Kitabı oku: «Sovyet Öykü Seçkisi», sayfa 6
PAVEL PETROVİÇ BAJOV
(1879-1950)
Sovyet yazar ve halkbilim uzmanı Pavel Petroviç Bajov, maden işçisi bir ailenin çocuğu olarak Yekaterinburg yakınlarında küçük bir kasabada doğar. Dini eğitim aldıktan sonra Rus dili ve edebiyatı öğretmeni olarak görev yapar ve bu dönemde Ural halk masallarıyla yakından ilgilenir. Ekim Devrimi’ni sosyal adaletsizlikle mücadele aracı olarak benimser. İç Savaş’ta Beyaz Ordu’ya karşı savaşır. Yazarlık kariyerine İç Savaş yıllarında başlar, Ural bölgesinin tarihi, folkloru ve sözlü anlatıları üzerine derlemeler yapar, çeşitli kitaplar yazar. 1939 yılında kaleme aldığı ve Ural masallarından oluşturduğu Bakır Taşından Kutu (Малахитовая шкатулка) adlı kitabıyla 1943 yılında İkinci Dereceden Stalin Ödülü’ne, bundan bir yıl sonra da Lenin Nişanı’na layık görülmesine rağmen ancak altmış yaşından sonra Sovyet Yazarlar Birliği’ne kabul edilir. Bajov’un kaderini değiştiren ve ona ün getiren bu kitap, yüz farklı dile çevrilir. Taştan Çiçek (Каменный цветок) masalı bu kitabın en iyi hikâyelerindendir. 1950 yılında hayata veda eden Pavel Bajov’un kaleme aldığı pek çok eser bale, tiyatro ve opera olarak sahnelenmiş, film ve çizgi film olarak ekranlara uyarlanmıştır.
TAŞTAN ÇİÇEK
Gamze ÖKSÜZ41
Taş işçiliğinde sırf mermerciler ün salmış değildi. Dediklerine göre bizim fabrikalarda da bu sanatla uğraşanlar vardı. Ama bir farkla; bizim buralarda en çok bakır taşı olduğu için ve bundan daha iyi bir cins de bulunmadığı için bizimkiler daha çok bakır taşını işliyorlardı. Ve bu taştan da türlü türlü şeyler yapıyorlardı. Bir görseniz aklınız şaşar. Neler neler…
Bir zamanlar Prokopiç diye bir usta vardı. Bu işleri ilk yapanlardandı. Ondan daha iyisi yoktu. Yaşı geçkinceydi.
Çiftliğin beyi, kâhyaya oğlunu Prokopiç’ten ustalık öğrenmesi için onun yanına koymasını emretti:
“Bütün incelikleri öğrensin.”
Ama Prokopiç, sanatından ayrı kalmak istemediğinden midir yoksa başka bir sebepten midir nedir bilinmez, delikanlıya pek az şey öğretti. İşi resmen savsakladı. Delikanlının kafasına vura vura şişlikler oluşturdu, kulaklarını koparırcasına çekti ve kâhyaya da şöyle dedi:
“Bunda iş yok… Görüş yeteneğinde o incelik yok, elleri beceriksiz. Bundan bir iş çıkmaz.”
Anlaşılan o ki, kâhyaya Prokopiç’in gönlünü hoş tutması tembihlenmişti:
“İş yok diyorsan, yoktur… Bir başkasını göndeririz sana….”
Ve bir başka delikanlıyı yönlendirdi ustaya.
Gençler olup bitenleri duymuşlardı… Sabahtan akşama Prokopiç’in eline düşmemek için kaçışıp duruyorlardı. Anne-babalar da biricik evlatlarına bile bile işkence edilmesine razı değillerdi. Herkes kendi bildiğince bahaneler üretmeye başladı. Kimileri bakır taşıyla yapılan bu işçiliğin sağlığa zararlı olduğunu, bu işin sırf zehir olduğunu söylüyordu. Buna benzer bahanelere de sığınıyorlardı.
Kâhya yine de çiftlik beyinin emrini tekrarladı ve Prokopiç’e çıraklar yolladı. Prokopiç ise bu delikanlılara kendi yöntemiyle ıstırap çektirdikten sonra onları kâhyaya geri gönderiyordu:
“Bunda iş yok…” diyordu.
Kâhyanın tepesi atmaya başladı:
“Bu ne zamana kadar böyle sürüp gidecek? İş yok da iş yok, ne zaman iş olacak? Bu son gelene bari öğret…”
Prokopiç, dediğinde diretti:
“Benimle alakası yok… On yıl sürse bile öğretirim ama bu son gelenden de bir iş çıkmaz…”
“Daha nasıl birini istiyorsun?”
“Bana kimseyi göndermesen de fark etmez, çok da meraklısı değilim.”
Prokopiç’le kâhya daha bir sürü genci denediler ama sonuç hep aynıydı: kafada şişlikler, akılda olan ise bir şekilde oradan kaçmak… Bazıları da sırf Prokopiç onları kovsun diye mahsustan işi bozuyordu.
Bu iş Danilko Nedokormış’a42 kadar böyle devam edip durdu. Bu çocukcağız öküz ve yetimin biriydi. Yaşı o zamanlar en fazla on ikiydi. Uzunca boylu, hastalıklı gibi zayıf mı zayıftı. Ama temiz yüzlü bir çocuktu. Masmavi gözleri, kıskıvırcık saçları vardı. Onu önce çiftlik beyinin evinde çalışan Kazak kadının yanına verdiler. Tütün kutusu getir, mendil götür gibi gidiver geliver işlerine bakıyordu. Ama bu yetimin bu tür koşuşturmalara pek yeteneği yok gibiydi. Diğer çocuklar bu tür işlerde pervane gibi dönerlerdi. En ufacık bir şeyde hazır ola geçer “Ne emretmiştiniz?” diye sorarlardı. Bu Danilko ise bir köşeye siniyor, gözlerini bir tabloya ya da bir bezemeye dikiyor, öylece duruyordu. Ona seslendiklerinde hiç kulak asmıyordu. İlk başlarda tabi ki dayak da atıyorlardı ama sonradan el-kol hareketleriyle uyarmaya başladılar:
“Ne kadar da alık! Çok ağırkanlı! Bundan iyi bir hizmetçi çıkmaz.”
Onu fabrikaya ya da bakır madenine de vermemişlerdi çünkü fazlasıyla güçsüzdü. Bu işlere bir hafta bile dayanamaz, ölürdü. Sonunda kâhya onu çoban yamağı yaptı. Danilko burada da hiçbir işe yaramadı.
Çocukcağız çok gayretliydi ama ne yapsa mutlaka kusurlu çıkıyordu. Sürekli bir şeyler düşünüyor gibi bir hali vardı. Gözünü otlara bir dikiyordu, haydi gel de inekleri bul bulabilirsen! Yaşlı çoban çok merhametliydi, bu yetime acıdı. Ama zaman zaman da kızıyordu ona:
“Danilko, sen hiç adam olmayacak mısın? Kendi kendini mahvediyorsun, bu yaşımda beni de zor durumda bırakıyorsun. Bu işin sonu nereye varacak? Ne düşünüp duruyorsun öyle?”
“Dedeciğim, ben de bilmiyorum… Öylesine… Hiçbir şey düşünmüyorum… Öylesine bakakalmışım. Küçücük bir böcek bir yaprağın üzerinde geziniyor. Mavimsi bir böcek ama kanatlarının altında sarıymış gibi görünüyor, yaprak ise kocaman… Diş diş olmuş kenarlarından fırfırlar çıkmış gibi. Bu kısımlarıyla daha koyu görünüyor ama ortası yemyeşil, sanki şimdi yeni boyanmış gibi… Böcek ise dolanıp duruyor…”
“Danilko, sen deli misin nesin? Böceği incelemek sana mı kaldı? Dolanıyorsa dolanıyor, senin işin sığırlara bakmak. Bana bak, bu saçmalıkları kafandan at yoksa kâhyaya geri veririm seni!”
Yine de Daniluşko’ya bahşedilmiş bir yetenek vardı. İhtiyarın yanında kaval çalmayı öğrenmişti. Akşamları sığır gütmeden dönerken kadınlarla kızlar yalvarırlardı:
“Haydi Daniluşko, bir türkü çal.”
Danilko da çalmaya başlardı. Hem de hiç bilinmeyen türküleri… Kâh orman uğuldar kâh dereler şırıldar, her türden küçük kuşlar ötüşür ve ortaya muhteşem bir melodi çıkardı. Çalıp söylediği bu türküler için kadınlar Daniluşko’yu sevgiyle selamlar olmuşlardı. Kimi üstüne giyecek bir şeyler dikiyor, kimi ayağına dolak örüyor, kimi yeni bir gömlek dikiyordu. Yemek konusunda ise bir şey söylemeye bile gerek yoktu. Herkes elinden geldiğince az ya da çok yemek vermeye çalışıyordu. Daniluşko’nun türküleri ihtiyar çobanın da yüreğine işliyordu. Ama ortaya ufak bir sorun çıktı. Daniluşko çalmaya bir başladı mı her şeyi unutuyordu; tabi sığırları da. Bu türkü işiyle birlikte onun felaketi de başladı.
Bir gün Daniluşko kaval çalmaya dalmışken ihtiyar da biraz kestirmiş ve o arada içi geçmişti. Yavru sığırlardan bazıları sürüden ayrılmıştı. Sürüyü toplamaya gittiklerinde bir de baktılar ki yavrulardan hiç biri yok. Aramaya koyuldular ama ara ki bulasın. Sürüyü Yelniç nehri civarında otlatıyorlardı… Kurtların bol olduğu, ıssız bir yerdi orası… Sadece tek bir ineğin yavrusunu bulabildiler. Sonra sürüyü köye doğru güderek geri döndüler… Olan biteni anlattılar. Bakır taşı fabrikasından da yavruları aramaya koşanlar oldu ama hiçbirini bulamadılar.
O dönemde nasıl hesap dürüldüğü malum! Her suç için sırtına bir kamçı yersin. Günahlardan en büyüğü ise kaybolan ineklerden birinin kâhyaya ait olmasıydı. O zaman artık hiç kaçış yolu yoktu. Önce ihtiyarı haşladılar, sonra sıra Daniluşko’ya geldi ama çocuk çok zayıf ve cılızdı. Çiftlik beyinin celladının ağzından şu laflar döküldü:
“Şuna bir bak, bir kere vursan bayılır, ikincisinde ise ruhunu teslim eder.”
Yine de acımadı, vurdu. Daniluşko ise susuyordu. Cellat bir daha vurdu, Daniluşko sustu. Üçüncü bir kez daha vurdu ve oğlan yine sustu. Cellat gitgide işi azıtıyordu, kolunun var gücüyle vurdu. Bir yandan da bağırıyordu:
“Ben sana sessiz kalmayı göstereceğim… Hadi bağır… Bağır!”
Daniluşko’nun bütün vücudu titriyor, gözlerinden yaşlar boşanıyor ama susuyordu. Dudaklarını ısırıyor ve böylece kendinde dayanma gücü buluyordu. Gitgide güçten düştü ama ağzından bir tek kelime bile duyulmadı. Kâhya – tabi ki o da oradaydı – bu duruma şaştı kaldı:
“Araya araya amma da sabırlısını bulmuşum ha! Şimdi onu göndereceğim yeri biliyorum ben, tabi eğer sağ kalırsa…”
Daniluşko iyileşinceye kadar hep yattı. Büyükanne Vihoriha onu dizlerine yatırdı. Onun çok iyi bir kadın olduğunu söylerler. Bizim fabrikalarda şifacı olarak büyük ün salmıştı. Otların dilinden iyi anlardı. Hangisi diş ağrısına iyi gelir, hangisi kırgınlığı alır, hangisi gerginliği giderir… Yani her derde deva. Vihoriha, otları belli dönemlerde, onların en verimli zamanlarında toplardı. Birtakım otlardan ve onların köklerinden bir sıvı elde etti, sıvıyı kaynattı ve merhemlerle karıştırdı.
Daniluşko bu büyükannenin yanında yeniden dirildi. Yaşlı kadın hem şefkatli hem de konuşkandı. Kulübesinin her tarafında türlü türlü kurutulmuş kökler, otlar ve çiçekler asılıydı. Daniluşko’nun otlara karşı merakı vardı. Şunun adı ne, nerede yetişir, bu ne çiçeği? İhtiyar kadın ise ona her şeyi anlatıyordu.
Bir keresinde Daniluşko büyükanneye o bölgedeki bütün çiçekleri bilip bilmediğini sordu.
“Övünmek gibi olmasın ama herhalde açan tüm çiçekleri biliyorum.”
“Yoksa bir de açmayan çiçek mi var?”
“Tabi açmayanlar da var. Eğreltiotunu bilir misin? Sadece İvan Günü’nde43 açtığı söylenir. Bu, sihirli bir çiçektir. Onunla define bulurlar. Ama insanlar için zararlıdır. Koparırsan içinden ışık fışkırır. Onu yakalarsan bütün kapılar sana açılır. Aldatıcı bir çiçektir. Bunun dışında bir de taştan çiçek var. Bakır taşı dağında yetiştiği söylenir. Yılan Bayramı’nda44 gücünün doruğuna erişir. Bu çiçeği gören kişiler talihsizdir.”
“Neden talihsizdir, büyükanne?”
“Bunu ben de bilmiyorum evladım. Öyle derler.”
Bıraksalar Daniluşko, Vihoriha’nın yanında bir süre daha kalabilirdi. Ama delikanlının yavaş yavaş ayaklanmaya başladığını gören kâhyanın adamları, durumu derhal kâhyaya bildirdiler. Kâhya, Daniluşko’yu yanına çağırdı ve şöyle dedi:
“Artık bundan sonra Prokopiç’in yanına gideceksin ve bakır taşı işini öğreneceksin. Tam sana göre bir iş!”
Eh, emre karşı gelinmez. Daniluşko yola koyulda ama hâlâ rüzgâr estikçe sallanıyordu.
Prokopiç, çocuğa şöyle bir baktı:
“Bir böylesi eksikti,” dedi. “Sağlıklı çocuklar bile buranın şartlarına dayanamıyor. Böyle birinden nasıl iş beklersin ki, ayakta zor duruyor.”
Prokopiç, kâhyanın yanına sokuldu:
“Ben bunu istemem. Kazara ölüverirse sorumluluk alamam.”
Ama kâhya bu sözlere kulak asar mı?
“Emrine verildi bir kere. Akıl vermeyi bırak da ona işi öğret! Bu delikanlı güçlü biri. Maraz olduğuna bakma.”
“Siz bilirsiniz,” dedi Prokopiç. “Madem ki emredildi. İşi öğreteceğim ama günahı benim boynuma değil.”
“Günahı kimsenin boynuna değil. Bu çocuk kimsesizin teki. Eti senin kemiği bizim,” dedi kâhya.
Prokopiç eve geldi. Daniluşko onun evinde tezgâhın başında ayakta duruyor, bakır taşından bir levhayı inceliyordu. Levhanın üzerine bir oluk açılmış, bir kenarı kırılmıştı. Daniluşko işte bu noktaya odaklanmıştı ve hafifçe başını sallıyordu. Yeni gelen delikanlının bunu farketmiş olması, Prokopiç’in ilgisini çekti. Koymuş olduğu kurallar gereği sert bir dille sordu:
“Sen ne yaptığını sanıyorsun? Kim senden eşyalarımı eline almanı istedi? Öyle neye bakıp duruyorsun?”
Daniluşko cevap verdi:
“Bana kalırsa, dedeciğim, levhayı bu kenarından kesmemeli. Bak, görüyor musun? Burada bir desen var ama o da kesilecek.”
Prokopiç sinirlenip bağırmaya başladı elbette:
“Ne? Sen kim oluyorsun? Usta mısın? Daha elin malzeme görmemiş, bir de akıl mı veriyorsun? Sen bu işten ne anlarsın ki?”
“Anladığım şey, insanların bu levhayı bozduğu,” diye cevap verdi Daniluşko.
“Kim bozmuş? Ha? Daha dünkü çocuk, başıma ustabaşı kesilmiş!.. Ben sana bozulmak neymiş göstereceğim… Kemiklerin elimde kalacak!”
Esti, gürledi ama Daniluşko’ya bir fiske bile vurmadı. Prokopiç bu sefer levhayı hangi kenarından kesmek gerektiğini kendisi düşünmeye başladı. Daniluşko bu konuşmayla hedefi tam ortasından vurmuştu. Prokopiç iyice bağırıp hırsını aldıktan sonra sakinleşip sordu:
“Hadi bakalım, ustabaşı, göster, sence nasıl yapmalıyız?”
Daniluşko hem anlatmaya hem de göstermeye başladı:
“İşte böyle bir desen ortaya çıkmış. Ama levhayı daha dar tutup desensiz kısmından kessek ve sadece üst tarafından ufak bir çatkılı çerçeve bıraksaydık çok daha güzel olurdu.”
Prokopiç durup durup bağırmaya başladı:
“Hele bak sen şuna… Tabi ya! Çok iyi anlıyorsun. Yememiş, içmemiş, kafasında bunları biriktirmiş.”
Kendi kendine ise şöyle düşünüyordu: “Delikanlı doğru söylüyor. Dediği gibi yaparsak iyi olacak. Ama onu nasıl eğitmeli? Bir kerecik vursan iki seksen yere uzanacak.”
Prokopiç içinden bunları geçirdi ve Daniluşko’ya şöyle dedi:
“Bu işi kimin yanında öğrendin?”
Daniluşko kendi hikâyesini anlatmaya başladı:
“Yetim olduğumu söylüyorlar. Annemi hatırlamıyorum, babamın kim olduğunu ise hiç bilmiyorum. Bana Danilko Nedokormış derler. Babamın adını bilmiyorum.”
Daniluşko çiftlik beyinin evine nasıl geldiğini ve oradan neden kovulduğunu, sonra yazın nasıl inek güttüğünü ve orada nasıl dayak yediğini anlattı.
Prokopiç üzüldü:
“Delikanlı, görüyorum ki hayat sana gülmemiş, üstelik bir de benim elime düştün. Bizim meslek ağır iştir.”
Sonra öfkelenir gibi oldu, homurdanmaya başladı:
“Ee, bu kadar yeter! Şuna bak, nasıl da çenesi düşük biri çıktı! Keşke herkes eliyle değil de diliyle çalışabilseydi. Bütün gece boş boş çene yarıştırdım! Çırak da öyle! Yarın göreceğiz bakalım ne akıllar vereceksin. Şimdi otur da yemeğini ye, sonra da yatma vakti!”
Prokopiç yalnız yaşıyordu. Karısı çoktan ölmüştü. Ara sıra uğrayan ihtiyar komşu Mitrofanovna, ev işlerine yardımcı oluyordu. Sabahları kulübeye çekidüzen veriyor, yiyecek bir şeyler pişiriyordu. Akşamları ise Prokopiç yapılması gerekenleri kendisi hallediyordu.
Yemeklerini yediler.
“Şu sedirin üstüne yat!” dedi Prokopiç.
Daniluşko ayakkabısını çıkardı, sırt heybesini başının altına koydu, üstündeki keten gömleğine büründü, hafifçe büzüştü. Ne de olsa sonbaharda kulübe soğuk oluyordu. Yine de bu halde hemencecik uykuya daldı.
Prokopiç de yattı ama uyuyamadı. Bakır levhadaki desen üzerine yaptıkları konuşma aklından çıkmıyordu. Bir o yana bir bu yana dönüp durdu, kalktı, mumu yaktı ve tezgâha doğru gitti. Bakır taşı levhasını her türlü ölçtü. Bir kenarını kısaltıp öbür tarafına ek yaptı, küçülttü; öyle koydu, böyle döndürdü ama en iyi desen gerçekten de delikanlının gösterdiği şekilde çıkıyordu.
“Demek Nedokormış buymuş!” diye şaşırdı Prokopiç. “Henüz yolun başında ama ihtiyar ustabaşına gününü gösterdi. İşte göz dediğin budur! İşte budur!”
Sessizce depoya gitti, bir yastıkla koyun postundan bir gocuk buldu. Yastığı Daniluşko’nun başının altına yerleştirdi, gocukla üzerini örttü.
“Uyu bakalım keskin bakışlı!”
Daniluşko uyanmadı, sadece öbür tarafına döndü, gocuğun altında ısınmıştı, bacaklarını uzattı ve burnundan hafif tıslama sesleri geldi. Prokopiç’in hiç çocuğu olmamıştı. Daniluşko ise onun yüreğine işlemişti adeta. Usta, ayakta durup çocuğu seyrederken Daniluşko burnundan tıslamaya devam ediyor, mışıl mışıl uyuyordu. Prokopiç’in tek tasası, bu kadar cılız ve maraz olan bu çocuğu ayağa kaldırabilmekti: “Sağlığını bozmadan bu mesleği nasıl öğretmeli? Toz, zehir… Çabucak kuruyup soluverir. Önce biraz dinlensin, kendine gelsin, sonra öğretmeye başlarım. Belli, bundan iş çıkacak.”
Ertesi gün Daniluşko’ya şöyle dedi:
“İlk önce ev işlerine yardım edeceksin. Benim çalışma düzenim böyledir. Anladın mı? İlk iş olarak kartopu çiçeği toplamaya git. Şimdilerde İnya nehrinin sularıyla besleniyor ve börek içi yapmak için tam zamanı. Ama dikkat et de çok uzaklaşma. Artık ne kadar bulabilirsen. Yanına fazladan ekmek al, ormanda yersin. Bir de komşu Mitrofanovna’ya uğra. Sana iki yumurtayla bir kap süt pişirmesini söylemiştim. Anladın mı?”
Ertesi gün yine emirler verdi:
“Bana iyi öten bir saka kuşuyla çok hareketli bir iskete yakala. Akşama hazır olsunlar. Anladın mı?”
Daniluşko bunları yakalayıp getirdiğinde Prokopiç emirlere devam etti:
“Tamam ama hepsi bu kadar değil. Daha fazlasını yakala.”
Günler böylece akıp gidiyordu. Prokopiç, Daniluşko’ya her gün için bir iş veriyordu ama eğlenceli işlerdi bunlar. İlk kar düşmeye başladığında onu komşusuyla birlikte odun toplamaya yolladı. Yardım etmesi için. Ama ne yardım! Kızağın önüne oturuyor, atları idare ediyor, dönüşte ise yüklü arabanın ardından yürüyerek geliyordu. Sürekli koşuşturma içinde oluyor, evde yemeğini yiyor ve sıkı bir uyku çekiyordu. Prokopiç ona kürk, kışlık şapka ve eldivenler ayarladı. Kürklü çizme diktirmek için sipariş verdiler. Belli ki Prokopiç’in geçinecek kadar geliri vardı. Bir toprak kölesi olmasına rağmen haracını45 karşılayabiliyor, az bir paraya çalışıyordu. Daniluşko’ya ise giderek daha çok bağlandı. Deyim yerindeyse onu oğlu yerine koydu.
Ondan hiçbir şey esirgemiyordu. Zamanı gelinceye kadar da onu işe başlatmadı. İyi yaşam koşullarında Daniluşko toparlanmaya başladı ve o da Prokopiç’e bağlandı. Prokopiç’in gösterdiği özeni anlıyordu. Ömründe ilk kez doğru dürüst bir yaşam sürmeye başlamıştı. Sonra kış bastırdı. Daniluşko daha da serbest kaldı. Kâh göle gidiyordu kâh ormana. Bu arada yapacağı mesleğe de alışmaya başlıyordu. Eve geldiğinde hemen aralarında konuşmaya başlıyorlardı. Daniluşko, Prokopiç’e hem anlatıyor hem de o ne, bu ne diye soruyordu. Prokopiç açıklıyor, pratik yaparak gösteriyordu. Daniluşko işten anlıyordu. Bazen de kendi yapmaya çalışıyordu: “Bak, bunu ben yaptım…” Prokopiç bakıyor, düzeltiyor, gerektiği zaman da daha iyisini yapması için doğrusunu gösteriyordu.
Bir keresinde çiftlik kâhyası Daniluşko’yu gölün çevresinde gördü. Adamlarına sordu:
“Bu kimin oğlu? Onu kaçıncı seferdir gölde görüyorum… Elinde oltayla aylaklık edip duruyor. Yaşı da küçük değil… Birisi onun işten kaytarmasına izin veriyor olmalı…”
Kâhyanın adamları onun kim olduğunu öğrenip kâhyaya bildirdiler ama o inanmadı:
“Eh, o zaman oğlanı yanıma getirin, kim olduğunu ben kendim öğrenirim,” dedi.
Daniluşko’yu getirdiler. Kâhya:
“Sen kimlerdensin?” diye sordu.
Daniluşko:
“Ustanın yanına bakır taşı işini öğrenmeye geldim.”
Kâhya onu kulağından yakaladı:
“Demek öyle, seni yalancı, demek öğreniyorsun!” Kulağından tuttuğu gibi Prokopiç’e götürdü.
Durumun fena olduğunu anlayan Prokopiç, Daniluşko’yu aklamaya çalıştı:
“Onu levrek avlamaya ben gönderdim. Canım taze levrek çekti. Sağlığım bozuk olduğu için başka şey yiyemiyorum. Ben de çocuğa balık avlamasını söyledim.”
Kâhya inanmadı. Daniluşko bambaşka biri olmuştu: kilo almıştı, üzerindeki gömlek kaliteliydi, pantolon da öyleydi ve ayağındaki çizmeler de… Daniluşko’yu test etmeye karar verdi:
“Haydi bakalım, ustan sana ne öğretti, göster bize.”
Daniluşko önlüğünü taktı, tezgâha gitti ve hem gösterip hem de anlatmaya başladı. Kâhya ne sorduysa cevabı hazırdı. Taş nasıl yontulur, nasıl testereyle kesilir, kenarları nasıl tornalanır, sonra nasıl yapıştırılır, nasıl perdahlanır, sanki bir tahtaya yerleştirir gibi bakırın üzerine nasıl yerleştirilir… Kısacası her şeyi biliyordu.
Kâhya çabaladı durdu ve en sonunda Prokopiç’e şöyle dedi:
“Anlaşılan bu seferkinden iş çıkmış?”
“Şikâyetim yok,” dedi Prokopiç.
“Tevekkeli değil, şikâyet etmiyorsun da haylazlığına göz bile yumuyorsun! Onu sana meslek öğrensin diye verdiler, o ise elinde oltayla göl kenarlarında! Beni iyi dinle! Sana öyle taze levrekler gönderirim ki ölünceye kadar bir daha canın çekmez ve oğlanın da keyfi bu kadar yerinde olmaz!”
Bu türden tehditler savurdu ve gitti. Prokopiç ise hayretler içindeydi:
“Daniluşko, sen bütün bunları ne zaman öğrendin? Ben sana daha her şeyi doğru düzgün öğretmemiştim ki…”
“Sen her şeyi gösterdin ve öğrettin, ben de öğrendim,” dedi Daniluşko.
Bu sözler Prokopiç’in yüreğine öyle işledi ki, gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
“Oğlum,” dedi. “Canım Daniluşko’m… Daha ne biliyorsam her şeyi sana öğreteceğim… Hiçbir şeyi saklamam senden…”
Ama o günden sonra Daniluşko’nun rahat yaşantısı sona erdi. Kâhya hemen ertesi gün ders olsun diye onlara iş göndermeye başladı. Önceleri basit işlerdi: kadınların kullandığı metal süsler, kutular… Sonra bileme işleri geldi: şamdanlar, çeşitli süsler falan… Sonra iş oymacılığa kadar ilerledi: yapraklar, taç yaprakları, motifler ve çiçekler… İşleri, yani bakır taşı işçiliği meşakkatli bir işti. Önemsiz bir iş gibiydi ama uğraşması ne kadar da çok zaman alıyordu! İşte Daniluşko bu tür işlerle uğraşarak büyüdü.
Bütün halindeki bir taştan yılan motifli bir bilezik yaptığı zaman kâhya onun artık bir usta olduğuna kanaat getirdi. Çiftlik beyine durumu bir mektupla bildirdi:
“Durum böyleyken böyle. Yeni bir bakır taşı ustamız oldu: Danilko Nedokormış. Gayretli biri ama genç olmasından dolayı biraz ağır çalışıyor. Çıraklığa devam etmesini mi yoksa Prokopiç gibi artık ondan haraç alınmasını mı emredersiniz?”
Daniluşko hiç de ağır çalışmıyordu, aksine çok hünerliydi ve eli çabuktu. Buralarda sadece Prokopiç’in böyle bir hüneri vardı. Kâhya, Daniluşko’ya beş gün içinde bitirmesi gereken bir iş verdiğinde Prokopiç, kâhyanın yanına gitti:
“Bu imkânsız. Böyle bir iş için iki hafta lazım. Delikanlı daha işi yeni öğreniyor. Acele edersek taşı boşa harcamış oluruz.”
Kâhya ne kadar karşı koysa da bu süreye birkaç gün ekledi. Daniluşko ise zorlanmadan çalıştı. Hatta kâhyanın yanında biraz okuma ve yazma bile öğrendi. Artık çok az da olsa okuyup yazabiliyordu. Prokopiç bu konuda da ona yardımcı oldu. Bazen kâhyanın verdiği işleri Daniluşko’nun yerine yapmaya koyuluyordu ama Daniluşko buna izin vermiyordu:
“Sen ne yapıyorsun! Ne yapıyorsun dedeciğim! Ben varken tezgâh başına oturmak sana yakışır mı! Haline bak, bakır taşı yüzünden sakalının rengi değişmiş, yeşermiş adeta, sağlığınla oynamaya başlamışsın, ben boş mu duracağım?”
Daniluşko gerçekten de o dönemde çok iyi toparlamıştı. Eskiden olduğu gibi ona hâlâ Nedokormış diyorlardı ama bambaşka biri olmuştu! Uzun boylu, al yanaklı, kıvırcık saçlı ve neşeli biriydi. Kısacası bir kız gibi güzeldi. Prokopiç artık onunla evlilik hakkında konuşmaya başladı ama Daniluşko bunu hiç önemsemeyerek başını salladı:
“Daha zamanı var! Gerçek bir usta olayım, o zaman bunları konuşuruz.”
Çiftlik beyi, kâhyaya bir haber gönderdi:
“Prokopiç’in çırağı Danilko benim için ayaklı bir kâse yapsın. Çırak olarak mı devam edecek yoksa haraca mı bağlayacağız, bundan sonra karar vereceğim. Ama dikkat et, Prokopiç ona yardım etmesin. Gözün üstlerinde olmazsa bu işin acısını senden çıkarırım!”
Bu mektubu alan kâhya, Daniluşko’yu yanına çağırdı:
“Burada, benim gözümün önünde çalışacaksın. Tezgâhı buraya kuracaklar, nasıl bir taş lazımsa onu da getirirler.”
Prokopiç bunu öğrenince karalar bağladı. Bu iş nasıl olacaktı? İstedikleri bu kâse nasıl bir şeydi? Hemen kâhyanın yanına gitti. Ama kâhya hiç onu dinler mi? Bolca azarladı:
“Bu işe burnunu sokma!”
Sonunda Daniluşko yeni iş yerine geldi. Prokopiç ona talimatlar yağdırıyordu:
“Sakın acele etme Daniluşko! Gözlerine batayım deme.”
Daniluşko önceleri tedirgindi. Bir sürü denemeler yaptı, ölçtü, biçti. Ayrıca üzerine bir de kasvet çökmüştü. İstese de istemese de ayrılık vakti gelmişti. Sabahtan akşama kadar kâhyanın yanında çalışmak zorundaydı. Daniluşko bu sıkıntıdan dolayı tüm gücünü işine verdi. Becerikli ellerinden bir kâse çıktı ortaya. Kâhya baktı ki fena değil, ona şöyle dedi:
“Aynısından bir tane daha yap!”
Daniluşko bir tane daha yaptı, sonra bir üçüncüsünü daha… Üçüncü kâseyi bitirdiğinde kâhya şöyle dedi:
“Artık geri dönmeyeceksin! Prokopiç’le seni yakaladım işte. Bana yazdığı mektupta çiftlik beyi sana bir adet kâse için süre vermişti ama sen üç tane birden yaptın. Senin gücünü anladım. Artık beni kandıramazsınız. O ihtiyar köpeğe de gününü göstereceğim, sana yüz vermek neymiş anlasın! Yanına başkalarını alsın!”
Bunları söyleyip çiftlik beyine bir mektup yazdı ve üç kâseyi de ona gönderdi. Ama çiftlik beyi, ya canı sıkkın olduğu ya da bir sebepten kâhyaya kızdığı için olsa gerek, her şeyi altüst etti.
Haraç olarak Daniluşko’ya sembolik bir rakam tayin etti. Onu Prokopiç’ten ayırmamaları için emir verdi. İkisi belki de bir arada olurlarsa en azından yeni bir şeyler icat edebilirlerdi. Mektubuyla birlikte bir çizim yolladı. Çizimde bir sürü ince detaydan ibaret olan ayaklı bir kâse vardı. Kenarından oymalı bir pervaz geçiyordu. Orta kısmında baştan başa motifle bezenmiş bir şerit, ayak kısmında ise yapraklar vardı. Kısacası, üzerinde titizlikle çalışılmıştı. Çiftlik beyi, çizimin altına bir de not düşmüştü: “İsterse üzerinde beş yıl çalışılsın ama tam benim istediğim gibi olsun!”
Bu durumda kâhya söylediklerinin hepsini geri almak zorunda kaldı. Çiftlik beyinin Daniluşko’nun Prokopiç’e geri verilmesiyle ilgili yazdıklarını anlattı ve çizimi onlara verdi.
Daniluşko ile Prokopiç bu işe çok sevindiler ve işe daha da çok sarıldılar. Daniluşko hemen bu yeni kâse işine koyuldu. Kâse çok kurnazca tasarlanmıştı. Yanlış bir darbe, işi mahvediyordu, o zaman haydi bakalım sil baştan… Ama Daniluşko’nun bakış açısı keskindi, elleri cesaretliydi ve gücü de yerindeydi. İş yolunda gidiyordu. Ancak hoşuna gitmeyen bir şey vardı: zor detaylar çoktu ama hiçbir güzelliği yoktu. Bunu ustasına söyleyince Prokopiç şaşırdı:
“Bundan sana ne? Bunu tasarladıklarına göre demek ki onlara böylesi lazım. Şimdiye kadar pek çok şey yontup kestim ama onlarla ne yaptıkları konusunda hiçbir fikrim yok.”
Daniluşko kâhyayla da konuşmayı denedi ama adam seni dinler mi? Ayaklarıyla tepinip elini kolunu salladı:
“Aklını mı oynattın? Bu çizim için çok büyük paralar ödendi. Bunu yapan sanatçı, belki de ilk kez bu kadar mükemmel bir iş yapıyordur, sen ise onu yargılamaya kalkıyorsun!”
Sonra belli ki çiftlik beyinin kendisine söylediklerini hatırladı: İkisi belki yeni bir şeyler icat edebilirlerdi. Daniluşko’ya dedi ki:
“Bak şöyle yapalım… Bu kâseyi çiftlik beyinin çizimine göre yap ama bundan farklı bir şey düşünürsen, bu senin bileceğin iş. Sana engel olmayacağım. Sanırım yeterince taş var elimizde. Nasıl bir taş istersen vereceğim sana.”
O anda Daniluşko’nun kafasında bir şimşek çaktı. Derler ki başkasının fikrini karalamak kolaydır ama kendi fikrini yaratmak için geceleri uykunu kaçırman gerek. Daniluşko da çizime göre yapacağı kâsenin başında otururken hep kendi yapacağı kâseyi düşünür oldu. Hangi çiçeğin, hangi yaprağın bakır taşına daha iyi gideceğini kafasında tasarlamaya başladı. Giderek daha düşünceli ve keyifsiz olmaya başlamıştı. Bunu farkeden Prokopiç sormadan edemedi:
“Daniluşko, hasta değilsin ya? Şu kâse üzerinde daha az çalışsan. Acelen nedir? Biraz gez, dolaş, sonra yine oturursun başına.”
“İyi o zaman,” dedi Daniluşko. “Bari ormana gideyim. Belki bana lazım olan şeyi orada bulurum.”
O günden itibaren neredeyse her gün ormana gitmeye başladı. Mevsim ot biçme ve orman meyveleri toplama zamanıydı. Otlar çiçeklenmişti. Daniluşko kâh ot çayırlarında kâh orman bayırlarında dolaşıyor, bekliyor ve bakıyordu. Sonra tekrar çayırlara dönüyor, otları inceliyor, sanki bir şeyler arıyordu. Bu mevsimde orman ve çayırlar insan doluydu. Daniluşko’ya bir şey kaybedip kaybetmediğini soruyorlardı. Keyifsizce gülümsüyor ve:
“Kaybetmesine kaybetmedim ama bulamıyorum da,” diyordu.
Soranlar:
“Aklı başında değil,” diye konuşuyorlardı aralarında.
Daniluşko eve döner dönmez tezgâhın başına oturuyor, sabaha kadar çalışıyor, güneş doğarken tekrar ormana, çayırlara gidiyordu. Her türlü çiçeği, yaprağı eve getirmeye başladı. Daha çok da biçilen otlardan getiriyordu: beyaz çöpleme otundan baldıran otuna, afyon çiçeğinden ormangülüne, her türlü zehirli bitki… Gözlerinden uyku akıyordu, bakışları huzursuz bir ifade almaya başlamıştı, elleri cesaretini kaybetmişti. Prokopiç iyice endişelenmeye başladı, Daniluşko ise durumu şöyle açıklıyordu:
“Kâse bana huzur vermiyor. Taşın gerçek gücüne ulaşacak şekilde yapmak istiyorum onu.”
Prokopiç, Daniluşko’yu bu fikrinden vazgeçirmeye çalıştı:
“Bu kâse sana niye verildi? Onların karnı tok, daha ne? Bırak beyler bununla oyalansınlar, diledikleri gibi yapsınlar. Yeter ki bize dokunmasınlar. Nasıl bir motif istiyorlarsa yapalım ama niye karşılarına dikilelim ki? Üzerine boşu boşuna yük alıyorsun, olan biten bu.”
Ama Daniluşko kendi dediğinde diretiyordu:
“Bey için uğraşmıyorum. Şu kâseyi kafamdan bir türlü atamıyorum. Elimizdeki taşa bakıyorum da, biz onunla ne yapıyoruz? Kesip yontuyoruz, bir de perdahlıyoruz, hepsi bu. Ben ise taşın bütün güzelliğini ve gücünü görmek ve insanlara göstermek istiyorum.”
Daniluşko bir süre uzaklaştıktan sonra tekrar çiftlik beyine ait kâsenin başına oturdu. Hem çalışıyor hem de kendi kendine gülüyordu:
“Taştan, delikli bir şerit, oymalı bir pervaz…”
Sonra birden bu işi elinden attı. Diğerine başladı. Soluk almadan tezgâhın başında oturuyordu.
“Kendi kâsemi boru çiçeği şeklinde yapacağım,” dedi Prokopiç’e.
Prokopiç onu bu fikrinden caydırmaya çalıştı. Daniluşko başlangıçta onu dinlemek bile istemedi ama üç-dört gün sonra bazı kusurları ortaya çıkınca Prokopiç’e şöyle dedi:
“İyi, tamam. Önce beyin kâsesini bitireceğim, sonra kendiminkine başlayacağım. Ama o zaman beni caydırmaya çalışmayacaksın… Onu kafamdan atamıyorum.”
Prokopiç:
“Tamam, engel olmayacağım,” dedi ama içinden de şöyle düşünüyordu: “Buradan ayrılırsa, unutur. Onu evlendirmek lazım. Aynen öyle! Bir aile kurduğunda kafasındaki bu saçma düşünceler de yok olur.”
Daniluşko kâseyle uğraşmaya koyuldu. İşi çoktu. Bir yılda bitmezdi. Büyük bir gayretle çalışıyor, boru çiçeğinin adını anmıyordu. Prokopiç ise evlilik hakkında konuşmaya başlamıştı:
“Katya Letemina neden karın olmasın? İyi bir kız… Kötü bir tarafı hiç yok.”
Bunları Prokopiç kendi kendine konuşuyordu. Daniluşko’nun bu kızdan gözünü ayırmadığını uzun süredir fark etmişti. Kız da karşılıksız değildi. Prokopiç bir gün sanki tesadüfmüş gibi bu konuyu açtı. Daniluşko ise dediğinde diretiyordu:
“Bekle! Şu kâseyle işimi bir bitireyim. Artık bıktım bununla çalışmaktan. Eli kulağında. Bir tek çekiç darbeleri kaldı. Sen ise sürekli evlilikten söz ediyorsun! Biz Katya’yla anlaştık. Beni bekleyecek.”
Daniluşko sonunda kâseyi çiftlik beyinin çizimine göre tamamladı. Tabi ki kâhyaya söylemediler ama evde küçük bir kutlama yapmayı planlıyorlardı. Gelin adayı Katya, anne ve babasıyla beraber geldi ve daha başka misafirler… Çoğunlukla bakır taşı ustaları… Katya kâseyi görünce çok şaşırdı: