Kitabı oku: «Ali Akbaş Armağanı», sayfa 4
Ali ağabey, can ağabey ad gününüz kutlu olsun, evlatlarınızla , torunlarınızla siz çok yaşayasınız.
Çok şükür on kara günler kısmende olsa geride kaldı. Kerkük’te kurşunlar ansızın bizi vurup başsız cesetlerimiz sokaklarda sürüklense de fırsat oraya da gelecektir. Türkistan’ın bereketli ovalarında soydaşlarımız “Pakhta Kölesi” olmaktan kurtulmuş kızıl yılanın 7 başı kurumuştur. Bebeklerin bile beşiklerinde vurularak kana bulanan Doğu Türkistan’da yeni Osman Batur Hanların esarete baş kaldırışı beklenmektedir.
“Yurdunu kaybeden adam” ın aziz naaşı “Huzruf” toprağında, ruhu kırım semalarında sonsuzluğu beklemektedir. Ve gün gelecek Kırım Türkünün öldüren feryadı da diğerleri gibi dinecektir.
Can Azerbaycan’da çiğnenen Karakalpaklar, Temiz duvaklar artık teselliyi azatlık türkülerinde değil zafer marşlarıyla yeni bir dirilişi muştulamaktadır. Çok şükür ki “Bir kere Yükselen Bayrak Bir Daha Düşmemiştir”.
Birleşmiş Milletlerde yıllardır yalnız dalgalanan ay yıldızlı bayrağımız 6 kardeş bayrakla gururla dalgalanmakta siz ve bizlerde bunlara şahit olmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız. Öyleyse yeniden haykıralım:
“Yine bir dağ gibi, bir dev gibi doğrulacağız
Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan
Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla
Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan.”
2.12.2022, Ankara
SÖĞÜTÜN VE SERÇENİN ŞAİRİ
Naci BOSTANCI
Ali Akbaş ile ilgili bir yazı talep edildiğinde kendisini kaç yıldır tanıdığımı düşündüm. 40 hayır, 50… Geriye doğru gittiğimde bir başlangıç zamanı bulmakta zorlandım. Hafızamın zayıflığından değil, Ali abi ile tanışıklığın âdeta zamandan bağımsız niteliğindendi bu. Eğer bir insan hayatınızda çok önemli rol oynamış, insanlığı, nezaketi, fedakârlığı ile sizi dönüştürmüşse sanki hep hayatınızda varmış gibi gelir. Ali abi de öyle, doğdum ve hayatımda oldu, her ne yaşadımsa onun da olduğu bir zamanda yaşadım.
1976’da Siyasal Bilgiler Fakültesine öğrenci olarak geldiğimde Ankara gri bir şehirdi. Bozkırın ortasında, rüzgârın savurduğu topraklarla oluşmuş höyükler gibi Anadolu’nun farklı yerlerinden çeşitli nedenlerle kopup gelmiş insanların, bir şehircilik düzeni içinde değil, tamamen sosyal ilişkilerin karakterince şekillenmiş bir yapısı vardı. Gecekondularla merkezin hem mimarisi hem insanları iç içeydi. Bir dolmuşa bindiğinizde çok kısa bir sürede âdeta farklı ülkelerden geçiyormuş duygusu uyandıran bir yolculukla gideceğiniz yere ulaşırdınız.
Ankara’yı gri şehir yapan Türkiye’nin o dönemdeki genel az gelişmişliği, siyasetin çatışmacı karakteri ve en önemlisi de toplumsal-politik olayların sebep olduğu cinayetler, katliamlardı. Seksen öncesi olayların çeşitli sebepleri sayılabilir ancak bana öyle geliyor ki, en önemli unsurlardan birisi coğrafi yakınlık ile tezat teşkil eden derin sosyal mesafeydi. Tabir caizse, yiyecek ekmek bulmakta zorlanan insanların lüks hayatlara şahitliği “bir hamlede bütün bu haksızlıklara son verecek radikal rüyalara” güç veriyordu. O dönemde genç olup, toplumsal sorumlulukları hayatının ödevi gibi görenlerin siyasal ütopyalara yüz çevirmesi imkânsızdı. Bu kocaman dünya karşısında ne yapabilirdin ki ancak başkalarıyla birlik olur, ortak bir siyasal hareketin parçası hâline gelirsen, işte o zaman dünyayı yerinden oynatacak sağlam dayanağı inşa edebilirdin. Düşüncemizin özeti buydu. Toplumsal sorumlulukların davet ettiği fikirlere yakınlaştıkça, çatışmanın acımasız ve çok gerçek dünyası militan bir romantizmin hayat kaynağına dönüşüyordu. “Bizler” adanmış gençlerdik, hayatımız mutlaka çok kısa olacaktı, o yüzden aldığımız her nefesi “aziz milletimiz” için almalı, her anımızı bir büyük rüyanın inşası için harcamalıydık. Takdir edilmelidir ki, taşradan kopup gelmiş gençler, büyülendikleri metropoller karşısında bir varlık ve kimlik sahibi oldukları duygusunu onlara kazandıran büyük anlatılara daha fazla açıktılar. Böylelikle, bir yanda morglardan kaldırılan genç cenazeler, diğer yanda her bir hücremize kadar sirayet eden militan romantizm dünyaya bakışımızı duyarlı ve mistik bir halenin ışığıyla aydınlatıyordu.
İşte Ali abi ile tanışıklığımızın sosyal panoraması çok kısa bir şekilde böyle özetlenebilir. O zamanlar Gazi Üniversitesi’nde hocalık yapıyordu. Elbette Ankara’nın gri havası üniversitelerin binalarına, koridorlarına, bahçelerine de sinmişti. Bunun yanı sıra nereden hangi tehlikenin çıkacağını bilememenin getirdiği tedirginlik ve gençlerin yoğun olduğu yerlerin daha riskli karakteri, üniversitelere ayrıca karanlık bir hava veriyordu. Ancak üniversiteye gidip Ali abi ile buluştuğumuzda birden ortam aydınlanır, onun güleç yüzü, her zaman ümitvar bakış açısı, hayatın yüklerinden kurtularak dostluğun, yakınlığın iklimini solumanın huzuruna bizi ulaştırırdı.
Ali abi, o zamanlar Emek mahallesinde küçücük, kutu gibi bir evde otururdu. Ev küçük fakat Ali abinin gönlü, kalbi büyüktü. Halkın tabiriyle “tek tabanca” olarak geçinmeye çalışan, yani kendi geliri dışında herhangi bir akarı bulunmayan, o gelirin de bir küçük memurun standartlarının ötesine geçmeyen Ali abi, sorgulanamaz bir zenginlik izlenimi ile davranır, her zaman yarı aç gezen bizim gibi öğrencileri mutlaka evine götürürdü. Bu, sadece o gün için değil, ısrarlarına dayanamazsanız ertesi gün de onun başmisafiri olacağınız anlamına gelirdi. Ayten abla evin küçüklüğü ile yarışan daracık bir mutfakta, tıpkı o ev ve mutfak gibi sınırlı imkânlarla harikalar yaratır, sofrayı bir şenliğe çevirirdi. Ali abiye gittiğinizde, sadece yeme içme değil gönlünüz de dostlukla doyar, şiirden edebiyata ve nihayet müziğe kadar geniş bir yelpazede sohbet akıp giderdi. O zamanlar çocuklar Taşer, Emre ufaktı ve Elif de beşikteydi. Selçuk ise henüz dördüncü kardeş olarak dünyaya gelmemişti. Ali abi zengin edebî sohbetlerden küçüklerin de faydalanması için bir vesile onları da ortama dâhil ederdi. Nitekim daha sonradan Emre, usta bir saz icracısı oldu.
Ali abi şairdi. Şiir onun için her bir sesin her bir kelimenin ve elbette her bir anlamın incelikle dokunduğu, esasen iç dünyasında şekillenmiş şiirin ifadesini bulup kâğıda intikalinin hassas bir sanatkârlıkla şekillendiği en temel varoluş nedeniydi. Yazdığı şiirleri bize okurken, aslında iç dünyasındaki karşılığına ne kadar ulaşmış olduğunu araştıran tedirgin yüzünü görürdünüz. Arada size bakarken, tamam ben bu şiiri yazıyorum ancak karşıdaki bundan ne anlıyor, aynı ruh hâlini yakalayabiliyor mu, dikkatini yüzünden okumak mümkündü. Ancak sonuçta onun için şiir, Puşkin’in meşhur “Sen Çarsın yürü…” dediği anlayışla, kendi iç sesinin tekemmül etmiş hâli olarak anlamına ulaşıyordu. Onun şiirlerini okurken neredeyse telaffuz etmeye kıyamayacağınız bir nahiflik, duyan yüreklere hitap eden bir incelik, hayatın ahengine eşlik eden bir müzik ancak her zaman ahlak ve meydan okuyan vakur bir bu toprakların dili kendini gösterirdi. Şiirinde âdeta bir varlık olarak şairin aradan çekildiğini, kendini paranteze aldığını, okuyucusu ile bu toprakların sesini, sıcaklığını, o mahrem duyarlılığını, yiğitliğini, heybetini karşı karşıya getirdiğini görürdünüz. Onun sanatkâr tavrı, esasen bir sanat olarak gördüğü Anadolu toprağının, insanının şiirde dile gelme hâli olarak ifade edilebilir.
Ali abi için Anadolu, üst üste savaşlarla yanmış yıkılmış bir kolektif kaderin mübarek toprakları, küllerinden yeniden doğmasını bilmiş bir iradenin, cesaretin, aklın anıtı, çorak yapıyı berekete çeviren bir mucizenin Anadolu’ya yettiği gibi misakı millî sınırlarına hatta daha ötesine hayrı dokunan bir hayat kaynağıydı. Anadolu’yu en güzel şekilde sembolize eden söğüt ve serçeydi. Söğüt, kendiliğinden büyür, rüzgârlarda hışırdar, yorgun Anadolu insanını altında dinlendirir, serçe ise görenlerde merhamet uyandıran küçük bedeninden umulmadık bir hayatta kalma becerisini gösterirdi. Bizler, hayatlarımıza dikkatli bir şekilde bakarsak söğüt ve serçe ile ne kadar fazla benzerliklerimiz olduğunu görürdük. Anadolu’nun taşrasından büyük şehirlere savrulan serçelerdik evet, fırtına, tipi, kasırga ortalığı alt üst ederken, tıpkı onun gibi direnerek var olmanın yolunu bulan varlıklardık. Aynı zamanda söğüt gibi bizim olan bu topraklara kök salmak, fırtınaya rağmen her şartta ayakta durmak bizim karakterimizdi.
12 Eylül darbesi yapıldıktan iki ay sonra birçok insan gibi benim de gıyabi tevkifim kesilmiş, radyodan, televizyondan duyurulmuştu. Henüz gıyabi tevkifin anlamını dâhi bilmiyordum, sözlükte buldum: Yokluğunda tevkif. Yani seni bulamamışlar, senin yerine kimliğini, kişiliğini bir müzekkere ile gözaltına almışlar. Tuhaf bir durum, yaptıklarıyla yetinseler ve artık beni rahat bıraksalar iyi olurdu ama işler öyle yürümüyordu. İfadelerin imasından başka türlü bir hikâye çıkmazdı. İçeriye düşenlerden hayırlı haberler gelmiyordu. Sürekli bir işkenceden, ağır baskılardan, kafes diye bir yerden bahsediyorlardı. Kafese bir anlam verememiştik, ne demekti? Kuş kafesi gibi bir yere mi insanı hapsediyorlardı? Sonradan elbette öğrendik. Mamak askerî alanı içinde kapalı spor salonunu içten demir parmaklıklarla çeşitli bölmelere ayırmışlardı. Tutuklananları bir “başlangıç terbiyesi” için bu bölmelere atıyorlar ve günlerce, akla mantığa uymayan “eğitim” yöntemleriyle dayaktan geçiriyorlardı.
Darbeyle birlikte herkes bir tarafa dağılmış, arkadaşlar arasında neredeyse temas kalmamıştı. O zor şartlarda paranın pulun, kalacak yerin ne kadar zorluklar doğurduğunu herhâlde anlatmaya gerek yok. Yine de fedakâr kimi arkadaşlar, gizlice eski tanıdık insanlardan, darbenin bulaşmadığı sosyal çevreden yardımlar alıyor, bunu kaçaklara üçer beşer dağıtıyorlardı. Ben de bir süre, aranıyor olmama rağmen, hiçbir şey olmamış gibi kaldığım yurttaki odamda günleri dolduruyordum. Yurtlarda arama olacağı haberi gelince, bana bir tanıdığın evinde yer buldular. Sabah erkenden yedide verilen adreste olmalıydım. Ortalığın asker kaynadığı, her yerde kimlik kontrollerinin yapıldığı bir dönemde, verilen adrese söylenen saatte vardım. Kapıyı çaldım fakat açan olmadı. Birkaç kere daha çaldım, yine açan olmadı. Adres doğruydu, üstelik sanki içerde birisi var gibiydi ancak öyle anlaşılıyor ki, kaçak birisini saklama riskini son anda üstlenmek istememişti. Terk edilmiş, yüz üstü bırakılmış, küskün, üzgün ruh hâli içinde, her ne olursa olsun diyerek tekrar yurda döndüm. Yaşadığım hayal kırıklığı ve âdeta kişisel kaderimle baş başa kaldığım duygusu sebebiyle yakalanmak anlamını kaybetmişti. En kötüsü işkence görür, sonra da henüz bilmediğim, sadece filmlerden gördüğüm, kitaplardan okuduğum hapishaneye kapatırlardı beni. Tam o günlerde Ali abinin beni evine çağırdığı haberi geldi. Bazen sokakta, caddede kimi tanıdığım insanlara rastladığımda âdeta vebalıymışım gibi benden kaçanlara şahit olduğum bir zamanda Ali abinin daveti büyük fedakârlıktı. Kendi başına herhangi bir şey gelse ailesine ne olacağı şüphesiz bir endişe konusuydu. Çekinerek gittim. Ali abi beni candan karşıladı, hiç aranma konularına girmedi, âdeta evin bir ferdi gibi uzun süre onların evinde kaldım. Ayten ablanın yakın ilgisi, Ali abinin en ufak tedirginlik hissettirmeyen sıcak tutumu o süreçte bana çok iyi gelmişti. İnsanlık, karakter sahibi olmak, zorlu şartların sınamasından geçecek bir kişiliği bulunmak nitelikleri olağan zamanlarda sadece bir kelime, hayatın çalkantılı anlarında ise test edilen özelliklerdi. Ali abi hayatının her döneminde insani niteliklerin sahibi olduğunu gören gözler kadar; görmeyen, körelmiş vicdan sahiplerinin de açıkça şahit olacağı şekilde ortaya koydu.
Hapse girdim, Mamak cezaevinde yattım, çıktım, hayat meşgalesinin içine daldım, okuryazarlık beni bir kader gibi üniversitede hoca olmaya götürdü. Kırk küsur yıllık bu dönemde Ali abi ile çok çeşitli temaslarımız oldu, sohbetler yaptık. Çocuklarının büyümesine şahit olduk. Ayten ablanın her zaman elinin lezzetinin ürünü olan sofralara oturduk. Dönüp baktığımda dile getirilecek ne çok hatıra, paylaşılan ne çok duygu, ortak keder ve ümit olduğunu görüyorum. Bütün bunları bir yazının hacmine sığdırmak imkânsız. Şimdi yaşadığımız hayatların kulvarlarından, ilişkiler biraz farklı aktığı için sık görüşemiyoruz. Arada telefonlaşıyor, birbirimizden haberdar oluyoruz. Çok yakın dostlarınız olur, görüşemeseniz bile onların orada olduğunu, bu gök kubbe altında soluklandığını, düşünmeye, üretmeye devam ettiğini bilirsiniz. Haberleştiğiniz zamanlarda aradan geçen zamanın kesintiye uğratmadığı bir yakınlığın ve sıcaklığın sözlere sarındığını, dile getirilmese bile kelimelerin gölgeliklerinde bütün canlılığıyla yaşadığını bilirsiniz. Ali abi ile ilişkilerimiz hep öyle oldu, öyle olmaya da devam ediyor.
Edebiyatımızın büyük şairi, Anadolu’nun sesi, söğüdün ve serçenin çocuğu Ali abiye Allah’tan uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. O, yaşı kaç olursa olsun, her zaman genç, her zaman bir çocuk safiyetiyle yazmaya, çizmeye ve düşünüp üretmeye devam edecektir.
KADER VE MANALAR ŞAİRİ
Mehmet İSMAİL2
Kimileri kadere, kimileri tesadüflere inanır. Ben kadere inananlardanım. Benim Ali Akbaş ile karşılaşmam, onunla tanışmam bir kader değilse, nedir?
Yaşadığınız uzun bir ömrün zirvesinden geriye dönüp baktığınızda, bu ömrün bir saniyesinin dahi “tesadüfen” yaşanmadığını; “tesadüf” diye bir şeyin olmadığını bütün gerçekliği ile idrak edersiniz. Benim gibi, biri “Sovyet Dönemi,” diğeri “Bağımsızlık Dönemi” olmak üzere iki farklı siyasi rejimi aynı bedende yaşayan insanlar, bunu daha derinden kavramış olsa gerek. Şimdi, bu cümleleri yazarken, içinde yaşadığım şehrin de, başımdan geçen bir dizi olayların da, bir kader çizgisi üzerinde Tanrı nizamı olduğunu ve her şeyin, onun iradesine bağlı gerçekleştiğini adım gibi biliyorum. Niçin böyle düşünüyorum? Bunları düşünmeme sebep olan, bana bu satırları yazdıran o gerçeklikleri, şimdi, birer birer açıklayacağım.
Azerbaycan’ın ücra bir köşesinde dünyaya geldim. İlkokul, ortaokul, hatta üniversitede okuduğum yıllarda, ders kitaplarımızda, bizim bir Türk kavmi olduğumuza ait hiçbir bilgi yoktu. Ders kitaplarında böyle bir şey yazılmıyordu; hocalarımız ise, bizim “Türk” olduğumuzu asla söylemiyor/söyleyemiyorlardı. Peki, daha o yıllarda, benim içimde başlayan “Türklük” sevgisi ve “Türkiye” sevdasının kaynağı; bu karşı gelinemez duyguların nedeni ne idi? Gerçi doğduğum, Oğuz bölgesi, dışarıdan göç almayan, dışarıya göç vermeyen, özbeöz Türklerin yaşadığı bir yerdi. Ama yasaklar o denli acımasız, o denli güçlü idi ki, bu kadim Türk yurdunda, “Türk” kelimesini dile getirmek, Sibirya’ya sürgüne gönderilmekle sonuçlanabilirdi. Buna rağmen Moskova’da üniversitede okuduğum yıllarda, bendeki Türk sevgisi dağdan inen deli sular gibi, karşısı alınamaz bir sele dönecek. Ve ben sınıfımızda, eski Sovyetler birliğinin çeşitli Türk bölgelerinden gelen öğrenci arkadaşlarımın arasında Türkçülüğü yaymaya başlayacaktım… O yıllar, gazetelerde bir Türk sporcusunun üstün başarı kazandığı haberini okuduğum gün, âdeta bayram ediyordum. Oysa öğrenci arkadaşlarımın birçoğu, “Türk” adının ne olduğunu dahi idrak edememişlerdi. Duyulursa, beni sürgüne yollayacaklarını bile bile, Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliğinin yerini öğrenmiştim, o zamanlar, elçiliğe girmek için bir bahanem olmasa da, Türkiye büyükelçiliği görevlilerinin hangi restorana, hangi lokantaya gittiklerini de öğrenip; onlarla tanışmak fırsatı bulmuştum. Sonraları, SSCB Yazarlar Birliğinin dış ilişkileri komisyonuna, Türkiye’ye gitmek için defalarca dilekçe verdim ama her defasında Türkiye’ye gitmek isteyenlerin çok olduğunu bahane edip; beni gâh Küba’ya, gâh Vietnam’a, gâh Burkina Faso’ya gönderdiler. Böylece, otuzdan fazla ülkeye gittim, ama Türkiye’ye giden yollar, bana bilinçli olarak kapatılmış, isteklerim hep geri çevrilmişti.
Türkiye’yi görme, oradaki soydaşlarımla görüşme arzumu içime gömdüğüm yıllardı. Yanlış hatırlamıyorsam, 1987 yılıydı. Türkiye’ye giden, tanıdıklardan biri, bana bir mektup ve bir de “Masal Çağı” adlı bir şiir kitabı getirdi. Kitabı da, mektubu da, adını ilk defa duyduğum bir şair, Ali Akbaş göndermişti. Türkiye’ye gidemesem de, yıllar sonra Türkiye’den gelen bu hediyelere çok sevinmiştim. Nihayetinde destanî bir sevgi ile vurulduğum ülkeden geliyordu bu emanetler. O zamanlar bu mektup ve bu kitabın, benim önümde nasıl büyük bir ufuk açacağını hayal bile edemezdim. (O dönemler, Sovyetler Birliği bir gün yıkılacağını, benim anavatanım Azerbaycan’ın, kanlar içinde bile olsa özgürlüğüne kavuşacağını, yıllar yılı arzuladığım uğruna savaş verdiğim vatanım özgülüğüne kavuşsa da, o özgürlüğü, o vatanda doyasıya yaşamanın bana kısmet olmayacağını ve politik nedenlerden dolayı canım kadar sevdiğim vatanımdan ayrılıp Türkiye’ye sığınacağımı, Türkiye’ye vardığımda, bana en büyük yardımı Masal Çağı’nın şairi ve o mektubun sahibi olan, yüce Allah’ın benim kader çizgimi bir gün kesiştirdiği, Ali Akbaş’ın yapacağını nereden bilebilirdim ki…)
Siz isterseniz bütün bunları bir tesadüf eseri olmuş sayın; ama benim için bütün bunlar, Levh-i mahfuzda benim alnıma yazılan yazgıdan ve Allah’ın hükmünün vakti gelince gerçekleşmesinden başka bir şey değildi. Yazıyı sonuna kadar okuduğunuzda, söylediklerimin gerçek olduğunu, siz de göreceksiniz.
Bu şiir kitabı ve bu mektup, niye bir başkasından değil de, Ali Akbaş’tan geliyordu? Bunun hikmeti neydi? Sırrı neredeydi? Sovyetler Birliği döneminde ve sonraki Bağımsızlık dönemlerinde, başlangıçta destan sevgisi düzeyinde olan Türkiye ile Azerbaycan arasındaki gönül bağları, hayal kırıklıklarını da beraberinde getirmişti. “Türklük” şuuru zayıf, “Türk” sevgisi cılız insanlar, iki Türk kardeşin kavuşmasındaki destansı kutsallığı, ne yazık ki birkaç yıl içinde yok etmişti. Ben ve Ali Akbaş da bu görüşmelerde, aynı hayal kırıklığını yaşayabilirdik. Ama şükürler olsun ki, kaderimize bu yazılmamıştı. Bu bizim elimizde değildi aslında, yani kaderimizi yazan iradenin, Allah’ın dilediği oldu, kardeş olduk.
Masal Çağı adlı şiir kitabı ile gıyabında tanıdığım Ali Akbaş’ı Azerbaycan’a davet etmiştim. Nihayet, 1988’de bir güz günü, Ali Akbaş, Kars üzerinden, Ermenistan sınırından geçip Azerbaycan’a ayakbastı ve kardeş hanesinde misafirim oldu. (Azerbaycan’da böyle bir mesel vardır: “Kardeşini tanıyor musun? Daha yoldaş olmamışsın” derler. Ama kader bana Ali Akbaş’la sadece yoldaş olmayı değil, aynı zamanda dost ve kardeş olmayı da kısmet edecekti.) Ali Akbaş, o gelişiyle bizlere dünyalar dolusu sevinç ve mutluluk getirmişti. Benim iki odalı evimde kalan mütevazı ve alçakgönüllü bu şair, eşimle ve o zaman yaşları çok daha küçük olan kızlarımla öylesine kaynayıp karışmıştı ki, sanki yıllardır bizim evdeydi, sanki yıllarca aynı çatının altında yaşamıştık. Bu, saçları yeni ağarmaya başlamış, ilk bakıldığında fazla dikkati çekmeyen adamın içinde, öyle yüksek fazlı bir sevgi vardı ki, tanıştığı bütün insanları, âdeta bu sevgi tılsımı ile büyülüyordu. O zamanlar Türkiye’den Azerbaycan’a gelişler henüz yeni başlamıştı. Ali Yavuz Akpınar ve rahmetli İbrahim Bozyel’den sonra, üçüncü gelen Ali Akbaş olmuştu. Önceden bir gezi planı hazırlamıştık. Ona ülkemizin en güzel, en önemli yerlerini gösterecektik. Ama o zamanlar, Azerbaycan, çetin imtihanlardan ve siyasi çalkantıların içinden geçiyordu. Ermeniler, kadim “Türk” toprakları olan Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan’dan koparmak için yüz türlü hileye başvuruyorlardı ve Rusları da yanlarına almayı başarmışlardı. O nedenle “KGB” Azerbaycan’da kuş uçurtmuyordu. Ali Akbaş ile nereye gitsek, arabamızın peşine düşen başka bir araba, sürekli bizi takip ediyordu ki, onunla kendi evimde bile rahat konuşamıyordum. Çünkü konuştuklarımızın büyük çoğunluğunu sonraki gün gizli istihbarat görevlilerinin ağzından duyuyordum. Ben, o zamanlar Azerbaycan’da ileri görüşlü ve cesur çıkışları ile dikkat çeken ve Azerbaycan Türkçesi ve Rusça olarak yayımlanan iki derginin: “Gençlik” ve “Molodost” dergilerinin genel yayın yönetmeniydim. İstihbarat görevlileri, benim üzerime fazla gelmeseler de, Ali Akbaş’la aramızda köprü olan arkadaşımı, bilgi vermesi için sürekli rahatsız ediyorlar; zaman zaman onu sorguluyorlardı: Neden şöyle konuştunuz? Neden öyle dediniz? Hatta KGB görevlileri bir gün bana: “Gizli servisin bir elemanı gazeteci kimliği ile gelecek, misafirinizle (Ali Akbaş) görüşecek” diye haber gönderdiler. Ben, “asla böyle bir şey olamaz,” diye anında itirazımı bildirdim. O zaman gizli servisin en yetkili adamı bizzat gelerek benimle görüşmek istedi ve görüştük. Ve bana:
“Yurt dışından Azerbaycan’a gelen tüm misafirlerle, bu yolla görüşürüz, eğer buna imkân sağlamazsanız, biz de misafirinizi sınır dışı ederiz,” dedi.
Ben de inat ettim:
“O zaman ben de dergide, sizin bu tavrınızı yazar, yaptığınızı tüm dünyaya yayarım, başka misafirlere nasıl davrandığınız, onlarla nasıl görüştüğünüz beni ilgilendirmez ama ben, sizin bu yöntemle misafirimle görüşmenize izin vermeyeceğim,” dedim. Bu nedenle de bizi sıkı takibe almışlardı. Ali Akbaş ile gecenin üçünde, evimizin az ilerisindeki parka inip orada dert bölüşürdük. Ali Akbaş sonraları, Ankara’da Türkiye Diyanet vakfının yayınladığı “Seçilmiş Şiirler” adlı kitabıma yazdığı ön sözde bunları şöyle ifade etmişti: “Aslında Bakü de çok güzeldi; bizi Hazar’ın kıyısından buralara kaçıran neydi, niçin çıktık dağlara? Hürriyet arayışı, diyorum kendi kendime. Çünkü şehirde kapalı kapılar ardında dahi konuşamıyor insanlar. “Yerlerin de kulağı var diyorlar”. Oysa benim yığın yığın sorum, onlarınsa yetmiş yıldır saklanan sırları vardı.”
Ali Akbaş’ın bu tespitleri tamamen doğruydu, gerçekti, yaşananlardı. Yeri gelmişken, burada bir detayı da yazmayı borç biliyorum. Ali Akbaş, o zamanlar Sovyetler Birliğinden kaçıp Türkiye’ye sığınan bir opera sanatçısının Bakü’deki ailesine ulaştırılması için bazı eşyalar getirmişti. Ben, o eşyaları sahiplerine ulaştıramadım. Çünkü o zaman Ali Akbaş’ın sınır dışı edilmesi gündeme gelebilirdi. O zamanlar hadisenin iç yüzünü, doğal olarak Ali Akbaş’a diyememiştim. Ali Akbaş, benim bu “korkaklığımdan” dolayı, belki de hâlâ kızgındır. Ama ben, Ali Akbaş’ın, sınır dışı edilmesine fırsat vermek istemiyordum. Ben, onun vize süresince; son dakikaya kadar Azerbaycan’da kalmasını istiyordum.
Ali Akbaş, Azerbaycan’da kaldığı zaman zarfında, yüz yüze geldiği, tanış ve misafir olduğu herkesin gönlünde taht kurdu. Azerbaycan’ın edebiyat ve kültür çevreleri ile tanıştı. O zamanlar, ben Azerbaycan genç yazarlar topluluğunun da başkanı idim. Gerek o toplulukta, gerek diğer görüşmelerindeki canlı temasları, öyle derin izler bıraktı ki, bu izler Azerbaycan topraklarından hâlâ silinmemiştir desem, belki de inanmayacaksınız. Şimdi, ben ne zaman Azerbaycan’a gitsem ve Ali Akbaş ile sohbetlere katılanlarla karşılaşsam, hemen Ali Akbaş’ı soruyorlar. İşin ilginç yanı odur ki, hep hafızasının vefasızlığından yakınan Ali Akbaş da, Azerbaycan’da görüştüğü bu insanların hepsinin adlarını birer birer sayıyor.
Azerbaycan’da misafir olduğu sürece, onun gitmesi gereken her yere gittik, birçok yeri gezdik, Ali Akbaş orada silinmez izler bıraktı. “Her şey eskiyip gider; efendilikten gayrı…” diye boşuna dememişler. İlk tanıştığımız günden sonra geçen bunca zaman zarfında o, efendiliğinden asla taviz vermedi.
Ali Akbaş Azerbaycan’a, Osmanlı kültür ve medeniyetini bir sünger gibi içine çeken ulu bir ermiş gibi gelmişti. Sanki Türkiye halkı uzun zaman ayrı düştüğü Kafkaslardaki kardeşlerine, örnek davranış sergileyebileceğinden kuşku duymadığı Ali Akbaş’ı seçmiş ve temsilci olarak onu göndermişti. Buna göre de diyebilirim ki, bu seçim asla tesadüfî değildi, bir kaderdi.
Ali Akbaş ile sazlı, sözlü akıp giden o bir aylık zaman dilimi nasıl geçip gitti; hiçbirimiz anlayamadık. Ayrılık zamanı gelmişti ama Dağlık Karabağ çevresindeki olaylar günbegün daha sert bir hâl alıyordu. Artık Azerbaycan’la Ermenistan arasında savaş başlamıştı. Bu durumda Ali Akbaş’ın Ermenistan sınırından Türkiye’ye geçmesi çok zor olacaktı. Onun Moskova üzerinden geri dönüşünü sağlamak için sarf ettiğimiz bütün çabalar sonuçsuz kalmıştı. Müracaat ettiğimiz makamlardan: “Sovyetler Birliğine nereden girmiş ise ülkeyi oradan terk etmelidir,” cevabını almıştık. Onu yeniden Ermenistan üzerinden Türkiye’ye göndermek için Ermenistan’la sınır bölgesi olan Kazak ilimizin valisine başvurduk, o zamanlar “İsahan” adlı yiğit bir dostumuz emniyet müdürlüğünde çalışıyordu. İsahan, kendi arabasıyla Ali Akbaş’ı sınıra kadar uğurlayacaktı. Vali bey, Erivan’da yaşayan bir Ermeni tanışını Kazak’a davet edecek ve vali beyin davet ettiği Ermeni’nin refakatinde, İsahan’ın arabasıyla gideceklerdi. Ali Akbaş ile Kazak şehri ile Ermenistan sınırında vedalaştık. Bizim onu Türkiye sınırlarına kadar uğurlama şansımız kalmamıştı. Bu gidişimiz, Ermeniler arasında kuşku uyandırır ve böylece Ali Akbaş’ın Türkiye’ye dönüşünü de engellemiş olurduk. Şimdi bu olayları sakin kafayla yazmak çok kolay ama o zamanlar, tehlike hat safhada idi. Bu yüzden Ali Akbaş’ın dönüş yollarındaki tehlikeler ve içimdeki kaygılar, onun Türkiye’ye ulaştığı haberi gelinceye kadar, içimi parçalamıştı.
Onun gidişinden sonra, derin bir boşluğa düşmüştüm. Ali Akbaş demiri çeken mıknatıs gibi etrafındaki her şeyi çeken, etkisi altına alan biriydi. Azerbaycan’a yaptığı bu zorlu seferinin, sonraları Ali Akbaş’a tüm Türk Dünyası’nın, Avrasya’nın kapılarını açacağını kim bilebilirdi ki.
Onun hakkında bir şair, bir dost, bir dava adamı, çok yönlü söz açılabilir. “Bir adam az değil, bir milyon adam çok…” demişler. Millet fertlerinin sayısı ile değil, mertlerinin sayı ile millet olur. Ali Akbaş da mert bir oğul ve hiç kuşkusuz, sahip olduğu millî ülküyle ile “seçilmiş” bir insandır.
O, Türkiye’ye döndükten sonra yazdığı şiirlerin birçoğunu; ‘Kutlu Taş’ı, ‘Göygöl’ü, ‘Türküler’i… ve diğer şiirlerini “Gençlik” dergisinde yayımlamaya başladım. O zamanlar, daha Azerbaycan’da Latin alfabesine geçiş hayal bile edilemiyordu. Ama ben Ali Akbaş’ın şiirlerini, Türkiye’de basıldığı biçimde; yani Latin alfabesi ile yayınlıyordum. Bu Azerbaycan gençliği tarafından çok büyük bir ilgiyle karşılanıyordu. Bütün kalbimle diyebilirim ki, Ali Akbaş o dönemde, millî değerlerimizi mecazlarla ilmek ilmek işlediği şiirleriyle, Azerbaycan’ın özgürlük mücadelesinde, bizimle birlikte mücadele ediyordu.
Yıllar geçmiş, devirler değişmiş, Türkiye’ye gitmek sırası bana da gelmişti. Ama Azerbaycan’da olaylar öyle hızla gelişiyordu ki, o zamanlar Türkiye’ye gelmem söz konusu bile olamazdı.
Ali Akbaş ile ikinci görüşmemiz iki buçuk sene sonra, Türkiye’de gerçekleşti. Bu buluşma öyle bir dönemde oldu ki, Azerbaycan’da Kanlı Yanvar olayları olmuş ve Bakü kırgını yaşanmıştı. 1990 yılının Mayıs ayında, Bakü’den İstanbul’a ilk turist seferleri başlamıştı. Yüz elli kişilik gençlik ekibinin başında, ben de İstanbul’a uçacaktım. Türkiye’ye geleceğimi, daha önceden Ali Akbaş’a haber vermiştim. (Burada İstanbul’a Atatürk Hava limanına ilk inişimin o coşkulu anlarını genişçe yazıp konuyu dağıtmak istemiyorum.) Ali Akbaş ile İstanbul’da görüşmüştük ve iki gün boyunca yıllar yılı görmeyi istediğim ve gıyabında özlediğim şehrin, Türkiye’nin havasını doya doya içime çekmiştim.
Bu arada, Kayseri’de, ilk Büyük Azerbaycan Kongresi olacağını duymuştuk. Sadece “Gençlik” dergisindeki Türkçülük faaliyetlerimden dolayı da olsa benim o kongreye katılma hakkım vardı. Ama birileri hakkımı yemişti. Bizde böyle bir atasözü var, “Sen kendi hesabını yapadur, gör feleğin ne hesabı var.” Öyle de oldu… İstanbul’u gezerken, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı binasının karşısından geçerken, ilgimi çektiği için içeri girdiğimde, benden gayrı Azerbaycan’da adımını atsan yüzlercesi ile karşılaşacağın türden herkesin burada olduğunu görmüştüm. Beni Vakfın başkanı Saygıdeğer Turan Yazgan’la tanıştırdılar. Turan bey, benim ismimi çok önceden duyduğunu söylemişti. Özellikle “Gençlik” dergisindeki faaliyetlerimden bahsetti. Ve hiç tereddüt etmeden beni de kurultaya davet etti. Ama benim vizemin süresi bitmek üzereydi. Sovyetler Birliğinin İstanbul Başkonsolosluğuna bir dilekçe yazdırdı ve vize sorunumu anında çözdüler, Ali Akbaş ile daha bir süre daha birlikte kalmak şansı elde etmiştim. Trenle evvelce Ankara’ya gidecek, Ali Akbaş’ın mübarek ailesi ve dostları ile tanış olacaktım. Sonrasında Ali Akbaş beni kurultayın gerçekleştirileceği Kayseri’ye götürecekti. Ali Akbaş’ın uğurlu kademi sayesinde, yıllar yılı arzusunda olduğum Türkiye seferim, öyle başarılı olmuştu ki, kısa sürede birçok tanış ve dost edinmiştim.
Ve önce de dediğim gibi başka topluluklardan farklı olarak, sadece benim memleketim kendi özgürlüğünü kanı pahasına kazandı ve yeni bir özgürlük dönemi başladı. Çok geçmeden Elçibey’in önderliğinde Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetinde değişimler başladı. Beni “Gençlik” dergisi genel yayın yönetmenliğinden, Azerbaycan radyo ve televizyon kurumu başkanlığına getirmişlerdi. Görevim süresince Türkiye ile Azerbaycan arasındaki iyi ilişkiler kurulmasına çok çaba harcıyor, büyük gayret gösteriyordum. Azerbaycan’ın demokrasi yolunda hızla ilerlediğini gören dış güçler ve onların yurt içindeki uzantıları bu süreci baltalamak için darbe girişiminde bulundular ve bizler görevimizi bırakmak zorunda kaldık.
Üstat Necip Fazıl Kısakürek, ölümsüz mısralarında böyle diyor:
“Kader beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı
Elindeyse beyazdan, gel de ayır beyazı.”
Kader, bana öyle bir ağ örmüştü ki, artık Türkiye’de yaşamak ve çalışmaktan başka çıkar yol kalmamıştı. Azerbaycan’da üç sene boyunca işsiz, parasız, pulsuz kaldıktan sonra, Türkiye’ye yüz tutmaktan başka çarem yoktu. Türkiye’de tanıdıklarım çok olsa da, “dost” olarak bildiğim bir tek Ali Akbaş vardı. Yıllar önce Ali Akbaş’ı karşıma çıkaran kaderin, ervah-ı ezelde yazıldığına artık emindim. O günden bu yana, Türkiye’de yaşadığım yirmi altı sene boyunca, Ali Akbaş’ın kardeş kaygısını, her zaman yanımda hissettim.
Hayatımın en zor dönemlerinde onun evinin ve gönlünün kapısı, bana hep açık oldu. Bizde diyorlar ki: “Her babayiğidin arkasında mutlaka yiğit bir kadın durur.” Ali Akbaş’ın eşi Ayten Hanım, işte bu tip kadınların başında gelir. Ayten Hanım’ın gayretleri sayesinde Ali Akbaş’ın yuvası, Türk Dünyası’nın her köşesinden gelenler için tam bir sığınaktır.
Bazen aylarca görüşmüyor, haberleşmiyoruz. Ama Ankara ile Çanakkale arasındaki zaman ve mekân mesafesi, bizim ruhlarımızı birbirinden ayıramıyor. Galiba ben, sırf bu yüzden Çanakkale’de gurbet hayatı yaşamıyorum. Biliyorum ki, soluduğum havada onun dost ve şair nefesi var. Yalnız kendi sorunlarımı değil, birçok Azerbaycanlı dostumun problemlerini de çoğu zaman onun zayıf omuzlarına yüklediğim olmuştur. Benimle ilgili çabalarını burada birer birer sayıp sözü uzatmak istemezdim. Ama bir ikisini de hatırlamadan geçemiyorum.