Kitabı oku: «Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler», sayfa 4
SALAHADDİN GALİP
(1929 – 2008)
Hayatı:
Salahaddin Galip,1929 yılında Gümülcine’de (Komotini) doğdu. 1942’de Gümülcine Rüştiyesi’ni bitirdi. 1945 – 1955 yılları arasında Batı Trakya Türk Azınlık okullarında öğretmen olarak görev yaptı. 1955 – 1957 yıllarında T.C. Midilli Konsolosluğu’nda mahalli katip ve tercüman olarak çalıştı. 1958 – 1961 yıllarında Gümülcine Türk Cemaat başkâtipliği görevini yürüttü. Bu arada basın hayatına atılarak toplumsal hizmetini ağırlıklı olarak bu alana kaydırdı. 1958 Kasım – 1964 Şubat tarihleri arasında İskeçe’de (Ksanthi) yayınlanan Trakya gazetesinde sorumlu müdürlük ve yazarlık yaptı. Kurucularından olduğu sosyal ve siyasi içerikli “Batı Trakya”17 dergisinin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. 1961 yılında yayına başlayan bu dergi, olanaksızlıklar nedeniyle, yalnız 5 sayı çıkabildi. Bu derginin kapanmasından sonra, aynı yıl içinde haftalık Aliş18 çocuk dergisini çıkardı. Bu dergi de okullara girmesi müfettişlikçe yasaklandığından, ancak 13 sayı çıkabildi. Bundan sonra, 1967 -1981 yılları arasında Gümülcine’de yayınlanan haftalık Azınlık Postası19 gazetesini çıkardı. Gazete, Cunta döneminde devamlı sansüre uğradı… Gazetecilik ve yazarlık yaşamında 21 kez basın suçundan yargılanan ve çeşitli cezalara çarptırılan Salahaddin Galip, son olarak 1973 yazında Yunanistan’da sözde cumhuriyet ilân edilip ihtilalci Albay Papadopulos’un Cumhurbaşkanı seçilmesi nedeniyle fikir ve siyasi suçlulara genel af çıkarılması üzerine hapisten salıverildi.
1984 yılında Yunanistan vatandaşlık yasasının 19. Maddesi gereği Yunan vatandaşlığından çıkarıldı. Danıştay’a başvurup 1990 tarihinde yeniden Yunan vatandaşlığı hakkını kazandı. Bu kez, 5 Ağustos 1990 tarihinde vatandaşlık yasasının 20. Maddesiyle Yunan Anayasası’nın 4. Maddesi uyarınca, yurt dışında Yunanistan aleyhine propaganda yapmak ve faaliyetlerde bulunmak suçlamasıyla yeniden vatandaşlıktan çıkarıldı. Bu konuda Danıştay’a ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yapılan itirazlarda olumlu sonuç alınamadı.
İstanbul’da ikamet eden ve orada vefat eden Salahaddin Galip, zaman zaman Türkiye’deki dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Yazarın, Şafak yayınları içinde çıkan “Martı Kanadından Damlalar” adlı şiir kitabıyla Azınlık Postası gazetesinde yayımlanan makalelerini topladığı “Batı Trakya’da Yazabildiklerimden…” adlı bir kitabı vardır. Bir de Fransız gazeteci – yazar Jean Leune’nün “Megali İdeanın Yalancı Cenneti” adlı kitabının çevirisini günümüz Türkçe’sine uyarlamıştır.
Edebi kişiliği:
Salahaddin Galip Batı Trakya’da gazeteci olarak bilinir, tanınır. Onun edebiyatla ilgisi, şiir çalışmalarıyla sınırlı kalmıştır. Çalıştığı ve çıkarmış olduğu basın organlarında kendi şiirlerine yer vermemiş, bu şiirlerinden bazılarını o yıllarda, Türkiye’de “Ajans Türk” adlı almanakta yayınlamayı tercih etmiştir… Bunun yanında sahibi olduğu Azınlık Postası gazetesinde bir “Sanat Yaprağı” eki çıkararak, burada Türkiye edebiyatından çeşitli örneklere yer vermiş, yeni yetişen bazı edebiyat meraklıları da bu gazete sayfalarında görülmeğe başlamıştır. Basın hayatıyla iç içe olduğu dönemlerde kendi şiir çalışmalarına hiç yer vermemesi, Salahaddin Galip’in edebiyat alanında Batı Trakya’da tanınmamasına neden olmuştur. Gazetedeki yazılarında daha çok öz Türkçe sözcükler kullanmayı yeğlemiş, kusursuz ve oldukça akıcı bir dil kullanmıştır.
Şiir kitabı ”Martı Kanadından Damlalar” hakkında, Mustafa Tahsinoğlu’nun, Şafak dergisinde yayımlanan kısa bir değerlendirmesi vardır. Söz konusu değerlendirmede, Mustafa Tahsinoğlu, Salahaddin Galip’in şiiri hakkında şunları söyler:
“… Şiirleri dikkatle okudukça, onun iç dünyasındaki çalkantıları görebiliriz. Onun özel yaşamıyla ilgili gibi görünen iç dünyasındaki bu çalkantılar, onun olduğu kadar, azınlık insanının büyük bir kesiminindir de. Azınlık insanının dününü, bugününü bilenler, bu şiirlerde insanımızı bulacaklardır. Şairimiz Salahaddin Galip, sıla hasretiyle yanan bir örnektir. Onun için şiirlerinde kendi vardır, onun için ortaya kendini kor, serer. En güzeli, en içteni de bu…”
Mücahit Mümin de Salahaddin Galip’in şair kişiliği üstüne bazı açıklıklar getirir bir yazısında:
“…Salahaddin Galip’i 1960’lı yılların başlarından beri tanırım. Daha sonra “Azınlık Postası” gazetesini çıkardığında bu tanışıklığımız bir dostluğa dönüştü. Aramızda bir ağabey-kardeş ilişkisi oluştu.”Azınlık Postası” gazetesinin sanata yönelik bir yönü de vardı. O zamanlar biz bu gazetede bu türden yazılar yazıyorduk. Ama çok kimsenin bilmediği başka bir şey daha vardı. O da Salahaddin Galip’in sanatçı yönüydü. Salahaddin Galip bir şairdi. Şiirlerini her okuduğumda bunları neden yayımlamadığını soruyordum kendisine. Üstelik kendi gazetesi de vardı ve bu gazetede bir de “Sanat Yaprağı” eki çıkarıyordu. Ama o, gazetesinde kendi şiirlerini yayınlamak istemedi. Oysa güzel şiirlerdi bunlar…”
Çalışmaları
Kitap:
1. Martı Kanadından Damlalar, Şafak Yayınları 1998, İstanbul
2. Batı Trakya’da Yazabildiklerimden, Kastaş Yayınevi, 1998
3. L’ Eternal Ulysse “Megali İdeanın Yalancı Cenneti” Jean Leune, çeviren: Ali Reşat, günümüz Türkçe’sine uyarlayan: Salahaddin Galip
“Şafak” dergisi:
(Nisan Yağmurları-şiir- Şafak dergisi, sayı:40, Temmuz-Ağus tos 1994)
(Resmidir-şiir- Şafak dergisi, sayı:92, Haziran-Temmuz 1999)
(Doğa Değişti-şiir- Şafak dergisi, sayı:94, Eylül 1999)
İnsanların çeşitli kötü alışkanlıkları vardır ki bunlar sadece sahiplerine zarar vermekle kalmaz, dolayısıyle, onların mensup bulundukları toplumları da zayıflatır, gelişmesini köstekler ve birliği zedeler.
Başyazılarından bir örnek:
DEDİKODU
Bu kötü alışkanlıklardan bir tanesi de hiç şüphesiz dedikodu, yani insan çekiştirmektir. Buna, yıkıcı konuşma da denebilir.
Çeşitli art düşünce ve çıkarların etkisi altında bin bir türlü yalan ve iftiralarla süslenip genel olarak bir çift dudakla bir kulak arasında fısıltı halinde, kimi kere de açıktan açığa yapılan dedikodulara ve dedikoduculara her toplumda az veya çok rastlamak kabildir. Ancak, dedikodu, daha ziyade kültür bakımından geri kalmış toplumlarda kendini belirli bir şekilde hissettirmektedir. Bu da dedikoducuların dedikodularını dinletebilecek kimseleri bulabilmesinden ileri gelmektedir. Halbuki dedikoduyu dinleyenlerin dedikoduyu yapanlardan arif olması gerekir.
Toplumumuz için fayda sağlayacak pek çok konularda olumlu ve yapıcı konuşmalar bir yanda dururken ortaya birini atıp çekiştirmenin üzücü örneklerini çevremizde sık sık görüyoruz. En ilkel ahlâk kurallarıyle dahi bağdaşmayan bu kötü alışkanlık, her şeyden önce toplumumuzun insanlarını birbirinden soğutmakta, aramızda düşmanlık yaratmakta ve dolayısıyle birlik ve beraberliğimizi zedelemektedir. Dedikodu yaparak insan çekiştirmekle kaybedilen zaman ve kıymetli iş saatleri ise şu kısa ömür için hiç de küçümsenmeyecek kadar önemlidir.
Oysa, toplumumuzun sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda gelişip ilerliyebilmesi için birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuz şu yıllarda dedikodularla kaybedilecek bir tek dakikamız bile yoktur.
Köylü veya kentli kadın ve erkek bütün kardeşlerimiz şunu iyi bilmelidirler ki, evlâtlarımıza güzel ve mutlu bir “yarın” bırakabilmek için “bugün” çok çalışmamız gerekmektedir. Bunu başarmamız da zamanımızı değerlendirebilmemize bağlıdır. Bu münasebetle dedikoduculara katiyen yüz vermeyiniz. Çünki onların, söyledikleri ve söyliyecekleri; tersine olarak kıymetli zamanınızın boş yere harcanmasına sebep olacaktır. Hatta dedikoduculara, yaptıkları hareketin iyi olmadığını hatırlatıp bu huylarından vazgeçmeleri hususunda telkinlerde bulunmak da bir insanlık görevidir. Bu suretle onların bu kötü alışkanlıktan kurtulmalarına yardım etmiş oluruz.
Azınlık Postası gazetesi, sayı:48, Nisan 1969
“Martı Kanadından Damlalar” adlı kitabından alınan bazı örnekler:
UZAYAN ÇİZGİLER
Ezan okunuyor segahtan
Kuşlar uyandı uyanacak,
Deniz maviye boyandı boyanacak;
Seni özlemişim yine…
Ben zaten gün batışlarında
Ve de gün doğuşlarında
Hep seni özlerim.
Sen hareli yani menevişli rüyalarında, ben burada uyanık
Ufuklar ötesini gözlerim…
Yol olur, ray olur içimde tüm çizgiler;
Uzar her biri uzar da sana gider.
Bir tek ben uzanamam soğuk ve karlı
O buruk ve efkârlı yalnızlıklarına…
HARAP TEKNE
Hasret kıyılarına vurmuş
Harap bir tekneyim ben.
Hatıralar ufuklarımda
Yelken yelken şişmiş;
Bordama çarpan her çılgın dalga
Yüreğimin bir parçasını
Koparıp gitmiş…
SEVGİLERLE YAŞAMAK
Sevgilerle büyük büyük yaşıyorum
Sevmenin, sevilmenin gizemli akışında
Coşuyor, taşıyor, çağlayanlaşıyorum…
Şu kavgalı, şu karmaşık dünyada ben
Doğayla, insanlarla ve özümle barışık
Bir dergâh kumuşum sevebilenlere,
Çiçek tozundaki aşkı görebilenlere açık…
Suyun renginde renklenmek geceler boyu
Ve yaşamayı yaşamak gibi ipeksi bir duyguyu
Üleşiyorum türkülerde paylaşabilenlere…
BİLEMEZSİN
Bilemezsin nasıl gülerim
Gülünce ben,
Nasıl ağlarım ağlayınca.
Hele sevince öyle sever,
Öyle severim ki
Bilemezsin…
KURTULUŞ
Biliyorum,
Sen de sevmiyorsun
Sessizliğini gecenin.
Hele şu gökyüzünü örten
Bulut adlı bilmecenin
Kurşun ağırlığı
Kasvetle çökünce omuzlarına
Çırpınıyorsun değil mi
Kurtulmak,
Kurtulup çıkmak için yarına?
İşte, ben de öyleyim…
SELAM!
Günlerimi mi soruyorsunuz?
Günlerim geçiyor işte…
Ben İstanbul’un içinde,
Batı Trakya benim içimde
Özlemlerle yaşıyorum
Sarmaş dolaş bir biçimde…
HOŞÇA KALIN
Topladık tası tarağı;
Tamam, göçüyoruz artık bu dünyadan…
Billah gideceğimiz yer ölüm ötesi de olsa;
Canımız emrine amade sevimli Azrail’in.
İnanın, nazını çekemeyeceğim artık
Aramızda evliya geçinen üç-beş rezilin…
MARTI KANADINDAN DAMLALAR
Çok uzaklardan geliyorum;
Avuçlarımda güneş, yüreğimde ateş
Ve göklerimde martı kanadından damlalar…
Özlemleri sürüklüyorum peşimde;
Sana her gelişimde
Altın Oraklar ülkesinden
Anılar taşıyorum kucak kucak
Her biri hayal olmuş ya da olacak
Anılar…
Çok uzaklardan geliyorum
Martılar seren direklerimde;
Akşam oluyor, martılar yorgun.
Yüreğim gibi doğaya da akşam
Bir başka yansıyor;
Sanki biraz solgun, biraz durgun.
Evet, akşam oluyor yavaş yavaş,
Ben hazırım arkadaş!
HEPSİ SANA
Anılar yangınında
Saygılar;
Sevgiler,
Özlemler
Hepsi sana toprağım,
Hepsi sana tohumum,
Hepsi sana…
DOST ELLERİ
Bir balyoz altında eziliyor başım;
Balyozu tutan hep dost elleri…
Karakulak saplı bıçağı
Önce göğsüme vuran
Sonra da onu yarada buran
Hep dost elleri…
Dost elleri, dost elleri,
Ben zaten beklerdim sizden
Bunlara benzer darbeleri,
Zavallı dost (!) elleri…
TEVFİK HÜSEYİNOĞLU
Hayatı:
Tevfik Hüseyinoğlu (Komotini) Gümülcine’ye bağlı (Kerasya) Kirazlı köyünde doğdu. Doğum yılı: 1936. Küçük yaşta yetim kaldı. İkinci Cihan Savaşı, Alman İşgali, Bulgar Zamanı ve Çete Harbi yıllarını yaşadı. Çocukluğu sefalet içinde geçti. Kendi deyimiyle “çocukluğunu yaşayamadı.”
Dokuz yaşında başladığı. ilk öğrenimini (Sosti) Susurköy İlkokulu’nda bitirdi. (Komotini) Gümülcine’de Medrese-i Hayriye’yi bitirdikten sonra lise öğrenimini Celal Bayar Lisesi’nde tamamladı. 1967 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yılın sonbaharında Muzaffer Salihoğlu İskeçe (Ksanthi) Azınlık Lisesi’ne tayin edildi. 2003 yılında emekliye ayrıldı.
Öğretmenlik görevinin yanı sıra başka etkinliklerde de bulundu. Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği’nin çeşitli komisyon çalışmalarına katıldı. Eğitim panellerinde konuşmacı olarak yer aldı. B.T.A. Yüksek Tahsilliler Derneği’nin kuruluş çalışmalarına katıldı. Derneğin yönetim kurulu üyeliklerinde bulundu. Genel sekreterlik ve başkanlık yaptı.
Azınlık basınında sürekli yazan ve çok yönlü çalışmaları olan bir yazar olarak kabul edilir.. Düz yazıları daha çok öğretici nitelikte yazılmış makalelerdir. Gene de, onun edebiyat alanına ilk adımı atması Yunanlı yazar Antonis Samarakis’in “Tehlike İşareti” adlı romanını Türkçe’ye çevirmesiyle olmuştur. “Meslek Borcu” adlı romanıyla da Batı Trakya’da bir ”ilk”e imzasını atmıştır. 2009 yılında BAKEŞ yayınları arasında çıkan “1946 – 1949 / Yunan İç Savaşı’nda Batı Trakya Türk Azınlığı” adlı kitabı Rahmi Ali ile birlikte hazırlamıştır.
Edebi kişiliği:
Tevfik Hüseyinoğlu, azınlık basınında, şiir, makale ve bazı düşünce yazıları yazmış, konulara sağduyulu yaklaşımı ve çelişkisiz düşünceleri ile dikkati çekmiştir. Mustafa Tahsinoğlu, Şiir/Batı Trakya Türk Azınlığında” başlıklı incelemesinde Tevfik Hüseyinoğlu için, “Onun yazınımızdaki yeri ve ağırlığı tartışılmaz. Her şeyin ötesinde, bence onun en önemli yanı, düşüncesidir…” derken onun yazın alanındaki yerini belirler. Ama onun, edebiyat alanında adının duyulması Andonis Samarakis’in eserini Türkçe’ye çevirip bu romanın yayımlanmasıyla başlamıştır. 1985 tarihinde (Komotini) Gümülcine’deki “Eklogi Yayınları” arasında çıkan kitap Batı Trakyalı bir Türk tarafından bir Yunanlı yazardan çevrilen ilk kitap olma özelliğini taşımaktadır. Bu kitabı Türkçe’ye kazandırma amacını, yazdığı önsözün son paragrafında “yeryüzündeki bütün canlıların nefesini bir anda kesecek kadar gelişmiş olan savaş tekniğinin yıkıcılığı ile körlere göz, ölülere kalp takacak kadar ilerleyen tıp ilminin yapıcılığı arasındaki çelişkiyi ilginç analizler ve sentezlerle göz önüne seren bu eseri Türkçe’ye çevirmek ihtiyacını duydum.” sözleriyle açıklayan Tevfik Hüseyinoğlu, o yıllardan bugüne kadar birkaç yayın organında yayımlanan düzyazıları dışında gündeme gelmemiştir 15 yıllık bir aradan sonra oldukça hacimli bir roman olan “Meslek Borcu”yla yeniden okuyucu karşısına çıkmıştır. Bu çalışma sonrası Batı Trakya Türk Azınlığı edebiyatı oldukça başarılı bir roman kazanmıştır. Onun –gerçek anlamda- Batı Trakya Türk edebiyatı içindeki yerini “Meslek Borcu” romanıyla Antonis Samarakis’ten yapmış olduğu “Tehlike İşareti” adlı çeviri belirlemiştir.
Yayımlanmış çalışmaları:
Kitap:
1.“Tehlike İşareti” Antonis Samarakis (Yunanca’dan Çeviri: Tevfik Hüseyinoğlu) Eklogi Yayınevi -1985 Komotini
2.”Meslek Borcu”-roman- BTT. Öğretmenler Birliği Yayını, Gümülcine (Komotini) 2001
3.”1946 -1949 Yunan İç Savaşı’nda Batı Trakya Türk Azınlığı”araştırma- Rahmi Ali-Tevfik Hüseyinoğlu, BAKEŞ Yayınları, Gümülcine (Komotini) 2009 (İnsanda Hayal Gücü ve Aklın Kudreti-deneme- Öğretmen dergisi, sayı: 3,4 Ocak-Şubat 1971)
“Öğretmen” dergisi:
(İç Âlemimizden Çizgiler-deneme- Öğretmen dergisi, sayı: 5,6,7,8 Mart-Nisan-Mayıs-Haziran 1971)
(Sevgi ve Samimiyet, Öğretmen Dergisi, sayı: 10 -11)
(Duanın Psikolojik ve Pedagojik Etkileri-deneme- Öğretmen-12, Ekim 1971)
(Duanın Psikolojik ve Pedagojik Etkileri:2-deneme- Öğretmen-13, Kasım 1971)
(Duanın Psikolojik ve Pedagojik Etkileri:3-deneme- Öğretmen-14, Ocak 1972)
(Yaşlılara Saygı İnsanlık Borcumuzdur-deneme- Öğretmen dergisi, sayı: 38, Aralık 1977)
“Şafak” dergisi:
(Kısa Bir Yolculuk-hikâye- Şafak dergisi, sayı: 8, Eylül 1990)
(Acıların Getirdiği Tatlı Günler-deneme- Şafak dergisi, sayı:9, Ekim 1990)
(Bekleyişler-deneme- Şafak dergisi, sayı:10, Kasım 1990)
(Sınıfta Boş Bir Yer Vardı-anı- Şafak dergisi, sayı:11, Aralık 1990)
(Kalbimden Kulağıma Gelen Ses-şiir- Şafak dergisi, sayı:12, Ocak 1991)
(İnsanlık Terazisi-deneme- Şafak dergisi, sayı:13, Şubat 1991)
(Yunus Emre Sevgi Yılı-deneme- Şafak dergisi, sayı:15, Nisan 1991)
(Anneler Günü’nde Bir Annenin mektubu-deneme- Şafak dergisi, sayı:16, Haziran 1991)
(Yaşlılara Saygıyı Gölgeleyen Anlayış Farklılıkları-deneme- Şafak dergisi, sayı:28, Eylül 1992)
(Yorulmadan Çalışan ve Çalışmadan Yorulanlar-deneme- Şafak dergisi, sayı:39, Mayıs-Haziran 1994)
(Okulun Bahçesine İlk Adım Eğitimin Başlangıcı mıdır-deneme- Şafak dergisi, sayı:41, Eylül-Ekim 1994)
(Eğitimde Okul Aile ve Çocuk: I-deneme- Şafak dergisi, sayı:42, Kasım-Aralık 1994)
(Eğitimde Okul Aile ve Çocuk: II-deneme- Şafak dergisi, sayı:43, Ocak 1995)
“MESLEK BORCU” ROMANI
(“Meslek Borcu” romanı, bazı gereksiz uzatmalara, araya sokuşturulan makale içerikli yazılara karşın, akıcı anlatımı, kusursuz dili ile rahatlıkla okunan bir roman. Bazı yerlerde okuyucuyu sürüklemek ve merak içinde bırakmak için düğüm noktaları da kullanılmış. Öğretici ve öğretmenlik duygusu ağır basan bu roman Batı Trakya’da kendi alanında –daha çok- bir ilk olması bakımından da önem taşır.)
Tevfik Hüseyinoğlu “Meslek Borcu” adlı romanını bir cümleyle şöyle özetler: “Meslek Borcu, uyuşturucu bağımlısı gençlerin düştükleri sefaletin romanıdır.”
Romanın özeti:
(İhsan, lise öğrenciliği yıllarında ailesiyle uyum içinde olan başarılı bir gençtir. İstanbul’a üniversiteye gider. İlk yıllar içinde orada da başarılıdır. Köyüne geldiğinde lise mezunu Ayşe ile nişanlanır. Ailesi onun üniversiteyi bitirip buraya dönmesini beklerle. Ama İhsan’da uzun süre haber alamazlar. İhsan uyuşturucu bağımlısı bir gençtir artık. Gözü kimseleri görmez olur. Ailesi üzgündür, perişandır. İhsanın durumunu liseden öğretmeni olan Turgut Bey de öğrenir. İhsanın durumuyla ilgileneceğine söz verir. Bunu bir görev olarak kabul eder.
Bir gün evine tanımadığı bir gelir. Kendisini çok iyi tanıyan biri… Turgut Bey, kendisini tanımadığını söyleyince o, kendisini eski öğrencilerinden biri Nihat olarak tanıtır. Fakat Nihat’ın daha önce aşırı dozdan ölmüş olduğu bilinmektedir. Turgut Bey bir ikilem içindedir. Nihat kendisini bu uyuşturucu illetinden kurtarması için eski öğretmeninden yardım beklemektedir. Durumu perişandır. Krizler geçirir. Turgut Bey tanıdığı doktorların yardımıyla ona elinden geldiğince yardım eder. Kendini bu işe adar. Bir yandan da dedektif gibi çalışarak İhsan’ı aramayı sürdürür.
Bir gün İhsan’ın uyuşturucu satarken yakalandığı ve mahkemeye çıkacağı haberi verilir Turgut Bey’e. Avukatı ve ailesiyle birlikte o da mahkemeye gider. Orada bir sürprizle karşılaşır: Evinde günlerce baktığı uyuşturucu bağımlısı Nihat sanık sandalyesindedir.. Demek ki evinde günlerce baktığı kişi eski öğrencilerinden İhsan’mış. Orada İhsan’ın artık uyuşturucu bağımlısı olmaktan kurtulduğunu, avukatın olayı toplumsal bir sorun olarak ele alıp savunması sonucu İhsan’ın berat ettiğini görürü. Sevinir. İhsan’ın Nişanlısı da oradadır. Bu arada, Turgut Bey, İhsan’ın babasını da intihar etmek üzereyken son anda ölümden kurtarır. Roman “mutlu son”la biter.)
Romanın (18. bölüm) son bölümünden örnek bir parça:
“Duygu dolu kucaklaşmalar, ağlaşmalar ve öpüşmeler, benim biraz uzakta durmamı gerektirdiği için yanlarına gitmedim.
Cemile Hanım İhsan’ın boynuna atıldı, İhsan annesine sarıldı, bir hasret yumağı oldular. Hiç konuşmadan, tek bir kelime söylemeden beş dakika kadar hasret dolu gözler bakıştı, hıçkırıklar konuştu, gözyaşları birbirine karıştı…
Nihayet, yarıda kalan kelimeler, cümleler telaffuz edilmeye başlandı:
“İhsan! Bundan sonra artık…”
“Evet anne! Bundan sonra hep beraber…”
“Bir daha ayrılmıyacağız değil mi yavrum?”
“Evet anne, hep beraber olacağız, hiç ayrılmayacağız, hiç!”
“Çok şükür yavrum, çok şükür kavuşturana!”
Kavala Adliyesinin koridorlarında, kederi sevince dönüştüren bu kucaklaşma, gelip geçenlerin dikkatini çekmişti, birbirine kenetlenmiş anne oğul yumağının etrafına epey insan toplanmıştı. Ben de bir yabancı gibi kalabalığa karışmıştım. Özellikle kadınlardan duygulananlar, ağlayanlar vardı.
“Nereli bunlar, ne dil konuşuyorlar acaba?” diye yanındakine sordu kadının biri.
“Türkçe konuşuyorlar, Batı Trakya’daki Türklerden olmalılar.” Diye yanıtladı diğeri. “Anne oğul yıllarca görüşmemişler. Oğlan tutukluymuş, bu gün tahliye edilmiş. Zavallı kadın ne ağladı da ne ağladı! Baksanıza hâlâ kopamıyor oğlundan!”
“Ana olsun da ağlamasın olur mu? Ağlayanlar ayrı ağlar, analar ise aynı ağlar. Dünyanın neresinde olursa olsun analık duygusundan boşalan gözyaşları aynıdır…”
Kucak dolusu dosyaları güçlükle taşıyabilen memur kalabalığı yarmaya çalışırken isyan etti:
“Yol verecek misiniz hanımlar! Lütfen müsaade edin geçelim. Panayıra çevirdiniz burayı! Çekilin de işimizi yapabilelim…”
İhsan, iki eliyle yüzünü ovuşturduktan sonra beni gördü ve koşarak yanıma gelip boynuma sarılırken:
“Size minnet borcum var Hocam. Bugünün mutluluğunu, bu anın sevincini size borçluyum! Size anlatacaklarım var, pek çok anlatacaklarım var!” dedi.
“Biliyorum İhsan, biliyorum. Senin bana anlatacakların var, benim de sana anlatacaklarım var,” dedim.”Önemli olan sonuca ulaşmaktı, bu anın mutluluğunu yaşayabilmekti. Hele hasretler giderilsin de ondan sonra görüşeceğiz, saatlerce, günlerce konuşacağız.”
“Alo! Emine! Evet Emine benim, müjdemi isterim. Mahkeme bitti, İhsan salındı.”
Emine’nin attığı sevinç çığlığı, İsmet’in cep telefonundan kulağımıza kadar geldi.
“Evet Emine, yanımda, İhsan yanımda. Veriyorum kızım, veriyorum, telefonu İhsan’a veriyorum.” Dedi İsmet.
İhsan birkaç adım ilerledi, telefonun üstüne yumuldu, konuştukça konuştu…
İhsan özel konuşmasını bitirdikten sonra sesini yükseltti:
“Terminalde beklersin Emine. Herhalde biz otobüsle geliriz, terminalde buluşuruz. Evet, evet. Güneş batar batmaz oradayım, akşam olur olmaz ordayım,” dedi. Ve telefonu kapadı.
Anne oğul, dayı yeğen üçlüsü yine birbirlerine sarıldılar. Baş başa, göğüs göğüse, kalp kalbe yine bir yumak oldular:
“babam niye gelmedi anne?” diye sordu İhsan.
“Anlatacağım, anlatacağım,” diye araya girdi İsmet.
Ben, belirli bir mesafeden mutlu üçlüyü seyrediyordum, bu sonuçtan payıma düşen sevincin zevkini yaşıyordum.
O anda ben, orada yeri olmayan fazlalık bir insan değildim, ama akrabalık duyguları boşalıncaya kadar hasretler üçlüsünden uzak duruyordum. Hatta bir müddet daha da iyice uzaklaşmalıydım. Sahildeki lüks kahveyi göstererek:
“Siz şuraya oturun, biraz daha hasret giderirsiniz,” dedim. “Ben bir çeyrek kadar dolaşacağım. Çok gecikmem, çabuk gelirim. Birer kahve içip gideriz.”
Beraber oturmamızda ısrar etmelerini nezaket kabul ettim, ayrıldım. Anne oğul, tekrar tekrar kucaklaşıyordu. İçimde kelimelerin ifade gücünü aşan bir mutluluk vardı.
Sahilde dolaşırken başımı kaldırıp gökyüzüne, sonsuzluğa baktım. Gökteki maviliğin rengine göre değişen küçük bulut kümelerinin oluşturdukları kompozisyon, büyüleyici bir görünüm sergiliyordu.
Makalelerinden bir örnek:
(Tevfik Hüseyinoğlu’nun çeşitli basın organlarında yazmış olduğu makaleleri daha çok didaktik içerikli, edebiyat ve sanat kaygısı taşımayan çalışmalar olarak göze çarpsa da oldukça akıcıdır ve insanı sıkmaz. Okurlara bu makalelerden birini örnek olarak sunuyoruz.)
YORULMADAN ÇALIŞAN VE ÇALIŞMADAN YORULANLAR
Çalışmak; hayat ile iç içe olan bir hareket tarzıdır, hayata bağlanmanın ve anlam kazandırmanın kaçınılmaz kuralıdır. Çalışmayan insan kendisini boşlukta hisseder, belirli bir hayat düzeni kuramaz.
Yalnız, çalışma anlayışının çeşitli yönleri vardır. En önemli sayılan iki çalışma şeklinin kısa analizi şöyle yapılabilir.
Bütün olumsuzluklara rağmen pırıl pırıl iş çıkaran insanların çalışma anlayışı ve bütün imkânlara rağmen kaytarmanın yollarını zorlayarak günü gün eden, ama üretimi tam alan insanların çalışma anlayışı.
Zamanını alın teriyle kazanılmış para gibi kullanıp çalışmayı zevk haline getirebilen, çalışmaktan sıkılmayan ve çalışırken çevresini sıkmayan, yorulmadan iş üretebilen ve yaptığı işin hakkını verebilen insan mutlu insandır. İşinde verimli olmanın verdiği huzur onu kısa zamanda dinlendirir, yarının getireceği iş onu üzmez, sevindirir.
Zamanını kumarhanede parasını kaybeden kumarcı gibi harcayan insan çalışmadan yorulur. Çünkü görev yeri, iş yeri onun için azap yeridir, dert yeridir. Verimsizliği nedeniyle, çevresinin sessiz tepki imaları onu daha da yorar. Eğer vurdumduymaz cinsten birileri değillerse, bu gibiler için devamlı yorgunluk, gecesi gündüzü stres içinde geçen bir insan olmak kendi elleriyle çizdikleri bir kader haline gelir.
Bir iş yerinde, yönetim odasının kapısında, “Ziyaretin en makbul olanı en kısa olanıdır” levhasını ilk gördüğümde duygulandığımı hiç unutmam. Bu levha zaman, emek ve berim arasındaki sıkı ilişkiyi özetleyen cebirsel bir denklem niteliğindedir, iş hayatının üç ana faktörünü dengelemenin matematiksel ifadesidir. Bu denge kurulmadığı zaman şikâyetten kurtulmak mümkün değildir. Çalışanlar yoğunluktan şikâyet ederler, çalışmayanlar da, işsizlikten şikâyet ederler; işsizlik yorgunudurlar.
Belki de yaşadığımız çağın bir özelliği. Bazı küçük farklarla hemen herkes yorgunluktan yakınır. Ne işte olursa olsun, vücut gücüyle çalışsın, beyin gücüyle çalışsın, insanların çoğu yorgunluktan şikâyetçidirler. Hafta sonu tatilleri, yıllık izinler bu yorgunluk şikâyetlerini kırmak ve dindirmek için konmuş olmalıdır. Yine de yorgunluk şikâyetleri bitmez.
Hafta sonu tatilinde evde toplanan aile fertleri birbirlerinden rahatsızdırlar. Çünkü dinlenme anlayışları uyuşmaz. Küçükler büyüklerden, büyükler de küçüklerden şikâyetçidirler. Yazlıklarda, deniz kenarındaki sayfiye yerlerinde yine yorgunluk şikâyetleri vardır. Hiç çalışmayan insanlar bile rahat değildir, tembellik yorgunudurlar.
Genç insanlar da yorgundur, bitkindir, umutsuzdur. Çağımız biraz da yorgun insanlar çağıymış gibi bir görünüm arz ediyor. Kuşkulardan yorgun, sevgisizlikten, umutsuzluktan, başarısızlıktan ve güçsüzlükten yorgun bir insanlar çağında yaşıyoruz.
Aslında yorgunluk, sevgi ve nefret duygularıyle doğrudan ilişkisi olan psikolojik bir haldir. Sevgi dinlendirir, nefret yorar. Severek yapılan bir iş, ağır da olsa, yorgunluğu hissettirmez. İstemiyerek yapılan bir iş, hafif de olsa insanı yorar. Çevresiyle iyi ilişki kuramayan, daima kusur arayan, herkesin kendisi gibi olmasını isteyen insanlar oturdukları yerde akıllarından geçirdikleri hayallerle bile yorulurlar. Başkalarını kendisi gibi davranmaya ve düşünmeye ikna yollarını ararken hayal ettikleri ütopik sonuçlara ulaşamamanın getirdiği moral bozukluğu çoğu zaman hırçınlığa dönüşür. Bu da yorgunluğun katmerlisidir.
Ahlâk bilginleri çalışmak konusunda şu ilginç görüşleri ileri sürmüşlerdir: “Çalışmak ile verimli hale dönüştürülemeyen her bilgi boştur, sevgi ile hareketlenmeyen her çalışma kısırdır. Yükselttiğimiz binayı, içinde sevgiliniz oturacakmış gibi ruhunuzun hızıyle yükseltiniz. Tohumları şefkatle ekiniz, ürünleri severek toplayınız. Bütün bunlara sevgilinize bir armağan gözüyle bakınız. Çalışmak, gözle görülebilen bir sevgidir.”
Evet, gördüğünüz pırıl pırıl yüzler, ter içinde de olsa, içten gülümserler. Çalışırken, kıvançla sohbet eden insanların bakışları, sesleri ve nefesleri yorgunluktan yakınmıyor. Gönlündeki sevgi gücünü, yaptığı işin ürününe yansıtan insanlarda bütün vücudu saran bir heyecan vardır. Sevgisizliğin ve umutsuzluğun yorgunluğu ise, yorgunluğun en dayanılmazıdır.
(Yorulmadan Çalışan ve Çalışmadan Yorulanlar/ Şafak dergisi, sayı:39)