardı,” diyorum Mordechai’a. “Adı Claire Betts’ti, yıkıntıların içinde, kocasının başında ona son bir veda öpücüğü verirken gördüm onu. Yürek parçalayıcıydı.”

Mordechai başını sallıyor. “Korkunç. Çok üzgünüm. O kadın için, bizim için, İngiltere için.”

Derken bir şey dank ediyor kafama. “Ağabeyin bütün bunları bana anlattığını biliyor mu? Ezra hakkındaki gerçekleri nasıl öğrenmiş peki?”

“Bir muhbiri varmış ve evet, biliyor.”

“Kimmiş muhbiri?”

Bir sigara daha yakıyor. “Hiçbir fikrim yok.”

“Bahse girerim Lotta’ydı,” diye söyleniyorum. “Eminim oydu…”

“Bilmiyorum,” diyor sigarasını tüttürürken. “Sanırım Ezra onu saflarına katmaya çalıştı ama başarılı olamadı.”

Donup kalıyorum. “Beni de saflarına katmaya çalıştı mı sence?”

Mordechai bana bakıp gülümsüyor. “Bunu ben bilemem. Ancak sen bilebilirsin Flora. Başka hiç kimse değil. O yüzden müsaadenle şu soruyu sormak istiyorum sana: Ezra seni saflarına çekmeye çalıştı mı?”

Başımı iki yana sallıyorum. “Hayır. Asla hiçbir şey söylemedi. Sanırım kendimi bu ülkeye yeterince adamış biri değilim onun gözünde.”

Sigarasından bir nefes daha çekiyor. “Ama ona adamıştın kendini. Nerede olabileceğine dair bir fikrin var mı?”

Yine başımı iki yana sallıyorum. “Hiçbir fikrim yok. Bana söylediği her şey belli ki yalanmış. Lotta’yla konuşmaya çalışmanız lazım. Ona yalan söylemezdi. Çok yakınlardı.”

“Evet, biliyorum. Şu anda sorguya çekiliyor zaten.”

Aniden ona doğru dönüyorum. “Biliyorum da ne demek? Aralarında bir şey mi vardı?”

Yüzüme bakıyor. “Hâlâ umurunda mı?”

“Hayır,” diye kestirip atıyorum. “Değil.”

“Aferin. Ezra bir haindi, Lotta da ona âşıktı. O yüzden bir şeyler biliyor olabileceğini düşünüyoruz. O yüzden onu gözaltında tutuyorlar. Çünkü Ezra’nın kendisi yerine seni sevmesine kızıyordu.”

Ertesi gün bir grup İngiliz subayı Mordechai’ların kapısına dayanıyor. Odam aranıyor, kimlik kartım kontrol ediliyor. Sorgulanmak üzere arabayla karakola götürülüyorum. Ahşap bir çalışma masasının ardında üst sınıflara özgü billur bir aksanla konuşan uyanık yüzlü, uzun boylu bir İngiliz subayı oturuyor. Oda korkunç sıcak ve havada bayat tütün kokusu var. Sıcağa rağmen titriyorum. Subay bana Ezra’yla ilgili sorular soruyor: nasıl tanıştığımızı, işi hakkında ne bildiğimi, arkadaşlarını. Shlomo ile Lotta’dan ve Yafa’da sahte pasaport yapan Araptan bahsediyorum. Subay Arap kalpazanla ilgili daha fazla ayrıntı almak için beni sıkıştırıyor ama Ezra’nın benimle paylaştığı kadarı dışında ona söyleyebileceğim bir şey yok.

“Asla hiçbir şeyden şüphelenmedim,” diyorum. “Ezra’nın çifte hayat sürdüğünü bilmiyordum – aklımın ucundan dahi geçmedi.” Gerçekten de doğru bu ve subayın bana inandığını anlayabiliyorum.

“Bilseydim,” diye ekliyorum, “onu terk ederdim.”

“Evet ama onu ihbar eder miydin?” diye soruyor gözleri benimkilere kenetlenerek.

“Tabii ki ederdim,” diye yanıtlıyorum kesin bir dille. “O konuda hiçbir çekincem olmazdı.”

Ama içimden, acaba eder miydim diye düşünmeden edemiyorum. Bana bakışından subayın da aynı şeyi düşündüğünü anlayabiliyorum.

“Ezra Radok’u arıyoruz,” diyor sertçe, “ve onu bulacağız da. Doksan kişiyi öldürdü.” Duraklıyor. “Bu kadar insanı öldürmenin kimsenin yanına kalmasına göz yumamayız. Kimsenin.”

Bir kez daha sorguya çekiliyorum: başka bir subay, yeni birtakım sorular. Ezra’yla geçirdiğim son gece hakkında, sonra Lotta, sonra yine Ezra hakkında. Elimden geldiğince doğru bir şekilde yanıtlıyorum, herhalde beni ikna edici bulmuş olacaklar ki gitmeme izin veriyorlar. “Olur da sizinle yeniden konuşmamız gerekirse irtibata geçeriz,” diyorlar.

Birkaç gün bekliyorum. Başka tutuklanma haberleri geliyor kulağıma. Biri de Ada, gerçi onun neden tutuklandığını anlayabilmiş değilim. Tek bildiğim buradan gitmek zorunda olduğum. Zamanım geldi. Süt ve bal diyarı kömür karasına döndü. Ezra halen firarda. Yakalanırsa asılacak muhtemelen. Bunun düşüncesine bile katlanamıyorum. Sevdiğim, dokunduğum, öptüğüm ve güvendiğim adamın asılması söz konusu. Gizli faaliyetleri hakkında yalan söylemiş olsa da beni gerçekten sevdiğine inanıyorum. Hissedebiliyordum bunu. İnsan birini seviyormuş gibi yapamaz. Birinden nefret ediyormuş gibi de yapamaz. Ve artık ben ondan nefret ediyorum. Yaptığının yanına kalması mümkün değil. Yine de İngilizler onu bulmadan gitmek zorundayım, tabii bulurlarsa. Hiç bulamayabilirler de. Onu tanıdığım kadarıyla pekâlâ hiç bulamayabilirler.

O bir katil, yine de sevdim onu. Bana ihanet etmiş olan bir katil. Bütün kalbimle güvenmiş olduğum bir katil.

Buradan çıkarılacak bir ders varsa o da bir asla sevmemem gerektiği.

Hiç değilse uzun yıllar boyunca.

Daha sonra Mordechai’ın da bana yalan söylediğini öğrendim.

Ağabeyi filan yoktu. Sözünü ettiği o ağabey ta kendisiydi. Mordechai. İngilizlere çalışan ajan oydu. Beni kollamaya çalışıyordu, Yael öyle dedi bana. Ve masum olduğumu biliyordu. Çok şey biliyordu. Bu şeylerin ne olduğunun ayrıntısına hiç girmedi, ben de sormadım.

Bu ülkeden uzaklara yelken açarken yanımda götürdüğüm imge Ezra’nın değil, ölü kocasına sımsıkı sarılan Claire Betts’in imgesi; o dayanılmaz öğle güneşinin sıcağında kan lekeli soluk yeşil elbisesiyle dönüp bana bakışı.

₺161,59
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
25 nisan 2024
ISBN:
978-625-6469-20-4
Telif hakkı:
Notos Kitap
İndirme biçimi:
epub, fb2, fb3, ios.epub, mobi, pdf, txt, zip