Kitabı oku: «Ali Akbaş Armağanı», sayfa 5
2004 yılında altmış beş yaşımı doldurduğumda, benim jübile meselemi Azerbaycan’da hiç kimsenin düşünmediği bir zamanda, Ali Akbaş ve onun yiğit dostları (O zaman dostumuz Yakup Ömeroğlu; Türkiye Yazarlar Birliğinin başkanı, Ali Akbaş ise sekreteriydi) Ankara’da Millî kütüphane salonunda, Türkiye’de ilk defa, yaşayan bir şaire, yani bana, şahane bir jübile tertiplediler. O gecenin coşkusu hâlâ benim içimdedir.
2006 yılında Rusya’nın önemli şairlerinden olan dostum Mihail Sinelnikov Türkiye’ye gelmek isteğini iletti. O zaman, Ali Akbaş ve Yakup Ömeroğlu, yine Türkiye Yazarlar Birliğinde görevliydiler. Mihail Sinelnikov Ankara’ya geldi ve dostlarımız onu çok büyük bir içtenlikle karşıladılar. Ama o zaman biz, bir kez bile olsun Türkiye Yazarlar Birliğinin binasına uğramadık. Mihail Sinelnikov’un Türkiye’ye geldiğinde, meğer dostlarım Türkiye Yazarlar Birliğinden ayrılmışlar; ama bunu, M.Sinelnikov’un Türkiye seferi gerçekleşsin diye bana bildirmemişler ve hatta misafirin tüm masraflarını da kendi ceplerinden karşılamışlar. Ben bütün bunları sonradan öğrenecektim.
Ali Akbaş’ın şiirleri ile tanıştıktan sonra Mihail Sinelnikov bana bir itirafta bulundu, dedi ki: “Türk edebiyatına, Nazım Hikmet’ten sonra böyle farklı bir şairin geleceğini hiç düşünmemiştim. Mihail Sinelnikov, Ali Akbaş’ın şiirlerini büyük bir içtenlikle Rusçaya çevirdi sonra, onun hakkında bir makale yazıp Moskova’daki dergilerde yayımladı.
Çok geçmeden, Ali Akbaş ve Yakup Ömeroğlu bu kez Avrasya Yazarlar Birliğini kurdular ve “Kardeş Kalemler” dergisini yayımlamaya başladılar. Galiba Ali Akbaş şiirde yarım kalan işlerini, genel yayın yönetmenliğini yaptığı bu dergi ile tamamlamaya başlayacaktı:
Ne zaman ki Kerkük gelir aklıma,
Boğazlanan bir Türk gelir aklıma.
Fuzuli bağını viran edenin
Alnı için tükrük gelir aklıma.
Aristo şairi kastederek şöyle diyor: “Söz açık olmalıdır, zayıf değil…” Ali Akbaş’ın şiirlerine baştanbaşa yüce ve açık, anlaşılır duygular yüklenmiştir. Onun kitaplarında bir tane de olsa zayıf şiire rastlamak mümkün değildir. Hakiki eser bitip tükenmez bir enerjiye sahip olur. Ali Akbaş’ın şiirleri de öyledir. Defalarca okusanız da hep yeniden okumak istersiniz ve bu şiirleri her okuyuşunuzda, olağanüstü bir sanatkâr ilhamının, yeni özelliklerini bulursunuz. Birbiri ile ilişkisi kesilmiş iki ışık kaynağını, o dünyayı ve bu dünyayı kendinde birleştirebilmek başarısı, her büyük sanatkâr gibi, Ali Akbaş’a da yabancı değil.
Bir Norveçli şairin dediği gibi “Ne zamansa, kumsalda oynadığımız gibi yıldızlarla oynayacağız.” Sonsuzluk kokusu gelen bu mısraların benzerlerini, Ali Akbaş’ın, çocuklukla hikmetin haşir neşir olduğu mısralarında da görebiliriz.
Nobel ödüllü şair Bunin diyordu ki, “Sadece çocukluk çağlarını yürekten hissediyorum, ömrümün yerde kalanları benim değil.” Bu anlamda Ali Akbaş’ın şiirlerine bir çocuk hayreti, bir çocuk coşkusu ve alçakgönüllülüğü hâkimdir. Nağmeye dönmüş bir Fransız şiirinde denildiği gibi: Keşke gençlik bilseydi, keşke ihtiyarlık başarsaydı.” Ali Akbaş’ın ilk gençlik yıllarında yazdığı şiirler ile ihtiyarlık döneminin şiirlerini kıyaslarsak, coşku ve mükemmellik bakımından hiçbir farkın olmadığını görürüz, bu zaten böyle de olmalıdır. Başka bir deyişle deha çok şeyi kendinde birleştiriyor, yetenek ait olduğu edebî ekolle yetiniyor. Sıradan birisi ise hocasının öğrettiklerinin dışına çıkamıyor. Yani Ali Akbaş daha ilk gençlik yıllarında kendini bulan ve bu buluşuyla da edebî kaderini ve üslubunu belirleyen bir sanatkârdır. Büyük sanatkâr, kendi hakkında yazarken de konuşurken de insanlık adına konuşur, çünkü insanlığa ait olan ne varsa onun varlığında mevcuttur. Bu manada Ali Akbaş’ın şiir coğrafyası Türkiye ve Türk Dünyası ile yetinmeyip tüm dünyayı kucaklıyor.
Bizde böyle bir deyim var: “Niyetin nereye ise menzilin orasıdır.” Ali Akbaş’ın içindeki büyük Türklük sevdasıyla, sonunda bütün imkânlarını zorladı ve kısa sürede tüm Avrasya’da ün kazanan “Kardeş Kalemler” gibi soylu bir derginin genel yayın yönetmeni oldu. Şimdi, şiirlerinde dile getiremediği bazı şeyleri bu dergi aracılığı ile dünyaya ulaştırıyor. Hiç çekinmeden diyebilirim ki, Kardeş Kalemler ’in Azerbaycan ve diğer Türk yurtlarında, en az Türkiye’deki kadar okuyucusu var.
Ali Akbaş Türkiye sınırlarını çoktan aşmış bir şairdir. Makedonya’da kitabının yayınlanmasını, birbirinden değerli çocuk şiirlerinin, ders kitaplarına alınması, okullarda okutulması, dediklerimizin bir kanıtı olsa gerek. Ali Akbaş şiirlerine yüklediği enerji ile bütün zamanlarda yaşama hakkı kazanmış, bahtiyar bir sanatçıdır. Büyük bir şiir dehasının bu kadar mütevazı olması eşine az rastlanan bir özelliktir. Ama bu ilk bakışta böyledir, haksızlığın boy gösterdiği dönemlerdeki yılmak bilmeyen bir eda ile haykırışları ise ona bir başka özellik kazandırıyor.
Onun dostluğundan söz açsak, “adam gibi adam olduğu” sözleri gönlümüzden dilimize çıkacak. Şairliğinden söz açsak, tarife sığmaz sözler sarf etmek gerekecek. Şiirine, onun kadar titiz davranan birine rastlamazsınız. Nasıl söyleyelim kelimeleri kendine, kendini kelimelerine sevdirene kadar uğraşır, onda bir gizli arı çalışkanlığı ve işine sadakat söz konusudur. Ali Akbaş, doğanın bir parçası olduğuna inandığından, kaleminden çıkanları da doğanın bir parçasına benzetmeye özen gösteren ve en sonunda buna nail olan ve bunu bir alışkanlık hâline getiren, bahtiyar sanatçımızdır.
O bir tevazu timsalidir. Bu yönü ile Azerbaycan’ın çok büyük ama hakkı teslim edilmemiş şairi, adaşı Ali Kerim ile aynı karakteri paylaşıyor. Belki de tevazu, büyük şairlerin hepsi için geçerli bir özelliktir, bilemiyorum. “Derinlik ne kadar fazlaysa o kadar sakindir,” diyorlar. Bu sözü sanki Ali Akbaş’a söylemişler. Şiir festivallerinde defalarca birlikte olduk. Fikir, düşünce ve hüzün dolu şiirlerinin her isteği karşılayacağından emin olduğu için başka şairler gibi salonları coşturmak için asla çaba göstermez.
Ona sözün sihirbazı desek yanlış olmaz. Çiçekten balözü çeken arı misali sözün usaresini çekerek, tüm vezinlerde aynı düzeyde eserler verir. O belki az yazıyor ama “öz” yazdığına şüphe yok. O: “Güzellik gibi, ahlak gibi, metafizik kavramlar gibi, anlatılması zor olan bir şeydir şiir” diyor. Şiiri böyle bir yaklaşımı ile tanımlayan şairden başka ne beklenmeli ki?
Türk Dünyası’nın dertleri, acıları, onun şiirlerinden bin bir feryat ve yürek dağlayan sızılarla, kızıl bir hat gibi geçiyor.
O, daha ilk şiirlerinden itibaren hakikatin farkına varmış bir şairdir, şiirin derinliklerine inip, bir arı gibi öyle ince damarlardan şiir şırası çekiyor ki, onun yazdığı konularda eser verebilirsiniz ama onu taklit etmek imkânsız gözüküyor. O, hangi konuya el atmışsa, o konuya ebedi mührünü de vurmuştur. İşin ilginç yanı odur ki, Ali Akbaş şiirin bütün vezinlerinde kalemini sınava çekmiş ve her defasında da bu sınavdan alnının akı ile çıkmıştır Ali Akbaş’ta hikmetli Doğu şiiri ile modern arayışlı Batı şiirinin öncül sentezi, ilahi bir biçimde buluşur. Klasik Doğu şiiri ile modern Batı şiirinin zengin tecrübesinden yararlanan şair, gazel yazarken de, koşma yazarken de ya da serbest şiirlerinde de aynı zirveyi yakalayabilmiştir. “Fuzuli”, ”Bizim Türküler” , “Erenler Divanı” ve daha onlarca birbirinden farklı biçim, ritim ve farklı ruh hâliyle yazılmış şiirleri bu düşüncemizi kanıtlamak için yeterli olacaktır. Bu eserler seslerin, renklerin, vahilerin, sırlı fısıltıların, bazen çılgın bazen aheste armonisini oluşturmaktadır. Ama ben bu yazımda daha çok hatıralarıma yer ayırdığımdan Ali Akbaş’ın şiirlerini incelemeden, sadece “Göygöl” şiirine değineceğim. Güzel sudan bir damla da içsen, bir derya da içsen, aynı değerdedir. “Göygöl” şiirinde bir şiir hazinesi saklıdır:
Gönlüm göle düşmüş yaban ördeği…
*
Ne kadar özenmiş hilkatin eli,
Bir depremde doğan yayla güzeli.
*
Gök mavi, göl mavi, her şey semavi
Arşa çıkar ateşgahın alevi.
*
Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar
Bismillah demeden yıkanmasınlar…
*
Asırlardır sevda çeken gönüller
Ateşgah’da yanar, burada serinler…
*
Bir sabah Göygöl’de peri kızları
Yıkanırken siper edip sazları,
Üstlerine gelmiş bir deli çoban.
Kır papaklı sırtı heybeli çoban
Bakmış ki gölbaşı peri tüneği
Atmış üstlerine ak kepeneği.
Bir anlık gafletten doğmuş Tepegöz
Oğuzu uykuda boğmuş Tepegöz.
*
Bir gece yarısı ay suya düşer,
Çöllerde bir ceylan pusuya düşer.
Dikkatle okunduğunda bu şiirde acılı, ağrılı, sancılı bir o kadar da şanlı, şerefli tarihimizin tüm evrelerinin, ince bir dantel gibi örüldüğünü görüyoruz.
Bu şiiri, bir de şunun için öne çıkarıyorum ki, ben bu şiirin ilk mısralarının nasıl oluştuğuna da tanıklık ettim. Yukarıda da anlattığım gibi; bir güz günün de Ali Akbaş’ı, doğada oluşum tarihi bilinen, dağların kucağında karar kılan yedi bacının en güzel gölü olan Göygöl’e götürmüştük. O, sonraları Göygöl’e bu gidişimizi kâğıda böyle dökecekti: “Yıl 1988. Mevsim son bahar. Derin bir hüzün çökmüş yaylalara. Nizami’nin yurdu Gence’yi geride bırakıp Kepez dağına tırmanıyoruz. Kepez dumanlar içinde ve eteğinde bir peri uyukluyor. Dünyanın en sihirli suyu olan Göygöl bu. Biz üç şair… Bahta lanet okuyarak suyun aynasına dalıyoruz” Ve o dalış Ali Akbaş’a “Göygöl” gibi olağanüstü bir şiiri yazdıracaktı. İşin aslı bu ki, 1141 senesinde, Gence’de büyük bir deprem olmuş ve bu deprem nedeniyle Kepez dağının bir bölümü uçup, Aksu ırmağının önünü kesmiş. Göygöl’de böylece oluşmuştur. Bu, doğanın bir mucizesiydi. O dönemde Gence’de bir mucize daha gerçekleşmiş ve sonraları dünya edebiyatı tarihinde “Hamse”nin kurucusu olarak geçmiş Nizami Gencevi dünyaya gelmiştir. Tabii konumuz bu olaylar değil. Göygöl’ün güzelliği birçok şairin kalemine ilham vermiş ve ölümsüz eserlere konu olmuştur. Hiç kuşkusuz Ahmet Cevad’ın Göygöle yazdığı şiir, bunların başında gelir. Ali Akbaş ile Göygöl’ün etrafını çevreleyen çamların yeşil renginden renk ve ad alan bu dağlar meralı gölü, sevgi ve hüzünle izlerken, onun Türkiye’ye döndükten sonra Göygöl’le ilgili böyle ölümsüz bir eser yaratacağı hiç aklımıza da gelmezdi. Üstelik Ali Akbaş, bizim yazmadığımız, yazamadığımız şeyleri de dile getirecekti. Bu şiirin ahenginde, baştanbaşa bir hüzün hâkim:
Şimdi yaylaların son baharıdır
Dağları kaplayan süt buharıdır
Yapayalnız kalmış kuğulu Göygöl
Ağlayan göz gibi buğulu Göygöl
Uzar kıyısında bir sarı kamış
Kendini seyreder sularda yaz kış
Şimal küleğiyle kar geliyor, kar
Sunamı tufandan koruyun dağlar.
Bu ölümsüz mısraları okudukça Yetik Ozan’ı ve onun “Atmaca Uçurumu” kitabını hatırlıyorum. O da zamanında Ali Akbaş gibi Türk Dünyası problemlerini şiirlerine yansıtıyor ve o yerlerin lehçesinden bazı kelimeleri de mısralarında aynen koruyordu. Eğer örnek aldığımız mısralara bakılırsa kullanılan “şimal” ve “külek” sözcüklerinin Anadolu Türkçesinde pek kullanılmadığını görürüz. Buradan yola çıkarak şairin neden “kuzey” yerine “şimal”, “rüzgâr” yerine “külek“ kelimelerini kullandığını anlıyoruz. Çünkü Azerbaycan’da “Şimal küleği” denildiğinde Rusya’dan gelecek bir bela kastediliyordu.
Aslında bakıldığında Ali Akbaş’ın şiirleri nerdeyse arı peteğine benziyor, peteklerde bir tane bile olsun, boş yüksüye rastlamak mümkün değil. Ali Akbaş da sanki her mısra ve hatta her söze özel bir anlam vermeyi, okuyucusunu simgelerle sınava çekmeyi başarıyor:
Mesnevi okuyup geçtik Gence’den
İçime bir sızı düştü inceden
Elveda bağlarda üzüm derenler
Üzümü unutup hüzün derenler
Elveda adını unutan şehir
Elveda akmayı unutan nehir
Ata yadigârı Gence elveda
Dalına kuruyan gonca elveda.
Ali Akbaş o yerlerden geçtiğinde Nizamileri, Mehsetileri büyüten, onlara adından ad veren Gence şehrinin adı değiştirilmiş, Gence adı unutturulmuştu. İşte o nedenle üzüm derenler “hüzün deriyordu” ve Ali Akbaş, o nedenle “adını unutan şehre”, “akmayı unutan nehre” “dalında kuruyan goncaya” ağıtla karışık bir veda ediyor, el sallıyordu.
“Kim diyor bir ömrün destanı bitir
Çay taşır, sel gider, sahiller kalır.
Adiler yıllara koşulup yitir,
Zamandan zamana dâhiler kalır…”
Sadece Göygöl şiiri bile, Ali Akbaş manalar şairi olduğunu söylemeye yeter. Manalar ebedi olduğu için Ali Akbaş da ebediyet şairidir.
TÜRK ŞİİRİNİN GÜNÜMÜZDEKİ YÜZ AKI
Dr. Mehmet GÜNEŞ
O; 4 Eylül 1942’de Maraş’ın Elbistan İlçesi’nin Maraba (Çatova) Köyü’n-de dünyaya gelmiş, ilkokulu köyünde, ortaokulu Elbistan’da, liseyi Maraş’ta okumuş, daha lisedeyken okulun açtığı marş yarışmasında birincilik kazanan şiiri “Maraş Lisesi Marşı” olarak bestelenmiş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuş; ülkemizin çok çeşitli liselerinde edebiyat öğretmenliği ve Gazi Eğitim Enstitüsünde müdür yardımcılığı yapmış Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, turkuaz düşünceli ve Türk Dünyası’na sevdâlı bir güzel insandır.
“Kalemlerle ararız bilgi definesini
Tatmışız çalışmanın zevkini hevesini
Yakında bulacağız bu yolun zirvesini
Engizek Yaylasından çiçekler deriyoruz.
Çınlarken ufuklarda gençlerinin gür sesi
Adını duysun her yer yaşa Maraş Lisesi
Her sınıfın uğurlu birer mabet köşesi
Seni yükselteceğiz sana söz veriyoruz”3
O; 1979-1982 yılları arasında Film Radyo ve Televizyonla Eğitim Merkezi’nde program yazarlığı yaptıktan sonra araştırma görevlisi olarak Hacettepe Üniversitesi’ne geçmiş, 1985’te “Yapalak ve Ekinözü Ağızları” adlı teziyle yüksek lisansını tamamlamış, 1982 yılından îtibâren Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde Türk Dili Okutmanı olarak çalışmış, 1996’da emekli olduktan sonra 1999-2000 öğretim yılında Kazakistan Ahmet Yesevî Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak vazife almış, lise yıllarından günümüze kadar şiirle, kâğıtla ve kalemle ünsiyetini bir an bile koparmamış olan Türk edebiyatının seksen yıllık bir ulu çınarıdır.
O; “Kız Evi Naz Evi” isimli piyesi 1969 yılında İstanbul Radyosu tarafından radyo programına uyarlanan; muhteşem el yazısı gibi çok güzel karakalem resimler yapan; Divan, Doğuş Edebiyat ve Kanat dergilerinin yayınlanmasında öncülük eden; Ötüken, Töre, Hisar, Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Kardaş Edebiyatlar, Erguvan, Dolunay başta olmak üzere kitapların dışında kalan bâzı şiirleri de çok değişik dergilerde yayınlanan ve hâlen Kardeş Kalemler Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini büyük bir titizlikle sürdüren, Türkiye’nin yaşayan en önemli şairlerinden birisidir.
O; “Masal Çağı”4, “Kuş Sofrası”5, “Eylüle Beste”6, “Turna Göçü”7, “Erenler Dîvânında”8 isimli beş şiir kitabı yayımlanan, 2018 yılında bunlar “Bütün Şiirleri”9 ismiyle bir araya toplanan ve “Gökte Ay Portakaldır”10 adlı bir masal kitabı da bulunan; Türkiye Yazarlar Birliği’nin “1991 Yılı Çocuk Edebiyatı Dalında Yılın Şâiri Ödülü”nü alan, 1993’te Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen II. Türk Dünyası Şiir Şöleni’nde “Mağcan Cumabayulı Ödülü”ne lâyık görülen, Kosova’da yayınlanan Türkçem Çocuk Dergisi tarafından “2004 Yılı Şiir Ödülü” verilen, 2005’te İtalya’nın Venedik kentinde düzenlenen 57. Şiir Bianeli’nde ve 2007 yılında 20. Moskova Kitap Fuarında Türkiye’yi temsil eden, 2019’da “Selçuklu Vakfı Edebiyat Ödülü”ne, 2020’de Gönüllerde Birlik Vakfı “Muhsin Yazıcıoğlu Edebiyat Ödülü”ne ve 2022 yılında Türk Edebiyat Vakfı tarafından da “Yaşayan Dede Korkut Ödülü”ne lâyık görülen Türk şiirinin günümüzdeki yüz akıdır
O, edebiyat hocası olmasının verdiği dil hâkimiyetiyle Türkçenin bütün inceliklerini bilen; günümüz Türk şiiri içinde yeni bir ses, yeni bir nefes, yeni bir renk, yeni bir âhenk ve yeni bir mihenk olan; şiire mükemmeliyet hassasiyetiyle yaklaşan, şiirin teknik ve estetik yönüne önem veren, şiiri ciddî bir iş olarak gören, uykusuz gecelerini şiire hasreden, güçlü şâirliğini, edebî sanatları kullanmadaki mahâretini, rûhunda yaşayan çocuğun ve çocukluğunun duygu dünyasını hep canlı tutarak şiirlerine taşıyan gerçek bir erbâb-ı kalemdir.
O; yazdığı her dizeyi hayatın ve tabiatın şiire yansıması olarak algılayan, şiirlerinin arka planındaki derin bir bilgi birikimiyle; insana, eşyaya ve olaylara hikmet nazarıyla bakan, geleneğin mîrasını geleceğe aktarmak için klasik Türk şiirinden modern şiire geçerken, serbest şiirde de iç kafiyeyi ve sembolleri çok büyük ustalıkla kullanan, her hangi bir edebiyat akımına bağlı olmayan, damıtılmış şiirlerin sâhibi olan, dildeki büyük titizliğini şiir üslûbuna da yansıtan şiir semâmızın yıldızlarındandır.
“Leylânın başına örttüğü tül kadar ince
Dolunay bir buluta bürününce
Şiir oluyor
. .
Apansız bir yıldız düşüyor göğümüzden
İçimize köz düşüyor
Şiir oluyor
Siyeci bozulmuş viran bahçelerde
Güller soluyor
Şiir oluyor”11
O, şiirle hayâtını anlamlı kılan bir ehl-i kalem olarak; edebiyat dünyasının hâkanı, nazım ve nesir ülkesinin sultânı, gönül dilinin tercümanı ve fetânet imbiğinden süzülen duygu çiçeklerinin elvan elvan açıldığı efsunkâr bir fesâhet gülistanı olan şiiri çok önemseyen bir şâirdir. O; Doğu’nun ve Batı’nın şiir geleneğiyle Türk şiirinin usta şâirlerini ve şiirin ana malzemesi olan dilimizin bütün inceliklerini çok iyi bilen, kendine has üslubuyla basit gibi görünen çok derin ifâdeleri dizelere döken; ârızasız, sağlam ve yarınlara kalacak şiirlerin müellifidir.
“Ey şiir, kanayan yaramsın benim
Göğsümde taşırım, gören gül sanır.
Ağıdım, feryâdım, nâramsın benim
Uzaktan duyanlar, bir bülbül sanır.
Söz düşmüş payıma Bezm-i Elest’te
Bir vefâsız yâre oldum Dilbeste
Çırpınır dururum hep bu kafeste
Söylemem derdimi tahammül sanır.”12
O; türkülerimizden, masallarımızdan, vecîzelerimizden, folklorumuzdan, coğrafyamızdan, halk şiirimizden, divan edebiyatımızdan ve tasavvuf anlayışımızdan gelen unsurlarla şiir dünyasını şekillendirmiş, klasik motif ve mazmunlara yeni anlamlar yüklemiş, yeni tasvir ve tabirlerle modern bir tavır sergilemiş; stilize edilmiş bir hece, hecenin uzunlu kısalı kalıpları serpiştirilerek âhenk hâlinde yansıyan bir aruz, kısa hatta tek kelimelik mısra yapısının ustaca kullanıldığı bir serbest tarz ortaya koymuş, demlenmiş bir dille yazdığı şiirlerinde genellikle lirizmden çok; ses uyumunu, aliterasyonu, ritmi ve iç musîkiyi ön planda tutmuştur.
“Yıldızlar
İri şehlâ gözlerdir
Geceyi gamlı kılan
Uzaktan süzerler bizi
El değmemiş ter ü tâze tenleri
Ölmüş ergen kızlardır
Yıldızlar
Yıldızlar,
Derin, Harran göklerinin
Solmaz çiçekleri, naz çiçekleri
Her gece perişan düşerler suya
Yıldız saya saya varır bebek uykuya
Dökülür yastığa bir mavi rüyâ
Onlar ki en hazin ninniyi söyler
Öper öksüz çocukların alnından
Saz benizli ecemizdir
Yıldızlar
Yıldızlar
Bahtımız, yalnızlığımız
Leylâ demeye gör
Gök yankılanır
Okşar yeryüzünü bir kuş kanadı
Bu en güzel kadın adı
Havvâ’dan beri
Kim bilir nasıldı elleri?..
Hey eski zaman güzelleri
Arzu, Şirin, Züleyhâ,
Dilberler dilberi Meryem
Kem gözlere mahrem
Kızlardır
Yıldızlar”13
O; şiirlerini bir Anadolu kilimi gibi bize âit renk, desen ve motiflerle süslemiş, dizeleri Hoca Ahmet Yesevî’nin, Yunus Emre’nin, Mevlânâ’nın bedesteninden alınan ipek ipliklerle örmüş, mısrâlarında çocukluk hâtıralarını, köyünü, memleketinin her hâlini, insanlarını, börtü böceğini, soğuğunu sıcağını, kurdunu kuşunu, sıla hasretini, vatandaki gurbeti, Ay-Yıldız aşkını, gönlünün hudutlarına aslâ sığmayan sevdâsını ve hayatını şekillendiren mukaddes dâvâsını; bâzen bir çocuk edâsıyla, bâzen Korkut Ata nidâsıyla, bâzen hazin bir gariplik, bâzen yüreklere sığmayan bir sevinç içinde ve zarif bir biçimde dile getirmiştir.
O; “Çiçekler ve Kuşlar” şiirinde, medeniyet kültürümüzde her birinin ayrı bir anlamı ve değeri olan “Sümbül, Güvercin, Lâle, Leylek, Gül ve Bülbül” kelimelerinin şiir diliyle târif ederken, çok güçlü bir lirizmle, klasik motiflere yeni bir bakış açısı getirerek sembolize etmiş ve şunları yazmıştır:
“Sümbül
Bir sülüs besmeledir
Ulu mâbetlerde süs
Buram buram Türk kokan
Sultanlar tuğrâsıdır
Sümbül
Güvercin
Hû çeken derviş
Yüce ayvanlarda,
Semâda bir Mevlevî
Hünkârdan el tutmuş
O’ndan gayrı herkes unutmuş
Akıllı kuş,
Güvercin
Lâle
Bir Leyle-i Kadîr’de kandil
Bir yürek kan içinde
Kalmış efgan içinde
Değil piyâle
Lâle
Leylek
Bir gurbet türküsü gagasında
Her yaz gelir gider
Yemen’de kınalar ellerini
Beytullah’a yüz sürer
Kuş değil melek
Leylek
Gül
İslâm’ın fecridir
Ter ü tâze,
Kucak kucak,
Her seher doğacak
Gül
Bülbül
Şadırvan sesi
Selimiye’de, Süleymâniye’de
Kur’ân nağmesi
Tatlı bir elhan
Hâfız ya da mevlithan
Bülbül” 14
O; sanatı ciddiye alan, estetiği muhtevâ ile birleştiren, güzellikleri irtifa ile buluşturan, gelenekle gelecek arasında bir köprü oluşturan ve eskimeyen yeniye yeni boyutlar kazandıran, medeniyetimizin ruhunu, Bozkır kültürünü, Anadolu insanının hasletlerini, hasretlerini ve mihveri köy olan mekânların güzelliklerini bir masal anlatımıyla ifâde eden; şiir dilimizi ve şiir zevkimizi şâhikalaştırırken; milleti millet yapan; din, dil, tarih, vatan, bayrak, kültür, ülkü, ortak kader ve birlikte yaşama irâdesi gibi mensûbiyet şuuru oluşturan değerlerimizi çok veciz bir biçimde dile getiren, Hilâl çiçeklerinin açması ve Al Bayrağımızın gölgesinin artması için bir ömür vakfeden ak saçlı bir gönül süvârisidir.
O, 1960’lı yıllarda “ekmek dâvâsı” için mâişet gurbetine çıkıp, Avrupa’ya giden Türk işçilerinin trajedisini, üniversite öğrencisiyken kaleme aldığı “Göç” şiiriyle; gurbeti, hasreti, anadan, babadan, yârdan yârandan, eşten dosttan, vatandan ayrılığın acısını bir ağıt hâlinde destanlaştırmış, bu derin yaranın kahır dolu, serzeniş dolu, hüzün dolu hazin hikâyesini; dünkü satvetli akıncı ruhuyla, bugünkü perişân hâlimizi karşılaştırarak yürek burkan şu mükemmel mısralarla dile getirmiştir:
“Su serperler ya
Gidenlerin ardından,
Dün askere,
Hind’e Yemen’e…
Bu gün ekmeğe
Yaban ellere…
Dönmezler de ondan;
Yoksa niye serpsinler…
Sirkeci’den tren gider,
Ona binen verem gider.
. .
Biz hep atla geçtik Tuna’dan,
Böyle geçmedik
Avrat uşak,
Biz hiç böyle geçmedik,
Beyler utansın…
Sirkeci’den tren gider
Varım yoğum törem gider
Tuna bizden utanır
Biz Tuna’dan
Yüzüne kapatır ellerini
Aldırma be Tuna’m
Yiğit çıplak doğar anadan
Sirkeci’den tren gider
Erzurumlu Duran gider
Burada ezan var,
Orada çan;
Uyaan!
Uyan!
Uyan!
Sirkeci’den tren gider,
Bir yaldızlı Kur’ân gider…” 15
O, şiirlerinde; doğup büyüdüğü topraklara duyduğu hasreti, çocukluk günlerindeki duygularını, hâtıralarını; mensûbu olmakla iftihâr ettiği Türk milletin asâletini, değer yargılarını, kültürünü ve medeniyet anlayışını, inancını, irfanını şiir diliyle terennüm etmiş, kökleri çok sağlam ve çok güçlü bir şiir geleneğinden beslenerek yepyeni ufuklara yelken açmış ve anamızın ak sütü gibi tertemiz ve berrak bir Türkçeyle şiirler yazmıştır.
“Siz hiç
Kırda bir göze kadar berrak
Ve bir çocuğun gözleri kadar saf ve temiz
Bakabilir misiniz?
Daha kıyamet kopmuyorsa eğer,
Gökler başımıza çökmüyorsa
Onlar sayesindedir.
Onlar
Bize Rabb’in emânetleri
Onlar Bosna’da, Grozni’de
Uganda’da, Somali’de, Bağdat’ta
Fillerin ayakları altında ezilen karıncalar,
Onlar daha açmadan solan goncalardır.
Vakitsiz ölürse çocuklar
Bir yer altı nehri doğar
Anaların toprağa sızan gözyaşlarından
Bir gizli deniz oluşur yavaş yavaş
Ve sonra bir dağ koyağı,
Yâhut bir fay çatlağı bularak
Tekrar çıkarlar apansız
Berrak bir pınar gibi
Köhne dünyamızın herhangi bir yerinden” 16
O; Ahmet Cevat’a ithâf ettiği meşhur “Göygöl” şiirinde, Göygöl’e dair izlenimlerini tarihi ve kültürel arka plânıyla anlatmış, “Gök mavi, göl mavi, her şey semâvî” diyerek bizleri çok başka âlemlere götürmüş, Türk Dünyası’na dâir duygu, düşünce ve hayâllerini sembolik ifâdeler ve şâheser mısrâlarla dile getirmiş ve bir anlamda en güzel şiirine de imzâ atmıştır:
“Bir seher vaktinde vardık Göygöl’e
Burda kızlar gül takıyor kâküle.
Alev alev bir gül attım su yandı
Sunam derin uykusundan uyandı;
Yavaş yavaş araladı perdeyi
Gönlüm göle düşmüş yaban ördeği
Giyip kuşanmaya erinmiş Göygöl
İpekten tüllere bürünmüş Göygöl.
. .
Gök mavi, göl mavi, her şey semâvi
Arşa çıkar Ateşgâh’ın alevi
Burası Kafdağı tezatlar evi
Çıkar her adımda bir masal devi
Dağlar deve olur bulut güvercin
Bir gümüş sakallı keçi olur cin
Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar
Bismillah demeden yıkanmasınlar
. .
Bir Nevruz sabahı sökerken şafak
Bir şehzâde gelip uyandıracak
Nal sesleri duyacaksın derinden
Öpecek usulca göy gözlerinden
Açma duvağını sır verme ele
Şu fırtına dinsin, yaz gelsin hele
Uyu nâtevanım yaralım uyu
Uyu bahtı kara maralım uyu
. .
Mesnevî okuyup geçtim Gence’den
İçime bir sızı düştü inceden
Elvedâ bağlarda üzüm derenler
Üzümü unutup hüzün derenler
Elvedâ adını unutan şehir
Elvedâ akmayı unutan nehir
Ata yâdigârı Gence elvedâ
Dalında kuruyan gonca elvedâ!” 17
O; bir kuyumcu titizliğiyle işlediği ve sâde bir Türkçeyle kaleme aldığı şiirlerinde bizlere; insan rûhunu kanatlandıran sesler, Mâverâ’dan menzilli adresler, kârîlerini şark bahçelerinden Kaf Dağı’na götüp onlara tayy-i zaman ve tayy-i mekân yaşatan nefesler, çocukluğumuzdan akseden rengârenk kır çiçeklerinin kokusunu teneffüs ettiren râyihâlar duyurduğu gibi; çöle dönmüş ruhları suya kavuşturan gönül sultanlarından ve tarihî destanlardan levhâlar resmetmiş; samîmiyet dolu sımsıcak tebessümlere mesken olan mısrâlarıyla gönül tellerinizi titretmiş bir büyük sanatkârdır.
O; bu toprakların sahip olduğu medenî ve tarihî müktesebâtı, Anadolu insanın gönlündeki duygu birikimini, inanç değerlerini, kültürel zenginliklerini, köye ve köy hayatına dâir her türlü folklorik özellikleri, siyâsî ve sosyal temaları, geçmişe ve çocukluk dönemine yönelik özlemlerini şiirlerinde çok çarpıcı dizelerle dile getirmiştir. O; “makarr-ı ulemâ” ve “makarr-ı şuâra” olan “Şiirin Başkenti”nde yetişmiş; kelâmı “laf” olmaktan çıkartıp “güzel söz”e dönüştürmüş, duygu ve düşüncelerimizi farklı bir idrâk ve ifâde gücüyle buluşturmuş, kelimelerle hayâl ülkesinin esrârengiz ufuklarını tasvir ederken söz ipliğine mânâ incileri dizmiş ve şiiri; hayâtın teri, hayâtı da şiirin sermâyesi olarak görmüş olan -kelimenin kâmil mânâsıyla- ‘Maraşlı bir güzel adam’dır.
O; şiirlerinde doğup büyüdüğü toprakları, köyünü, Elbistan’ı, Ceyhan’ı, Şar Dağı’nı, Maraş’ı anlatmayı da ihmâl etmemiş ve “Bakıra Övgü” şiirinde güneşin Maraş ufuklarına doğuşunu çok edebî bir üslupla şöyle dile getirmiştir:
“Daha gün doğmadan uyanır Maraş
Uyanır da mor dağlara yaslanır
Ela gözlü bir Selçuk şehzâdesi
Bir kumru hu husu ve ezan sesi
Ökkeş sabah sabah bakır dövüyor
Bir bakır sinide güneş doğuyor
Çekiş sesleriyle, alın teriyle
Küçük dükkânlara rahmet yağıyor.”18
O; basit gibi görünen, fakat çok güçlü bir şiir nefesini gerektiren, billûr duruluğundaki yalın güzellikleri yakalayıp ifâde edebilen, kudemânın târifiyle “sehl-i mümtenî” denilen ve Yunus Emre’ de ifâdesi bulan bu iddialı yalınlığı ve yumuşaklığı günümüz şâirleri arasında en güzel kullananlardan birisi olup, içindeki hikemî sesin dip dalgalarını muazzam bir biçimde mısrâlaştıran, az ama öz yazan, zarif, nâif şiirlere imzâ atan; düşlerini, hayâllerini, ideâllerini dizelerine yansıtan, aralarına çok güzel mecazlar sıralayan, “Kendi gönül çocuğuna şiirler yazan ve yazdıran”19; “Kutlu Taş”, “Göygöl”, “Kazak Mezarlığı”, “Ana Şehir”, “Öksüz Yurt” gibi pek çok şiiri “gönlümüze dar gelen” hudutların çok ötelerine ulaşan, sesi Türkiye’nin sınırlarını aşıp medeniyet kültürümüzün hükümrân olduğu üç kıtaya yayılan, Turan illerine dâir çok fazla şiir yazan ve “gavim gardaş”ın kanayan her yarasını şiir ile sarmaya çalışan ‘Türk Dünyası Şâiri’dir:
“Kerkük bir öbek kar, çöl ortasında
Ah anamız ağlar el ortasında
Sağır mısın sağır mısın Ankara
Öldük güpegündüz yol ortasında
. .
O; şiir pergelinin merkez ucunu Anadolu’ya koymuş, diğer tarafıyla da Türk Dünyası’nı ve gönül coğrafyamızı kucaklamış; Kırım’dan Kazan’a, Aral’dan Çanakkale’ye, Bağdat’tan Kudüs’e, Türkistan’dan Kerkük’e, Altaylardan Tuna’ya, Göygöl’den Bosna’ya, Hazar’dan Harput’a, Erzurum’dan Maraş’a, Söğüt’ten Elbistan’a kadar kelimeleri göklere uçurarak ses bayrağımızı dalgalandırdığı gibi; Azerbaycan Türkü Ahmed Cevat’tan Bahtiyar Vahapzâde’ye, Özbek Türk’ü Çolpan’dan Tatar Türklerinin millî şâiri Tukay’a, Kazak Türk’ü Kasım Amancolov’dan, Saha Türkü Oyunskiy’e , Şehriyâr’dan Cengiz Dağcı’ya, Necdet Koçak’tan Erol Güngör’e, Serdengeçti’ye kadar turkuaz nakışlı şiirler yazmış ve darası alınmış kelimelerle, cümlesine gönül dolusu selâm göndermiştir:
“Hazar kıyısında bir gönül eri,
Göklere uçurmuş kelimeleri
Kimi laçin olmuş, kimi güvercin
Düşmüşler yolara ürkek tedirgin
Nâmeler bağlamış ayaklarına
Mesajlar yollamış düne, yarına
İçlenmiş, içlenmiş denize dalmış
Denizden bir kucak mavilik almış
Boyamış kuşların kanatlarını
Yazmış üzerine beratlarını
Kartal gibi Kaf Dağı’ndan aşırmış
“Erzurum’un Gediği”ne düşürmüş” 22
O, güzel sanatların; insan rûhunun tecellilerinin bir tezâhürü olması hasebiyle, evrensel olduğuna inananlardandır. “Allah güzeldir, güzelliği sever”23 hâdis-i şerifi mûcibince, güzel sanatların “Esmâ”dan insana yansıdığına îman edenlerdendir. Güzel sanatların, edebiyatın ve şiirin; Türk kültürü içinde çok önemli bir yeri bulunduğu için; dünya Türklüğünün birlik ve beraberliğini temin edecek olan en önemli unsurlardan birisinin de, güzel sanatların ve edebiyatın ortak paydasında Türk Dünyasının bir araya gelmesi gerektiğini düşünenlerdendir. Bu sebeple şiirlerinde bahar bekleyen düşlerimizi dizelere dökmüş ve “Dilde, fikirde, işte birlik” ülküsünü goncaya durdurmak için mısrâlarıyla zihinlere ve gönüllere rengârenk sevgi çiçekleri fidelemiştir.
O; îmânın derûnî veçhesini oluşturan; takvâda derinleşilmesi, nefsin terbiye edilerek insan-ı kâmil olma istikametinde mesâfe kat edilmesi, kalbin maddî ve mânevî kirlerden arındırılması prensiplerini “bire bir eğitim” temelinde gerçekleştiren ve “İlâhî aşkla yaşanan bir hayat tarzı” olan tasavvufun derûnî iklimini, bu toprakların Türkleşmesini ve İslâmlaşmasını “Erenler Dîvânında” isimli şiirinde muhteşem dizelerle anlatmıştır. O; Efendi Barutçu’ya ithâf ettiği bu uzun ve mânâ yüklü şiirinde “gökyüzünü çadır, güneşi tuğ” bilerek gönül fethine çıkan, her gittikleri yerde karanlıkları aydınlığa tebdîl etmek için nice mânevî kandiller yakan, yetmiş iki millete aynı gözle bakan, irfan ateşinde şekillenen muhabbet nefesiyle gönüllere giren, Muhammedî bir sevdânın ruh enginliğine erişen, fütüvvet ahlâkını ve irfan geleneğimizin efsunkâr güzelliklerini her gittikleri yerlerde en güzel bir biçimde temsil eden ve “Kolonizatör Türk Dervişleri”24 diye vasfedilen “Yesi Güvercinleri”ni / Horasan Erenlerini; Yunusça hece vezni, Mevlânaca aruz âhengi, Âkifçe konuşma dili kullanarak anlatmış ve bir medeniyet tahlili yaparak cevap vermiştir: