Kitabı oku: «Elçine Armağan», sayfa 6
ALİEKBER’İN HAFIZASINDA OLUMSUZ İZ BIRAKANLAR
SOSYALİST REJİMİN İŞBİRLİKÇİSİ FETULLAH HATEM: Ağakerim’in çocukluk arkadaşı Fetullah Hatem, sosyalist rejimin maşalarındandır. Özellikle rejim aleyhinde yazan ya da yazdığını düşündüğü edebiyatçıların eserlerinden anlamlar çıkararak sosyalist rejime muhalif oldukları gerekçesiyle üst makamlara şikâyet eder. Fetullah Hatem’in hükümete bildirdiği isimlerin kurtulma imkânı yoktur. Bu nedenle etrafına korku saçar.
SOSYALİST REJİMİN ADAMI MUHTAR: Mahalleye sonradan gelen Muhtar’ın ne iş yaptığını mahalleli bilmez. Hükümet onu bu mahalleye yerleştirmiştir. Mahallelinin arasına karışmaz, kaldırımda komşularıyla tavla oynamaz, dut ağacının dibinde çay içmez. Sadece kuru bir selam verir. Yaz kış sırtında uzun ve kara meşin bir ceket, belinde tabanca, başında meşin şapka, ayağında kara deri çizme vardır. Boğazına kadar düğmeli koyu kahverengi gömlek ve koyu kahverengi pantolon giyer. Mahallede kimsede telefon yokken Muhtar’ın evine telefon çekilmiştir. Kara bir araba onu işe getirip götürür. Mahalleli ne iş yaptığını bilmese de ondan çekinir: “Aslında Muhtar’dan çekinmek o telefondan, o kara “emadin”den, o kara meşin ceketten çekinmek demekti.”67 Siyasî gücünü kullanmayı sever. Mahallenin gençlerinden Abdülali’yi kamyonu ile kendi aracını geçtiği ve emadine çamur sıçrattığı gerekçesiyle hapse attırması üzerine mahalle ayaklanır. Hanım Teyze mahallelinin başını derde sokmadan tek başına Muhtar’a haddini bildirir ve hem mahallelinin önünde azarlar hem de daima amirlerinin emriyle hareket eden Muhtar’ı şikâyet eder. Şahsi öfkesi yüzünden Abdülali’yi hapse attırdığını öğrenen amirleri onun rütbesini indirirler ve onların emriyle Muhtar Abdülali’nin annesi Hanım Teyze’den özür diler.
Hasta bir kadın olan Kübra ile evlidir; ona çok iyi davranır ancak hafifmeşrep bir kadın olan Şevket ile ilişkisi vardır. Kübra ölünce dinî tören yaptırmadan gömer ama gizlice Molla Esadullah’a para verip Yasin okuttuğu söylenir. Kübra’nın ölümünden sonra son derece güzel ve hassas bir genç kız olan Adile ile evlenir. Bu evlilik gönlü, Hanım Teyze’nin oğlu Koca’da olan Adile’nin intiharına sebep olur.
HAYIRSIZ EVLAT İBADULLAH: Gözleri görmeyen Emine Teyze’nin tek oğludur. Uzun süre çocukları olmayınca baba Hamdullah adak adamış ve İbadullah doğunca yolun dibine kara dut ağacı dikmiştir. İbadullah için adak olarak dikilen ağaca İbadullah ağacı denmiştir. Ama baba öldükten sonra İbadullah kendisinden on beş yaş büyük bir Ermeni ile evlenmiş; domuz eti yemeye, içki içmeye, küfretmeye başlamıştır. Yaşlı annesine bakmak şöyle dursun sürekli para ister, olumsuz cevap alınca annesini tartaklar. Etrafa korku saçar. Mahalleli bu davranışları nedeniyle İbadullah’tan nefret eder. Karadut ağacı İbadullah’ın adıyla anılmaz olur. Kendisi için dikilmiş olan bu ağacı kesen yine İbadullah olur. Yaptığı çirkinliklerin farkındadır ve zaman zaman gözlerinden yaş akarak hayatının mahallelinin bilmediği tarafından söz eder:
“Beni alçak bir adam sanıyorsunuz değil mi? Biliyorum otuz yıl sonra büyük adam olacaksınız. O zaman da hatırınıza gelecek benim bu ağacı kestiğim. Mezarıma söveceksiniz benim. Bir rezil adam vardı diyeceksiniz, İbadullah’tı o rezilin adı. Kemiklerim çürümüş olacak o zaman benim!… Ancak bilmeyeceksiniz ki İbadullah bu ağacı kesecek, odun yapıp satacak, anaları ölmüş evlâtlarını geçindirecek… Bilmeyeceksiniz ki, rezil olan İbadullah değil, dünyadır…”68
Sol elinin başparmağı olmadığı için orduya çağrılmayan İbadullah bir erkek olarak savaşa katılamamanın ezikliğini yaşar. Cepheden gelen haberleri düzenli olarak takip eder. Alman işgali altında olan Voronezh’in Rusların eline geçmesi üzerine “Hurra-aa-aa!… Hurra-aa-aa!… Faşistleri kovduk Voronej’den! Hurra-aa-aa!…”69 naralarıyla, sanki tek başına Voronezh’i kurtarmış gibi gurur ve heyecanla mahallede koşar. Kendi payından vererek mahalledeki sarı kediyi doyurması, onunla dertleşmesi, kedinin ölümü üzerine ağlaya ağlaya “Niye dünyada insanlar insan olmuş? Niye kediler insan olmamış?”70 diye söylenmesi bu mahallede yetişen İbadullah’ın mayasının aslında temiz olduğunu gösterir. Ama bu maya işlenmemiştir. Sonunda annesinin beyaz bir bez parçasının içinde sakladığı bir avuç altın sikkeyi gasp ederek mahalleden kaçar; mahalleli onun karısını da terk ettiğini öğrenir.
AİLESİNE İHANET EDEN SOSYALİST REJİMİN İŞBİRLİKÇİSİ MEHMETBAKIR:
Evde döşemenin altında gizli bir bölme olduğunu fark edince babasının para sakladığını düşünerek rejimin yetkililerine babasını ihbar eder. Bu ihbar üzerine bir gece yarısı evleri meşin montlu askerler tarafından basılır. Her yer, odalar, mutfak, hol, döşekler didik didik aranır. Döşemenin altındaki gizli bölmeden para yerine Kur’an-ı Kerim çıkar. Asılsız ve hain ihbarından sonra bir daha babasının ve annesinin gözüne görünmeyen Mehmetbakır esrarkeşlere, sarhoşlara, kumarbazlara dadanır. Babasına ve annesine yaşattığı trajediden sonra kendi akıbeti de son derece trajik olur. Kumarda kaybettiği parayı ödememek için kaçınca 1923 yılının kışında yoldaşları tarafından bıçaklanır ve cesedi mahalledeki dut ağacının dibine atılır. Babası onun ölüsünü görmeyi reddeder ve cezasını bulduğunu söyleyerek Allah’a şükreder.
MEYRANKULU EMMİ: Dövmecilikle hayatını kazanırken Hanım Teyze’nin vücuda yazı yazıp şekil çizmesine şiddetle karşı çıkması üzerine sakız, çiledi, horoz şekeri, bülbül kafesi, oklava, tahta kaşık ve kendi yaptığı tahta oyuncakları satarak geçinmeye başlar. Yüzü hep asıktır ve yaptığı işten hoşnut olmadığını hissettirir. Daima söylenir. Kendisine uzatılan paraya daima dikkatle bakar. Tek derdi altı kızdan sonra dünyaya gelen biricik oğlu İbrahim’in en iyi şekilde yaşaması, rahat etmesidir. Şair zannettiği oğlunun yazdıklarıyla övünür. İbrahim’in ölüm haberi onu yıkar.
MEYRANKULU EMMİ’NİN OĞLU İBRAHİM: Şair olduğunu iddia eder. Eski tanınmış şairlerin mısralarını kendisi yazmış gibi gösterir, onların şiirlerini sahiplenir. Mahallede tek başına yaşayan Şevket’te gönlü vardır. Kendisine aitmiş gibi gösterdiği çalıntı şiirleri Şevket’e ithaf eder. Savaşa giden gençler içinde ilk olarak İbrahim’in ölüm haberi gelir.
KOCA: Mahallenin yüksek tahsil gören ilk gencidir, Tıp fakültesi öğrencisidir. Bütün anneler çocuklarına onu örnek gösterirler. Mahallenin en güzel kızı Adile ile mektuplaşır. Ancak annesi Hanım Teyze’nin sert müdahalesinin önüne geçemez. Annesinin Adile’ye hakaret etmesini durduramaz ve Adile’nin yanında yer alamaz. Şahsiyetsiz davrandığı için Aliekber daha önce hayran olduğu Koca’dan soğur:
“Ben, Koca’nın bana bakmak istemediğini hissediyordum. Ama artık bunun bir manası yoktu. Koca bana isterse baksın, isterse bakmasın; ben artık Koca’yı sevmiyordum. (…) Koca’nın yanından uzaklaşıp Ağarahim’in yanında yürümeye başladım, sadece bunu yapabildim. Koca da kendini tutamayıp bana baktı, ben ise ona doğru bakmadım. Ben aslında Hanım teyzeden çok Koca’ya kırılmıştım.”71
FARKLI HAYATLAR ORTAK KADER: SAVAŞ-YOKLUK-ÖLÜM
Geleneksel yaşam çizgisini sürdüren insanların yaşadığı bir mahallenin sakinleri arasında sosyo ekonomik bir denge vardır ve bu anlamda mahalle homojen bir yapı arz eder. Bu homojen yapının içinde farklı hayat hikâyeleri yer alır. Bu romandaki hikâyelerin de her birinde farklı hayatlar, farklı dramlar vardır. Bu farklı hayatların ortak noktası II. Dünya Savaşı öncesi ve savaş esnasındaki Bakü’den insan manzaralarının parçaları olmasıdır. Bu insan manzaraları, siyasal ve sosyal çizgide sosyalist rejimin halkı ezmeye başladığı süreç ile savaşın hayatları ezip alt üst ettiği sürecin izlerini taşır. Özellikle mahallenin değişim ve dönüşümü II. Dünya Savaşı ekseninde yansıtılır.
Bu mahalle cephe gerisini temsil eder. Bu temsiliyet Bakü özelinde olmakla birlikte genel anlamda Azerbaycan, Sovyetler Birliği ve II. Dünya Savaşı sırasında ateş hattına sevdiklerini gönderen ve savaşın sebep olduğu yokluk, yoksulluk, sefalet ve ölümden payına düşeni alan her mahalleyi kapsar.
Aliekber’in birinci sınıfa başladığı sene savaş çıkar. Aliekber, aradan geçen uzun yıllar nedeniyle savaşın başladığını ilk kez kimden işittiğini ve işitince ne tepki verdiğini hatırlamaz. Belki ilk kez annesinden, belki Balakerim’den, belki Caferkulu’dan işitmiştir. Bu farklı isimlerden işitme ihtimali bir gerçeğe işaret etmektedir. O da bütün mahallelinin savaş başlar başlamaz felaketi öğrendiğidir. Savaşın daha başında mahalle boşalmaya başlar:
“Bazen de savaşın başladığını ilk defa mahalleden işitmişim gibi geliyor, sanki bu haberi bana bomboş sokağımız fısıldamıştı, bomboş ara yolumuz fısıldamıştı, göze çarpacak kadar yetimleşmiş Sarı Hamam fısıldamıştı… Ama sokağımız savaş başladıktan sonra boşalmıştı, kimsesizleşmişti.”72
Mahalleden ilk giden Aksakal Aliabbas Kişi olur. Kızı Nisa hayatında ilk defa babasına karşı çıkar, onu alıp kendi yaşadığı Maştağa’ya götürür. Mahalleden ikinci ayrılan çekirdekçi Yahudi Ziba Teyze’dir. Amerika’da yaşayan oğlu Gavril, Bakü’ye gelir ve annesini alıp Amerika’ya döner. Aliabbas ve Ziba’nın evlerinin kapısına asılan ve zamanla paslanan kilitler savaşın sembolü olur. Bu arada önce mahallenin gençleri, bir süre sonra da orta yaş grubundaki erkekleri orduya alınır. Cafer, Adil, Abdülali, Cebrail, Ağarahim, Koca, İbrahim, Gülağa, Aliekber’in babası, Hasanağa emmi, Ağahüseyin emmi, Azizağa emmi, Safure teyzenin-Firuze teyzenin-Sakine teyzenin-Meşhedihanım teyzenin oğulları, kocaları, kardeşleri ve mahalleden pek çok erkek savaşa gider. Geride kalanlar gözleri yaşlı, cephedekilerin yaşadığını haber veren üç köşeli asker mektubunun gelmesini dört gözle beklerler. Herkes endişelidir. Kadınlar birkaç ay içinde çökerler. Savaşla mahallelinin evine et girmez olur. Bir süre sonra yiyecek ekmek dahi bulamaz olurlar. Açlık, kıtlık kol gezer. Kuyruklar başlar. Kadınlar gece boyunca fırının önünde kuyruğa girerler. Sabah erkenden açılan dükkânın önündeki uzun kuyruk kısa sürede biter. Az sayıda ekmek çıktığı için fırın hemen boşalır. Çocuklar da ellerine kap alıp gaz kuyruğuna girerler. Ancak bir süre sonra cephe gerisinde gaz da bulunmaz olur. Evler karanlığa bürünür. Kışın soğuktan titrerler. 1943-1944 yıllarında açlık ve kıtlığın boyutu öyle artmıştır ki minicik ve cılız olmalarına aldırmadan avlanan serçeler ile doymaya çalışırlar. Bir başka beslenme yolu da Amerika’dan gelen kaplumbağa yumurtasının sarımsı mavimsi tozudur. Bu tozu suyla pişirip bu ağır kokulu bulamaçla çocuklar beslenir. Kümesteki hasta güvercinler, kesilip satılmak amacıyla çalınır. Sıçanlar azalır, kediler zayıflar. İbrahim’in, Gülağa’nın, Aliekber’in babasının ölüm haberleri gelir. Safure teyzenin oğlu Aynullah yaralı gelir, iyileşip tekrar cepheye gider ama bir daha geri gelmez. Ulaşan her acı haberin ardından gözyaşları dökülür, evlerin önüne taziye çadırları kurulur, Kur’an okunur, Hitler’e beddua edilir, ölümün Hitler’in kapısını da çalması niyaz edilir, Stalin yüceltilir.
Roman, iki zaman dilimini bünyesinde barındırır. Bunlardan biri Aliekber’in 7-11 yaş arasındaki çocukluğu, diğeri mahalleden ayrılmalarının üstünden 40 yıl geçtikten sonraki zamandır. 50’li yaşlardaki Aliekber çocukluğundan kalan simalarla (Hanım Teyze’nin artık yaşlanmış oğulları) mezarlıkta karşılaşınca ve çocukluğunun geçtiği mahalleye giderek kapı önlerinden geçtikçe bu mahalleye ruh veren ve kendi ruhunda derin izler bırakıp karakterinin şekillenmesinde etkili olmuş mahalleliyi birer birer hatırlar. Ancak bu hatırlayış Aliekber’i sadece maneviyatta geçmişe götürür; realitede böyle bir dönüş mümkün değildir. Üstelik mahalleliyi sadece hatırasında kaldığı şekliyle yaşatsa maziyi canlandırabilecekken değişimin soğuk yüzüyle karşılaşır ve artık hafızasındaki mekân güvenli bir sığınak, huzurlu bir yuva olma özelliğini kaybeder; evler ona hem tanıdık hem de yabancıdır:
“Ben şu anda bu mahallede kimi arıyordum? “Geçmişe yolculuk”, bu sadece bizim kitaplarda yarattığımız bir ifadedir. Aslında geçmiş hiç kimseyi kabul etmiyor, geçmiş kendi işini görüp bitirmiş, kapısında da ebedî bir kilit var. Ziba teyzenin kapısındaki o paslı kilit gibi, Aliabbas kişinin kapısındaki o kocaman kilit gibi…”73
Paslı kilidi açmak nasıl kilidin kırılmasını gerektirecek kadar zorsa ve kolayca paslı kilidi açıp kilidin koruduğu nesnenin içine girmek mümkün değilse mazinin kilidini açıp eskiye dönmek de aynı şekilde mümkün değildir. Sosyal zaman değişmiştir. Sadece iki katına mahallelinin sığabileceği on bir katlı kocaman bir bina yapılmıştır, eski binalarda farklı insanlar oturmaktadır, bu mahallede şimdi başka insanların gündelik hayatları yaşanmakta, bu binalarda oturan çocuklar kırk yıl öncesinin çocukları gibi otomatik kaleme mucize nazarıyla bakmayıp sıradan bir yazma aracı olarak çantalarında yer vermektedirler. Çocukluğundan kalan mahalleli, şimdinin ellisini devirmiş Aliekber’ini tanımaz. Örnek olarak Safure Teyze, kendisini tanıtmasına rağmen onu hatırlamaz.
Aliekber’in anlatısında sadece tanıdık simaları anmak, mahalle ruhunu yansıtmak ve mahallelinin kişi üzerindeki etkisini ortaya koymak adına maziye gidiş söz konusu değildir; romanda II. Dünya Savaşı sırasında Azerbaycan’da cephe gerisini yansıtmak suretiyle yakın siyasî ve sosyal tarihe de temas edilir. II. Dünya Savaşı cephe gerisi ile yansıtılırken arka arkaya mahalleye gelen ölüm haberleri romanda ortak bir kaderin de belirleyicisi olur. Bu ortak kader romana adını veren ve Balakerim’in dilinden düşürmediği Ak Deve ile temsil edilir. Romanda leitmotif olarak karşımıza çıkan Ak Deve ölülümün sembolüdür. Bahattin Ögel’in Türk Mitolojisi adlı kitabında “Erkem Aydar” adlı Kırgız destanında yer aldığı şekliyle Allah u Teala’nın ak devesinin sütünün öleni diriltecek derecede güçlü bir şifa kaynağı olarak gösterilir; ancak ak deveyi gören kişinin hemen öldüğü belirtilir.74 Balakerim’in anlattığı hikâyelerde Ak Deve önünde durduğu her kapıya ölüm getirir. Bir gün herkesin kapısında duracak olan Ak Deve, romanda ölümle özdeşleşmiş ve aynı mahallede farklı hayatlar yaşayan insanlar için ortak kader olmuştur.
Sonuç
Ak Deve romanının aynı mahallenin sakini olan kahramanları geniş bir ailenin mensupları gibidirler. Herkes birbirini tanır, herkes birbirinin derdini bilir. Kendi içine kapanmış, yabancıyı kolay kabullenmeyen mahalle, savaş başlayana kadar adeta kendi kendini yöneten bir yapıya sahiptir. Bağlı olduğu ülke ya da şehrin varlığı sosyalist rejimin adamlarının mahallede ikamet etmeye başlamasıyla ya da mahallenin bazı sakinlerinin rejime hizmet etmeyi ailelerine tercih etmeleriyle hissedilir. Baskın bir karakter olan altı erkek çocuk annesi Hanım Teyze oğullarının yanı sıra tavrıyla, az ve öz konuşmalarıyla, olayların seyri sırasında verdiği sert ve otoriter, disiplinli ve tavizsiz tepkilerle, mahalleliyi yönlendirmesiyle bu mahallenin yöneticisi konumundadır. Balakerim de anlattığı hikâyelerle, çaldığı kavaldan yaydığı duygularla mahallenin manevi önderi gibidir. Mahalleli savaş başlayana kadar Hanım Teyze’nin liderliğinde ortak bir kimlik sergiler. Sadece Muhtar, İbadullah ve Aliabbas Kişi’nin oğlu Mehmetbakır bu ortak kimliğe dahil olamazlar.
Mahallenin en belirgin yerleri Aliekber ve Hanım Teyze’nin aynı avluya bakan evleri, Aliabbas Kişi’nin işlettiği hamam ve oğlunun ihbarıyla sosyalist rejimin adamları tarafından basılan evi, mahallenin çocuklarının toplaşıp Bala-kerim’in çaldığı kavalı dinledikleri kara dut ağacı, Muhtar’ın balkonda çiçekler olan evidir. Burası çoğunluğun Müslüman olduğu ve geleneksel hayatın yaşandığı bir mahalle olsa da merkezde cami yoktur. Geleneksel çizgideki bir Müslüman mahallesinin merkezinde bir camiin olmayışı, Kuran-ı Kerim’in evde gizli bir bölmede saklanması, sistemin kölesi Muhtar’ın ve Mehmetbakır’ın davranışları, Kübra’nın dinî tören yapılmadan gömülmesi sosyalist rejimin savaş öncesinde kendisini nasıl hissettirdiğini ortaya koymaktadır.
Savaşla birlikte mahallenin homojen yapısı bozulmaya başlar. Mahallenin yaşlıları uzaklaşır, fiziksel engeli olmayan erkekleri cepheye gider. Kalanlar cephe gerisinde yaşanabilecek her türlü sıkıntıyla mücadele ederler. Ak Deve teker teker mahallelinin kapısını çalar ve cepheden arka arkaya ölüm haberleri gelir.
Romanın yazarı Elçin Efendiyev her ne kadar rejimin üst düzey siyasi aktörlerinden biri olsa da Ak Deve sosyalist rejime angaje olmuş, güdümlü bir kitap değildir. Özellikle santimantalist bir kahramanı anlatıcı olarak kullanıp bu başkahramanın gözünden ve kabullerinden hareketle hem onun hem de mahalleli ile mahallenin iç dünyasına psikolojik bir dikkatle nüfuz etmesiyle, insanı tamamen iyi ya da tamamen kötü göstermeyip olumlu ve olumsuz taraflarını birlikte vererek gerçek insan kimliğiyle yansıtmasıyla, belli bir olay örgüsü olmadan kahramanların akıbetleri hususunda okuyucuda uyandırdığı merak duygusuyla ve içerdiği sosyolojik verilerle başarılı olduğunu söylemek gerekir
Kaynakça
Adıgüzel Sedat. “Azerbaycan Edebiyatında Postmodernist-Yeni Tarihselci Yaklaşımın Romanı: Kafa”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, S 48, 2019, s. 7-26.
Bayramova Nergiz Laden. Elçin Nesrinin Poetikası, Ozan Neşriyyatı, Bakü 2003.
Demir, Yavuz. Anlatıcılar Tipolojisi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2002.
Efendiyev Elçin. Ak Deve, Akt. Ali Duymaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1999.
Meriç Cemil. Meriç, Kırk Ambar, Cilt I, İletişim Yayınları, İstanbul 1998.
Mutafoğlu Merve (y.t.y) “Otobiyografik Bellek ve Kültür İlişkisi”, Onto Psikoloji Dergisi, Sayı 19, https://www.ontodergisi.com/sayilar/otobiyografik-bellek-ve-kultur-iliskisi.
Ögel Bahattin. Türk Mitolojisi, Cilt II, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2010.
Öztürk Mehmet. Elçin Efendiyev’in Romanlarında Sosyal ve Kültürel Meseleler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa 2016.
Stevıck Philip. Roman Teorisi, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.
Yoska Erhan-MAĞARA Aydın. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, Volume 51, 2021, s. 59-70.
ELÇİN’İN ÖLÜM HÜKMÜ ROMANI ÜZERİNDEN SOVYET SİSTEMİNE BAKIŞ 75
Doç. Dr. Mehdi Genceli76 Furkan Abir77
Giriş
Bu çalışma Azerbaycan edebiyatında Sovyet dönemi devlet ve toplumunu farklı açılardan detaylı olarak anlatan Ölüm Hükmü romanını tarihsel gerçekliğin edebiyata yansıması bağlamında ele almaktadır. Doğu Bloku ülkeleri yazarları Sovyet döneminde sansür ve kısıtlamalardan dolayı özgürce yayın yapamaz. Bu durum Sovyet devlet ve toplum sisteminin eleştirisinin Batılı yazarların tekeline girmesine sebep olur. Soğuk Savaş döneminin ardından Doğu Bloku ülkelerindeki yazarlar yetmiş yıllık bir dönemin öz eleştirisini yapma gereği hisseder. Ölüm Hükmü bu anlayışın tezahürüdür ve sunduğu tarihsel perspektif birçok açıdan analize müsaittir. Çalışmamızın ana noktası Ölüm Hükmü romanında baskı ve yozlaşmanın sistemi hangi vasıtalarla ele geçirdiğinin anlaşılmasıdır. Sistemin iliklerine kadar işleyen bir yandan da farklı şekillerde sürekli yeniden üretilen baskı ve yozlaşma unsurlarının bireysel-toplumsal bazda yarattığı çatışma da çalışmamızın ele aldığı bir diğer problemdir.
Tarihî Roman ve Tarihsel Gerçeklik
Tarihî romanın kurmacayla ilişkisinin ne olduğu/olması gerektiği ve objektif tarih yazımının ne kadar mümkün olduğu, üzerinde durulması gereken meselelerdir. İngiliz tarihçi Carr’a göre, “Tarihin olguları bize hiçbir zaman arı olarak gelmezler, çünkü arı biçimde var olmazlar: Her zaman kayıt tutanın zihninden kırılarak yansırlar.”78 Bilimsel tarih yazımının dahi gerçekliği tam olarak yansıtması söz konusu olamazken tarihî romanın her anlamda gerçeği yansıtmasını beklemek yersiz bir arayış olur. Bu yüzden tarihî roman yazarının da ele aldığı olay ya da döneme tamamen nesnel yaklaşabilmesi güçtür. Olaylar ve kişiler yazarın bakış açısından, dünya görüşünden okuyucuya yansır. Bu durum, roman karakteri hâline gelmiş olan tarihî şahsiyetlerin idealleştirilmesi yahut düşkünleşmesi sonucunu da getirir.
Tarihî roman kavramı 19. asırda ortaya çıkmıştır.79 Üzerine tartışmalı tanımlar yapılan bu kavram, en genel ifadeyle konusunu ve karakterlerini tarihten alan roman olarak bilinmektedir. Bu türün ilk örneği İngiliz edebiyatında Walter Scott tarafından verilmiştir.80 Tarihsel romanlarda kişiler gerçek veya kurgu olabilir, ancak konu tarihsel bir gerçekliğe dayanır. “Scott ilk kez bilinen bir tarihsel gerçekliğe, ana dokusunu değiştirmeden, kurmaca bir öykü monte etmeyi denemiştir. Onun bu denemesi tarihsel romanın fiksiyonla[81] belki de ilk tanışması olarak nitelendirilebilir.”82 Scott’a göre tarihsel roman ya gerçek bir tarihsel olayın içine kurmaca bir öykü monte edilerek ya da bilinen tarihsel bir gerçeklik üzerine bütünüyle kurmaca figürlerin ve figürler etrafında anlatılan olayların aktarılmasıyla oluşturulur.83 Ölüm Hükmü, konusunu tarihten almakla beraber tarihî gerçeklikleri düşsel karakterler üzerinden işlemesiyle Scott’un ikinci tanımına uygundur. Tarihsel romanın en belirgin özelliği, geçmişi bugüne getirmesi ve geçmişi bugünün gözüyle değil, o günlerin gözüyle, o günlerin havasıyla vermesidir.84 Kurgu, çoğu zaman tarihî romanlarda tarihsel olayların ve dönemin zihniyetinin halkın bilincinden aktarılmasında araç olarak kullanılmıştır. Burada önemli olan tarihî olaylar karşısında halkın düşüncesinin aktarılmasıdır ve Ölüm Hükmü romanında da bu dikkatin gözetildiği görülür. İyi bir tarihsel romanda tarihî malzemeler ve tarihî atmosfer roman içi bir yaşantıya dönüştürülebilmelidir.85 Elçin, bir devrin sosyal hayatı ile roman karakterlerini bütünleştirerek roman içi yaşantıyı oluşturur ve tarihsel gerçeklik-kurgu ilişkisini kurar.
Ölüm Hükmü ve Sovyet Sisteminin Eleştirisi
Roman, Bakü’de bulunan Tilki Geldi Mezarlığı’nın tasviriyle başlar. Okur, mezarlığı Salakça adlı köpeğin gözünden izler. Yazar, bu köpeğin mezarlığa geliş hikâyesi vasıtasıyla mekânın çalışanları ve müdürü Abdul Gaffarzade hakkında bilgi verir. Yapılan tasvir ve verilen bilgiler romanın ilerleyen bölümleri için temel teşkil eder. Çünkü Tilki Geldi Mezarlığı işleyişi ve çalışanlarıyla Sovyetler Birliği’nin minyatürü gibidir.86 Mezarlığın bekçisi Eflatun; çıkarcı, yalaka ve ahlâkî değerlerden yoksun bir adamdır. Yazar, Eflatun’un fizikî çirkinliğini de betimleyerek onun maddi ve manevi özelliklerini birleştirir. Mezarlık müdürü Abdul Gaffarzade ilk bölümde güçlü ve sözünü geçiren bir karakter olarak karşımıza çıkar: “Tilki Geldi Mezarlığı’nın Abdul Gaffarzade gibi bir sahibi varken kimden korkacaktı ki? Brejnev’in mi yoksa Abdul Gaffarzade’nin mi daha güçlü olduğu bile tartışılırdı aslına bakılırsa.”87
Pasaj, bekçi Eflatun’un gözünden Abdul Gaffarzade’yi göstermesi bakımından dikkate değerdir. Abdul Gaffarzade, çalışanlarının gözünde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği başkanıyla boy ölçüşebilecek kadar güçlüdür. Bu güç sayesinde korkulan bir adamdır ve sözünden asla çıkılmaz. İlk günler Abdul Gaffar-zade’nin ilgisine mazhar olan ve bekçi Eflatun tarafından bakılan Salakça, zaman içinde müdür tarafından unutulur. Gaffarzade’nin ilgisini kestiği köpeğe bekçi tarafından zaman zaman eziyet edilir ve Salakça doğumundan beri ilk kez mezarlıktan çıkarak kendisini bekleyen meçhul dünyaya doğru yol alır.
İkinci bölüm Bakü’nün fakir bir mahallesinin ve burada yaşayanların tasviriyle başlar. Romanın başkarakterlerinden filoloji öğrencisi Murat Yıldırım’ın ev sahibi Hatice Kadın ölmüştür ve onun cenaze merasimiyle uğraşılmaktadır. Murat Yıldırım içine kapanık bir insandır. Kalabalıklardan hoşlanmaz ve şehir yaşantısına uyum sağlamakta güçlük çeker. O, birçok kişiyi tanır, ancak kendisini tanıyan insan sayısı çok azdır. Yalnızlığını din ile ilgili araştırmalar yaparak gidermeye çalışsa da kendisini Allah’ın bile terk etmiş olduğuna inanır. Yazar, Murat Yıldırım vasıtasıyla Sovyet döneminde dinlere olan olumsuz bakışı da sezdirir: “Devrimden sonra Kuran’ın Azericeye tercümesi yayınlanmamıştı, bu nedenle de kütüphanelerde Azerice Kuran bulmak imkânsızdı. Rusça neşirden yararlanmak için bile özel bir izin gerekiyordu ve talebe Murat Yıldırım büyük bir zorlukla o izni almayı başarmış bulunuyordu.”88
Din, tarihsel gerçekliğe uygun olarak eserde de Sovyet yönetimi tarafından komünist topluma ulaşma yolundaki büyük bir engel olarak görülür. “Yeni Sovyet insanı, kendini burjuva etkilerinden arındırarak, verimli bir şekilde komünist bir toplumun inşa edilmesine katkı sağlayacaktır ve bu değişimin bir parçası olarak eski batıl inançlarından kurtulacaktır.”89
İşçi ve köylü sınıfını sömürü düzeninden kurtaracağını ve insanlara, öteki dünyada değil bu dünyada cenneti yaşatacağını vadeden düzen giderek yozlaşır. Hanedan ve aristokrat sınıfı lağvedilerek eşitlik getirildiği söylense de sistem kendi içinde yine ayrıcalıklı ve üstün bir zümre yaratır. Bu zümre, Komünist Parti ve onun yönetici sınıfıdır. Devlet ve ideoloji adeta yeni bir din hâline gelerek bireyselliği yok eder, farklı bir sömürü düzeni ortaya çıkarır.
Murat Yıldırım’ın benliğine dünyanın geçiciliği ve ölüm duygusu hâkimdir. O, bütün mahalleli cenaze hazırlıkları yaparken kendi kendine hayallere ve düşüncelere dalar. Mahalleli, Hatice Kadın’ı mutlaka Tilki Geldi Mezarlığı’na defnetmek ister. Çünkü bu mezarlığa tek alternatif olan Yeni Mezarlık’ta Müslüman, Yahudi ve Hristiyan mezarları beraber bulunur ve Hatice Kadın’ı oraya gömmek mahallenin aşağılanması anlamına gelir. Toplumun asırlardır yerleşmiş olan hayat görüşünden tamamen kopamadığı açıktır.
Romanın bu bölümünde eğitim ve liyakat sisteminin nasıl ayaklar altına alındığı da gözler önüne serilir. Her alanda olduğu gibi eğitimde de rüşvet ve adam kayırma olağan hâle gelir. Liseyi bitirip üniversite sınavına hazırlanan Murat Yıldırım, yazılı sınavlarda başarılı olmasına rağmen sözlü sınavlarda bir türlü başarılı olamaz. Sınava birinci girişinde bütün soruları yanıtlamasına rağmen Azizimin Cefası adlı romanın yazarını bilemediği için elenir. Romanı kütüphanelerde araştırır, ancak bulamaz. Dahası böyle bir roman yazılmamıştır. Murat Yıldırım bir sene hazırlıktan sonra şansını tekrar dener. Yazılı sınavdan tam not alır. Sözlü sınavda da tüm soruları yanıtlar: “Geleceğin üniversite talebesi anlatmayı bitirince, hoca ‘Çok güzel!’ deyivermişti. ‘Sen iyi bir edebiyat bilgini olacaksın ileride! Şimdi ünlü Rus şairi Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in büyük oğluyla küçük kızının isimlerini söyle bakalım.”90 Murat Yıldırım yine elenir ve bir daha beş sene Bakü’ye adımını atmaz. O, üniversiteye girerken bile uygulanan rüşvet zincirinden henüz haberdar değildir. Köy kütüphanesinde çalışmaya başlar. Bu sırada Bakü’de polislik yapan bir hemşehrisi köye geri gelir ve onu aydınlatır:
“Üniversiteye gitmek istiyorsan boşu boşuna kalkıp Bakü’ye gitmenin ne anlamı var? Boşu boşuna üniversite mi olur be adam? Her şeyin bir bedeli var. Seninkinin bedeli on iki bin ruble mesela! Fiyatı elli bin ruble olan bölümler de var! Başkanın küçük oğlu yok mu, işte onun girdiği bölüm mesela!”91
Polisin anlattığı rüşvet zincirine göre bu on iki bin ruble profesöre gidecek, profesör bir kısmını alıp kalanını bir üst makama verecek, o da aynı şekilde yapıp parayı bakanına verecek, o da bir kısmını alıp geri kalanını Komünist Merkez Kurulu’ndaki yöneticilere verecek, onlar da bir kısmını alıp kalan parayı Moskova’ya göndereceklerdir. Çünkü rejimin işleyişini sağlayan aslında bu kirli çarktır. Polis bu sistemi garipsemek veya eleştirmek yerine Murat Yıldırım’ın torpil veya rüşvet olmadan sınavlara girmesine şaşırır. Bu sert ve soğuk atmosferde romantik/ idealist davranışlar büyük hayal kırıklıklarıyla neticelenir.
Bürokrasideki yozlaşma topluma da yansır. Bireyler; çıkarcı, iş bilir, kurnaz kimseler hâline gelir. Para ve güç ahlâkî değerlerin yerini alır. Toplumun en alt katmanından devletin en üst kademesine kadar her şey maddiyatın etrafında şekillenir.
Ahlâksızlıkla zengin olan kişilere karşın halkın geneline yoksulluk hâkimdir. Geriye dönüş tekniğiyle Hatice Kadın’ın henüz hayattayken, oğlu Balaniyaz’dan bir tabak eti kıskandığı için ona yalan söylediğine şahit oluruz. Meteliğe kurşun atan üniversite talebesi Murat Yıldırım ve onun yaşadığı mahalle fakirliğin sembolüdür. İnsanlar temel beslenme ihtiyaçlarını bile zor karşılar duruma gelmişlerdir:
“Devlete ait mekânlardan et almak zaten sorundu üstelik. Bakü’de et kişi başına bir kilo karneyle satılıyordu uzunca zamandan beri. Tereyağı da kişi başına yarım kilo olmak üzere karneyle satılıyordu yine (son kez 7 Kasım kutlamaları dolayısıyla tereyağını kişi başına bir kilo olmak üzere satmışlardı). Mahalle halkı hem et hem de tereyağı konusunda bayağı sıkıntı çekiyordu yani, ama böyle günlerde her ne suretle olursa olsun, bir deve fiyatına bile mâl olsa (fırıncı Ağabala gibi durumu iyi olan insanların sayesinde pek tabii) taze et bulmak icap ederdi.”92
Romanda dikkat çeken bir husus, devlet tarafından kurulan örgütler aracılığıyla küçük yaşlardaki çocukların sisteme ve ideolojiye bağlılığının sağlanması yolundaki gayrettir. Oktyabryat ve Pioner adlı bu örgütlere yaşları 7 ile 15 arasında değişen çocuklar dahil edilir. Nazilerin HitlerJugend (Hitler Gençliği) adlı yapılanmasını hatırlatan bu örgütler, birer beyin yıkama vasıtasıdır. Eserde vurgulandığı gibi, sisteme doğrudan veya dolaylı en ufak bir eleştiride bulunan kimseler halk düşmanı damgasıyla sürülmekte ya da idam edilmekte iken bu beyin yıkama merkezleri aracılığıyla sistem kutsanır ve gençlik eleştirel düşünme kabiliyeti olmayan, mankurtlaşmış kişiler olarak yetiştirilir. Yazarın, Brejnev’in Bakü’ye gelişini betimlediği sahnede bu örgütlerde yetişen çocukların müstakil şahsiyetlerinin olmadığına, adeta bir makinenin dişlisi gibi hareket ettiklerine tanık oluruz. Öte yandan Brejnev’in Bakü ziyareti elbette bazı fırsatları da beraberinde getirir:
“Yoldaş Brejnev’i herkesten daha coşkulu alkışlayıp herkesten daha sevinçli olduğunu gösterebilen bir talebenin önünde birtakım olanaklar açılması ihtimali yok değildi: onu fakülte (hatta üniversite) komsomol kuruluna üye yapabilirlerdi mesela (yani rektörlüğe çağırarak komsomol kuruluna üye olduğunu söyleyebilirlerdi kendisine!), bu ise ileride Bakü’de bir göreve atanabileceği, komsomol örgütü içinde mesafe kat ederek oradan partiye atlayabileceği, daha sonra ise hem kendi işlerini, hem de bütün sülalesinin durumunu düzeltebileceği anlamına gelirdi.”93
Romanın üçüncü bölümü başkarakterlerden Abdul Gaffarzade’ye ayrılmıştır. Abdul Gaffarzade’nin oğlu Orduhan altı yıl önce ölmüş ve Abdul’un eşi Karatel bu ölümün etkisiyle hayattan ümidini adeta kesmiştir. Abdul ve Karatel’in diğer çocuğu Sevil, Ömer isminde bir piyanistle evlidir. Sevil ve Ömer’in Abdul Ali isminde bir de çocukları vardır. Abdul Gaffarzade; zengin, nüfuzlu ve güçlü bir adamdır. Ailesi ve hatta dünürü Mürşit Gülcihani için imkânlarını kullanmaktan kaçınmaz.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.