Kitabı oku: «Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler», sayfa 2
BİRİNCİ BÖLÜM
(Bu bölümde otuz yedi yazar, doğum tarihlerine göre sıralanarak biyografileri, edebi kişilikleri, saptanmış çalışmaları ve bu çalışmalarından bazı örneklerle verilmektedir.)
MEHMET HİLMİ
(1902 -1931)
“Gençler;
Her saniye, insanları son hızla medeniyet ufuklarına doğru atıyor. Bu uzak, bu yabancı muhit içinde, bu her taraftan gelen zorlukların dikenlerinden kurtulmak ve didiklenmemek istersek bir fikir, bir emek, bir duygu sahibi olmaya mecburuz. Bir yolda, bir hedef önünde bir olmamız lâzımdır.
Milli yol, milliyet sevdası artık kalbimizin kıblesi olmalıdır. Hayatın bundan sonra bizim için merhameti yoktur. Ondan merhamet dilemeyeceğiz. Onu idealimize, irademize mahkûm edeceğiz.”
(Yeni Adım, 9 Mart 1929, sayı:186)
Hayatı ve Edebi Kişiliği:
1902 yılında Dedeağaç- (Aleksandrupoli) Sofullu’nun (Sufli) Babalar köyünde (Goniko) doğdu. Balkan Harbi’nde köyü tahrip edilerek ahalisi perişan bir halde etrafa dağıtıldığından ailesini kaybeden Mehmet Hilmi, bir kısım köylüleriyle birlikte Dimetoka karyelerinden Ahriyanpınarı’na iltica etmiştir. İlköğrenimini Sofulu ve Dimetoka’da, akrabasının yanında tamamlayan Mehmet Hilmi, Balkan Harbi’nde kendisini gözeten aile ile birlikte Uzunköprü’ye göç etmiştir. Harpten sonra akrabalarının delaleti ve Edirne Valisi Hacı Adil Bey’in muavenet ve himmetiyle Edirne Lisesi’nin ilk kısmına leyli olarak kaydolunmuş, buradan da kendini Edirne Muallim Mektebi’ne kaydettirmiş, aynı okuldan başarıyla mezun olmuştur. Buradan Batı Trakya’ya hizmet aşkıyla dönen Mehmet Hilmi, önce Yenice’de daha sonra da İskeçe Merkez Okulu’nda öğretmenlik yapmıştır. Anadolu’dan gelen göçmenlerin okula yerleştirilmesiyle okul kapanmış, bu yüzden işsiz kalmış ve tütün işçiliği yapmıştır. Bu arada, azınlığın en umutsuz olduğu 1922 -1925 yıllarında (O zamanki kanunsuz idarenin, Anadolu’dan gelen muhacirlerin ve onlarla teşriki mesai eden Türkiye mültecilerinin Garbi Trakya Türklerine yaptıkları zulüm ve i’tisafa -haksızlıklarakarşı Yeni Ziya’da çok milliyetperverane yazılar yazdı ve Garbi Trakya Türklerine büyük hizmetler ifa etti) azınlığın davalarını savunmak ve kendisini harekete geçirmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyerek “Yeni Ziya” adında bir gazete çıkarmaya başlamış, Azınlık için uğraş vermiş, kendini insanlığa adamıştır. Bu yazıları yüzünden Limni adasına sürgün edilmiştir. Yeni Ziya gazetesi kapanınca Yeni Yol gazetesini ancak iki (ya da dört) sayı yayınlayabilmiş, daha sonra “Yeni Adım” gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Yeni Adım’ı yayınladığı sıralarda, Türkiye’de yapılmakta olan inkılâplar Mehmet Hilmi’nin sayesinde Batı Trakya’ya aksetmiştir.13 (*) Gazetede Halit Ziya (Uşaklıgil), Reşat Nuri (Güntekin), Ömer Seyfettin’den küçük hikâyeler; Mehmet Emin (Yurdakul), Tevfik Fikret’ten şiirler iktibas edilmiştir. İskeçe ve Gümülcine Gençlik Teşkilatları onun himmet ve gayretleriyle tesis edilmiştir. Önder bir kişiliğe ve çağdaş bir düşünceye sahip olan Mehmet Hilmi, güç koşullar altında mücadelesini sürdürmüş, kendisine suikastlar düzenlenmiş; Yeni Adım’daki yazıları yüzünden de bir defa Kitira Adasına, bir defa da Larisa’ya sürülmüş, 15 defa da mahkemeye sevk edilmiştir. Mehmet Hilmi, 25 Haziran 1931 yılında genç yaştayken İskeçe’de vefat etmiştir…
Mehmet Hilmi’nin ölümü Türkiye’nin büyük gazetelerinde, Türkiye dışında yaşayan Türklere ait gazetelerde geniş şekilde yer almıştır. Bu gazetelerden biri Mehmet Hilmi’nin ölüm haberini şu başlıkla vermiştir: “Türklük Dünyası Büyük Bir Evladını Kaybetmekle Müteellimdir. (elemli, acılı).”
Batı Trakya’da daha çok siyasi çalışmalarıyla tanınan yazar, az sayıda, ama başarılı hikâyeler yazmıştır.”Yeni Adım” gazetesinde yayımladığı hikâyelerinde sıcak insan sevgisi, dostluk ve barış havasının estiği açıkça görülür. Mehmet Hilmi, Batı Trakya Türk azınlığı içinde bilinen ilk Türk hikâyecidir.
“Yerli” takma adıyla tanınan İsmail Bıçakçı da Rahmi Ali’nin kendisiyle yapmış olduğu bir söyleşide14 Mehmet Hilmi hakkında aşağıdaki bilgileri vermektedir:
“Mehmet Hilmi, Yeni Ziya, Yeni Yol ve Yeni Adım gazetelerinin sahibidir. Yeni Ziya ilk gazetesidir. Aslında Yeni Ziya, önceleri Selanik’te yayınlanan bir amele gazetesiydi. 1923 Lozan Antlaşmasından sonra yerli Türkler zorunlu mübadeleye tabi tutulunca gazete yayınını durdurmuştu. Genel işçiler merkezi, bu gazetenin İskeçe’de çıkmasını istemiş; Mehmet Hilmi de bu fırsatı kaçırmamıştı. Gazeteciliğe dair tecrübesi onun okul hayatında başlamıştı. 1919 yılında Edirne’de yayınlanan Trakya gazetesinin hem yazarı hem de muhabiri idi. Yeni Ziya’yı İskeçe Tütün Amele Kulübü binasında çıkarmaya başladı. Yeni Ziya’nın içeriğinde, genel anlamda işçileri destekleme, haksızlıklara karşı işçi grevlerini kışkırtan yazılar vardır. O tarihlerdeki Sovyetler Birliği komünist önde gelenlerini övücü yazıları görülür.”Uzun Mariya”, “Tolstoy’dan Facia-i Aşk ve İzdivaç”, “Balkan Burjuvası’nın Milli Siyaseti” gibi seri yazıları dikkati çeker… Ayrıca onun sürgün anıları olan “Limni. Yenişehir (Larisa) Kitira Hatıraları” Yeni Ziya’da yer alır.
Mehmet Hilmi Yeni Adım gazetesinde daha değişik düşüncelerle karşımıza çıkar. O, bu kez, reformist bir fikrin savunucusu olarak ve milliyetçi bir ruhla basın hayatındaki yerini alır. Batı Trakya Türk halkının problemlerini şiddetle savunur ve gazetesinde dile getirir. Cemaat ve müftülerin seçim yoluyla iş başına gelmelerini isteyen, haykıran ilk kişi odur. Yönetimin, taktik icabı –bu konuda cevap vermemesini- ısrarla eleştiren yine odur. Artık Yeni Ziya’nın “ameleci” mahiyeti kaybolmuş, Yeni Adım, tam anlamıyla inkılâpçı olmuştu. Yeni Adım, basit bir havadis gazetesinden ziyade müthiş, heyecanlı ve ateşli bir ideal gazetesi olmuştu.”
Yayımlanmış çalışmaları:
“Yeni Ziya” gazetesi: (Arap Harfleriyle) (1)
(Limni Hatıraları: “Bir Validenin Hikâyesi”-hikâye- Yeni Ziya, sayı:49, Şubat 1925)
(Limni Hatıraları: “Zavallı Mahkûm”-hatıra- Yeni Ziya, sayı:50, Şubat 1925)
(Limni Hatıraları: “Zindanda Bir Sada”-hatıra- Yeni Ziya, sayı:52, Mart 1925)
(Limni hatıralarından: “Kaçma”-hatıra- Yeni Ziya, sayı:53)
(Limni Hatıraları:”Fahriye”-küçük hikâye- Yeni Ziya, sayı:55)
(Limni Hatıraları:… Yeni Ziya, sayı:57)
(Limni Hatıraları: “Acemi Dilenci” Yeni Ziya, sayı:71) Hilmi’nin çalışmalarından bazıları bu sayılarda da mevcut olabilir.
(1) Koleksiyonda yer alan gazetelerin bazılarının yazılarının silik olması dolayısıyla bunları okumak mümkün olmadı. Mehmet
“Yeni Adım” gazetesi: (Arap Harfleriyle)
(Gündüz Nene-küçük hikâye üst başlığıyla- Yeni Adım, sayı: 16, 17, 18, Yıl:1926)
(Kabahatliyiz-küçük hikâye üst başlığıyla- Yeni Adım, sayı:19, 20, 21, Yıl:1927)
(Menfa –sürgün yeri- Hatıralarından-hatıra- Yeni Adım, sayı:24, 25, 26, 27, 29, 30, Yıl: 1927
(Menfa’ya –sürgün yerine-doğru: “Kitira Adası” Yeni Adım, sayı:102, 103, Mart 1927)
(Gündüz Nene-hikâye- Şafak dergisi, sayı:19, Ağustos 1991)
Limni Hatıraları:
5 Şubat 1925
BİR VALİDENİN HİKÂYESİ 15
-İki çocuğumun hayatını, kocamın bir kolunu aldınız. Buna doymadınız da benim hayatıma da göz mü diktiniz? Kahraman efendiler!.. diye haykırıyordu. Ahali limana üşüşmüş, herkes bir hayret dinleyor, bağzıları eliyle tasdik işareti idiyor, bir kısmı korkusundan dudaklarını ısırıyordu. Yerdeki topacı eline alan çocuklar, sırtındaki yükü köşe başına bırakan hamallar, karşıki kahvehanenin peykesi üzerinde güneşlenen ihtiyarlar, bu heyecanlı sahneye merak ile koşmuşlardı.
Geridekilerin bir kısmı ayaklarının burnuna basarak ileride haykıran kadını görmek için yükselirken, diğerleri, yekdiğerine meseleyi soruşturuyorlardı. İnce hıçkırıkla, ses devam ediyordu:
–Avrupa harbi midir?.. Tüccar muharebesi midir, nedir; başlamazdan evvel büyük çocuğum sizin elinizde askerlik idiyordu. Mektepte okuyan çocuğu yakasından tutup yirmi üç yaşında bir kurban gibi (……) ittiniz, sürüklediniz. (…) İki ay sonra birisi otuz, diğeri yirmi üç yaşını geçmeden, sevgili evlâtlarımın, harb meydanından, selâmlarından evvel künyelerini aldım. Bütün hayatımda didinerek yetiştirdiğim çocuklarımın hayatını, keselerinizin dolması için gasp ettiğiniz yetmiyormuş gibi daha fazla adam öldürmek, daha iyi vahşet yapmak, dereler gibi kan dökmek için cephelere, kasaphanelere yol yaptırmak maksadıyla kocalarımızı da topladınız. On gün sonra kocamı, işleyemediği için bir köpek gibi döverek kolunu kırdınız.
Sizin kasalarınız doldukça evlerimizin direkleri yıkılıyor, sizin keyfiniz yerine gelmek için bizim hayatımız burnumuzdan geliyor.
Sizin rahatınız, ticaretiniz; biraz daha fazla kazanmanız için milyonlarla ana, karı, çoluk çocuk, genç ihtiyar; fakir fukara aç ve sefil kalıyor, süpürge tohumu yiyor, ot yiyordu. Sizin menfaatiniz için cephelere kurbanlık insan yetiştirmek artık her validenin vazifesi oldu. Kan içen vahşi kuşlara, tırnakları ile ciğerleri söken, paralayan yırtıcı canavarlara, namus hırsızlığı iden alçaklara rahmet okuttunuz.
Tarihin en zalim hükümdarları, en vahşi imparatorları, Karun olan en kan içici milletleri sizin yanınızda, sizlere insanlık ve namus dersi virecek kadar namuskâr ve insaniyetperver kaldılar. Milyonlarla insan kemiğinden ecza yapan, yaralı validenin gözyaşları ile banyo etmeye çalışan bir frangı bin kişiye tercih eden medeniler!.. “Utanınız!”
Dünya kurulalıdan beri şu meşhur tanyeli, denizin dalgaları, şu müthiş rüzgârın merhametsiz fırtınaları, tüyleri ürperten yangınlar, ocakları söndüren zelzeleler sizin kadar kan dökmemiştir. Vahşiler, insanlığı seferden pek çok takdir ider ve severler.
Ey medeniyet perdesi altına gizlenen insan şeklinde gice kuşları! İşte göğsüm açık, bağrım açık, alnım açıktır. İki çocuğumun kanını sizin doymak bilmeyen boğazınıza akıttığım gibi kendi kanımı da virmeye hazırım. Koşunuz alçaklar!”
Kadın bir müddet durdu. Etrafına bakındı, yanındaki çuval ile kavanozu işaret iderek tekrar başladı:
–Şu çuvalın içinde yedi okka zeytun danesi, şu kavanozda yarım okka bal var… Çocuklarımın harbte öldüğünü, kocamın, angaryada sakat olduğunu, benim de yiyecek bir şeyim olmadığını duyan ve karşıki adada oturan bir dostum bana bunları göndermiş. Lâkin gümrük bedelini vermeğe ikdidarım yok. Yarım okka bal ile yedi okka zeytunun gümrüğünü virecek param olsaydı iki günden beri aç yatan kocama bir parça ekmek götürürdüm. Fakat yok! İşte bu efendiler, bunları müzayideye koyacaklar, satacaklar, paralarını alacaklar, anamıza söverek, bizi açlıktan posteki kemirirken, ot otlarken; onlar arkamızdan ‘kahramanlık yaptık’ diyecekler, rütbeler alacaklar, yararlık gösterdik, diyecekler, şan kazanacaklar, vazife gördük diyecekler, terfi edecekler.!.. Lâkin ben bunları tahtakurularına yedirmiyeceğim. Artık kendim için yaşıyacağım, ölürsem de kendim için öleceğim..
Bunu müteakip bir şangırtı işitildi. Ahalinin hayretle açılan ağızları, “bravo”ları kapandı. Biraz sonra ufak dalgacıklar, rıhtımın taşları üzerine dağılan balı yalıyor, zeytun daneciklerini oynata oynata dağıtıyorlardı.
“Jandarmalar geliyor!” diye bir ses yükseldi. Herkes birer ikişer, tehalüke (birbirini ezecek şekilde) çekilmeğe başladı. Uzaktam mahmuz şakırtılarıyla birkaç polis ve bir zabıta göründü. Kadın haykırıyordu:
–“işte, malımı denize attığım için kim bilir şu boylu boslu efendiden ne kadar tekdir; çocuklarımı aldım, doğruyu söyledim diye ne kadar dayak yiyeceğim ve kim bilir, ne cezalara mağruz kalacağım…”
GÜNDÜZ NENE
Her gün evindeki sobasının başını, yahut tatlı bir rehavet ile meşbu olan yatağını terk ederek kahvehanelerin dumanlı havası içinde birkaç saatlik vakit geçirmek isteyen gençler; sabahın sinirlere mahmurluk aşılayan hafif ve serin rüzgârlarının karıştırdığı kumral, siyah saçlarını hoş bir itina ile tanzim ederek sabah kahvesinin arkadaşlarının evlerinde içmeye giden genç kızlar, Gündüz Nene’nin zifiri karanlıklarında nişan veren kuzguni siyah çehresini ve bunun etrafındaki beyaz, bir genç kız sinesi kadar beyaz fistanını görürler, tatlı bir ürkeklikle üslupla konuşurlar, şakalaşırlardı…
Gündüz Nene, memleketin kölelerinden idi. Kölelerin çocuklarından değil… Binaenaleyh, ihtiyar olduğu anlaşılıyordu. Memleketin bütün ihtiyar ve genç beyleri, hatta bunların babaları ve dedeleri, hep Gündüz Nene’nin kolları arasında büyümüşler, hep bu parlak siyah bir renge mâlik olan zenci kadının himmeti ve gayreti ile meydana gelmişlerdi. O kadar ihtiyar olmasına rağmen bu hususta hiçbir emareye mâlik değildi. Yaşadığı senelerin adedini, hesabını şaşıran bu ihtiyar kadının çehresinde hiçbir buruşukluk görünmüyordu.
Ağzında zaman zaman dökülen ince fakat süt gibi beyaz ve muntazam dişler, bu siyah çehrenin arasında inci daneleri gibi arzı endâm ediyor, asırlardan kalmış bir kalenin mermerden bina olunmuş fakat yıpranmamış duvarlarını andırıyordu…
Bu ağır vücudun pek eski bir tarih taşıdığı yalnız ayaklarından anlaşılırdı. Uzun, bitmek, tükenmek bilmeyen senelerin her gün birer ikişer yığdıkları sıklette gittikçe zayıflayan bacaklar, artık hareket edemeyecek bir hale gelmişlerdi. Gündüz Nene, en ziyade onlardan şikâyet ederdi. Bunların bu zafiyetini hiç beğenmiyor, ağır vücudunun altında sürüklenen bu iki ayağa âdeta hiddet ediyordu. Fakat, bunun tek sebebi daha ziyâde, ihtiyarlığına birer canlı şahit olmalarındandı. Zira Gündüz Nene, katiyen ihtiyarlamak istemiyor. Hayatın, önüne serdiği sefalet levhalarından kendine mahsus bir lezzet bularak, derin ve aşılmaz bir ümidin, hoş, cazip bir emelin saadetlerle mâli neticesini görmek, ondan sonra bu beyazları sararmış gözlerini kâinata kapamak istiyordu.
Gündüz Nene, beyaz insanların fildişi kırmak için gittikleri o uzak memleketlerin evlâtlarındandı.
Afrika’nın fildişi sahillerinde, o muazzam ormanların kenarlarındaki zenci köyleri bir zamanlar Avrupalı köle tacirlerinin en ziyade saldırdıkları yerlerdi. Ormanlardaki hayvanlarından, topraklarındaki madenlerinden, velhasıl, her türlü tabii mahsulâtından istifade ettikleri bir memleketin insanlarını da cebren alır, başka memleketlere de bir hayvan gibi satar, para kazanırlardı.
Gündüz Nene, güneşin insan kafasına kızgın taçlar geçirdiği bir memleketten henüz pek küçük iken çalınmıştı…
O, aradan büyük bir asır, belki daha fazla bir zaman geçtiği halde, bu vakayı katiyen unutmaz, onu, her an, ibadet etmeye mahsus mevhum bir kıble gibi kalbinin en derin hücrelerine saklardı.
Kızgın, sıcak günlerin birisinden sonra, yine aynı yeisengâz bir sıcaklık ile giren bir gece, Gündüz Nene’nin kalbine saklanan kıblenin siyah bir çerçevesiydi. İşte, bu zifiri karanlıklar içinde, kulübenin sazlardan örme kapısı yıkılmış, parlak bir ziya her tarafı aydın etmişti. Babası ile anası hemen bu nagehani baskın üzerine oklarına saldırmışlardı. Fakat o saniyede küçük zencinin kulaklarını yırtan iki tiz sedâ her şeyi bitirmiş, bütün ümitler kırılmıştı…
Zenci kız, biraz sonra kolları bağlı olduğu halde, kulübenin kapısından çıkarken, parlak ziyanın altında, anasıyla babasının kanlar içinde çırpıntılarından başka bir şey görmemişti…
Uzun hayatının ilk düğümü olan bu nokta, işte, Gündüz Nene’nin kalbinin en derin hücrelerine yerleşen emellerin temeliydi. Artık, ondan sonrasını tamamen hatırlar; fakat ehemmiyet vermez, düşünmek bile istemezdi. Onu, uzun zaman bir geminin anbarında bağlı tutmuşlar, dövmüşler, nihayet, minareleri, camileri, evleri bol bir kasabaya getirmişler; başka birine satmışlardı. Burası “Mısır” idi. Bu küçük zenci kızı, Mısır’ın büyük konaklarında kırbaçlar altında terbiye edilmiş,, senelerce buralarda kalmış, elden ele geçmişti. Fakat, günün birinde, nasıl bir sebep –burasını o da bilmiyordu- onu bu memlekete kadar atmıştı. Konaklarda genç kızlar, saraylılar, onun, zifiri geceleri utandıracak keskin parlaklığıyla her tarafa ziya veren gülüşü, hiddetinden kudurtacak kadar kuzguni siyah olan yüzünden kinaye olmak üzere ona “Gündüz” ismini vermişlerdi.
Zaman değişmiş; artık, kölelerin yaptığı hizmetlerle, kendilerine ait olan masrafların tekâbül etmediği anlaşılmış; yavaş yavaş bu ticaret terk edilmeye başlanmıştı.
İşte bu vakit, Gündüz Nene, yine konaklarda tanıdığı bir “beyaz” ile evlenerek hürriyetini eline almıştı. Bu tarihten, bugün tam altmış sekiz sene geçmişti. İzdivacından on bir sene sonra kocası ölmüştü. Nihayet Gündüz Nene, yine konaklara devama başlamış, mâişetini oradaki hizmetinden çıkarmaya çalışmıştı.
Bu da kim bilir ne kadar sürdü… Zaman oldu, o konakların kapıları da Gündüz Nene’nin yüzüne kapandı. Fakat o, bunlardan müteessir olmuyordu. Zira, kalbinin derinliklerine sakladığı emel, artık bu topraklarda, hayatının mahvedildiği bu yabancı yerlerde yaşamak ümidini alıyordu. Sanki anasının, beyazın kurşunu ile delinen bağrı kendine açılıyor, bir siyah fakat saf el, kendisini oraya, o taşlarından, topraklarından yeni bir hayat bulmak ihtimalini beslediği o memlekete davet ediyordu. Bu pek eski ve pek kuvvetli arzu kökleştikçe, Gündüz Nene’nin kalbinde tamir kabul etmez, tedavi imkânı muhal bir daüssıla halini alıyordu.
Gündüz Nene, kendi memleketinin buraya ne kadar uzak olduğunu öğrenmişti. Şimdi para toplayacak; bir gün, hiç kimsenin haberi olmadan şimendifere, ondan sonra vapura binecek, anasının, babasının kanlar içinde çırpındıkları o kulübenin kenarında, kendi kendisine ağlayacak, ağlayacak, ağlayacak… Sonra, tâlinin bu acayip cilvesinin mükâfatını Allah’tan isteyecekti…
Zavallı kadın; bu emeli müzehhep hülyalarının fiile gelebilmesi için kim bilir ne kadar çalışmıştı? Kahvehanelerde, camilerin kapıları önünde, beylerin, paşaların konaklarında kim bilir ne kadar dilencilik etmişti?
Artık zayıflamıştı. Memleketin bütün küçük çocuklarını bilir, sever, şakalaşırdı. Onların cıvıltılarından, onların her türlü hareketinden en ziyade anlayan o idi…
Bir küçük çocuk onun gözlerinin önüne, o karanlık gecenin tüyler ürperten faciasını getirdi.
Gündüz Nene’nin yüzünü görmeyeli beş sene oluyor. Bugün memleketimden aldığım bir mektup, bu ihtiyar zenci kadının vefat ettiğini bildiriyor ve:
–“Azizim”, diyor.”Gündüz Nene iki gün evvel öldü. Hem de sokaktaki çamurlu taşlar üstünde… Üzerinde bulunan kemerde 87 adet altın, birkaç frank bulundu.”
Gözlerimden yuvarlanan iki damla yaş ile, ağzımdan gayri ihtiyari şu cümleler fırlamıştı: Zavallı Gündüz Nene… Acaba, o kıymetli emelin, erbâb-ı sahibesi, feri uçmuş gözlerini kâinata ne gibi hissiyatın tesiriyle kapamıştı. Ölümün kucağına atılıncaya kadar, yeis-i galibane pençeleşen bu zenci kadını, bu insaniyetin, medeniyetin düşüncelerine hicap fırtınaları salıyorken gölgesi, ne kadar hürmet edilecek bir seciyeye malikdi…
meşbu: dolu-doymuş
mâli: çok, fazla dolu
tâli: (metinde) talih, kısmet, baht
yeisengaz (ye’s): ümitsizlik, ümit kesme
nagehani: ansızın, birden bire
müzehep (müzehhep): yaldızlanmış, altın suyuna batırılmış
(Not:“Gündüz Nene” adlı hikayenin “üst başlığı”nda 12 Mayıs 1926 tarihinde Kitira Adası’nda yazıldığı kaydı yer almaktadır.)
KABAHATLİYİZ
Kışın şiddetli bir zamanı idi.Sonbahardan bugüne gelinceye kadar bazen mutedil, bazen soğuk ve rutubetli günler ve geceler memlekette pek bol olan dilencileri, sefil ve hasta çocukları, fakir ve alil ihtiyarları sık ve meşum bir elekten elemiş, sıcak çayhanelerin, pek mülâyim salonların iştihaver kokularla meşbu lokantaların müziç sadakacıları, kudurmuş bir rüzgârın önüne katılarak nihayet bulmaz hedeflerin meçhul derinliklerine sürülen hazan yaprakları gibi mahvolup gitmişlerdi.
Kasabanın bekçileri, tenha yollardan mektebe giden çocuklar, her gün birer ikişer fakir cenazesi haber verirler, açlıkla soğuğun acı kamçıları altında inleye inleye mahvolan bu zavallıların kadit haline getirmiş kuru cesetlerini sürüklemeye çalışıyorlardı. Kış bu sene pek merhametsizdi. Soğuk bir şimal rüzgârı bu zengin kasabanın dar sokaklarında Kanun-u evvelin hırçın kraliçeleri gibi saltanat sürüyor, tiz ışıklar, acı iniltilerle insanın kalbine derin bir korku ilka ediyordu. Bir Cuma sabahı idi. Hafif bir güneş, soluk ve sönük şuası ile kâinata hercai bir kadın tebessümü göndererek bulutların arasına girmeye çalışıyordu. Memleketin bütün keyif ehli kimseleri, sıcak çayhaneler, geniş ve ılık salonlarda soğuğun şiddetinin bir iki bardak çay ile yarım saatlik asude bir zamanının teselliaver tesirlerine gömmek ile meşgul idiler. Oturduğum gazino, memleketin en zengin tabakasına mensup şahsiyetlerinin aramgâhı idi. Soba, dışarıdaki sabah ayazının dondurucu iğnelerine meydan okur gibi dolu ve gürültülü idi. Herkes bu geceki hararetin dehşetli sükûtundan bahsediyor, odun kömür bahsi sıcak çay kadehlerinin tesiriyle, hararetlendikçe hararetleniyordu. Bir aralık mevzu dilencilere, sokaklarda donanlara intikal etti. Bu bahis başlar başlamaz, kahvehanenin sahibi kendisine mahsus koltuğunun üzerinde doğruldu. Elindeki kehribar tesbihi yarım çay kadehinin kırmızı çizgili tabağına bıraktı ve bir “hele şükür”le başlayarak kışın şiddetini, Cenab-ı Hak’ın dilenciler üzerine bir gazabı olmak üzere tefsir ve Arzu-ı İlâhi’nin de bunda pek ziyade isabet ettiğini ilâve etti. Muhabbet açılmıştı. İri tüylü, kalın kürkünün altında cılız bir çocuk gibi kalan efendi: -Evet Ahmet Ağa, dedi. Bu sene dilencilerden çektiğimizi Halik elbette görmüştür. Yevmiyeler doksan frank, iş pek bol iken onların kapı kapı dolanmaları ayıp değil mi? Diğer taraftan başında silik bir fes, gözlerinde siyah çerçevelerle bağlanmış, yüzünde bir güzellik bulunan zat atıldı: -Yahu, hakikaten, kışın geldiği günden beri, hiçbir dilenciye tesadüf edemedim. Bunlara ne oldu? Kahveci: -Geberdiler be efendim, diye bağırdı. Hele şu Arnavut Ali’nin hamamının külhanında her gün ikişer üçer kişinin laşesi çıkarılıyor. Ali Ağa da aklınca bu elin nankörlerine iyilik edecek de, onlardan hayır görecek… işte bu sırada idi. Kalın bir su buharı tabakasıyla örtülmüş olan pencerelerin dış tarafında muhteriz ve titrek bir gölge belirdi. Rüzgârın acı darbelerine karşı bin müşkülat ile göğsünü muhafaza etmeye çalışan bu hayal, korkar bir vaziyette elini kapıya götürdü. Herkes de başını kapıya çevirmiş; bütün nazarlar içeriye muhterizane girmeye çalışan yırtık elbiseli zayıf şahsa tevcih edilmişti.
Bu, tahminen on sekiz yaşında bir dilenci çocuğu idi. Kendisini yazın, Belediye Hastanesi’nin kapısı önünde, baygın bir halde yatarken görmüştüm. Hastanede epey bir müddet tedaviden sonra pek zayıf olarak çıkmış, son devreyi bulmuş bir verem müptelâsı zan olacak kadar bir zatürre düşkünü idi.
Gayet hazin bir çehresi vardı. Zayıf simasının sarılıkları içinde eski bir güzelliğin perakende döküntüleri sızlıyordu. Kendisini her vakit görürdüm. Bilmem nasıl bir his, bana bu zayıf çocuğa karşı merhametten ziyade, hürmet telkin ediyordu. Bilemiyordum; hayatını bu kadar soğuk bir maşrapadan içen, gençliğinin en tatlı zamanlarını çayhanenin mütekebbir müdavimlerinden hayatı dilenmekle geçiren bu çocuk, nasıl bir içtimai facianın kurbanıydı?
Hastaneden çıktığı vakit kış henüz başlamış, işsizlik, kanatlarını meşum bir baykuş gibi fakirhanelerin üzerine germeye başlamıştı. Zaten bu çocuğun zafiyeti de iş yapmasına müsaade etmiyordu.
Yavaş yavaş hissedilecek bir korkuyla, kahvecinin sedirine kadar gitti. Pek hazin ve hıçkırıklı sesinin kahveciye:”Efendi peder” diye ettiği hitabın aksini işitiyordu. Her halde bir şey istiyordu. Bunu anlamaya vakit kalmadan kahveci gürledi:
–Haydi git, sobanın başına oturacaksan otur, dedi. Soba başına oturttuğuma dua etmiyorsun da, bir de çay istiyorsun.
Defol, diyorum! Diye bağırdı. Tembel küçük, tembel paraların beni adam mı edecek?
Müşterilere dönerek devam etti:
–Bak bir kere; parası ile değil mi imiş, bir bardak da çay istiyormuş, soğuktan donuyormuş. Arnavut Ali’nin külhanında itişerek yazı geçirmeseydin de, çalışsaydın. Şimdi senin veremli, öksürüklü ciğerlerine çay bardağı verip de, bu kadar müşterimi mi iğrendireyim?
Çocuk döndü. Gözlerinden iki şeffaf damlanın zayıf yanakları üzerine yuvarlandığını gördüm. Göğsü boğucu hıçkırıklarla inip kalkıyor, çehresine böyle köpek gibi kovulup tahkir edilmeye alışmamış olanlara mahsus bir kırmızılık yayılıyordu. Bütün şiddetiyle etrafa latif bir hararet neşreden sobanın yanına kadar geldi. Bir sandalyenin kenarına ilişerek bir şeyler söylendi. Gözlerinden yaşlar akarken ellerini sobanın etrafında gezdirdi.
Diğer tarafta, herkes bitmez tükenmez bir iştiha ile büyük çay bardaklarından hararetle mayiini içiyor, bu müstakire dilencinin huzurundan bizar olduklarını göstererek sahte bir kibarlık taslamak isteyenler suratlarını ekşitip kahvecinin dilenciye değil, vicdana karşı okuduğu hitabeyi takdir ediyorlardı.
Bu muamele kalbimde tamir edilemeyecek bir acılık bıraktı. Beynim fena halde karıştı. Bu ne kadar insaniyetsizlik idi. Bir dilenciye karşı, hatta ne olduğu bilinmeyen, nasıl bir kabahatin mahkumu olduğu tanınmayan böyle zayıf ve aciz bir çocuğa karşı bu ne gadr ne müthiş ceza idi.
Derhal ellerimi vurdum. Efendisinin hitabetinden memnun olduğu anlaşılan garson, pek beşhuş bir yüzle geldi. Büyük bir bardak çay emrettim. Sesimin heyecanı, vaziyetimin dikkati çeken bir şekle girmesi, kahvehane halkının nazarı dikkatlerini üstüme celp etti.
Biraz sonra çay geldi. Dilenciyi yanıma çağırdım. Herkesin bakmaya iğrendiği bu öksürüklü, bu titrek çocuğa çay bardağını uzattım ve huzuruna hitaben:
–Efendiler, dedim. Merak etmeyiniz! Bu bardak da, içindeki çay da, bu dilencinindir. Yalnız biliniz ki, onun ve onun gibilerin iğrenç hallere girmeleri biz namuslu, malumatlı insanların insaniyet ve cemiyet mefhumuna yabancı kalmamızdandır. Bu sıcak ateşin karşısında, sıcak çay içmek hakkı bilmem bizim mi, yoksa bizden ziyade bu dilencilerin mi? Hangimiz buna daha ziyade muhtacız? Bu adamlar çalışmıyorlarsa, bu adamlar tembel iseler, bu adamlar hastalıklı, öksürüklü, veremli ve iğrenç iseler, bunlar cemiyet-i beşeriyetin birer muzır mikropları, hayırsızları, canileri oluyorlarsa, mesuliyet bize aittir. Bunları terbiye etmek, onlara iş bulmak, mektepleri maarifi tamim ve teşmil eylemek, sefilleri soğuktan, hastalıktan, iğrenç akıbetlerden kurtarmak bizim vazifemizdir.
Burada, bu iğrenç adamın huzurunda bizar oluyorsanız, ondan kurtulmak için, onu aç, çıplak ve sefil bırakarak öldürmek değil, doyurup, giydirip terbiye edip insanlara müfit hale sokarak kurtulmak ve kurtarmak cihetini tercih etmelisiniz. İnsanlık bunu emreder.
İş o dilencinin yaşlı gözlerini zayıf, titrek ellerini başka pencerelerden, başka kapılardan, başka gözlerden çevirebilmektedir.
18 yaşında bir gencin sokak ortasında gözlerimizin önünde, soğuk ve açlık tesiriyle ölümle pençeleşmesini seyretmek zannediyorum ki, bizi kendimizden iğrendirecek bir hal, dilencinin hastalıklı salyalarından daha girya bir kabahattir.
Bir adamın hayatı elimizdeyken niçin ölümün pençesine teslim edelim? Bu insaniyetin takdir edeceği değil, red ve tahkir edeceği bir harekettir.
Sözümü bitirmeden çocuk çayını bitirmiş, gitmişti. Çay bardağını mermer masanın kenarına vurdum. Garsonu çağırarak herkesin hayretkar nazarları altında tazmin eyledim.
alil: hasta, sakat
mesbu: dolu, doymuş
müzic:rahatsızlık veren, usandıran
kadid: çok zayıf kimse, iskelet
ilka: bırakma
şua: ışık
aramgah: dinlenme yeri
Halik: Allah
laşe:leş
gadr: acımasızlık, haksızlık
beşhuş: sırıtmak, sırıtkan gülüş
müfid: yaralı
teselliaver(teselliamiz):teselli yollu
girya (giryan):ağlanacak
müstakire (müstakirre):yerleşmiş, karar bulmuş, yerinden oynamaz
muhteriz: sakınan, çekinen
iştihaver: iştah açıcı
(Mehmet Hilmi’nin “Gündüz Nene” ve “Kabahatliyiz” adlı hikâyeleri,
Feyyaz Sağlam’ın hazırlamış olduğu “Batı Trakya/Yunanistan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi”nden alınmıştır.)