Kitabı oku: «İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı», sayfa 3
5
Türkçe
Türkiye’nin anadili Türkçedir. İstanbul’u kısa süreliğine ziyaret eden birinin Türkçeyi çözebilmek için yeterli zamanının ve isteğinin olması uzak bir ihtimalken, bazı benzerlikler hem faydalı hem de ilgi çekici olabilir ve birkaç kelime ya da bilinen bir söz size şaşırtıcı biçimde yarar sağlayabilir. Türkçeyi şehirde pratik yapacak kadar yeterli vakit geçirmediğim için oldukça yavaş ve duraklayarak konuşuyorum, ama yine de “çok güzel Türkçe konuştuğumu” söylüyorlar. Pek gerçekçi olmasa da insana büyük bir güven veriyor! Bir yabancının Türkçe konuştuğunu ya da konuşmaya çalıştığını görünce adeta insanların yüzü aydınlanıyor.
Türkçe, dünyada yaşayan 83 milyon kişinin birinci dili olsa da Türkiye’nin dışında Kuzey Kıbrıs’taki Türk vatandaşlarıyla Irak, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya Cumhuriyeti, Kosova, Arnavutluk’un bazı kesimleri ve Doğu Avrupa’nın bir bölümü dışında geçerliliği pek az. Türkçeyi Batı Avrupa’da, özellikle Almanya’da yaşayan göçmenler arasında da sıkça duyarsınız. Türkçeye benzeyen Türki diller de Karadeniz’den başlayıp Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’ı içine alarak Tibet’in batı sınırlarına kadar uzanan, eskiden Sovyetler Birliği olarak bildiğimiz Rusya’nın güney kesimlerinde de yaygın olarak konuşulmaktadır.
Bu dillerin Türkçeyle ne kadar yakın olduğunu göstermek için bir partide tanıştığım Azeriyle o Azerice ben ise Türkçe konuştuğumuz halde anlaşabilmemizi örnek verebilirim. İçtiğimiz kokteyllerin de faydası olduğuna hiç şüphe yok. Konudan anlayan okuyucular için söylemek gerekirse bu diller Ural-Altay dil grubuna ait. Türkçe ne birçok Avrupa dili gibi Hint-Avrupa dil grubuna ait ne de Arapça gibi bir Sami dili. Çünkü Türkler batıya doğru göç etmeye başlamadan önce göçebe bir kavim olarak Çin’in batı sınırlarında koyun güdüyorlardı.
Dilbilgisi ve telaffuz
Bu dilin tarihçesi ve sınıflandırılmasıyla ilgili söylenecek çok şey var. İngilizcenin cümle yapısı nasıl “Özne-Yüklem-Tümleç” modeli etrafında şekillenmişse, Türkçe geleneksel olarak “Özne-Tümleç-Yüklem” modelini tercih etmiştir. “Ahmet bugün şehirde bana bir masal anlattı,” cümlesinde olduğu gibi cümlenin aktarmak istediği tüm bilgiler öznenin ardından sıralanıyor ve cümle en sona gelen eylemle toparlanıyor. Cümlenin eylemini ortaya koymadan önce Türkçe bizi eylemin ne zaman, nerede, kime yapıldığıyla ilgili bilgilendiriyor. Ancak vurgu için kelimeler yer değiştirebildiğinden bu kurallar her zaman uygulanmıyor.
Türkçe zamirler cinsiyet belirtmiyor. “Örneğin ‘o’ zamiri tek başına içeriğe bağlı olarak dişi, erkek ve cins isme işaret edebiliyor. Türkçede İngilizcede yaygın olarak kullanılan “sahip olmak” fiili yok mesela. Peki o zaman kişi sahipliğini veya mülkiyetini nasıl ifade ediyor? “Arabam var” örneğinde olduğu gibi sahip olunan şeyi betimleyen kelimeye doğru takıyı getirip Türkçede yaygın olarak kullanılan “var” kelimesini ekleyerek yapılır. “Var” sözcüğünün zıddı “yok”tur. Arabam bulunmuyor anlamına gelen “Arabam yok” gibi. Yine İngilizcenin aksine Türkçede ilgeç bulunmuyor, verilmek istenen anlam “arabada”, “arabadan”, “arabamı sürüyorum” örneklerinde olduğu gibi eklerle sağlanıyor.
Türkçe sondan eklemeli bir dil olduğu için bir kelimenin kendisine eklenen başka bir kelimeyle anlamı değişir. Örneğin bir önceki bölümde kullanılan “çamaşırhane”, “çamaşır” kelimesine yer bildiren “hane” kelimesinin eklenmesiyle meydana gelir. İki kelime arasındaki bağlantı ayrıca nispeten biraz daha belirli bir yöntemle, “iyelik eki” kullanılarak dile getirilir. Mevlevi dervişlerin toplandığı Tünel’deki mevlevihanenin adının anlamı tam olarak “Mevlevilerin Evi”dir. “Galata Mevlevihanesi” derken iki sesli harfin arka arkaya gelmesini engellemek için kelimenin sonundaki “i” harfinden önce gelen tampon sessiz harf “s” ikinci kelimenin birinciyle ilgili olduğunu gösterir.
Bu anlattıklarım öğrenmek istediklerinizden fazla olabilir. Ancak bir kelimenin sonunda neden “i” olup olmadığına açıklık getirmeliyiz. Cadde ve sokak örneğinde olduğu gibi kelimenin sonundaki “i” o kelimenin bir öncekine bağlı olduğunu göstererek iyelik çiftini tamamlar. “i” harfini eklediğinizde aynı Amerika’daki çocuklar için yapılan televizyon programının benzeri olan Susam Sokağı’nda olduğu gibi “sokak” kelimesi “sokağı” haline dönüşüyor. (Türkler sert sesleri sevmiyorlar, o yüzden “k” yumuşayarak “ğ” haline dönüşüyor.)
Ayasofya veya Divan Yolu gibi yer isimleri bazen iki ayrı kelime olarak bazen de bitişik yazılıyor. Sonradan camiye dönüştürülmüş şehrin göze çarpan iki kilisesi Aya Sergios ve Bachos (St. Sergius and Bacchus) Büyük Ayasofya kilisesine benzerliği nedeniyle “Küçük Ayasofya” olarak bilinir. Adını aldığı caminin ve sokağın isminin birleşik olarak Küçükayasofya veya ayrı ayrı Küçük Ayasofya şeklinde yazıldığını görebilirsiniz.
Türkçeyi kulağa hoş gelen bir dil yapan içindeki sesli uyumudur. Art arda gelen hecelerdeki sesli harfler kendisinden önce gelen kalıba uymak için değişiyorlar. Arabalar ve kalemler örneklerinde olduğu gibi bir kelimeyi çoğul yapmak için sonuna “ler” ya da “lar” ekleri getiriliyor.
Dilbilimcilere göre ağız yapısı sebebiyle d ve t harfleri dönüşümlü olarak kullanılabiliyor. Örneğin Mahmut ve Mehmet bazen Mahmud ve Mehmed olarak yazılıyor. Yumuşak g biraz kafa karıştırıcı olabilir. Kendi başına seslendirilemiyor, yalnızca bir önceki sesliyi uzatmaya yarıyor. Tıpkı Beyoğlu kelimesini telaffuz ettiğimiz gibi.
Ayrıca İngilizcede olmayan sesli harfler de var. Örneğin Atatürk isminde bulunan çift noktalı u harfi dudakları yuvarlatıp İngilizce u seslisini söyleyerek telaffuz ediliyor. Köprü kelimesinin ilk hecesindeki çift noktalı o harfi ö ise sesi ağzınızın ön kısmına doğru iterseniz biraz İngilizcedeki cup sözcüğünün telaffuzuna benziyor. Bir de üzerinde noktası olmayan “ı” harfi var. Bu sesi ağzın ön tarafına doğru itince biraz da İngilizcedeki “uh” sesine benziyor. Büyük I harfini büyük İ harfinden ayırmak için Türkler “İ” karakterini kullanıyorlar.
Dilbilgisi olarak Türkler cinsiyet belirtmiyorlar. “Onun evi” dediğimizde örneğin, içerik bize bir erkeğin mi yoksa bir kadının evi mi olduğunu söylemeli. İngilizcedeki sibling sözcüğünün karşılığı olan kardeş sözcüğü, erkek kardeş ya da kız kardeş diyerek kesinleştiriliyor.
Türkçede çoğul olarak kullanılan kelimeler İngilizcede tekil olarak kullanılabiliyor. Birisi size yolculukla ilgili iyi temennilerini sunmak istiyorsa “iyi yolculuklar” veya “iyi akşamlar” diyor.
Faydalı hoş sözler
Bu gözlemler işin yalnızca yüzeysel kısmı. Türkçe birçok açıdan büyüleyici bir dil. Belki de sadece İngilizceden farklı olduğu için bana öyle geliyordur. Elverişli bir dil olmasının bir sebebi de konuşma dilinin çeşitli koşullarda reçete gibi kullanılan ortak latifelere sahip olması. Restoranlarda sık sık garsonlardan ve yemek yediğiniz dostlarınızdan “bon apetit”e karşılık gelen “afiyet olsun” sözünü duyarsınız. Eğer birisi hastaysa ya da başına bir iş gelmişse “geçmiş olsun” diyorsunuz. Bir işle meşgul olan birinin yanından geçerken aynı koşullarda Fransızcada söylenen “bon courage”la aynı manaya gelen “kolay gelsin”i kullanabilirsiniz. “Kolay gelsin” aynı zamanda İngilizcedeki “take it easy” gibi kullanılan yaygın bir gayrı resmi uğurlama sözü.
Eğer “günaydın” veya “iyi akşamlar” telaffuz açısından zor geliyorsa o zaman “merhaba” da gayrı resmi olmasına rağmen işe yarıyor. “Teşekkür ederim” demesi zor, hatta “çok teşekkür ederim” ondan daha da zor. Sağ olun (resmi) veya sağ ol (gayrı resmi) sağlıklı ve güçlü ol anlamına gelen bir söz ve şükranlarınızı ifade ederken kullanılabilir. Bunlardan birkaç tane öğrendiğinizde siz de “ne kadar güzel Türkçe” konuştuğunuzu göreceksiniz.
II. Bölüm
Roma ve Bizans Döneminde Konstantinopolis
6
Büyük Konstantin
Roma, Shakespeare’in “en zirvedeki ve muhteşem dönemi” diye tabir ettiği 4. yüzyılda, tarihinin tehlikeli bir dönemine giriyordu. Roma Cumhuriyeti yerini hayli zamandır dört bir yandan onun zenginliğini ve gücünü kıskanan düşmanlarla sarılmış Roma İmparatorluğu’na bırakmıştı. 2. yüzyılda Romalıların Perslerden zorla aldığı Küçük Asya ve Orta Doğu olarak adlandırılan bölgeler, şimdi yeni bir hanedanlığın yönetimi altında canlanan Pers gücünün tehdidi altındaydı. Avrupa’daki barbar kavimler de bir diğer yanda kuzeye doğru harekete geçmişlerdi.
İmparatorun, İtalyan aristokratlardan oluşan elit bir yapıya sahip Roma Senatosu tarafından seçildiği, temsili yönetime benzer bir yönetimin olduğu günlerin yerinde yeller esiyordu. O dönemde imparatorluk aslında ordu kademeleri arasından liderin oybirliğiyle seçildiği askeri bir diktatörlük haline gelmişti. Tarihçi Peter Saris “aciz imparatorlar birbiri ardına tahttan indirildi ve kendi askerleri tarafından öldürüldü” diye anlatıyor. Saris, Konstantin’in iktidara yükselmesi “yalnızca, sonraki Roma İmparatorluğu’nun politikalarını şekillendiren hırslı adamların gaddar ve fırsatçı manevraları çerçevesinde yorumlanabilir” diye devam ediyor. Artık, zihnimizde Roma’dan yönetilen merkezileştirilmiş bir devlet canlandırıyorsak imparatorluğa Romalı demek de yanıltıcı olabilir. Ordu Küçük Asya, Kuzey Afrika, Balkanlar veya Kuzey Avrupa’da savaşırken, artan sayıda aslen Romalı olmayan asker-imparatorlar, sürekli yer değiştiriyorlardı.
305 yılında gönüllü olarak sahip olduğu gücü bırakıp Dalmaçya kıyılarındaki çiftliğine çekilerek lahana yetiştirmeye başlayan İmparator Diokletian, artık tek bir kişiyle yönetilemeyen imparatorluğun bağımsız yönetime geçmesini sağlamak için, imparatorluğun yönetimsel olarak doğu ve batı şeklinde ikiye ayrıldığı, her birinin diğerine karşı sorumlu olduğu birer üst (Augustus’lar) ile birer ast (Sezar’lar) imparatorlardan haiz Tetrarşi (dörtlü yönetim) denen bir yönetim şeklini uygulamaya koydu. Bu düzenleme teoride ağırlıklı olan imparatorluğun daha kolay yönetilmesini sağladıysa da, gerçekte bu mevkilere atanan güç meraklısı generalleri düşününce, 4 haris adamın aynı görev için en güçlüsü galip gelene kadar birbirleriyle savaşacağı bir sistem yaratmış oldu.
Tetrarşiyi temsil eden Mısır mermerinden yontulmuş nadir bir heykel Venedik’teki San Marco Bazilikası’nın güneybatı köşesine yakın bir yerde durmaktadır. Grekoromen heykel geleneğinin hiçbir zarafetini taşımayan 4 zalim savaşçı tasvirinin yer aldığı, ham hali mat kestane rengindeki bu yontu, Konstantin’in ilk zamanlarına kadar Roma İmparatorluğu’nun dönüştüğü otoritenin asıl gücünün iç karartıcı bir suretidir adeta. Giysili ve aynı şekilde poz vermiş nemrut suratlı adamların her biri bir elleriyle kılıçlarının kabzalarını sımsıkı tutarken diğer elleriyle de eş-imparatorun omuzunu tutmuş, sanki diğerlerinin yapacağı ilk saldırıyı önlemek ister gibi duruyorlar. Adı Roma İmparatorluğu’yla birlikte anılan hayalimizdeki hiçbir soylu veya ruhani liderin böyle duygusuz ve kaba savaşçılarla bir bağı olamaz. Heykeldekiler ritüel olmuş bir törenin mola anında, daha önceden verilmesi kararlaştırılmış bir işaretle, sanki birazdan savaşa tutuşacaklarmış gibi duruyorlar ki yaptıkları da budur zaten.
Roma İmparatorluğu ve Yeni Din
Konstantin’in koşulları ve iktidara yükselme yöntemi, Roma İmparatorluğu’nun coğrafi olarak genişlemesi hakkında bazı işaretler verir. Konstantin, bir Roma eyaleti olan Dakia’ya bağlı bugünkü Sırp kasabası Niş’te doğmuştur. Babası Konstantius ilham verici liderliğiyle Diocletian’ın ilgisini çekti ve Sezar ünvanıyla imparatorluğun kuzeybatı sınırındaki uzak eyaleti Britanya’da çıkan ayaklanmayı bastırmak üzere görevlendirildi. Konstantin de babasının izinden gitti ve babasının yanında savaşarak hem doğu eyaletlerinde hem de Kuzey Avrupa’daki seferlerde kendisini gösterdi. Babası ölünce askeri birlikler onu himayelerine alıp yetiştirdiler ve Augustus ünvanını verdiler.
Konstantin’in güneye doğru Alpler’i aşarak hasmı Maxentius’la karşılaşacağı kaçınılmaz an geldi çattı. Bu karşılaşma Roma’nın hemen kuzeyinde Tiber Nehri üzerindeki Milvian Köprüsü’nde meydana geldi. Efsaneye göre genç kumandan Konstantin çarpışmadan hemen önceki gece askeri ve dolayısıyla da imparatorluk kariyerine ilham kaynağı olacak bir rüya gördü. Bu rüya, daha ziyade bu efsane, tarihin akışını değiştirecekti. Konstantin’in resmi biyografi yazarı tarihçi Eusebius şöyle anlatıyor. “Gün ortasında güneş alçalmaya başlamışken kendi gözleriyle göklerde üzerinde ‘Bununla fethet’ (Hoc Vince) ibaresi bulunan parlak bir haç gördüğünü söyledi. Bu görüntü karşısında hem kendisi hem de ordusu şaşkınlık içinde kalakaldılar. “O gece rüyasında Konstantin’e görünen İsa, yeni dinin sembolünün Konstantin’in birliklerinin siperlerinde de olması gerektiğini buyurdu. Hikâyeye göre, Konstantin bu rüyadan ilham alarak birliklerini Maxentius’a karşı savaşa soktu ve sayıca az olmalarına rağmen o ünlü zaferini kazandı.
Konstantin’in rüyasında haç görmesi Hıristiyan efsanelerinin sanatsal malzemelerinden biri haline geldi ve Avrupa sanatında sık sık resmedildi. En ilgi çekici erken dönem tasvirlerinden biri, üç ayrı panoda resmedilmiş 9. yüzyıla ait bir minyatürdür. En üstteki panoda, değerli taşlarla süslenmiş şatafatlı koltuğunda oturan Konstantin rüyasında haç görürken, ortadaki panoda Milvian Köprüsü’nde düşmanlarını gönderirken, üçüncüsünde de annesi Helena yıllar sonra kutsal topraklarda Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhı keşfederken gösteriliyor. Belki de en haşmetli tasvir Pierro della Francesca’ya ait Arezzo’daki Konstantin’in Rüyası (Kutsal Haç Efsanesi) adlı bir seri fresktir. Burada muhafızları tarafından korunan imparator, etrafı açık ordugâhının çadırlarıyla çevrili halde çadırında uyurken görülmektedir. Tablo ağırbaşlı bir gizem havası vermektedir. İmparator rüya görürken ona eşlik edenler de sanki transa geçmiş bir halde resmedilmiştir.
Bu gizem havası Konstantin’in rüyasındaki duruma uygun düşüyor. Gerçekten olup olmadığıyla ilgili şüphe uyandıran sebepler var. Ordunun tanık olduğu varsayılan gökyüzünde haçın görülmesi olayı, başka herhangi bir gözlemci tarafından doğrulanmadı. Eusebius, Konstantin hayattayken yazdığı Kilise Tarihi adlı kitabında bu ünlü çarpışmanın hikâyesini anlatırken bu rüyadan bahsetmiyor. Yalnızca Konstantin’in ölümünün üzerinden uzun zaman geçtikten sonra yazdığı Life of Constantine (Konstantin’in Hayatı) adlı kitabında bu olaydan bahsediyor. Eğer gerçekten Konstantin’in gördüğünü bütün ordu gördüyse demek ki John Julius Norwich’in kurnazca yorumuyla “98 bin kişi bu sırrı fevkalade iyi bir şekilde saklamış” olmalı.
Robin Lane Fox, Akdeniz dünyasında paganizmden tek tanrılı din Hıristiyanlığa geçiş dönemini ele alan Pagans and Christians (Paganlar ve Hıristiyanlar) adlı çalışmasında, daha çok Konstantin’in ertesi gün çatışmaya girerken haç sembolünün askerlerin siperlerinde görünmesini emreden İsa’yı rüyasında gördüğü deneyiminin ikinci bölümüne odaklanmıştır. Paganizm dünyasında zaman zaman vuku bulan tanrıların görünmesi olayı, Yunanca epiphanos olayı olarak adlandırılan bir fenomen olup günümüzde epiphany1 kelimesiyle ifade edilmektedir. Konstantin’in deneyiminde farklı olan, pagan inanışında daha sık rastladığımız yürüyen ve konuşan insan formundaki görüntüden önce, ilk haç sembolünün tezahürüdür.
Kudret veya güzellikle ışıldayan ve doğaüstü bir otorite taşıyan ölümsüzlere ait bu gerçeküstü aydınlanma anı betimlemeleri İlyada ve Odysseia Destanı’nı okumuş olanlara tanıdık gelecektir. Lane Fox, ancak inanmış Hıristiyanların güzellikle ikna edilmesiyle Konstantin’in rüyasında gördüğü adamı İsa ile ilişkilendirmiş olacağını ileri sürer ve şöyle devam eder: “Belki de (…) rüyasında parlak giysiler içerisinde sıradışı güzellikte genç bir adam, geleneksel tipte bir tanrı gördü. Konstantin’in rüyasını hiçbir sanatsal tasvir şekillendirmediği için ve hiç kimsenin İsa’nın görüntüsüyle ilgili bir fikri olmadığı için Konstantin ancak bu kadar açık olabilmişti.”
Hıristiyanlığın, imparatorluğun resmi dini olarak seçilmesi iyi bir politik algı yarattı. Roma’yla erkenden özdeşleştirilmesi sebebiyle oluşan Roma İmparatorluğu algısı, yavaşça içeri sızan barbar etkilerinin de imparatorlukça uzaklaştırılması sayesinde güçlendi. Hıristiyanlık imparatorluğa yitip gitme tehlikesi altında olan ahlaki ve ruhsal bir ortak payda da verdi. İmparatorun kendisinin tanrı olarak görüldüğü eski bir inancı bertaraf ederek politik gücü bakış açısına dahil etti. Konstantin’in bilinen dünyanın en güçlü kişisi olması konusunda hiç kimsenin bir şüphesi olmasa da “Tanrı’nın adamı” -daha önceki imparatorların ilan ettiği gibi bizzat kendisi bir tanrı olarak değil- olduğunu ilan ederek yetkisinin ispatında daha da ileri gitti. Konstantin tarihte, son derece yetkin, kararlı, otoriter ve hedefinden kesinlikle emin biri olarak geçmektedir. Eusebius’un Life of Constantine (Konstantin’in Yaşamı) adlı kitabında Konstantin’in kendisini nasıl gördüğü ile ilgili biraz fikir edinebiliriz:
Bu tür bir inançsızlık insan ırkını istila etmiş ve devlet yıkılma tehdidi altındayken Tanrı nasıl yardım edebilir ki? Ben bizzat O’nun seçtiği bir aracıyım… Nitekim güneşin doğa kanunlarına boyun eğerek ufukta gözden kaybolduğu uzak Britanya Okyanusu’ndan başlayarak Tanrı’nın yardımıyla insan ırkının, benim sayemde aydınlanarak Tanrı’nın kutsal emirlerine riayet etmeyi hatırlamaları ümidiyle, o sırada hüküm süren kötülüğün her türlüsünü defettim ve ortadan kaldırdım.
Bu enerjik genç asker, batılı rakiplerini yener yenmez yüzünü doğuya çevirdi ve Küçük Asya’da hüküm süren son düşmanı Licinius’u ortadan kaldırdı. Licinius’un doğu imparatoru, Konstantin’in ise batı imparatoru olduğu ve barış içinde oldukları zamana ait, üzerinde “Licini Auguste Semper Vincas” yani “Licinius Augustus, her daim muzaffer olasın” ibaresini taşıyan 6 adet 4. yüzyıla ait gümüş çanak şaşırtıcı biçimde tarihin alışılmadık detaylarından biri olarak günümüze kadar gelmiştir. Defne çelengiyle çevrili çanağın ortasında, Licinius doğuda imparatorluğa hâkimken ve gelecek için umutlu bir kehanette bulunurken Augustus ünvanıyla kutladığı 10. yılının anısına kazınmış “on olduğu gibi yirmi de olur” anlamındaki “SIC X SIC XX” ifadesi yer almaktadır. Çanaklar 1901 yılında Konstantin’in doğum yeri olan Niş’te bulundu. Her biri gümüş ve aşağı yukarı bir Roma librası ağırlığında olan bu çanaklara “largitio” adı verilir. Bunlardan biri British Museum’da sergilenmektedir. Müze kataloğunda bu çanak şöyle tarif edilmiştir:
Bu tarz çanaklar imparator tarafından özel durumlarda yüksek sınıf askerlere, sivil memurlara ve sadakatli müttefiklere sunulurdu. Dolayısıyla Licinius makamında 10. yılının başlangıcını ikinci 10 yıl için adak adayarak ve bu çanaklara benzer hatıra sikkeleri basarak kutladı. Bu çanaklara Latincede “cömert armağanlar” anlamına gelen “largitio” denir. Largitio aynı zamanda rüşvet anlamına da gelir!
Zaman içinde Licinius mağlup olup kılıçtan geçirilince Roma’nın imparatorluk gücünün merkezi olduğu dönem bitmiş oldu. Konumu itibariyle barbar istilalarına karşı koyacak kadar emniyetli değildi artık. Sebep sadece bu değildi, aynı dönemde doğudaki imparatorluğun nüfusu ve içinde bulunduğu refah da artmıştı. Dünya ticaretinin merkezi, Avrupa’nın Asya ile birleştiği yere kaymıştı. Konstantin’in gözünü doğudaki imparatorluğa dikmiş olmasının sebebi belki de buydu. Konstantin Roma’nın imparatorluk gücünü, idari ve organizasyon geleneklerini yeni dünya dini Hıristiyanlıkla bir araya getirerek Bizans İmparatorluğu’nun bütün iktidarı süresince var olacak bir karışım yarattı. Laik ve kutsal arasındaki ayrımın, tanrıya karşılık Sezar’a minnettar olmanın bu insanların düşünce biçimiyle pek ilgisi yoktu. İmparator “havarilerin eşiti”, “Romalıların vefalı Hıristiyan İmparatoru” olarak isimlendirilmişti.
Yeni (Bir) Şehir ve Yeni (Bir) Uygarlık
Konstantin, yeni konumununun güvencesiyle ve halkına esin kaynağı olan yeni dinin kendisine verdiği manevi destekle gücünün temelini sağlamlaştırmak üzere Nova Roma Constantinopolitana, Konstantin’in şehri Yeni Roma olarak anılacak yeni bir başkentte işe koyuldu. Konstantin’in Yunan kenti Bizans’ı karargâhı olarak seçmesinin isabetli bir karar olduğu, bin yıldan uzun bir süre boyunca saldırılar karşısında kentin zapt edilememesiyle teyit edildi. Etrafının tamamen suyla çevrili olması sebebiyle kara tarafından inşa edilecek bir savunma duvarıyla korunabilirdi. Efsaneye göre bizzat Konstantin, duvarların yerini adım adım belirlemişti. Maiyetindekiler, yedi tepeli şehirde bir yandan diğer yana yürürken kuşatacağı bölgenin büyüklüğü karşısında hayrete düştüler. Daha ne kadar gideceği sorulduğunda “önüm sıra giden durana kadar” dediği rivayet edilmekteydi.
Başkent yapacağı bu yeri kurmaya Roma’dakinin benzeri büyük bir umumi toplanma alanı ya da forum inşa ederek başladı. Ardından halkın at yarışlarını, jimnastik gösterilerini, spor oyunlarını, vahşi hayvan sergilerini, tiyatro, akrobatlar ve benzerlerini izleyebileceği devasa bir açık hava arenası olan hipodrom geldi. Hipodrom, yeni Roma’nın eski Roma’daki büyük stadyumu Kolezyum’un karşılığıydı. Konstantin emrinde olan yüksek rütbeli devlet memurları için de tapınaklar, saraylar ve malikâneler inşa ettirdi. Yollar ve meydanlar, şehrin su ihtiyacını karşılamak için su kanalları ve su depoları, vatandaşlar için de umumi banyolar tasarlandı.
Her biri tamamen kaliteli mermerler, kıymetli metaller ve heykellerle donatılmıştı. Gibbon, Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı kitabında yeni başkenti şöyle tanımlar:
Konstantinopolis’in kuruluşunda, surlar, sütunlu girişler ve su kemerleri için imparatorluğun bütçesinden cömertçe 2 milyon 500 bin pound ödenek ayrılmasından bir tahmin yürütülebilir. Karadeniz (Euxine) kıyılarını gölgeleyen ormanlar, küçük Marmara Adası’ndaki (Proconnessus) meşhur taş ocaklarından getirilen beyaz mermer, diğer bitmez tükenmez malzemeler vb. Bizans limanına taşınmak üzere tedarik edildi. Çok sayıda işçi ve zanaatkâr, kararlılıkla ve aralıksız çalışarak işlerin sonuçlandırılmasını mümkün kıldılar. Yunan ve Asya şehirlerinin en değerli süslemeleri Konstantin’in emriyle yağmalandı. Unutulmaz savaşlardan kalan hatıralar, kutsal eserler, tanrı ve kahramanlarla antik zamanların bilge ve şairlerinin tamamlanmasına çok az kalmış heykelleri Konstantinopolis’in görkemli zaferlerine katkıda bulundu.
Antik dünyada Euxine dedikleri yer Türkçede Karadeniz olarak bilinir. Proconnesus Adası’nın bugünkü ismi ise Marmara’dır ve etrafı eski uygarlıkların Propontis olarak adlandırdığı aynı adı taşıyan denizle çevrilidir. Konstantin dünyadaki en görkemli şehirlerden birini kurmuş olsa da Gibbon’dan geçer not alamamıştır:
Tercih ettiği kıyafet ve davranışlar, hayatının sonuna doğru insanlığın gözünde sadece küçük düşmesine sebep oldu. Diokletian’ın kibriyle benimsenen Asya tarzı ihtişam, Konstantin’in kişiliğinde bir nevi efemineliğe büründü. Kendisi, o zamanın yetenekli sanatçılarının binbir zahmetle hazırladığı çeşitli renklerdeki peruklar, yeni ve daha pahalı bir taç, bol miktarda kıymetli taş ve incilerle kolye ve bilezikler, en ilgi çekici altın çiçeklerle süslenen rengârenk, uçuşan ipek giysilerle tasvir ediliyordu.
İlginç olan şudur ki, Konstantin, Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun devlet dini olarak kabul ettirerek tarihe damgasını vuran bir adam olarak tahtta olduğu yıllar boyunca benimsediği dine karşı bir nevi kararsızlık yaşadı. Halkının birçoğu özellikle de ordudaki askerleri arasında hâlâ pagan inancında olanlar vardı ve Konstantin’in gücü onları uzaklaştırmaya yetmedi. Şüphesiz ki batı dünyasında tek bir tanrıya inanma yönünde bir eğilim olmasına rağmen bu tanrının kimliğiyle ilgili bazı şüpheler hâlâ mevcuttu.
Konstantin, imparator unvanıyla kendi adına madeni paralar bastırmaya başladığında bu paralardan bazıları “Sol Invictus” yani “Yenilmez Güneş” ifadesiyle Güneş Tanrısı Apollo’yu onurlandırırken diğerleri de Konstantin’i Güneş Tanrısı’yla yan yana gösteriyordu. Tatil günü olacak haftanın birinci gününe, Latinlerin pazar günü anlamındaki Domenica’sı (Tanrı’nın günü) yerine, Güneş Tanrısı’nın adıyla anılan “Sunday” (Sun’s day: Güneşin günü) adını verdi. Konstantin, İsa’yı insanoğlunun kurtuluşunu sağlama almak için kurban edilen çilekeş bir savunucudan ziyade, düşmanları karşısında zafer kazanmış ve yeni kurulmuş Roma İmparatorluğu’nu tek elden yöneten kendisi gibi ölümü yenmiş bir muzaffer olarak görüyordu.
Konstantin kiliseyle devlet arasındaki yakın ilişkiyi biraz daha ileri taşıyarak ana kiliseyi kraliyet sarayıyla yan yana koydu. Bizans’tan etkilenen Venedik ve Moskova gibi şehirlerde var olmaya devam eden Basileia (kraliyet gücü) ve sacerdotium (papazlık sistemi) konum olarak birbiriyle birleştirdi. Ancak Bizans, mimari açıdan kendini bir Hıristiyan şehri olarak ilan ettiği halde kültüründe Yunan ve Roma’dan kalma klasik bir miras barındırıyordu. Romalı öğrenciler dilbilgisi ve tarihi Homeros’un şiirlerinden öğrendiler. Bizans okullarındaki erkek öğrencilere de yine Truva’nın surları altında ve Odisseus’un gezintileri rehberliğinde destansı savaş hikâyeleriyle eğitim verildi.
Böylelikle pagan dünyası gitgide gücünü kaybederek yerini Hıristiyan dünyasına bıraktı. Konstantin kendi imparatorluk şehrini yaratırken kiliselerin yanı sıra pagan ibadeti için de tapınaklar inşa etti. Hükümdarlığı zamanında da pagan ritüelleriyle kutlamalar sürdü. Bu şehrin farklı inanışları barındıran uzun bir tarihi var. Müslümanların devrinde dervişlerin her yeri kuşatan etkisi ve tasavvufi hoşgörüsü otoriter İslam anlayışını yumuşattı. Kısmen de olsa, hem Türkler hem de Yunanlar o zamanın yükselen dini inançlarının geleneksel öğretileriyle birlikte var olan ve onlardan önce gelen inançları keyifle sürdürüyorlardı. Bugünün İstanbul’undaki hacıların, şeyhülislamın Türklerin kutsal yer olarak addettikleri türbelerde Müslümanların nasıl davranmaları gerektiğiyle ilgili kurallarını tam olarak yerine getirdikleri söylenemez. Müslüman köylü kadınlar şifa için antik Yunan’ın kutsal su kaynaklarına (ayazma) akın ediyorlar. Ayrıca kutsal Kuran’da, Türklerin kem gözden korunmak için her binaya, kolyelere, bileziklere, anahtarlıklara ve buzdolabı mıknatıslarına koyduğu o mavi nazar boncuğuna dair herhangi bir atıf bulamadım.
Tabii ki paganizm Konstantin döneminde bitmedi. New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nde John Mauropous tarafından 11. yüzyıl erken döneminde İsa’dan niyaz dileme anlamı taşıyan nadir bir epigram buldum: “Sevgili İsa, olur da bazı paganları cezalandırılmaktan muaf tutmak istersen benim hatırıma Platon ve Plutarkhos’un canını bağışla. İkisi de senin tanrı olarak her şeye hükmettiğinden habersiz olsalar da hem öğretide hem de yaşam şeklinde senin ilkelerine yakın duruyorlardı. Bu durumda sen karşılık beklemeden tüm insanlığı kurtarmaya gönüllü olduğun için yalnızca senin merhametine ihtiyaçları var.”
Konstantin bir hükümdardı, din adamı değildi ve dinsel anlamda kılı kırk yarmanın yeni kurduğu imparatorlukta nasıl bir ihtilaf yaratacağını çabucak gördü. Hıristiyanların inanması gereken doğru tanımı oluşturmak için harekete geçti. Ortodoksluğun kurulmasıyla birlikte muhalif inançlar sapkınlık olarak kabul edildi. Bunlardan en yıkıcı olanı İskenderiyeli rahip Arius’tan geldi. Aykırı görüşlerin birçoğunda olduğu gibi Arius’un teorisi de İsa’nın yapısıyla ilgiliydi. İnsan mıydı yoksa ilah mı ya da her ikisinden biraz mı? Arius’a göre İsa, Tanrı’nın doğasıyla benzerlik göstermiyordu, çünkü Tanrı gibi ölümsüz değildi. Tanrı tarafından özel bir amaç için yaratılmıştı, dünyanın kurtuluşu için. Ölümsüz olmamasına rağmen mükemmel bir adamdı ve bu sıfatla Tanrı’nın emrindeydi. Bir yandan da kısmen bu tarz sorunlarla baş etmek maksadıyla bizzat başkanlık ettiği kilise konsülünü İznik’te toplantıya çağırdı. Eusebius imparatorun konsül salonuna girişine çok önem vermektedir:
Ve şimdi herkes, imparatorun teşrif ettiğinin işareti verilince ayağa kalktı, imparator değerli taşlar ve altın işlemelerle bezeli mor giysisinin göz kamaştıran yansımalarıyla semavi bir tanrının meleği gibi toplantının ortasından geçerek ilerledi. Oturma yerlerinin başına yaklaştığında önce bir anlığına durdu. (…) Sıraların başına ulaştığında, kendisi için yüksekçe bir yere yerleştirilmiş dövme altın tahta oturmak için piskopos izin verene kadar bekledi. Hazır bulunanlar da ondan sonra aynısını yaptılar.
Konstantin hem asker hem de hükümdardı. Onun da teşvikiyle piskoposlar Aryan doktrinini çürüttüler ve İsa’nın Tanrı (Baba) ile aynı tözden olduğunu ilan ettiler. Bugüne dek toplu dua kitabındaki İznik Amentüsü’nü ezbere bilen Hıristiyanlar bu sebeple şöyle iddia ederler: “Tanrı’nın biricik oğlu tek rab ve ezelde Baba’dan doğmuş Mesih İsa’ya inanıyorum. O Tanrı’dan gelen Tanrı, Nur’dan Nur, Gerçek Tanrı’dan Gerçek Tanrı’dır. Yaratılmış olmayıp, Tanrı (Baba) ile aynı tözdendir.” Tarihçiler arasında tartışma konusu olan sebeplerden dolayı Konstantin ölüm döşeğine kadar vaftiz edilmeyi erteledi. Kendisine kutsal ekmek verildiğinde “Şimdi gerçeğin ta kendisi gibi kutsandığımı biliyorum; şimdi tanrısal ışığın bir parçası olduğuma inanıyorum,” diye haykırdığı söylenir.
Dünyanın Ticaret Merkezi
Dünyaya neredeyse 1000 yıl hükmetmesini mümkün kılan politik ve askeri hâkimiyeti takdir edebilmek için, Bizans İmparatorluğu’na sanat ve mimari açıdan bakmak iyi olur. Ticaret açısından da aynı derecede önemli bir merkezdi. Yahudi bir tüccar olan Cordoba’dan Tudela’lı Benjamin (Bünyamin) diye birinin 12. yüzyıldaki tasviri, ticaretin tarihe karışmış dünyasını hatırlatıyor:
Envai çeşit tüccar Babil ve Mezopotamya’daki Shinar’dan, İran ve Medea’dan, Mısır’ın tüm krallıklarından, Kenan diyarından, Rus Krallığı’ndan, Macaristan’dan, Peçeneklerin diyarından (Romanya), Hazar’dan (Kafkasya), Lombardiya ve İspanya’dan geliyor. Burası çalkantılı bir şehir; tüm ülkelerden insanlar buraya kara ve denizyoluyla ticaret yapmak için geliyorlar. Bağdat dışında dünyada böyle bir yer yok. Dükkân ve pazarlardan gelen kirayı, kara ve denizyoluyla gelen tüccarlardan alınan vergileri hesaba kattıktan sonra kentin günlük gelirinin 20 bin altın olduğu söyleniyor.
Konstantinopolis’in ihtişamının, gücünün ve görkeminin altında yatan sebepleri anlamak için en eski zamanlardan beri Avrupa ve Asya arasındaki sağlam konumundan nasıl istifade ettiğini bilmek gerekir. Dünyanın sahip olduğu varlığın üçte ikisinin bu muhteşem kentin zapt edilemez duvarları içinde toplandığı söyleniyor. Kervanlar, Konstantinopolis’e Semerkant, Buhara, Maveraünnehir, Horasan ve İran gibi önemli bölgelerden bütün Ortadoğu’yu geçerek kara yoluyla ulaştılar. Bazı durumlarda onların yüklü develeri kente Antakya ve Halep gibi ticaret merkezlerini geçerek geldi. Kuzey steplerinden gelen karların eriyerek taşırdığı Rusya’daki o büyük nehirler Dinyeper ve Don, Moskova ve Kiev krallıklarından Karadeniz’deki Trabzon gibi liman kentlerine kereste ve kürk taşıdılar ve Konstantinopolis kıyıları boyunca sıralanmış limanlar en doğuda Bengal Körfezi ve en kuzeydeki Vikinglerin ülkesi kadar uzak diyarlardan yelken açarak gelen gemilerdeki vergiye tabi yükleri boşaltmakla uğraştılar.