Kitabı oku: «Sovyet Öykü Seçkisi», sayfa 7
“Bu motifi yontmayı ve taşı hiçbir yerinden kırmamayı nasıl başardın? Bu kadar temiz ve düzgün bir tornayı nasıl yapabildin?”
Ustalar da aynı fikirdeydiler:
“Tam da çizime uygun olarak! Kusursuz. Temiz bir işçilik. Neredeyse daha mükemmeli imkânsız. Böyle çalışmaya devam edersen sana yetişmemizin mümkünatı yok.”
Daniluşko uzun uzun dinledi ve şöyle dedi:
“Beni üzen de kötü bir tarafının olmaması. Yüzeyi dümdüz, desenler tertemiz, oyma kısımları tam çizime göre. Ama ya güzelliği nerede? Alın size gerçek bir çiçek… Hiç çirkin bir yanı yok. Ona bir bakıyorsunuz, yüreğiniz mutlulukla doluyor. Peki ya bu kâse kimi mutlu edecek? Ne için yapılmış? Kim baksa, tıpkı Katya gibi, ustanın gözleriyle ellerine, taşın hiçbir yerini kırmamak için sarfettiği sabra hayran kalıyor.”
“Peki hatası nerede?” diye güldü ustalar. “Alttan ekleyip perdahla örtmüşsün ve böylece kenarları görünmez olmuş.”
“Aynen öyle… Peki, size soruyorum, taşın güzelliği nerede? Buradan bir damar geçiyor ama sen onun üzerine delik açıp çiçek kesiyorsun. Bunların burada işi ne? Bunlar taşı bozuyor. Ama taş nasıl da güzel! Taşın ilk hali! Anlıyor musunuz, ilk hali, nasıl da güzel!”
Hiddetlenmeye başlamıştı. Galiba içkiyi de biraz kaçırmıştı.
Ustalar Daniluşko’ya Prokopiç’in bunu defalarca söylediğini hatırlattılar:
“Taş taştır. Onunla ne yapılır? Bizim işimiz, yontup kesmek.”
Orada bir ihtiyarcık vardı. Prokopiç’in ve diğer ustaların da ustasıydı. Herkes ona dede derdi. Eli ayağı tutmaz bir haldeydi. Ama sohbete ortak oldu ve Daniluşko’ya şöyle dedi:
“Sevgili oğlum, yanlış yoldasın! Bunları kafandan uzaklaştır! Yoksa dağ ustaları efendisinin eline düşersin…”
“Hangi ustalar, dedeciğim?”
“İşte onlar… Dağda yaşarlar, kimse onları göremez… Sahipleri ne derse onu yaparlar. Bir keresinde gördüm onları ben. İş dediğin öyle olur! Buradakinden, bizim yaptığımızdan farklıdır onlarınki.”
Herkes merak etti bu konuyu. İhtiyara onların yaptığı hangi eşyayı gördüğünü sordular.
“Yılanı gördüm. Sizin bilezik olarak yonttuğunuzdan.”
“Ee, nasıldı peki?”
“Diyorum ya, buradakilerden farklı. Onu gören usta hemen buranın işi olmadığını anlar. Bizim bileziklerde yılanı o kadar temiz yontamıyorlar, taş olduğu belli oluyor ama onlarınki gerçek gibi. Simsiyah sırtı, gözleri… Her an sokmaya hazır gibi. Ne de olsa onlar taştan çiçeği görmüşler, güzellikten anlıyorlar.”
Daniluşko taştan çiçeği duyar duymaz ihtiyarı soru yağmuruna tuttu. İhtiyar açık açık konuştu:
“Bilmiyorum, sevgili oğlum. Sadece böyle bir çiçeğin olduğunu duydum. Bizim buralı halkın onu görmesi imkânsız. Onu görenin bu dünyada yüzü gülmez.”
“Ben görmek isterdim,” dedi Daniluşko.
Nişanlısı Katenka bunu duyunca çırpınmaya başladı:
“Ne, sen ne diyorsun Daniluşko? Bu dünyadan bıktın mı yoksa?” Ve gözyaşlarına boğuldu.
Prokopiç ve diğer ustalar işin nereye varacağını sezip ihtiyarı alaya almaya başladılar:
“Dede, sen bunamaya başladın. Masallar anlatıyorsun. Çocuğun aklını çeliyorsun.”
İhtiyar heyecanlandı ve yumruğuyla masaya vurdu:
“Böyle bir çiçek var! Delikanlı doğru söylüyor. Biz taştan anlamıyoruz. Taştan çiçek tüm güzelliğini sergiliyor.”
Ustalar alaya devam ettiler:
“Dede, sen içkiyi fazla kaçırdın!”
“Taştan çiçek diye bir şey var,” diye diretti ihtiyar.
Bir süre sonra misafirler dağıldı ama bu konuşma Daniluşko’nun kafasından bir türlü çıkmıyordu. Tekrar ormana gitmeye, boru çiçeğinin oralarda dolanmaya başladı. Düğünü ise düşündüğü yoktu. Prokopiç bu durumda onu zorlamak mecburiyetinde kaldı:
“Kızı niye mahcup ediyorsun? Kaç yaşında gelin olacak? Bekle, bekle, nereye kadar… Onunla alay edecekler. Milletin ağzı torba mı büzesin?”
Daniluşko kendi dediğinde diretiyordu:
“Çok az daha sabret! Biraz düşünüp uygun taşı seçeceğim.”
Gumeşki’deki46 bakır madenine gitmeyi alışkanlık haline getirdi. Madene indiğinde yukarı çıkarılan bakır taşlarının ayıklandığı yüzey kısmında dolaşıyordu. Bir keresine eline aldığı bir taşı evirip çevirdi, iyice inceledi ama sonra “Hayır, bu o değil,” diyerek bıraktı.
Bunu der demez bir şey dile geldi:
“Başka yerde ara… Yılan Dağı’nda.”
Daniluşko etrafına bakındı – kimse yok. Kimdi o? Dalga mı geçiyorlar… Etrafta gizlenecek yer de yok… Biraz daha bakındı ve eve gitti. Arkasından bir ses yine:
“Danilo usta, duydun mu? Yılan Dağı diyorum.”
Daniluşko etrafına bakındı. Mavi bir dumana benzer bir kadın görünür gibi oldu sanki. Sonra sesler kesildi.
“Bu da neyin nesi?” diye düşündü Daniluşko. “Yoksa yılanın kendisi mi? Yılan Dağı’na gitsem ne olur ki?”
Bu dağı Daniluşko iyi bilirdi. Yılan hep orada olurdu, Gumeşki’ye yakın bir yerdeydi. Ama yılan artık oralarda olamazdı, her yeri çoktan kazmışlar, yerin üstündeki taşları toplamışlardı.
Daniluşko ertesi gün de o tepeye gitti. Tepe fazla yüksek değildi ama yamacı dikti. Bir tarafı tamamen budanmış gibiydi. Kayaların katmanlaştığı yer en iyi cinstendi. Bütün tabakalar hiçbir yerde olmadığı kadar iyi görülüyordu burada. Daniluşko bu katmanlı yere gitti. Burada bir bakır taşı, yerinden sökülmüştü. Büyük bir taştı, elle taşımak imkânsızdı. Sanki çalı şekli verilmişti. Daniluşko bu hazineyi incelemeye koyuldu. Her yönüyle tam da istediği gibiydi: taşın altına doğru renk koyulaşıyordu, damarlar tam da gerekli yerlerdeydiler… Her şey olması gerektiği gibiydi… Daniluşko çok sevindi, atının peşinden koşarak taşı eve getirdi:
“Bak nasıl bir taş buldum!” dedi Prokopiç’e. “Tam da benim kâsem için özel olarak yapılmış gibi. Artık hızlıca yaparım. Sonra da evlenirim. Katenka beni gerçekten de çok bekledi. Benim için de kolay olmadı. Beni tutan sadece bu işi tamamlamak. Çabucak bitse bari!”
Ve Daniluşko taşı işlemeye koyuldu. Ne gecesi vardı ne de gündüzü… Prokopiç ise bu işe hiç sesini çıkarmıyordu. Delikanlı belki de sakinleşir ve avunur diye düşünüyordu. Çalışma hızlı ilerliyordu. Taşın alt kısmını tamamlamıştı. Görünüşü aynı boru çiçeği gibiydi. Enli yaprakları kümeler halinde, tırtıklı ve damarlıydı. Daha iyisi olamazdı. Prokopiç de tıpkı canlı gibi olduğunu, insanın eliyle dokunası geldiğini söylüyordu. Ama taşın üstlerine doğru ilerledikçe engeller çıkmaya başladı. Daniluşko sap kısmını yonttu; yan taraflardaki yapraklar incecikti, zar zor tutunuyorlardı! Fincan kısmı, boru çiçeğine benziyordu ama o değildi işte… Taştan çiçek, canlılığını ve güzelliğini yitirmişti. Daniluşko’nun uykuları bölündü. Yaptığı kâsenin başında oturuyor, nasıl düzelteceğini, daha iyi nasıl yapabileceğini düşünüyordu. Prokopiç ve kâseye bakmaya gelen diğer ustalar hayret ediyor, delikanlının daha ne istediğine anlam veremiyorlardı. Sonunda kâse ortaya çıktı. Şimdiye kadar kimse daha iyisini yapamamıştı ama Daniluşko’nun içine sinmedi. Delikanlı artık deliliğin sınırına gelmişti, onu tedavi etmek gerekiyordu. Katenka insanların ne konuştuğunu duyuyor, durmadan ağlıyordu. Bu durum Daniluşko’yu da yola getirdi:
“Tamam,” dedi. “Daha fazla uğraşmayacağım. Belli ki benden daha fazlası çıkmayacak, taşın gücünü yakalayamayacağım.”
Ve düğün için bu sefer kendisi acele etmeye başladı. Telaşa gerek yoktu ki, gelinin her şeyi çoktan hazırdı… Düğün gününü ayarladılar. Daniluşko’nun neşesi yerine geldi. Kâhyaya kâseden bahsetti. Kâhya koşarak geldi. Şöyle bir baktı: mükemmeldi! Kâseyi hemen çiftlik beyine yollamak istedi ama Daniluşko şöyle dedi:
“Az bekle. Son bir detay kaldı.”
Sonbahar mevsimiydi. Dolayısıyla düğün Yılan Bayramı’na denk geldi. Bu arada birileri yakında bütün yılanların bir yerde toplanacağını hatırlattı. Daniluşko bu sözleri bir işaret olarak algıladı. Bakır taşından yapılma çiçekle ilgili konuşmaları tekrar hatırladı. Bir şeyler onu çekiyordu: “Son bir kez Yılan Dağı’na gitsem mi? Orada bir şeyler öğrenemez miyim?” Sonra bir de taşı hatırladı: “Sanki her şey ayarlanmış gibiydi! Madende… Yılan Dağı’yla ilgili konuşan o ses…”
Ve Daniluşko dağa gitti. O mevsimde toprak, artık donmaya, hafiften kar tutmaya başlamıştı. Daniluşko taşı aldığı dönemeçli yere geldi, etrafına bakındı. Aynı yerde sanki bir taş, kırılarak alınmış gibi büyükçe bir çukur oluşmuştu. Daniluşko bu taşı kimin kırdığını hiç düşünmeden çukura yaklaştı. “Biraz oturayım, rüzgârdan korunayım. Burası daha kuytu”, diye düşündü. Etrafına bakındı, bir duvarın dibinde masaya benzer bir taş vardı. Oraya oturdu, düşüncelere daldı. Toprağa bakıyordu ve şu taştan çiçek meselesi bir türlü aklından çıkmıyordu. “Bir görebilsem!..” Tam o anda hava sanki yaz gelmiş gibi birden ısınıverdi. Daniluşko kafasını kaldırdı. Tam karşısında, öbür duvarın dibinde Bakır Dağı’nın sahibi oturuyordu. Bakır taşından yapılma giysisinden ve bir de güzelliğinden Daniluşko onu hemen tanıdı. Ama bir yandan da şöyle düşünüyordu: “Belki de bana öyle geliyor. Aslında etrafta kimse yok.” Oturdu, sustu, dağın sahibinin oturduğu yere baktı, bir şey göremiyor gibiydi. Dağın sahibi de susuyordu, sanki düşüncelere dalmıştı. Sonra sormaya başladı:
“Ee, Danilo usta, boru çiçeği kâsen güzel olmadı mı?”
“Olmadı.”
“Pes etme! Yenisini dene. Tasarladığın gibi bir taş bulacaksın.”
“Hayır,” dedi Daniluşko. “Daha fazlasını yapamam. Bitkin düştüm, bir türlü olmuyor. Taştan çiçeği göster bana.”
“Göstermek kolay ama sonra pişman olursun.”
“Dağa mı hapsedeceksin?”
“Neden hapsedeyim? Yol açık ama gidenler yine bana dönüyorlar.”
“Merhamet et de göster bana taşı!”
Dağın sahibi Daniluşko’yu ikna etmeye çalıştı:
“Belki de biraz çabalarsan kendin görürsün.” Aynı zamanda Prokopiç’i de düşünüyordu: “Ustan sana acıdı, şimdi de sen ona acımalısın.” Sonra nişanlısını hatırlattı: “Seni deli gibi seviyor ama senin aklın başka yerde.”
“Biliyorum,” diye bağırdı Daniluşko. “Ama taştan çiçeği görmeden bana hayat hakkı yok. Göster bana onu!”
“Madem öyle, Danilo usta, bahçeme gidelim.”
Dağın sahibi böyle dedi ve ayağa kalktı. O anda sanki toprak kırıntıları dökülüyormuş gibi bir uğultu duyuldu. Daniluşko etrafına bakındı, duvarlar yok olmuştu. Uzun ağaçlar vardı ama bizim ormandakiler gibi değil, taştan yapılmaydılar. Kimileri mermerden, kimileri yılantaşındandı… Türlü türlü… Ama dallarıyla, yapraklarıyla canlıydılar. Rüzgârdan sallanıyor ve yuvarlanan çakıl taşları gibi uğulduyorlardı. Daha aşağılarda otlar vardı, onlar da taştan yapılmıştı. Gök mavisi, kırmızı… Çeşit çeşit… Güneş görünmüyordu ama etraf gün batımı öncesi gibi aydınlıktı. Ağaçların arasında altın yılanlar oynaşır gibi kıvrılıyorlardı. Onlardan ışık da yansıyordu.
Dağın sahibi, Daniluşko’yu büyük bir alana götürdü. Orada toprak, bildiğimiz kil gibiydi ama üzerinde kadife gibi siyah fundalıklar vardı. Bu fundalıklarda bakır taşından yapılma, iri ve yeşil çançiçekleri vardı ve her birinin üzerinde boyalı bir yıldız bulunuyordu. Bu çiçeklerin üzerinde ateşten arılar parlıyor, yıldızlar inceden inceye şarkı söyler gibi çınlıyorlardı.
“Evet Danilo usta, gördün mü?” diye sordu dağın sahibi.
“Aynısını yapacak taş asla bulunmaz,” diye cevap verdi Daniluşko.
“Eğer kendin düşünebilseydin sana böyle bir taş verirdim ama artık veremem,” dedi dağın sahibi kolunu sallayarak. Tekrar bir uğultu oldu ve Daniluşko kendini aynı çukurun içinde buldu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu. Ne de olsa mevsim sonbahardı.
Daniluşko eve geldi. O gün gelin evinde eğlence vardı. Daniluşko önce kendisini mutluymuş gibi gösterdi, şarkılar söyledi, dans etti ama sonra üzerine sanki bir bulut çöktü. Gelin korkuya kapıldı:
“Ne oldu sana? Sanki cenaze evinde gibisin!”
Daniluşko cevap verdi:
“Başım çatlıyor. Gözümde yeşil ve kırmızı karartılar var. Işığı göremiyorum.”
Eğlence o anda sona erdi. Adet olduğu üzere gelin, kız arkadaşlarıyla birlikte damadı uğurlamaya gitti. Yol uzak değildi. Bir, bilemediniz, iki ev ötede oturuyorlardı. Katenka arkadaşlarına seslendi:
“Halka oluşturalım kızlar. Bizim sokağın sonuna kadar gidelim, Yelanskaya sokağından dönelim.”
Kendi kendine “Daniluşko rüzgârda kalacak, ona dokunmasa bari,” diye düşünüyordu.
Kızlar ise… Mutlu mesut yürüyorlardı.
“Tamam,” diye bağırdılar. “Uğurlama zamanı. Evi de çok yakın zaten.”
Bu durumda damadı uğurlama şarkısını söylemeye bile gerek kalmadı.
Sessiz bir geceydi ve kar yağıyordu. Tam gezilecek bir hava vardı. Onlar da öyle yaptılar. Gelinle damat önden gidiyordu. Eğlenceye katılan bekâr bir gençle gelinin kız arkadaşları biraz geride kaldılar. Kızlar uğurlama şarkısını söylemeye başladılar. Şarkı, sanki cenaze uğurluyor gibi ağır ve hazindi. Katenka bunun gereksiz olduğunu düşündü: “Daniluşko olmadan asla mutlu olamam, bunlar da şu ağıtı nereden çıkardılarsa?”
Katenka, Daniluşko’yu başka şeyler düşünmeye zorladı. Daniluşko önceleri onunla konuşuyordu ama sonradan tekrar hüzünlenmeye başladı. O sırada gelinin arkadaşları şarkıyı bitirdiler ve neşelendiler. Gülüp koşuşturuyorlardı. Daniluşko ise canlı cenaze gibiydi. Katenka ne kadar uğraşsa da onu neşelendiremedi. Eve kadar bu halde gittiler. Bekâr delikanlıyla genç kızlar dağıldılar. Daniluşko ise adet olmamasına rağmen nişanlısını evine bıraktı ve tekrar kendi evine döndü. Prokopiç çoktan uyumuştu. Daniluşko sessizce ocağı yaktı, yaptığı kâseleri evin ortasına getirdi ve onlara bakmaya başladı. O sırada Prokopiç’in öksürüğü tuttu. Öksürmekten ciğerleri sökülüyordu adeta. Son zamanlarda sağlığı iyice bozulmaya başlamıştı. Bu öksürük Daniluşko’nun yüreğini burktu. Geçmişi hatırladı. İhtiyara çok acımıştı. Prokopiç öksürdü ve şöyle sordu:
“O kâselerle ne yapıyorsun?”
“Öylesine bakıyordum. Onları vermenin zamanı gelmedi mi?”
“Çoktan geldi. Boşuna yer kaplıyorlar. Bunlardan daha da iyisi yapılamaz.”
Biraz daha sohbet ettikten sonra Prokopiç tekrar uykuya daldı. Daniluşko da yattı ama bir türlü uyku tutmuyordu. Yatakta döndü durdu, sonra kalktı, ocağa odun attı, kâselere baktı ve Prokopiç’e doğru yaklaştı. İhtiyarın baş ucunda biraz bekledi ve iç çekti…
Sonra çekici eline aldı, bir ah çekip boru çiçeğine vurdu, paramparça etti. Çiftlik beyinin çizimine göre yaptığı kâseye ise hiç dokunmadı. Ortasına tükürdü ve koşarak oradan uzaklaştı. Bir daha da Daniluşko’yu gören olmadı.
Kimileri aklını yitirdiğini ve kendini ormana attığını, kimileri de dağın sahibinin onu dağ ustalarının yanına aldığını söylediler.
Ama işin aslı başkaydı. Bunu da size bir başka hikâye anlatacak.
1938
SAŞA ÇYORNIY
(1880-1932)
Şair, nesir yazarı ve çevirmen olan Saşa Çyornıy 1 Ekim 1880 tarihinde Ukrayna’nın Odessa şehrinde beş çocuklu bir ailenin evladı olarak dünyaya gelir. Gerçek ismi Aleksandır Mihayloviç Glikberg’dir.
Yazar, satirik şiirlerinin yanı sıra Almancadan yaptığı çevirilerle çocuk yazarı olarak kısa sürede ünlenir. 1917 Bolşevik Devrimi, yazarı Rusya’nın Pskov şehrinde yakalar. Çyornıy, Bolşeviklerin ideolojisiyle uyuşamayan diğer entelektüeller gibi vatanını terk etmek zorunda kalır. 1920 yılında eşiyle birlikte önce Litvanya’nın Kaunas şehrine, oradan da Berlin’e gider. 1924 yılından itibaren, Fransa’da yaşamaya başlayan yazar, burada çalışmalarını daha çok Rus kültürünü ve tarihini tanıtmaya yönelik yapar. Bu doğrultuda 1924 yılında Profesör Patraşkin’nin Rüyası (Сон профессора Патрашкина), 1928 yılında Kedi Sanatoryumu (Кошачья санатория), 1930 yılında da Pembe Kitap (Румяная книжка) başlıklı çocuk kitaplarını yayımlar. Nitekim burada çevirisi yapılan öykü de yazar tarafından 1927 yılında Paris’te yayımlanan ünlü çocuk Foks Köpeği Mikki’nin Günlüğü (Дневник Фокса Микки) kitabına aittir.
Farklı bir üslup ve tarza sahip olan Saşa Çyornıy, yaşadığı La Favier kasabasında 5 Ağustos 1932 tarihinde çıkan bir yangını söndürme çalışmasından hemen sonra evde geçirdiği kalp krizi sonucunda hayata gözlerini yumar. Yazarın naaşı Fransa’nın güneyinde bulunan Toulon şehrinin Le Lavandou mezarlığına defnedilir.
FOKS KÖPEĞİ MİKKİ’NİNGÜNLÜĞÜ
Funda TEMUR47
Zina, Yemek, İnek ve Benzeri Diğer Konular Hakkında
Sahibim Zina, kız çocuğundan çok foks köpeğine benzer. Sanki küçük bir köpekmiş gibi cıyak cıyak bağırır, zıplar, elleriyle topu yakalar (ağzıyla yakalayamaz) ve ısıra ısıra şeker yer. Düşünüyorum da; kuyruğu yok mu onun? Her zaman bornozunu giyerek banyoya gider, benim ise banyoya girmeme izin vermez, ben de onu gizlice gözetlerim.
Dün Zina övünmeye başladı: “Ne kadar da çok defterim var görüyorsun Mikki, değil mi? Aritmetik, Dikte, Kompozisyon… Ah sen ise, mutsuz bir köpek yavrususun, ne konuşabiliyorsun, ne okuyabiliyorsun, ne de yazabiliyorsun.”
Hav! Ben düşünebiliyorum ve en önemlisi de bu. Hangisi daha iyi: düşünen bir foks köpeği mi yoksa konuşan bir papağan mı?
Büyük harflerle yazılmış çocuk kitaplarını çok az okuyabiliyorum.
Yazmayı da… Gülün, gülün (insanlar güldüğünde, tahammül edemiyorum)! Ben de yazmayı öğrendim. Evet, patilerimdeki parmaklarımın bükülemediği doğru, zira ben ne insanım, ne de maymun. Ama ağzıma kurşun kalemi alıyorum, defter kıpırdamasın diye pençemle tutuyorum ve yazıyorum.
Başlangıçta harfler ezilmiş yağmur solucanına benziyordu. Ancak foks cinsi köpekler kızlardan çok daha çalışkandırlar. Artık ben Zina’dan daha iyi yazıyorum. Ama henüz kalem açamıyorum. Kalemimin ucu bittiğinde, sessizce çalışma odasına koşuyorum ve açılmış kalem çöplerini masadan sıyırıyorum.
***
Üç yıldız koyuyorum. Çocuk kitaplarında gördüm: İnsan yeni bir fikre kapıldığında, üç yıldız koyar…
Hayatta her şeyden önemli olan şey nedir? Yemek yemek. Numaraya lüzum yok! Ev insan dolu. Onlar konuşuyorlar, okuyorlar, ağlıyorlar, gülüyorlar, sonra da yemek yiyorlar. Sabah yemek yerler, öğlen yemek yerler, akşam yemek yerler. Zina ise geceleyin yer, bisküvileri ve çikolataları yastığın altına saklar ve gizlice ağzını şapırdata şapırdata yer.
Ne kadar da çok yerler! Ne kadar uzun sürede yerler! Ne kadar sık yerler! Bir de bana pisboğaz derler…
Dana etinin kemiğini bana verirler (etini kendileri yerler!), küçük bir tabakla süt koyarlar hepsi bu.
Zina ve diğer çocuklar gibi sataşıp, daha fazlasını istiyor muyum? Komposto olarak adlandırdıkları mayaya benzer tatlıyı, kara erik ve üzüm kurusundan yapılı sıvı iğrenç şeyi veya dondurma dedikleri o korkunç şeyi ben yiyor muyum? Ben tüm köpeklerin en nariniyim, çünkü ben foks cinsi köpeğim. Zina’nın elinden özenle aldığım kemiği, bisküviyi ve her şeyi kemirir ve yerim.
Ama onlar… Niye bu çorbalar? Sade su daha lezzetli değil mi?
Kavurmaya katarak tadını bozdukları bu bezelyeler, havuçlar, kerevizler ve diğer iğrenç şeyler ne için?
Neden haşlayıp, kavuruyorlar ki?
Kısa bir süre önce çiğ etten bir parça tattım (et parçası mutfakta yere düştü ve onu yemek benim hakkımdı)… Sizi temin ederim, tüm bu tavada cızırdayan etlerden daha lezzetliydi.
Keşke kaynatmasa ve kızartmasalar, ne kadar da iyi olurdu! Keşke aşçılar olmasa (onlar uysal köpeklere nasıl davranacaklarını bilmiyorlar). Her şey kap olmadan yerden yense, benim için daha keyifli olurdu. Yoksa her zaman masanın altında, başkalarının ayaklarının dibinde oturmak zorunda kalıyoruz. İtekliyorlar, ayaklarımıza basıyorlar. Aman ne keyifli!…
Ya da daha iyisi evin önündeki çimlerde yesek. Herkese birer çiğ et verilse. Yemekten sonra da, Zina’nın benimle yaptığı gibi, herkes yuvarlanır ve bağrışırdı… Hav hav!
Bana pisboğaz diyorlar (kedinin mamasından bir yudum süt içtim, sanki ne olmuş)…
Oysa kendileri… Çorba, kızartma, komposto ve peynirin üstüne ayrıca çeşitli renkte şeyler içiyorlar; kırmızı şarap, sarı bira, siyah kahve… Ne için? Masanın altında gözüm yaşarana kadar esniyorum, insanların etrafında dolanmaya alışığım, onlar ise sürekli oturuyor, oturuyor, oturuyor… Hav! Ve herkes konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor, sanki herkesin karnında bir gramofon çalışıyor.
***
Üç yıldızcık.
Yeni fikir. Bizim inek aptaldır. Neden bu kadar süt verir? Tek bir buzağı var, ama o bütün evi besliyor. Bu kadar süt verebilmek için bütün gün çimleri yiyor, buna bakmak bile acı verici. Ben dayanamazdım. Neden at o kadar süt vermiyor? Neden kedi sadece kendi yavrularını besliyor ve başka kimseyi düşünmüyor?
Acaba konuşan papağanın aklına böylesi bir fikir gelir mi?
Bunun dışında. Tavuklar neden bu kadar yumurta verir? Tam bir felaket. Tavuklar hiçbir zaman mutlu değiller, uykulu sinekler gibi ortalıkta geziniyorlar, uçmayı tamamen unuttular, diğer kuşlar gibi şarkı da söyleyemiyorlar… Tüm bunlar hep şu kahrolası yumurtalar yüzünden.
Yumurtalara tahammül edemiyorum. Zina da öyle.
Eğer tavuklar ile konuşabilseydim, onlara bu kadar yumurta yapmamalarını tavsiye ederdim.
Her şeye rağmen foks köpeği olmak iyidir; çorba içmem, Zina’nın parmaklarının ucunda gezdiği bu kahrolası müzikte dans etmem, süt ve Zina’nın babasının dediği gibi “bunun gibi şeyler” vermem.
Çıt! Kalem kırıldı. Daha dikkatli yazmak gerek, kalemlerin hepsi çalışma odasında, orası da kilitli.
Gelecek sefer köpek şiirleri yazacağım, ilgimi çekiyor.
Foks Mikki,Yazabilen ilk köpek
Şiirler, Kedi Yavruları ve Pireler
Yetişkinler her zaman kendileriyle ilgili şeyler okurlar. Bu yetişkinler sıkıcı insanlar. Tıpkı yaşlı köpekler gibi. Zina ise yüksek sesle şarkı söyler gibi okur, sürekli dönüp durur, ellerini dizlerine vurur ve bana dilini gösterir. Tabi ki böylesi daha keyifli. Ben minderde yatar, onu dinlerim ve pireleri avlarım. Bu, okuma esnasında çok hoş olur.
Zina’nın et doğrar gibi daha özenle okuduğu şeylerin olduğunu fark ettim. Duraksar, damağını şaklatır ve yine devam eder. Her satırın sonunda benim narin kulaklarımda birbirine benzer tınılar çınlar; “babaların çocukları, ölülerin ağları”… Ve bunlara şiir deniliyor.
Dün bütün gün koltuğun altında yattım, hatta zayıfladım. Hep böyle bir şiir yazmak istedim. Buldum ve acayip gururluyum.
Verandada keskin bir rüzgâr.
Yaprakları hızlıca büker.
Ben neşeli foks köpeği Mikki,
Hayvanların en akıllısı!
Muhteşem! Şiir yazdım ve öyle heyecanlandım ki yemek bile yiyemedim. Düşünsenize! Bu dünyadaki ilk köpek şiiri, hâlbuki ben ne okula gittim, ne de “şairler mektebinde” eğitim aldım… Acaba bizim aşçı kadın böyle şiirler yazabilir mi? Oysa o 43, ben ise sadece 2 yaşındayım. Hav! Bu cüce Zina’nın evinde kimin yaşadığına dair hiçbir fikri yok… Beni peçeteyle kundakladı, dizlerine yatırdı ve manikür yapmaya başladı. Susuyor ve kızıyorum. Acaba bu kız milleti yararlı bir şeyler düşünüyor mudur?
Ve yatarak içimden kendi şiirlerimi tersten okumaya çalıştım. Hav! Belki böyle kulağa daha hoş gelir?…
Sert rüzgâr verandada
Hızla savurur tüm yaprakları
Mikki foks neşeliyim ben
Hayvanların en akıllısı…
Ay, ay, ay! Bu da ne böyle?
Kedi yavruları! Söyleyin lütfen! Onların annesi, kurnaz yaratık, tüm gün parkta ortalıktan kaybolur; bir bakmışsın yok, ağaçtaki sivrisinek gibi. Ben ise onun yavrularıyla oynamak zorundayım… Biri benim burnumu yalıyor. Ben de onu yalıyorum, ama dişlerim nedense gıcırdıyor… Diğeri kulağımı emiyor. Sanki onun annesi benim… Üçüncüsü sırtıma tırmanıyor ve sanki elinde rende varmış gibi beni tırmalıyor. Mrrrr! “Sessiz ol Mikki sessiz…” Zina gözünden yaş gelene kadar kahkaha atıyor: “Sen, diyor, onların amcaları gibisin…”
Kızmıyorum. Onların da birini yalaması, emmesi ve tırmalaması gerekiyor. Ancak neden bu kız gülüyor?
Ne kadar tuhaf, ne kadar tuhaf! Bugün vicdansız kedi nihayet çocuklarına geri döndü. Biliyor musunuz, yavru kediler beni bırakıp annelerinin altına sokulunca masa örtüsünün altından baktım, hasetten tüm dişlerimi sıktım ve sinirle hıçkırdım. Bunun üzerine kesinlikle bir şiir yazacağım.
Dışarı çıktım. Yavru kediler ile artık oynamak istemiyorum. Benim değerimi bilmediler. Zina ile de artık oynamak istemiyorum. Burnuma ruj sürdü.
Bundan sonra vahşi bir foks olacağım, bir kestane kovuğunda yaşayacak ve güvercin avlayacağım. Uuu!
***
Gramofon plağının üzerinde bir resim gördüm. Bir foks köpeği gramofon borusunun önünde oturmuş, kafasını yana çevirmiş, kulağını salmış ve dinliyor. Saçmalık! Hiçbir evcil foks köpeği bu hırıltılı ve deli saçması makineyi dinlemez. Zina’nın babası olsaydım, ben daha iyisini yapar ve salonda bir inek beslerdim. İnek de homurdanıyor ve bağırıyor, üstelik onu evde sağmak ahıra gitmekten çok daha rahat olur. Ne ilginç bu insanoğlu…
Zina ile barıştım: oyuncak bowling topunu rulo yapıp parke üzerinde yuvarlıyor, bense bacaklarımla onu yakalıyordum. Ah, yakalayabileceğim yuvarlak olan ve yuvarlanan her şeyi ne kadar da seviyorum!
Lakin kız çocuğu hep kız çocuğudur. Yere oturdu ve esnedi. “Hey Mikki, aynı şeyi yüz kere yapmaktan sıkılmadın mı sen?”
Öyle mi? Zina’nın oyuncak bebeği, kitapları, kız arkadaşları var, babası sigara içer, aptalca iskambil kartlarıyla oynar, gazete okur; annesi tüm gün giyinir, soyunur. Benim ise sadece bir topum var, ama beni hep azarlıyorlar!
Pirelerden nefret ediyorum. Ne-ff-rr-ee-t. Bence aşçı kadını ısırabilirler (Zina’ya kıyamam), ama nerde, bütün gün bana dadanıyorlar, sanki şekerim. Kedi yavrularından bile bana atlıyorlar. Pekiyi! Ön tarafa gideceğim, sırtımı yere doğru uzatarak kaba bir paspasın üzerine uzanacağım, onları kaşıyacağım ve böylece bayılacaklar. Hav hav hav!
Şömine yaktık. Ateşe bakıyorum. Ama ateşin ne olduğunu kimse bilmiyor.
Foks MikkiDünyada ondan daha akıllısı olmayan köpek şair
Farklı Sorunlar, Rüyam ve Köpek Düşüncelerim
Soru, sonunda bir balık kancasının, yani soru işaretinin olduğu bir satıra deniyor.
Beş soru kafamı kurcalıyor. Neden Zina’nın babası “gözlerinin yerinden fırladığını” söyledi ki? Onlar hiçbir yere fırlamadılar, gözlerimle gördüm. Neden aptalca şeyler söylüyor ki? Gardıroba doğru yanaştım, aynanın önünde oturdum ve var gücümle yukarı doğru baktım. Saçmalık! Alın da gözler de olduğu yerde duruyor.
Ayda foks köpekleri yaşıyor mu, ne yerler, benim aya doğru yaptığım gibi onlar da dünyaya doğru uluyorlar mı? Tabak şeklindeki ay birden günlerce ortadan kaybolduğunda foks köpekleri nereye gidiyordur? Mikki, Mikki bir gün aklını kaçıracaksın!
Neden balıklar livar48 denen boş ağa giriyorlar ki? Eğer suyun altında nasıl yaşayacağını bilmiyorsan, gölette sessizce oturursun. Balıklara çok üzülüyorum. Sabah yüzen ve baloncuk çıkaran balıklar, akşama karanlık ve dar bir insan midesinde sindiriliyor. Dahası, vahşi kedi tüm artık bağırsakları bahçeye dağıtıyor…
Neden Zina’nın dadısı hep esmer iken, bugün saçları saman demeti gibi? Zina kıkırdadı, bense korktum ve düşünceye daldım. Ah Mikki, iyi ki bir köpeksin. Seni böyle bir papağanla evlendirselerdi, salı günü siyah, çarşamba turuncu, perşembe mavi ve yeşil çizgili… Aman aman. Ateşim çıktı hemen.
Neden kötü davrandığımda suratıma hemen köpek namlusu takıyorlar, bahçıvan ise haftada iki kez sarhoş olur, sinirli boğa gibi kabadayılık taslar, ama ona bir şey yapmazlar? Zina’nın amcası bahçıvanın “gazi” olduğunu, bu nedenle ona hoşgörüyle yaklaşılması gerektiğini söylüyor. Mutlaka “gazinin” ne olduğunu öğreneceğim ve gazi olacağım. Bana da hoşgörülü davransınlar. Kemiğimi bitirmeye gideceğim (Onu sakladım… Nerede? Bunu söylemem!). Sonra tekrar yazacağım.
***
Ah, rüyamda ne gördüm! Köpek okulunun müdürü olmuşum. Köpekler sınıfta oturuyorlar ve “ünlü köpeklerin tarihleri”, “doğru köpek davranış kuralları”, “beyin kemiğini nasıl yemek gerekir” ve köpekleri ilgilendiren diğer konularda dersler dinliyorlar.
Küçüklerin sınıfına girdim ve “Merhaba köpekçikler,” dedim. Hav hav hav, Müdür bey! “Bunlardan memnun musunuz Bay Mops?” Müzik öğretmeni olan Bay Mops gevelendi ve mırıldandı. Şikâyet edemem. Gayret gösteriyorlar. “İyi bakalım. Yetkime dayanarak köpekçiklerin yarım saat salıverilmesini emrediyorum.”
Aman Tanrım, birden olan oldu! Köpekçikler çete halinde üzerime atladı. Yere yapıştırdılar. Biri bana bir mürekkep püskürttü, bir diğeri beni kuyruğunun ucundaki bir tüyle deldi, ah! Üçüncüsü kulaklarımı yana doğru çekmeye başladı, sanki kauçuk gibi… Bir lokomotif gibi ses çıkardım ve uyandım. Ay! Yerde bir hamamböceği oturmuş Zina tarafından atılan bisküviyi yiyor. Panjur pencereye çarpıyor. Uu-uu-uu!…
Zina’nın odası kilitli. Mutfağın arkasındaki köşeye süzüldüm ve aşçının yatağının yanındaki halıya kıvrıldım. Tabii ki aşçıyı sevmiyorum, o bir horluyor, raftaki kavanozlar yerinden oynuyor, tombul ayağını battaniyenin altından çıkardı ve parmaklarını uykusunda kımıldattı… Ne yaparsın işte?
Pencereden ışık gelmeye başladı, ben ise yatarak düşünüyordum; rüyam ne anlama geliyor? Aşçının tozlanmış bir rüya tabirleri kitabı vardı. Şişman parmaklarıyla onun sayfalarını sık sık çevirir ve her seferinde rüyada damat görmenin ne anlama geldiğine bakar. Düşünsene, kim bu yağ tulumuyla evlenir ki?..
Benim neyime ki “rüya tabirleri kitabı?” Köpek rüyaları bu kitapta yer almıyor ki… Belki rüya benim iyiliğimeydi?
***
Düşünceler…
Su kışın donar, ben ise her sabah. En iğrenç insan icadı, köpeğin boynuna takılan köpek derisinden yapılı tasmadır. Neden bizim komşu hemen yanı başında fırıncı varken toprağı sürer ve buğday eker? Bir köpek yavrusu eve çok ama çok küçük bir çiş yaptığında, onun burnunu çiş yaptığı yere sürterler; aynısını Zina’nın küçük kardeşi yaptığında altındaki bezi ipe asarlar, onu ise ayak tabanından öperler. Burun sürtülecekse o zaman herkesin burnu sürtülmeli. Kirpi ile kavga ettim, ama o dürüst değil; kafasını gizledi ve her tarafı dikenli. R-r-r! Nasıl bir kavga bu? Salam yiyordum ve istemeden salamın ipini yuttum. Apandisit mi olacağım yani?
Zina bademli süt, annesi sıcak çörek, babası eski çanta kokar, aşçı kadın ise, bilemiyorum…
Başka fikrim yok. Frr! Neden kimse bana bir parça şeker vermeyi akıl edemiyor?
Gerçekten profesör olması gerekenFoks Mikki
Sonbahar Rezaleti
Sonbahar. Yağmur yağıyor. Tüm gün yağmaktan sıkılmıyor mu? Sarı yaprakların hepsi dökülüyor, yakında ağaçlar tam anlamıyla kel kalacaklar. Sonra ise sis çökecek, büyük köpek kulübeye girecek ve sabahtan akşama kadar horul horul uyuyacak. Ben bazen ona misafirliğe gidiyorum. Ama o aptal ve cahildir. Onunla oynadığımda ve dikkatlice kuyruğunu çektiğimde o patisiyle kafama vurur ve karnımı ısırır. Cahil köylü.
Sis, sis, sis. Çamur, çamur, çamur. Ve birden hava ısınır. Her yerden çıldırmış kuşlar uçuşur. Gökyüzü Zina’nın yıkanmış mavi eteği gibi olur ve kararmış odunlarda yeşil tomurcuklar açar. Sonra tomurcuklar patlayacak, büyüyecek ve çiçek açacak… Ne güzel! Buna bahar deniyor.
Ağaçlar, yaşlıları dahi, her bahar gençleşir. İnsanlar ve yaşlı köpekler ise asla. Niçin? İşte Zina’nın amcası tamamen kel, kafasındaki tüm tüyler dökülmüş, aynı bilardo topu gibi. Birden ilkbaharda onun kafatasında yeşil çimen çıksa? Ve çiçekler?
Ya da her köpeğin kuyruğunun ucunda nisan ayında gonca açsa?..
Dünyadaki her şeyi değiştirmek isterdim. Ama küçük bir foks köpeği ne yapabilir ki?