Kitabı oku: «Sovyet Öykü Seçkisi», sayfa 8
Evde tam bir curcuna var. Halıları değiştiriyorlar, bir çeşit naftalin döküyorlar. Nasıl da hapşırtıyor! Odaya girmek bile istemiyorum. Verandada yatıyorum ve patilerimle burnumu kaşıyorum. Malum hep yalınayak dolaşıyorum, patilerim pisleniyor. Ne bela!
***
Zina kitaplarını topluyor ve mırlıyor. Zina’nın erkek kardeşi çiçek tarhınının karşısında bebek arabasında yatıyor ve küçük bir köpek yavrusu gibi cıyaklıyor. Sadece ben, köpek Mikki, insan gibi mütevazı ve kibar bir şekilde aksırıyorum: bronşit olmuşum. Bırakalım da toparlansınlar. Hiçbir koşulda Paris’e gitmeyeceğim. İneğin samanlığında saklanırım kimse bulamaz. Paris’te ne var ki, düşünsenize? Bir kere orada bulundum, köpek doktoruna götürdüler. Milyonların caddeleri, milyon ise ondan daha büyük. Nereye baksan ayaklar, ayaklar ve ayaklar. Otomobiller, sarhoş gergedanlar gibi, hepsi birden üzerime doğru hırlıyor ve hareket ediyorlar. Zina’nın eteğini bile dişlerimin arasından bırakmadım. Zincir çekiyor, namlu çenemi sıkıyor. Atlıkarınca parkı gibi olan bu şehirde nasıl yaşıyorlar ki!..
Hiçbir zaman gitmeyeceğim! Pencereye oturup üzerinde kadın ayağı olan bir tabelayı seyretmem için mi? Genç kapı görevlisinin bana “seni gidi domuzcuk seni” demesi için mi? Beni koltuktan ve divandan atsınlar diye mi? “Eve pire getiriyorsun sen,” diye yüzüme vurmaları için mi? Pireleri ben üretmiyorum ki, kendileri türüyorlar…
Ah ne kadar da rezil köpekler var orada! Aralıklı parmaklı, asık suratlı ve salyalı dilleri olan buldok köpekleri, kasapları andıran çizgili danua çinileri, köpek kılığına girmiş kurbağa gibi olan mopslar; balonkalar asık kulaklar ve yaşlı gözlerle kıllı böcekler gibiler… İğrenç! Hav hav hav! Neden bu köpeklerin hepsi farklı iken kediler hep aynı model? Bu arada biliyor musunuz, Zina onların birbirine benzediğini söylemişti; köpeklerin sahiplerine ve sahiplerin de köpeklerine. Ya Mikki ve Zina? Ne var, biz de benziyoruz, sadece fiyonklarımız farklı: onunki yeşil, benimkisi ise sarı.
Kapıdan nasıl da rüzgâr esiyor! Palto divanda, ama ben örtünmeyi bilmiyorum. Ne derseniz deyin eller bazen iyi şeylerdir.
Kamyon eşyaları aldı. Masada kâğıtlar ve çöpler. Neden insanlar bir yerden diğer yere taşınıyorlar? İşler, dersler, daire… “Köpek gibi yaşamak!” diyor Zina’nın babası. Yok ya, köpek hayatı daha iyi, ben bunu bilirim.
Beni bırakıyorlar. Ne yaparsın, sokak köpeği ile arkadaş olurum. Zina ağlamamamı söylüyor, eğer yaramazlık yapmazsam haftada bir kez ziyaretime gelmeye söz veriyor. Yapmam tabi ki! Onu çok seviyorum. Bugün onun gözlerini yaladım, o da benim burnumu. Muhteşem bir kız!
Bahçıvana beni beslemesi söylendi. Hele bir beslemesin, tüm şişelerini tek tek kırarım! Beni kasap da sever: her seferinde geldiğinde bana bir şeyler verir. Yavru kediler çok hızlı büyüdü. Beni neredeyse unuttular ve parkelerin içinde cin çarpmış gibi geziniyorlar (cin çarpmış ne demekse?). Mecburen onlarla da arkadaş olmak gerekiyor…
En üzücüsü ise son kalemimin ucunun bitiyor olması. Çalışma masasındaki her şeyi de topladılar. Neden kendime stok ayırmayı akıl edemedim ki! Elveda sevgili günlük… Zina’ya öyle yalvardım, öyle yalvardım ki elbisesinden çektim, çalışma masasının önünde divane oldum, ama o bir türlü anlamıyor ve ağzıma sürekli çikolata tıkıştırıyor. Ne kadar acı! Elsiz olmak zor, dilsiz olmak ise daha vahim!..
Benim altın, gümüş, pırlanta defterim. Seni rafa kaldırıyorum, gelecek bahara kadar orada kal… Ah ah! Hav! Zina yazdığımı fark etti… Bana geliyor! Elimden ald…
Yalnızım
Evde kimse yok. Bütün deliklerden köpek rüzgârı esiyor (neden köpek rüzgârı?). Genel olarak rüzgâr salaktır. Kuru bir parkta eser, orada da koparacak hiçbir şey yoktur. Avluda rüzgârla bir şekilde başa çıkıyorum, sırtımı rüzgâra dönüyorum, kafamı aşağı eğiyorum, bacaklarımı açıyorum ve bahçıvanın deyimiyle “bana vız geliyor”. Odanın içindeyse bu hayduttan gizlenecek yer yoktur. Kapının altından, penceredeki aralıklardan, duvardaki deliklerden içeri girer ve onun annesi köpek olmuş gibi öyle vızıldıyor, öyle cıyaklıyor, öyle uğulduyor ki. Halbuki ne suratı, ne gırtlağı, ne karnı, ne de poposu var. O neyle üflüyor, anlayamıyorum…
Divandaki yastığın altına sokuluyorum, gözlerimi kapatıyorum ve duymamaya çalışıyorum.
Eğer biri bana neden sonbahar, neden kış olduğunu bir şekilde açıklasaydı, yulaf lapasıyla dolu olan kâseyi ona verirdim (iğrenç bir şey). Ağaçlı yolda böylesi geçit vermez çamuru sadece hayvanat bahçesinde gergedanın altında görmüştüm. Islak. Kuru dallar birbirine çarpıyor ve aksırıyorlar. Karga, tüyleri dökülmüş korkuluk, beni kızdırıyor. “Gak! Seni neden şehre götürmediler ki?”
Çünkü kendim istemedim! Şimdi pişmanım, ama babayiğitliğimi sürdürüyorum. Dün şöminenin önünde ağladım, karanlıkta ve rutubette çok canım sıkıldı. Mum buldum, ama yakmayı beceremiyorum. Au, au, au!
***
Fareler geziniyor. Foks köpeğinden beklenmese de ben fareleri çok severim. Bu kadar küçük oldukları ve her zaman yemek istedikleri için mi suçlular?
Dün fare yavrusunun biri çıktı ve geçen yıldan kalma bir cevizi yerde yuvarlamaya başladı. Ben de yuvarlak olan her şeyi yuvarlamayı severim. Onunla da oynamak çok istedim, ama kendimi tuttum: yat, salak, sessizce! Sen fil gibi büyüksün, yavruyu ürkütürsün, bir daha gelmez. Ne kadar akıllıyım ama!
Bugün başka bir yavru fare divanın tepesine çıkmaya ve benim burnumu koklamaya cesaret etti. Ben dilimi ısırdım ve içerledim. Tuhaf! Onu nasıl da seviyorum!
Fareler birbirinden nasıl ayırt edilir?
Eğer kedi onlara dokunmaya cüret ederse, kediyi en uzun çam ağacının tepesine kovalayacağım ve tüm gün onu orada asılı tutacağım… Hav! Süprüntü! Nefret ediyorum!..
Neden çamlar bütün kış yeşiller? Bence çamlar iğne yapraklı oldukları için. Rüzgâr yaprakların bir tanesini bile koparamazken, iğneleri bir denesin de görsün! İğneler ince, rüzgâr onların arasından geçiyor, elekten geçer gibi…
***
Bahçıvana gitmiyorum. O, patilerimin her zaman kirli olmasına kızıyor; çarıkla mı gezeyim yani?
Oh, oh… Bugünün güzel haberi, dolapta unutulmuş sigara kutusunun içinde bir kalem buldum, büfeden gelir-gider defterini çıkardım ve işte yeniden günlüğümü yazıyorum.
Eğer bir insan olsaydım, köpekler için mutlaka bir dergi çıkarırdım.
Ne kadar zayıfladım, bir bilseniz. Zina’nın teyzesi eğer şimdi bana benzeseydi, çok memnun olurdu. Hep zayıflamak istiyordu. O ise bütün gün yemek yiyor ve tasmamı sıkıyor.
Kahrolası bahçıvan ve kapı bekçisi anlaşmışlar, tüm erzakı kendileri yiyor, bana ise sadece bu iğrenç yulaf lapasını hazırlıyorlar. Avludaki köpeğe büyük bir kemik ve bayat ekmekli çorba veriyorlar. O benimle paylaşıyor, ama ütüden daha sert olan bu kemiği nerede kırarım ki? Ya çorba… Böyle bir çorbayla restoranda tabakları yıkıyorlar!
Sütü bile esirgiyor, açgözlüler! Hâlbuki sütü inek veriyor, onlar değil. Sütü kendim sağabilirdim; inekle arkadaşız, ahıra her gidişimde gözlerime doğru soluyor. Lakin bu zavallı patilerimle nasıl süt sağarım ki?..
Bir şey düşündüm. Utanç verici, ama ne yaparsın yemek lazım. Yağmur kesildiğinde bazen yan taraftaki tanıdık restoran çalışanının yanına gidiyorum. Onun geceleri gramofon müziği eşliğinde dansları oluyor. Folksrot dansı yapıyorlar. Bunun bir çeşit köpek dansı olması lazım.
Ben arka patilerimin üzerine kalkıyorum, karnımı yukarı çekiyorum, dönüyor ve başımı sallıyorum. Tüm çiftler dans etmeyi bırakıyorlar… Halka olup, gramofonun duyulmayacağı kadar yüksek sesle kahkaha atıyorlar.
Bana öyle büyük bir porsiyon et ısmarlıyorlar ki güçlükle eve varıyorum. Dananın kemiğini ise dişlerimin arasında kahvaltı için getiriyorum…
Açlık yüzünden ne kadar da alçalabiliniyor!
İşin üzücü tarafı, başka küçük bir köpek yok. Onunla birlikte dans eder ve her zaman karnımızı doyururduk.
***
Sıkıntılarımın hepsini yazmam gerek, sonra unuturum.
Horoz durup dururken beni gagaladı. Ben ise sadece selam vermek için yanına gitmiştim. Koca sesli küstah şey ne diye sataştı ki? Ağladım, ağladım, yağmur suyu dolu kovaya burnumu soktum ve akşama kadar sakinleşemedim…
Zina beni unuttu!
Benim lapa dolu karnıma kara bir hamamböceği girdi, nefesi kesildi ve boğuldu. Ne kadar da iğrenç! Horozlar hariç kuşlar bir oraya bir buraya uçuşuyorlar; kediler de pisler, ama yine de hayvanlar. Ancak hamamböceklerini kim ne yapsın?
Yolda az kalsın otomobilin altında kalıyordum. Dönerken neden kornaya basmadıysa? Neden bana çamur fırlattı? Kim beni yıkayacak? Otomobillerden nefret ediyorum. Anlaa-mı-yoo-ruumm…
Zina beni unuttu!
Bostanlıkta yabani bir tavşanı korkuttum ve dikenli tele tosladım. Ah, ah, ah, ne acıttı! Zina eğer paslı demir seni kestiyse, hemen iyota sürtünmelisin demişti. İyotu nereden bulacağım? İyot ise yakıyor, biliyorum…
Fareler benim günlüğümde delik açmışlar. Artık bir daha fareleri sevmeyeceğim!
Zina beni unuttu!
Bugün bilardo odasında küçük bir parça çikolata buldum ve yedim. Bu artık üzüntü değil, mutluluk. Amma velakin mutluluklar o kadar az ki, onlar için ayrı birer sayfa ayıramıyorum günlüğümde.
Yalnız, mutsuz, üşümüş ve açFoks Mikki
Paris’e Taşınma
Tavan aralarını sever misiniz? Ben çok severim. İnsanlar tavan aralarına en ilginç eşyalarını koyarlar, odalara ise en sıkıcı masaları ile salak konsollarını yerleştirirler.
Zina’nın teyzesinin dediği gibi, “ne zaman kalbimi kasvet bağlasa” avlunun bahçesinden içeri giriyorum, divana patilerimi koyup tavan arasına koşuyorum.
Tavan penceresinin ardında serçeler uçuşuyor, onlar da fare gibiler, sadece kanatlılar. Cikcikler! “Günaydın, sivouple!”
Sonra Zina’nın eski bebeğine selam veriyorum. Veremli bebek, tozlu delik deşik olmuş küvetin içinde duruyor, topuklarını yukarı dikmiş halde. Onu düzelttim, adab-ı muaşerete uygun olması için. Onunla Zina hakkında konuştum. Kuşkusuz kızın kalbi karahindiba. Bebeğini de, Mikki’yi de unuttu. İleride onun da kızı olunca her şey yeniden başlayacak… Yeni kız çocuğu, yeni bebek, yeni köpek. Hapşu! Ne kadar da tozlu burası!
Kırık avizeyi kokladım, plastik köpeği yaladım, zavallı köpeğin karnı delinmiş, köpek kamçısını parça parça ettim.
Patini uzatacak kimsenin olmaması hem sıkıcı, hem üzücü!
Eğer daha güçlü olsaydım, eski küveti çeker ve kendime tavan arasında bir oda yapardım. Eski divanın yerine papağan kafesini koyardım, benim yatak odam olarak. Çin bilardo masasının yerine kendime bir çalışma masası ayarlardım. Eğik bir çalışma masası, yazmak için çok iyi olurdu!
Soyunma odasını çatıya yapardım. Bu hijyenik ve hoş. Bir denizci mürettebatı gibi merdivenlerden yuvarlak cama doğru tırmanacağım.
Namlumu duman borusunun içine atarım! Hapşu! Hapşurdum, demek ki dediklerim gerçekleşecek.
Ah, yolda bir araç… Kimin, kimin, kimin? Yoksa? Zina geld…
***
Paris Rio D’assompsion (Uspenskaya caddesi), 16 numaralı binadaki üçüncü haftam. 3. katta, sağdaki ev.
Beni tanıyamazsınız, şöminenin önündeki döşekte porselen bir kedi gibi yatıyorum. Leylak kokuyorum, yandan yeşil bir kravat sarkıyor. Tasmamda da adres yazan gümüş bir kart var… Eğer konuşabilseydim, frank çalar ve kendime kolluk alırdım.
Zina okulda… Yan evin balkonunda iğrenç ötesi bir köpek duruyor. Kulaklarında ipler, gözlerinde ipler, dudaklarında ipler. Genel olarak ağlamalı bir manşon, çöp bezi, kördüğüm gibi köpek bağırsağı, ince sesli süprüntü şey! İsmi ne biliyor musunuz? Cio Konda… Kokuşmuş surat seni!
Balkonda kimse yokken, onu kızdırıyorum. Ah ne hoş! Ona arkamı dönüyorum, sokuluyorum ve beş dakika boyunca arka bacağımı oynatıyorum.
Ah, nasıl da sinirleri bozuluyor! Tıpkı otomobilin altındaki bir kedi gibi…
“Ay, ay, ay, uy, uy, uy!”
Yanıma hemen koşarak sahibi geliyor, onun gibi kısa, tüylü, göbekli, göbeğini gelirken kapatıyor ve aman Tanrım, neler neler söylüyor.
Yavrucuğum benim! Seni kim incitti? Ah zavallı gözbebeklerim benim! Harika patilim benim! Altın gibi kıymetli kuyrukçuğum!..
Ben ise kendi balkonumdan odaya doğru saklanıyorum, sanki yeryüzünde yokmuşum gibi, halının altında yuvarlanıyorum ve patilerimle burnuma vuruyorum. Çünkü ben böyle gülerim.
Aşağıda, yukarıda, sağda ve solda piyano çalıyorlar. Onların hepsinin burunlarına köpek namlusu takardım. Zina okulda. Neden kız bu kadar çok okuyor ki? Öyle ya da böyle büyüyecek, saçlarını kestirecek ve geniş koltukta bütün gün yuvarlanacak. Ben bu cinsi bilirim.
Dün çiftlikten bahçıvan geldi. Elma ve yumurta getirdi. Aşçı kadın için en iyilerini seçmiş (biliyoruz, biliyoruz!), en kötülerini de Zina’nın ebeveynleri için. İnsanları anlayın, gözlük takıyorlar, ama burunlarının dibindeki hiçbir şeyi görmüyorlar…
Öne doğru gizlice geçtim, sandalyeye çıktım ve paltosunun cebine balık bağırsağı koydum… Bırakın bilsinler!
***
Zina ile sinemadaydık. Çok heyecanlandım. Nasıl, nasıl insanlar, otomobiller, çocuklar ve polisler keten beziyle koşabilirler? Ve neden herkes gri, kara ve beyaz renkte? Boyalar nereye kayboldu ki? Neden herkes dudaklarını kımıldatıyor, sözcükler ise duyulmuyor? Çatı arasında küçük bir kutunun içinde kurumuş kelebekler gördüm, ama onlar hareket etmiyorlardı, rengârenktiler…
“İşte Mikki, sen bir salaksın, bir de her şeyi anladığını sanıyordun!”
Gösteri oldukça ahmakçaydı: Erkek, kızın birine âşık oluyor ve arabasıyla bankaya gidiyor. Kız da erkeğe âşık oluyor ama erkeğin arkadaşıyla evleniyor. Ve üçüncü bir erkekle birlikte denize gidiyor. Sonra banyoda yangın çıkıyor ve deprem oluyor. Ve bir gemide sallantı. Zenci onların olduğu kabine giriyor. Sonra da herkes barışıyor.
Hayır, köpekçe aşk daha akıllıca ve üstün!
Köpekler için de hızla bir film çekmek lazım. Bu çok utanmazca, her şey insanlar için; gazeteler, at yarışı ve haritalar. Köpekler için hiçbir şey yok.
Bizi sadece haftada bir götürsünler, biz de patileri toparlayıp kültürlü bir şekilde tadını çıkaralım.
“Başkasına Ait Bir Kemik”… “Yalnız Mops Köpeğin Cenazesi”… “Kıvırcık Tüylü Fino Kasabı Kandırdı” (her cinsten köpek yavruları için) … “Yaşlı Danua’ın Rüyaları” … “Saint Bernard Donmuş Kızı Kurtarıyor” (yaşlı bolonka köpekleri için), “Polis Köpeği Fuks, Pinkerton Köpeği Utandırıyor” (çocuklar ve köpekler için).
Ah ne kadar da çok konu var Mikki! Sen köpek senaryosu yazar ve kimseye ihtiyaç duymazdın…
Yeni şiir:
Kestaneler tomurcuk açtı,
Bahar yakındır, demek.
Zina’nın annesinin böbrekleri rahatsız,
Bu yüzden üzgün…
Köpek filmi genel direktörüFoks Mikki
Plajda
Ah, hayatım nasıl değişti! Zina odaya daldı, alkış yaptı, ayağını hafifçe kırıp saygıyla eğildi ve elleri kuşkanadı, gözleri aşağıya bakar vaziyette seslendi bana:
“Mikki! Benim sevdiğim prens… Denize gidiyoruz.”
Hemen aşağıya, kapıcının bolonka cinsi köpeğine fırladım. Denizin kenarında doğmuş ve aramız iyidir.
“Kiki, tüycüğüm… Beni denize götürüyorlar. Deniz nedir?”
“Oo! Deniz çok çok su demek. Lüksemburg havuzundan on kat daha büyük. Ve her yerden esiyor. Benim sahibime iyi geliyor, kulağına pamuk tıkayabiliyordu… Deniz kâh kükrer kâh cızırdar kâh susar. Bir istikrarı yok! Masada çok balık olur. Çocuklar kumu kazar ve köpeklerin patilerine basarlar. Ama sen foks köpeğisin: sana suya sopa fırlatacaklar, sen de onu bulup çıkaracaksın…”
“İnanılmaz!”
“Yorulduğunda da denizin yakınındaki tepede bir orman var. Köstebek çukurlarını darmadağın edersin ve fundalıkta kayarsın.”
“Bu nasıl bir şey?”
“Çim kıvırcık saçlıdır. Sakal gibi. Renkli çiçekler ve terebentin kokuyor.”
“Teşekkürler! Patini ver. Sana denizden ne getireyim?”
“Kızın birinden sıcak bir eşarp yürüt. Benimkisi epey eskidi.”
“Kiki, ben dürüstüm! Bunu yapamam. Ama bugün bizim misafirlerimiz var, sana çikolatalı tavşan ayarlayacağım.”
“Mersi. Güle güle, Mikkiciğim…” Köşeyi döndüğünde kapının perdesine gözlerini sildi. Sanırım bana âşık.
***
“Lüksemburg havuzundan on kat büyük…” Bu balon köpeklerinin hiç göz ayarı yok. Yirmi kez daha büyük! Gökyüzüne kadar su var ve başka da bir şey yok. Ringa balığı gibi tuzlu tabi… Neden tuzlu? Yağmur berraktır ve ormandaki derecik her zaman denize dökülür, o da berraktır. Yani?
İnsanlar çizgili ve siyah köpek kıyafetleri içinde çıplak geziniyorlar. Kıyafetin altındaki delikten bacakları sergiliyorlar. Düğmeler omuzlarda. Çok budalaca. Ben, Tanrıya şükür, kıyafetsiz yüzüyorum. Ah, biz Zina’yla birlikte suda neler yapıyoruz! Ben dalgaya havlıyorum, o ise bana top atıyor. Ama top büyük ve kaygan, benim ağzım ise küçük. Dolayısıyla onun hiçbir tarafını ısıramıyorsun! Hav!
Tüm çocuklarla dost oldum. İçlerinde öyle küçükler var ki “Mikki” bile diyemiyorlar ve beni “Mi” diye çağırıyorlar. Kumda çıplak oturuyor ve baloncuklar çıkarıyorlar. Biri ise sürekli bacağını ağzına sokmaya çalışıyor. Ne için?…
Koşuyorum, çocukların oyuncak gemilerini sudan çıkarıyorum, onların kumdan kulelerinin üstünden atlıyorum, kıvırcık tüylü fino köpeği Jack’le yarış edercesine koşuyorum ve tüm sahil beni tanıyor. Ne kadar muhteşem bir foks! Bu kimin foksu? Zina’nın mı? Mükemmel bir foks!…
Dün fark ettim. Çocukların hiçbirinin kuyruğu yok. Boşuna şüphelendim…
***
Şimdi yetişkinlerden bahsedelim. Erkekler beyaz takım elbise giyerler. Günün bir kısmında sigara içerler. Bir kısmında gazete okurlar. Bir kısmında yüzerler. Bir kısmında da fotoğraf çekilirler. İyi yüzücüdürler, çok derinlere giderler. Ben de iskelenin merdiveninden bakıyorum ve endişeleniyorum: Peki boğulursa… Ne yapmalıyım?
İskeleden suya çok güzel atlıyorlar. Eller kavisli bir şekilde önde, baş ileride ve şlap! Havada bir balık gibi kıvrılıyorlar, eller aşağı ve doğru suya… Köpük. Kimse yok. Ve bambaşka bir yerden çıkıyorlar.
Ben de iskeleye çıktım ve çok ama çok atlamak istedim. Fakat çok yüksek! Bir o kadar da derin! Titredim ve usulca aşağıya indim. İşte sana Mikki…
Tüm kadınlar giyiniyor da giyiniyorlar. Sonra elbiselerini çıkarıyorlar, ardından yine giyiniyorlar. Yüzmeyi çok sevmiyorlar. Sağ ayağının büyük parmağıyla suya dokunuyorlar, çömeliyorlar, üstlerine su atıyorlar ve yemek dükkânındaki hindi gibi sahile uzanıyorlar.
Elbette yüzen kadınlar da var. Ancak onlar daha çok erkek çocuklara benziyorlar. Genel olarak hiçbir şey anlamıyorum.
Fotoğraf çekilmeyi onlar da seviyorlar. Gözlerimle gördüm. Birileri kumda uzanmışlardı. Onların yanı başında dizlerinin üstünde başkaları duruyordu. Onların da üstünde sandalda başka kişiler duruyordu. Buna grup diyorlar… Altta fotoğrafçı plaja tatil yerimizin adının yazılı olduğu bir tabela dikti. Ve tabelanın gölgesinde kalan alttaki bir kadın kendi önünü açmak için tabelayı yanındaki başka bir kadına doğru sessizce kaydırdı. Bu kadın da onu geri çekti. Birinci kadın yine öbürüne doğru kaydırdı. Nasıl da kin dolu bakışları vardı!
Şiir:
Kadınlar fotoğraf çekildiğinde
Ve başkasının gölgesinde kaldıklarında
Birbirinin gözlerine tekme atmaya hazırlar!…
Evet! Ne öğrendim?… Deniz bazen çıldırır ve geri çekilir. Tatilden mi bıkıyor ya da nedir bilmiyorum… Ve kumda çeşitli deniz kabukları, karides ve salyangozlar. Zina tüm bunların deniz solucanları olduğunu söylüyor. Sonra deniz eski yerini özlüyor ve yine geri geliyor. Buna “gelgit” deniyor.
Deniz çekildiğinde, ben bir yere kadar onu kovalarım, ama Zina beni banka çorapla bağlar. İlgisiz kız!
Dün bitişikteki Rus pansiyondaki aşçı kadın Darya Galaktionovna ile tanıştım. Onun elleri İtalyan sosisleri gibi kalındı ama kendi tatlı biriydi. Beni Mikkicik diye çağırır ve patilerimle onun mutfağına kum getirdiğimde hep söylenir.
Kumu süpürebilirsin! Ne önemi var ki…
***
Pek ilgilenmesem de yemek çok da iyi sayılmaz, zira çocuklar beni çikolata, köfte ve istediğiniz her şeyle besliyorlar. Zina sürekli öyle çok yemememi tembihler, aksi takdirde kalbimin yağlanacağını ve beni Marienbad’a götürmek zorunda kalacağını söyler. Fokslar için bir plaj olsaydı? Foksenbad! İşte burada köpek sineması açılabilirdi… Köpek yarışları, köpek ruleti, romatizmalı buldoglar için köpek sanatoryumu… Sinirimden öleceğim! Neden, neden, neden bizim için hiçbir şey yapmıyorlar?
Burada hiç kedi yok. Bırakın bir kediyi, yarım, çeyrek kedi bile yok… Acaba onların hepsi et yemeği mi oldular? Brrr! Hayır, hayır, mutfağa gittim, tavukları, dana ve koyun etini gördüm… Aksi takdirde tatilden çok uzaklara kaçardım!
Zina dün bana ay tutulmasını gösterdi. Ay öyle yuvarlak, kocaman ve solgundu ki… Tıpkı bizim pansiyonun sahibinin karnı gibi. Kara kara düşüncelere daldım, hüzünlendim ve birazcık da uludum. Sadece iki-üç nota… Zina ise beni aldı ve yüzme pantolonumu giydirdi.
“Saat ondan sonra ulumaya hakkın yok,” dedi.
Ama öncelikle benim saatim yok, hatta onun için cebim bile yok… ikinci olarak ise, ruh hali saate bağlı bir şey değil.
Kiki’ye bir tebrik kartı göndermek istedim… Ama kıskanç kapıcı kadın iletmeyecektir.
Şahane ve mükemmelFoks Mikki
Hayvanat Bahçesine
Zina’nın babasının her zaman “iş”i var. İnsanlarda her şey için bedel ödemek lazım. Villa, şemsiye, et, ekmek, tasma için… Ve hatta yakında fokslara çift vergi olacağını söylüyorlar.
Ödemek için para gereklidir. Paralar yuvarlak, metal ve delikli olurlar, bu da Fransız bozuk parasıdır. Deliksiz olanlar franktır. Ve dahası farklı kâğıtlar. Kâğıt olanlar nedense daha pahalı ve beş franktan başlıyorlar. Bu paralar “iniyorlar”, “çıkıyorlar” saçma bir hikâye, ama ben insan değilim, bu beni ilgilendirmez.
İşte, para kazanmak için, “iş” yapmak gerekir. Anladınız mı? Zina’nın babası bir haftalığına Paris’e gitti, yanına Zina’yı da aldı, tabi Zina da beni.
Onun babası işte koşturmak mı? (her nedense işle her zaman koştururlar. Hiçbir zaman yürümez), Zina beni zincirledi, taksiye bindi (taksi neden böyle kötü kokuyor?) ve hayvanat bahçesine gitti.
Bahçe! Burası hiç bahçe gibi değildi, sadece mutsuz hayvanlar için bir hapishaneydi. Bir dakika bekleyiniz: Sırtımda bir pire var… Yakalayayım, her şeyi birer birer anlatacağım.
***
Ben kesik kuyruklu bir köpek yavrusuyken, Zina bana bu bahçeyi anlatırdı. “Orada nasıl bir gergedan var! Ve onun altında da nasıl çamur var! Ya sen, Mikki, elini yüzünü yıkamak istemiyorsun… Ayıp!” Elbette her şey doğru değil.
Gergedan yok. Ya can sıkıntısından geberdi ya da şehre kaçıp metroda saklanıyor, henüz ezilmedi…
Buna karşılık deve gördüm. Bizim kapıcıya benziyordu, sadece dudağı daha büyük ve her tarafı yün. Sırtındaki kambur ona yetmemiş olacak ki dizleri bile kamburlu. Dikenlerle ve görünüşe göre sirkeyle besleniyor. Ben ona gramofon iğnesi verirdim! O bir alçak, Zina ona ekmek verdiğinde dudak büktü, ekmeği yedi ve sonra onu Zina’nın fiyonguna tükürdü. Özgür olsaydın sana gününü gösterirdim…
Beyaz dişi ayı çok tatlı. Bir taş banyonun içinde oturuyor ve içerleniyor. Hele domuzlar! Dişi ayı sıcaktan o kadar bunalmış ki ona bir parça buz ya da dondurma koysalardı fena olmazdı.
Küçük çocuk dişi ayıya bisküvisini attı. Dişi ayı indi, silkelendi, kibar bir şekilde patisini başına götürdü ve yedi. Doyar mı hiç! Çocuk ikinci biskiviyi küçük parçacıklar halinde ufaladı: belli ki boğazında kalmasından korktu. Serçeler hepsini yiyip bitirdi. Niçin, onu niçin hapiste tutuyorlar ki? Zina’nın eski bir oyuncak ayısı var. Yarın derhal onu getirip dişi ayıya fırlatacağım: en azından oğlu yerine geçer…
***
Maymunlara hiç ama hiç acımam. Onlar korkunç yaratıklar, asla onlara bulaşmam. Yanaştım ve sadece yana doğru birazcık döndüm; dehşet kötü kokuyorlar… Ekşi sakız, çürümüş çaça ve biraz farklı yağlanmış domuz gübresi gibi.
Biri bana baktı ve diğerine şöyle dedi: “Bak, şu ucube köpeğe.”
Ben mi? Hav, deli! Ben miyim ucube? Sen nesin?
Zina’nın dolabına koşacağım, valeryan mantarını koklayacağım. Nasıl da kalbim çarpıyor!
Kaplan pistir. Kedinin büyüğü, hepsi o. Onu sütçü dükkânına saldıklarını hayal ediyorum. En az bir küvet dolusu kaymağı yutar, sonra sütçü kadını yer ve Bulon ormanlarına dinlenmeye gider.
Aslan görkemlidir… Yalnız bir ihtiyar. Derisi kırışıklık içinde, keldir ve kuyruğunu bile oynatmaya hali yoktur. Zina bir gün, aslanın kafesine bir köpek yavrusu koyarsan, aslanın onu çok seveceğini okudu. Beşini parçalar, altıncıyla dost olur. Bence en iyisi yedinci olmak ve özgürce dışarıda gezmek.
Bir de bizonlarımız var. Tüylü, boynuzlu, otlu bir kafası var. Bunlar neden var? Onunla ne oyun oynayabilirsin ne de kucağında taşıyabilirsin… Genel olarak dünyada çok fazlalık var.
Örneğin, kirpi. Ne işe yarar? Onunla şömine mi temizlenir? Ya da kanguru… Karnında çanta taşıyor, çantasında da yavrusu var. Onun derisi Zina’nın sütyeni gibi sırtında ilikleniyormuş gibi görünüyor. Çok saçma!
Çok şükür, ben foksum! Köpekler kafeslere konulmaz. Ama bazı cinsleri koysalar da olurdu. Sevimsiz köpekler! Hatta vahşi bile denebilir. Bizim karşımızda buldog Sezar yaşıyor, mutlaka bizim kapının önünde pislik yapmaya çalışıyor. Ondan intikam almalıyım. Nasıl mı? Çok basit. Onların da bir kapısı var…
Kafeslerde hiç insan görmedim. Ama bizim bahçıvanı kafese koymak gerekirdi! Aşçı kadınla birlikte. Kafese de “Köpek Düşmanları” yazmak gerekirdi. Ve onlara günlük bir tane lahana ve iki havuç verilmeliydi hepsi bu. Neden onlar beni beslemiyorlardı? Neden kendilerine yumurta, krema ve konyak çalıyorlar da, bana ise her zavallı kemik için bir tekme atıyorlardı?
Yılanları gördüm. İtfaiye hortumu gibi büyük ve uzun olanı bana baktı ve tısladı; “Bunu herhalde yutamam!” Canavar… Sanki sana canlı foks köpeklerini yutmaya öyle hemen izin verirler.
Filin iki kuyruğu var; önde ve arkada, ayrıca ağzında boynuzu… Bana isterlerse yüz kere bunun “hortum” ve “diş” olduğunu söylesinler, ben kuyruk ve boynuz derim. Zina fareye teleskopla bakılırsa fil olacağına inanıyor. Teleskobun ne olduğunu ise Tanrı bilir!
Evet… Görünüşe göre kuşlar dolap büyüklüğünde oluyorlar. Deve kuşları! Kuyruklarında öyle tüyler var ki tıpkı Zina’nın fotoğraftaki anneannesinin şapkalarındaki gibi. Bu tüylerden artık takan yok, deve kuşları süt vermiyorlar, demek ki devekuşlarını pişirmek ve içine kestane doldurup yemek lazım! Sen Mikki, devekuşunun pençesini kemirmek ister miydin? Yani, meraklı biriyim…
Geç oldu. Uyku zamanı. Kafamda ise dönme dolap dönüyor: maymun popoları, deve kamburları, fil tüyleri ve devekuşu hortumları…
Gidip biraz daha sakinleştirici koklayacağım. Kalbim nasıl da çarpıyor… Motosiklet gibi…
Midem bulanıyor! Ah… Aşçının yıkama kabı nerede ki?
Moks-Fiki
Nasıl kayboldum?
Kalem dişlerimin arasında gıcırdıyor… Ah, ne oldu! Sinemada buna “trajedi” derler, ama bence daha da kötü. Paris’ten plaja geri döndük ve ben biraz afalladım. Kabinlerin önünde koşturuyor, dinlenen bayanların üzerinden atlıyordum; tanıdık çocukları, canlarımı kokladım ve keyifle havladım. Cehennemin dibine hayvanat bahçesi, merhaba köpek özgürlüğü!
Ve bitti… Parka döndüm, yeşil bir sokağa girdim, yabancı bir tarlaya düştüm, eski bir ayakkabıyı parçaladım, oradan kırsala, sonra yola, nakavt! Yolumu kaybettim. Bir taşa oturdum, titremeye başladım ve “ruhun varlığını” kaybettim. Bu zamana kadar “yokluğun” ne olduğunu bilmezdim…
Yolu kokladım: yabancı ayak tabanları, toz, lastik ve oto yağını… Benim villam nerede? Evler birden aynı oldu, çocuklar da fareler gibi birbirine benzemeye başladı. Denize uçtum, ama başka bir denize! Gökyüzü aynı gökyüzü değil, sahil boş ve pürüzlü… İhtiyarlar ve çocuklar kayaların üzerinden istiridyeleri kazıyordu, hiç kimse bana doğru bakmadı. Tabi ki şapşal istiridyeler evsiz foks köpeğinden daha ilginçler. Kum gözlerime uçuyor. Sahil otları tuhaf sesler çıkarıyor. O salak otlara hava hoş, bir yere sabitlenmişler kaybolmazlar… Gözyaşları büyük damlalar halinde suratımdan akmaya başladı. Ve en korkuncu ben çıplağım. Tasmam evde kaldı, tasmada ise adresim yazılıydı. Herhangi bir kız adresimi okur (ben bunu sağlardım) ve beni evime götürürdü. Uh, eğer denizde “gelgit” olmasaydı, kendimi boğardım herhalde. Ve büyük bir salak olurdum, zira nihayetinde bulundum.
***
Çardaktaki sarı çitin önünde telgraf direğine yaslandım ve başımı eğdim. Resimde kaybolmuş bir köpeği canlandıran böyle bir poz görmüştüm ve çok beğenmiştim.
Yanılmadım. Kapıda pembe bir nokta belirdi. Bir kız çıkageldi (kızlar her zaman erkeklerden iyidir) ve yolda benim önüme oturdu.
“Neyin var köpekçik?”
Ben mırıldadım ve sağ patimi kaldırdım. Konuşmadan da durum anlaşıldı.
“Kayıp mı oldun? Bana gelmek ister misin? Belki seni yeniden bulurlar… Benim annem iyi bir kadındır, babamı da idare ederiz.”
Ne yapayım? Ormanda mı geçireyim geceyi? Ben yabani bir deve miyim ki? Kızın peşinden gittim ve minnetle dizini yaladım. Eğer bir gün o da kaybolursa, hemen onu evine götüreceğim…
“Anne, anneciğim,” diye cıyakladı. “Fifi’yi getirdim, yolunu kaybetmiş. Onu şimdilik bizde barındırabilir miyiz?”
Ne, ne Fifi’si? Ben Mikki’yim, Mikki! Ama ben böylesine muhteşem düşünceleri olan ben, onların insan diliyle tek kelime bile edemem. Bırak. Kendi kazdığı kuyuya kendisi düşer…
Annesi gözlüğünü taktı (sanki gözlüksüz benim kaybolduğum belli olmuyormuş gibi) ve gülümsedi:
“Ah ne kadar da tatlı! Dostum ona süt ile ekmek ver. Çok bakımlı bir hali var… Sonra bakarız.”
Kız değilim, erkeğim ben! Ben erkeğim sonuçta. Ama tıka basa yemek yemek istiyordum.
Onlara bir iyilik yapıyormuşum gibi acele etmeden yedim. İkram mı ediyorsunuz? Teşekkür ederim, yerim. Fakat, lütfen benim aç bir sokak köpeği olduğumu düşünmeyin.
Sonra baba geldi. Neden bu babalar her yere burnunu sokarlar, bilmiyorum…
“Bu köpek de ne böyle? Neyin var Lili, tüm hayvanları villamıza taşıma huyun var? Belki de veremlidir… Git, derhal git buradan! Hadi!”
Ben mi veremliyim?
Kız hıçkırarak ağladı. Ben de onurlu bir şekilde kapıya doğru bir adım attım. Ama anne, kızın babasına sertçe bir bakış attı. Baba aslında eğitimli biriydi, ofladı, omuzlarını silkip gazete okumak için verandaya gitti. “Yedin mi?”
Ben ise kızın annesinin önünde arka ayaklarımın üzerinde durdum, üç adım attım, bankın üzerinden atladım. Hop! İlerledim, odanın etrafında gezindim ve geri döndüm.
“Anneciğim, nasıl da akıllı bir köpek!”
Tabi ki, eğer bir insan olsaydım, çoktan profesör olurdum.
***
Yeni baba, beni görmezden geliyormuş gibi tavır alıyor. Ben de onu… Rüyamda Zina’yı gördüm ve sevinçle havladım: beni Gogol-mogollu bir kaşıkla besliyor ve şöyle diyordu: “Sen benim en kıymetlimsin, eğer bir daha kaybolursan asla kimseyle evlenmem.”
Pencerede gün aydınlanmıştı, Lili uyandı ve başını yataktan kalkmadan uzattı: “Fifi, neyin var?”
Hiç, canım yanıyor. Kediler için bir şey değişmez: bugün Zina, yarın Lili. Ama ben dürüst, yufka yürekli bir köpeğim.
Zina’sız ikinci gün. Yeni kızın ziyaretine tombalak bir çocuk olan kuzeni geldi. Köpeklerin, şükürler olsun ki kuzenleri yok… Üstüme oturdu, neredeyse eziliyordum altında. Sonra beni arabaya bağladı ve ben de direndim! Köpeği mi? Arabaya mı? Patilerimi piyanoya vuruyordu. Her şeyi yuttum ve nezaketimden ötürü onu ısırmadım bile…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.