Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Mil», sayfa 2

Yazı tipi:

BENİ BEN EDEN YILLAR…

…Beni getiren arabanın durduğu parkın Kremlin’in arka girişi olduğunu çok sonraları öğrendim. Burada beni orta yaşlı, şişman biri karşıladı. Hiçbir şey sormadan onunla birlikte yürüyordum. İçimden bin türlü fikir geçiyordu. Korkacak hiçbir durumum olmasa da çok heyecanlıydım. Bütün bunlar, o dönemde yetkililerin olduğu kadar öğrencilerin de Komünist Partisine katılmasının kısıtlandığı bir zamanda oluyordu. Ama vazifede ilerleyebilmek için Komünist olmaktan başka çare bırakmamışlardı. Hatta halkların hapishanesi olarak görülen Sovyetlerde de bu konu farklı milletlerin ve dinlerin temsilcilerine değişik şekillerde uygulandı. Ben babamın yardımıyla bu aşamayı geçmiştim. Diğer önemli konu ise Slav halklarının bir temsilcisi ile aile kurmaktı. Yok eğer Yahudi kızı ile evlenebilirsen görev basamaklarını ikişer ikişer atlamış olurdun…

Şişman adamla birlikte uzun bir koridora girip yanında ilerleyerek hayli yürüdük. O kadar sağa sola dönmüştük ki buradan geri gönderseler geldiğim yere gidip çıkışı bulamazdım. Koridor boyu uzanan kırmızı şeritli döşeme, kapı ve pencerelerin aynı renk ve aynı ölçüde olması insanda gittiği yerlerden tekrar yürüyormuş izlenimi yaratıyordu. Bu mekândaki tek fark kapıların üstünde yazan isimlerdi. Bu tabela yazılarının olduğu yerde sabit durması hiç inandırıcı değildi. Sovyet hâkimiyetinin yazılı olmayan kanunlarına göre sabahleyin sıcak ofisinde başkalarını aşağılayan akşam başkaları tarafından aşağılanabilirdi, hatta vatan haini veya rüşvetçi ve bozguncu olarak tutuklanabilirdi. Ben bu düşüncelerle uzun süre boğuşurken bu mekândaki büyük ofislerden birine sahip olma arzusu ile mücadele ediyordum. Arzularım çok derinlere gidemedi. Yani, ofiste nasıl davranacağımı, sandalyeye nasıl yayılıp emirler vereceğimi, genç bir sekreterin getirdiği çay için ağız dolusu teşekkürler edip onu efsunlamak için nasıl hilekârlıklar yapacağımı düşünmeye fırsat bulamadan hedeflediğimiz mekâna ulaştık. Geniş ve ışıklı bir odaya girince sekreterin yaşlı bir kadın olduğunu görüp gayriihtiyari dudağımı büzdüm. Bir anda sanki beni bu ofisin sahibi yapmışlar, bütün problemleri halletmişim de bir genç sekreter bulmam kalmış gibi davranıyordum. Şişman adam beni kadına teslim edip geri döndü. Bu sefer zayıf, kısa boylu bir delikanlı bana eşlik ediyordu. Nihayet üstünde “Müfettiş A. D. Suvarov” yazılı kapıdan içeri girdik. Suvarov da beni yine editörmüşüm gibi kapının ağzında, hatta daha büyük bir nezaketle karşıladı, ama heyecanını gizleyememesi bu nezaketin sahte olduğunu, yüzündeki tebessümün de doğal olmadığını açıkça gösteriyordu. Kolumdan tutup içeri geçirdi ve kapının ağzında bir anlığına durup sekreterine çayı geciktirmemesini işaret etti. Suvarov oturmak için yer gösterip benim karşıma oturdu. Selam sabahtan sonra sekreter getirdiği çayları kırışmış elleriyle karşımıza koyup odayı terk etti. Suvarov’un “Nerede çalışıyorsunuz, mesleğiniz nedir?” gibi ardı ardına sıraladığı sorular içimde tuhaf şüpheler yarattı. Ya beni yokluyordu ya da gerçekten de tanımıyordu. Bir anda editörün bana Suslov’un değil, bu Suvarov’un11 beni çağırdığını söylediğini zannetmiştim. İşte bunların ikisi de gerçekten çok bilindik soyadlarıydı. Hemen şüphemi netleştirdim. Yok bu olamazdı. Çünkü istenilen birini yanına davet eden şahıs, soyadı ne olursa olsun çağırttığı insanı tanımamış olamaz. Ben ona gerektiğim için davet etmişse adımı da soyadımı da ne iş yaptığımı da iyi bilmeliydi. Aniden içeri giren general üniformalı uzun boylu kişi görününce Suvarov yerinden öyle bir sıçradı ki az önce sorduğu sorulara cevap vermeye ihtiyaç kalmadı. Ömrümde ilk defa canlı olarak gördüğüm generalle birlikte odadan çıktım ve az önce geldiğimiz koridorda yine uzun süre yürüdük. Suvarov’un ofisi sadece bu generalin kabul odası büyüklüğündeydi. Kısacası, general geçip koltuğuna yaslandı. Karşısındaki kâğıdı birkaç saniyede gözden geçirdikten sonra sordu:

– Niye çağrıldığınızı biliyor musunuz?

Ben omuzlarımı kaldırıp gülümsedim. General aynı tebessümle karşılık verip biraz sitem edici şekilde devam etti:

– Somut bir cevap verirseniz daha iyi olur.

Ben ciddi bir şekilde “Hayır!” deyince o önce “Mihail” dedi, ne düşündüyse çenesini ovuşturdu ve yavaşça devam etti:

– Gerçek şu ki ben de hâlâ hiçbir şey bilmiyorum. Sizi Yoldaş Mihail Adreyeviç Suslov şahsen çağırtmış. Sadece size zorunlu bir görev vereceğim. Sizinle hangi konuda, ne konuşacaksa gerekmedikçe bunu üçüncü bir şahıs bilmemelidir. Bana da bir şey demenize gerek yok. Bu öncelikle sizin güvenliğiniz için gereklidir. Herhâlde Mihail Andreyeviç’in sizi basit bir mesele için çağırmayacağını anlıyorsunuzdur. Kabulden sonra her şey malum olacak.

O kadar heyecanlanmıştım ki şimdi beni aklım değil hislerim idare ediyordu. Kendimden bağımsız olarak robot gibi “Ya ponya”12 derken “ponyal” kelimesinin son harfini yuttuğum için “Yaponya” sözünü ifade etmiş olsam da general buna mahal vermeden:

– Anlamak yetmez. Algılamak lazım. Burası Kremlin. Sovyet hakimiyetinin beyni. Mihail Andreyeviç Suslov kudretli Sovyet devletinin ikinci ismidir. Onun kabul etmesi büyük bir şereftir. Bu herkese, hem de bu yaşta her vatandaşa nasip olan bir mutluluk değil. Bütün bunları algılayın, dedi.

Bu sırada generalin sağ tarafındaki çok sayıda rengârenk telefondan biri çaldı. Sesinden dahili telefon olduğu belliydi. General ayağa kalkıp ahizeyi kulağına götürdü. “Tamam!” dedi ve bana bir şey demeden kapıya yöneldi.

…İki saatten biraz fazla kabul odasında bekledikten sonra beni Suslov’un ofisine götürdüler. Sovyet devletinin ideoloğu hakkında ilk izlenimim o kadar iyiydi ki bütün heyecanım yok oldu. Suslov benimle oldukça samimi selamlaşıp, sandalyesinden azıcık da olsa ayrılıp elimi sıktı. Yorgunluğu kırışık teninin ortasındaki solgun gözlerinden hissedilse de sesinin tonundaki kararlılık farklı bir izlenim yaratıyordu. Önündeki kahverengi deri kaplı sümeni kaldırıp üç sayfadan ibaret sarı kağıttaki el yazısını eline aldığında derin bir uykudan uyanmış gibi oldum. O ise yüzündeki ifadeyi değiştirmeden temkinli ve cesaretlendirici bir sesle:

– Şaşırmayın, bu sizin yazınız. Tanıdınız! Bu yüzden sizi davet ettim. Kendiniz mi yazdınız yoksa yardım eden oldu mu, dedi.

– Asla!.. Burada ne var ki?

– Çok şey var, burada!

Suslov’un sesinin ahengindeki şaşkınlık, samimiyet ve ciddiyet heyecanımı büyük ölçüde azalttı. Buna aldırmayarak sanki söz dinleyen ilkokul öğrencileri gibi ellerimi masanın üstünden çekmeden hareketsiz bir şekilde onu dikkatle süzüyordum. O ise başını azıcık yana eğip sanki sağ gözüyle okuyormuş gibi arada bir diğer gözü ile beni merakla süzüyordu. Tahminen iki dakikaya yakın bir zaman geçtikten sonra kâğıttan gözlerini ayırmadan devam etti:

– Siz genç bir komünistsiniz. Sovyet devletimizin geleceği sizin gibi neferlere bağlıdır. Sizin yüksek zekânız, siyasi süreçleri tahlil kabiliyetiniz Sovyet eğitim sisteminin ne kadar doğru ve sağlam olduğunun göstergesidir. Şimdi benim karşımda kapitalizm dünyasının sadece para için yaşayan servet düşkünleri olsaydı hiç tereddüt etmeden sizi örnek bir Sovyet vatandaşı olarak onlara gösterirdim.

Suslov sağ eliyle el yazmasının üstüne, sanki onu kutsuyormuş gibi zarif bir şekilde okşayıp sandalyesini beş altı derecelik bir açıyla bana doğru çevirdiğinde ben de istemsizce rahatladım. Ben gerçekten de böyle üst düzey bir görüşme beklemiyordum. Albina’nın tabiri ile Kremlin’e davet edilmemin sebebini doğru düzgün idrak edememiştim. Aksi hâlde şimdi daha hazırlıklı olabilirdim. Hayallerin beni nerelere sürüklediğini söyleyemem. Neyse ki Suslov’un sesi işitildi:

– Sizi önemli bir misyonla Tahran’a bir iki yıllığına göreve göndermek istiyorum. Bu benim şahsi teşebbüsüm ve seçimimdir. Aslında sizin zekânız karşısında o kadar da zor bir iş değil. Sadece çok büyük bir hayati riski var. Bir de kısıtlamalar. Şimdi aile durumunuzu dikkate alıyorum, onlar devlet kontrolünde olacak. Bu yüzden de nineniz ve sevgiliniz için asla endişelenmemelisiniz.

“Sonunu düşünen kahraman olamaz” diyerek sözünü kesmem saygısızlık olsa da Suslov bunu normal karşıladı:

– Yerinde söylenmiş, güzel bir Doğu atasözüdür. Bir daha emin oldum, seçimimde yanılmamışım. Aferin, babanız sizi gerçek bir Sovyet vatandaşı gibi büyütmüş. Sağ olsun, komünist olmanız için yardımını esirgememiş.

Ben Doğu değil eski Türk atasözü söylemiştim. Yüreğimden bunu da hatırlatmak geçti. Ama yersiz ve daha saygısız bir hareket olacağını düşünerek sustum. Suslov birkaç akıcı ifade ile şahsi durumumu yüzüme vurmuştu. İyi bilirdim ki, kapitalist ülkelerde devlet yetenek gerektiren işler için özel eğitim verdiği hâlde Sovyetler Birliği’nde bu işler kendi hâline bırakılmıştı. Tamam, ben babamın çabaları sonucu komünist olabilmiştim, ama benim terbiyem ve tahsilimde ne onun ne de devletin hiç rolü olmamıştı. Şimdi dünyaya meydan okuyan büyük bir devletin ikinci adamının karşısında kendi zekâmın gücü ile oturuyordum.

Benim ilmim ve eğitimim sadece Arapça ve Farsçayı çok iyi bilmemle sınırlı değildi. Yoldaş Suslov’un elindeki yazı Ortadoğu’daki jeopolitik durumun analizinden bahsediyordu. “Batının Ortadoğu Planlarına Karşı Yerel Direnişin Yolları” başlığıyla kaleme aldığım bu analitik yazı gazetede yayımlanmadı. Makalenin nasıl olduğu sorulduğunda şube müdürü fikir ve görüşler temellendirilmemiş, cümleler arasındaki bağlantı kopuk vs. demişti. Onun özel bir ses tonuyla “Böyle yazılar Sovyet okuyucusunun ilgi alanına girmiyor.” sözünü ise Sovyet mahkemelerinde hakimlerin masum bir “sanığa” karşı yönelttiği utanmaz bir iddia olarak kabul etmiştim.

Suslov yazıyı övdüğü sırada, şube müdürünün yaptığı kötü yorum karşısında “Öyleyse, geri verin.” diye ısrar edeceğimi düşündüm. Birden geri verseydi ne olurdu? İşte böyle olsaydı şimdi Suslov’un ofisinde ne işim olurdu ki? Bu iddialı ve faydasız meselelere dair soruya cevap aramanın faydasız olduğunu düşünüp makaledeki önemli görüşleri hatırlamaya başladım.

Çok garip bir durum gelişti. Suslov “Niçin Avrupa ülkelerinin bize kıyasla Ortadoğu halkları üzerinde bundan sonra da engel olunamaz bir etkisinin olacağını düşünüyorsunuz?” diye soru yöneltirken ben bu cümleyi düşünüyordum. Ufak tefek düzeltmeler için karaladığım bu cümlenin altının tükenmez kalemle çizilmiş olmasından dolayı kağıtlara bakarken dikkatimi çekmişti. Bu yüzden de cevabım gecikmedi:

– Çünkü Sovyetler Birliği büyük maddi imkânlara, askerî güce sahip olduğu gibi kuvvetli insan kaynağına da sahiptir. Biz Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde sosyalizm ideolojisini diriltmek için ülkemizde yaşayan Müslüman-Türk halklarının imkânlarından ustalıkla istifade edebiliriz. Avrupa ülkeleri ise bu imkânları çoktan yitirmiş. Osmanlı döneminden, hatta bu devletten de evvel Batı’da yaşayan Müslüman-Türkler zengin bir kaynak olmasına rağmen Avrupa için mücadele etmezler. Çünkü topluma yönelik mevcut ayrımcılık ve çifte standartlar ortada aşılamaz bir uçurum yaratmış. Bizde ise durum farklı. Sovyet Müslüman-Türk halkı ile bizim Hristiyan toplumu Sosyalizm ideolojisi etrafında çok sıkı bir şekilde birleşmişler. Tarihte ortaya çıkan Rus-Türk savaşlarının acı neticelerini devlet başkanları, siyasi çevreler akıllarından çıkarmasalar da halkları bunu çoktan unutmuş.

Ben basit bir soru etrafında bir kitap konferansı vermiştim. Suslov temkinli bir şekilde beni dinliyordu. Fikrimi tamamladığıma emin olunca ağzını tuhaf bir şekilde büzdü ve başını ağır ağır sallayarak memnun olduğunu ifade etti. O anda makamdaki avizeden masanın üzerine düşen ışık dikkatimi nasıl çektiyse bakışlarımı yukarı çevirdim. Toplam birkaç saat önce ayrılsak da yıllardır görmüyormuşum gibi Albina’yı özledim. Odanın neresinde olursa olsun fark etmez, sadece burada olanları, Suslov ile sohbetimi görmesini çok istiyordum. Onun ateşli bakışları gözlerimin önüne geldiğinde hafifçe gülümsedim.

Bir süre önce “Gaz-24”ün parlak ışıkları altında gördüğüm o güzelliği hatırlayınca birden iki duygu birden beynime dolup kafamı karıştırdı. Albina ile alakalı bütün hatıralarım bana ilham veriyordu. Şimdi sanki uykudan uyandım, yaşlı ninem bir yana, Tahran’a gitsem Albina ne olacaktı? Ben onsuz nasıl kalabilirdim? Peki o benden ayrılmaya katlanacak mıydı? Bu sorulara cevap bulma gücünü kendimde bulamıyordum. Suslov sanki içimden geçenleri okuyormuş gibi “Devletin çıkarlarını korumak bütün duyguların üstünde olmalıdır. Bizim bütün tedbirlerimiz, dış politikanın ana hatları ülkemizin ve vatandaşlarımızın, keza ailelerimizin güvenliği ve refahı içindir. Sınır komşularımıza Sovyet düşüncesini götürmek, Komünizm ideolojisine yeni bir soluk getirmek için özel bir görevdir. Bunun için ilk aşamada yerel vaziyetin öğrenilmesi, kamuoyunun gerçek durumunu bilmeliyiz. Siz gidebilirsiniz, belki tekrar görüşürüz. Benim halledebileceğim bir probleminiz var mı?” deyince kapı açıldı. Anlaşılan o, elinin altındaki zile basarak yardımcısını çağırmıştı… Gerçekten de Sovyet devletinin ikinci adamına söyleyecek bir problemim olmadığı için vedalaşarak odayı terk ettim…

* * *

Kremlin’in uzadıkça uzayan koridorları bu görüşmeyle beni ben eden yollara kavuşup kaderime yazıldı. Bu koridor, sadece bir yol kavşağına, karayoluna, orman yoluna, dağ geçidine gidilebilen ve seni nereye götüreceği belli olmayan bir yol olarak düşünülebilir. Bu yol, uzun ve dolambaçlı olduğu için korkunç ve karışık idi. Bu yoldaki adımlar, nefes, mırıltılar ve sesler çeşitli olsa da milyonların kaderine sadece kara leke sürüyordu. Ben de şimdi bu yolun yolcusuna dönüşmüştüm. Beni bu yolda yolcu yapan sadece kader değildi, aynı zamanda kendimdim.

Beni Kremlin’e “Volga” getirmişti. Yine “Volga” ile de geri dönüyordum. Sadece geldiğim arabanın rengi beyaz, geri döndüğüm siyah renkteydi. Beni getiren arabanın şoförü güler yüzlü ve temkinli, götüren suratı asık ve sinirliydi. Giderken Volga dümdüz yolda hızla gidiyordu. Geri dönerken de bir köprü ve iki tünel geçecektik. Dönerken Albinagilin adresini söyledim, şoför inatla “Olmaz!” dedi, beni götürmesi için iş yerimin adresini söylemişlerdi. Akşam geç olmasına rağmen çalışanların çoğu hâlâ da yazı işleri ofisinde olmalıydı, ama benim burada yapacak işim yoktu. Suslov’un güvenlik şefi görüşme ve teferruatı hakkında hiç kimseyle, ayrıca iş yerinde de paylaşmamam gerektiğini söylemişti, şoför ise aldığı görevi yerine getirerek beni ısrarla gazeteye -yazı işleri ofisine- götürüyordu. Aslında ilk bakışta normal görünen bu çelişki Sovyet sistemindeki yönetimin özünü yansıtıyordu. Nereye gideceğimi sormadan, beni arabaya oturtup şoföre bildikleri adresi vermişlerdi.

Yazı işleri ofisine doğru gitsem yolum çok uzayacaktı. Ayrıca ben zaten bu yazı işleri ofisine veda ettiğim düşünülüyordu. Bu yüzden de ikinci kez gitmek istediğim adresi söyledim ve şoför kaba cevabını bitirmeden önce trafik ışıklarında arabadan indim. Tahminen 20-30 metre ötede küçük bir pazar vardı. Albina’nın ninesi için ne hediye alacağım hakkındaki düşüncelerden kurtulmaya imkân bulana kadar ayaklarım beni pazarın kapısına ulaştırdı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
GÜL

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
GÜL

Gül. Kokusundan hoşlanıp dikenlerini sevmediğim bu çiçek nasıl aklıma geldiyse Albinalara bundan başka hediyeyi yakıştıramadım. Ama onu nereden bulacaktım bu vakitte? Şehrin birkaç çiçek dükkânını hatırladım. Şimdiye kadar onların hiçbirinde gül görmemiştim. İşte bu düşünceyle de hayaller beni kucaklayıp Albina’nın yanına götürmüştü. Bana, “Volga” ile yola çıkmamdan itibaren Suslov ile görüşmedeki geçen olaylara, hatta geri dönerken şoförü dikkate almadan trafik ışıklarında arabadan inmeme kadar her şeyi o görmüş gibi geliyordu. Neyi yanlış, neyi doğru yaptığımı tek tek izah ederdi bana. Şimdi biz yüz yüze sohbet ediyorduk. Evvela Suslov’un sözünü haksız yere kestiğimi yüzüme vurdu. Sonra “Neredeyse unutuyordum.” dedi ve arabada telsize dikkatle bakarak kendini görmemiş gibi yapmamam gerektiğini belirtti. Sonra yine sohbeti getirdik Suslov ile olan kısma. Konuşmamdan çok memnun kalmıştı. Sorularına akıcı bir şekilde cevap vermiştim, cümlelerim net, ifade tarzım düzgündü. Aslında bana da işte bu lazımdı. Gerçekten de ninenin doğum günü için gül aramaya değerdi.

Suslov’un kabul odasından çıkarken Japon yapımı küçük boyutta bir “JVS” video kaydedici cihaz ve beş adet ona ait kaset vermişlerdi. Yarına bu kasetlerin hepsine dikkatle bakıp ertesi gün öğleden sonra ise verdikleri adrese gidecektim. Yüküm o kadar ağır olmasa da kolumu yoruyordu. Belki de onu kaybedeceğimden veya kıracağımdan endişe ettiğim için parmaklarımı sıkıp kolumu gergin tutmaktan dolayı yoruldum. Kısacası paketi kâh elimde tutuyor kâh koltuk altıma vura vura hâlâ nine için hediyeyi nereden alacağımı düşünüyordum. Böylece çiçek satan kadının önüne geldiğimi fark ettim. Çeşitlerden ve çiçeklerin o kadar büyük ve şeffaf olmamasından sera ürünü olmadığı anlaşılıyordu. Kadın benim çiçeklere dikkatle baktığımı ancak beğenmediğimi hissedince biraz sefil, hem de malına güvendiği ölçüde sessizce “Aşağı eğilin!” deyince sanki yorgunluğumu almak için elime bahane geçmiş gibi hemen dizlerimi büküp sırayla dizilen üç kovanın önünde durdum. Kokuları birbirine karışan çiçeklerden çok kadının ümit dolu gözleri dikkatimi çekti. Onu eli boş bırakmayacağımı söyleyebilirim. Başımı tek tek kovalara uzatıp çiçekleri koklarken kadın:

– Evlat, kimin için alıyorsun, dedi.

Farkında olmadan “Nişanlım için!” deyince Albina’nın ninesinin kırışıklıkla dolu yüzünü hatırladım ve güldüm. Ben bu hoş ruh hâli ile karışan çiçek kokularını ayırmaya çalıştığım sırada satıcı, tüccar yüzsüzlüğünden uzak bir utangaçlıkla sağ taraftaki karton kutudan bir demet gül çıkardı:

– Siz bunu alın. Yaprakların renginin solgunluğuna bakmayın. Gerçek güldür. Kokusuna bakın, insanı nasıl mest ettiğini görün. Hem de gül aşıkların çiçeğidir.

Pazardan çıkarken solda alçak bir gecekondu gördüm. Eski, tahtalarının ekseriyeti çürümüş bir kapı vardı. Kapı çerçevesi ile duvar arasında avuç içi büyüklüğünde kızıl bir gül filizlenip insana “Gel, gel.” diyordu. Gülün güzelliği, sadece adına kapı denilen tahtaların eğri büğrü görünüşünü süslüyordu. Hayranlık uyandıran bu manzara içimde garip hisler uyandırdı: Gül nerede bitse orası güzelleşir, göz alıcı bir hâl alır.

NİNE VE TORUN

Biz sözün tam manasıyla nine balasıydık. Her ikimizi de ninelerimiz büyütmüştü. Her cefamızı çekip bu yaşa getirmişlerdi. Bir anne öz evladı için ne yapabilirse ninelerimiz belki de ondan yüz kat fazlasıyla beslemişlerdi bizi. Sadece göğüslerinden süt emmemiştik. Süt vermek de şüphesiz ki onların kendi elinde değildi. Bazen, ninemin bana vermek için sütü olsaydı ta ki bu yaşıma gelene kadar göğüslerinin kurumasına izin vermeyeceğini düşünürdüm. Onları biz tanıştırmıştık. Sonra da bir tesadüf neticesinde komşu olmuştuk.

“Nine ve torun” ifadesi Albina ile benim gizli, daha çok ninelerimizin kulağına fısıltıyla söylediğimiz bir parola idi. Bu ifade bizi zerre kadar rahatsız etmiyordu. Ayrıca ninelerin birbirlerinin yanlışını fark ettiklerinde görmezlikten geldiklerini anlardınız. Biri diğerini çocuk gibi, bizim tabirimizce torunu gibi azarlar, öğüt verirdi. Kısaca bazen biri bazen de diğeri azarlamaya maruz kalırdı. Bizim için azarlayan taraf nine, sessiz kalan ise torun sayılıyordu. Hiçbiri vazgeçmek istemediğinde ise ikisi de bizim gözümüzde kavgacı nine oluyordu. Bazen de evde, tek başına sokağa çıkmasına izin verilmemiş iki çocuk gibi baş başa verip saatlerce yorulmak bilmeden tatlı tatlı sohbet ettiklerini görürdün. O zaman onlar gözümüze iki torun olarak görünür ve ikisinin de bu rolü ustalıkla oynamayı becerdiklerini söylerdim.

Kapıyı Albina açtı. Evde iki nine ve ondan başka kimsenin olmadığını biliyordum. Gülleri ona mı almıştım yoksa nineye mi? Albina çiçekleri hevesli bir şekilde koklarken ben bu soruyu düşünüyordum. Ama bu konuda hiç kimse bir şey sormadığı için sustum. Hepsi ile selamlaşıp hemen sofranın başına geçtim. Albina gülleri vazoya koyup ninesinin yanına geçti:

– Osman güzel güller almış. Kokusu insanın gözlerini yaşartıyor.

Kadın fersiz gözlerini belirsiz bir noktaya dikmişti. Yerime kurulurken doğruca ona bakıyordum. İlk başta Albina’nın dediklerini ya işitmiyor ya da görmezden geliyor diye düşündüm, ama yanıldığımı hemen anladım. Kadın kırışmış derisinin altından kemikleri sayılan, yaşlı elleriyle vazoyu tutup burnuna yaklaştırdı. Çiçeklerin kokusundan hoşlanıyormuş gibi başını salladı ve zar zor işitilecek bir ses tonuyla “Albina’nın merhum babası her zaman derdi ki kızımdan gülistan gülü kokusu gelir.” dedi.

Ninenin sol elinin havada sallandığını gördüm. Albina’nın sesi işitildi:

– Osman, ninem seni çağırıyor.

Ben yavaşça “nine ve torun” deyince Albina derinden bir iç çekip uzun uzadıya “Hımmm!” dedi ve hızlı bir şekilde işaret parmağını ağzına götürdü. Ninelerimiz birlik olup ben gelene kadar onu sıkıştırmışlardı. Her zaman onların tartışma konusunu merak edip, bazen sakinleştirici bir tonla bazen de kasten kızıştırıcı sözlerle ilgilensem de şimdi kendi yükümü ancak tartabiliyordum.

Albina’nın ninesi zayıf, kısa boylu, çevik hareketli yaşı seksene yaklaşan bir kadın idi. İki dünya savaşını, Stalin baskısını, Kruşçev’in getirdiği kıtlığın her yönünü görmüş bu kadın, keskin zekâsıyla insanı kendine hayran bırakıyordu. Ben ve ninem ona Gala Timurovna diye sesleniyorduk. Gala Timurovna ile Albina ise benim nineme Benaltın İlbekovna diye hitap ediyorlardı. Eğer ninelerden biri diğerine hitap ederken babasının adını kısaltarak söylerse birkaç dakika sonra kıyamet kopacak demektir. Ninelerin tartışmalarında en çok hoşuma giden şey ise en ağır tartışmalardan sonra bile hemen barışabilmeleriydi. Onlar hiçbir zaman tartışmalarına bizi karıştırmazlardı. Gala Timurovna sert, muhafazakâr ve kıskanç idi. İşte bu yüzden de iki yıl geçmesine rağmen nişanlanamamıştık. Bu engeli aşmak için torunu üniversiteyi bitirip diplomasını almalıydı. İkimiz de üniversitenin son sınıfında gazetede staj yapıp işe girmiştik. Diplomanın alınmasına sayılı günler kaldığı bir zamanda da Tahran seyahati ortaya çıkmıştı…

Yaşına göre sesi zayıf olsa da insana çok hoş geliyordu. Albina vazoyu elinin içinde tutuyordu ki ona ağır gelmesin. Nine parmaklarını gülün yapraklarında gezdirip:

– Peygamber (s.a.v.) ile ilgili bir rivayet vardır. Hazret buyurmuş ki beni göklere miraca götürdüler, bedenimden toprağa birkaç damla ter döküldü ve böylece de gül yetişti. Sonra o denize düştü. Bu sırada bir balık onu götürmek istedi. Suyun ortasında olan ‘Damus’ adlı bir canlı ile bu balık arasında çekişme oldu. Allah-u Teala, onların arasında hüküm vermesi için bir melek gönderdi. Böylelikle melek onun bir yarısını balığa, diğer yarısını ise ‘Damus’ denilen hayvana verdi. Bu nedenle çiçeğin altında ikisi balık kuyruğu şeklinde, diğer ikisi Damus’un kuyruğuna, beşinci yaprak da her ikisine de benzeyen beş yeşil yaprak vardır, dedi.

Benim ninemin söze başlaması ile bizim aile meclisimiz coştu: Diğer bir rivayette ise nakledilir ki Hazret-i Muhammed (s.a.v.) miraçtan geri döndüğünde yer yüzü sevinmiş ve bu sevinçten gül bitmiştir.

Masada oturup yüz yüze, tek tek nineleri dinliyordum. Onlar ise birbirlerine doğru bakmıyorlardı. Tartışmalarının çok gergin geçtiği hissediliyordu. Sanırsınız ki aniden sihirli bir güç onları birleştiriyordu. Rivayetler bitince sıra dualara geldi. Bu sırada ikisi de bir ağızdan bize bolca dua ettiler. İşte bu tatlı dualar altında da olup bitenler unutuldu…

Sonunda, Albina’nın ninesi bana gül kokulu bir hayat diledi. Ben de bu çiçeği dikenleri yüzünden sevmiyordum. Pazardaki kadın da bunu hissedip güllerin gövdesine büyük bir gazete parçası sarmıştı. Gazetede Suslov’un büyük bir portresi ve makalesi varmış. Böylece Suslov’un zayıf yüzü yol boyunca sımsıkı sarılmış elimin altında bana yoldaşlık etmişti. Bir deste gül gerçekten de iki yoksul ailenin moralini yükseltmişti. Ben de bundan çok memnun oldum. Aklım dağınık, düşüncelerim karışık, bakışlarım bulanıktı. Albina bütün bunları hissetse de hiçbir şey sormuyordu. Ben onunla baş başa, yüz yüze, göz göze sohbet etmeliydim. Aslında nereden başlayıp nerede bitireceğimi bilmiyordum. Asıl zorluk da işte tam burada başlıyordu.

* * *

Evimize geri döndüğümüzde gece geç vakit olmuştu. Bu yüzden uzun bir yol gidip duraklarda otobüs veya yol kenarında taksi beklemeye gerek yoktu. Albinaların bloğundan iki kat aşağı indik ve evimize ulaştık. Ninem çok endişeli bir hâldeydi. Bunu evimize geldiğimizde yüz ifadelerinden ve hareketlerinden açıkça görebiliyordum. Onun gönlünü almak istesem de beceremedim. Yorgun olduğumdan ve bir bardak şampanyanın etkisi altında olduğumdan çabucak uyuyakaldım. Gel gör ki yataktan kalkana kadar gül rahat bir uyku almama imkân vermedi. Uykuda kâh gül dikenleri ile mücadele ettim kâh yapraklarını koklayıp bir hoş oldum. Dün aldığım gülden bir dal ayırıp koklaya koklaya Moskova Nehri’nin sahilinde gezdiğimi gördüm. Sonra köprünün üstüne çıkıp nehri seyretmeye başladım. Yaprakları hevesle yolup aynı hevesle de nehre atıyordum. Ben yaprakları yoldukça elimdeki kenarlardan goncalar çıkıyor, filizleniyor, gül açıyordu. Nehirde ne kadar balık varsa hepsi köprünün altında toplanmıştı. Gülün gövdesi dikensiz olduğu için elimin içinde rahat tutabiliyordum. Baktım yaprakları koparıp atmakla bitecek gibi değil, köprüden sarkıp dalı sallamaya başladım. Yapraklardan yiyen balıkların hepsi bir bir renk değiştiriyor, başları da aynı şekilde değişip gül şeklini alıyordu. Balıklar sevinerek zıpladıkça nehrin bütün yüzeyi gül rengine dönüştü. Aniden gövdesinde iri dikenler oluşup elimin içine batmaya başladı. Bu sırada kahkaha işitildi. Tomurcuklardan ses geldi: “Gülün çiçeklerinin güzelliği, kokusu dostlar içindir, onları sev; dikeni düşmanlar içindir, onlardan korun.”

Uykudan uyandıktan sonra uzun bir süre gül kokusu burnumdan, nehrin göz alıcı rengi gözlerimin önünden gitmedi. Bu rüyanın tesiri ile video kayıt cihazı televizyona bağladım. Sovyet aileleri için az görülen, çok istediğim bu ev cihazı kendi ayağıyla evimize geldi, ama ben onu şimdi o kadar da sevinçle karşılamıyordum. Çünkü yaklaşan seyahatle alakalı aklımdaki karışık düşünceler sevinç duygumu sanki yok etmişti. Evimizdeki küçük boyuttaki Sovyet yapımı “Voshod”13 televizyon ile Japon yapımı video kayıt cihazı arasındaki kalite farkının çok büyük olması nedeniyle kasetlerdeki görüntüler ekrana çok bulanık yansıyordu.

Birinci kaset Tahran’da çekilmişti. Şehrin büyük meydanları, müzeleri, otelleri bende çok karışık duygular yaratıyordu. Burası görünüş olarak Sovyet şehirleri ile kıyaslandığında çok geri kalmış bir kente benziyor, etrafında görünen kahverengi dağlar insanın yüreğini daraltıyordu. Gerçekten de hiçbir ülke kitaplardan tam anlamıyla öğrenilemez. Bilgece söylenmiş bu sözün canlı şahidi oluyordum. Ne binaları ne sokak ve meydanları ne de pazar ve dükkânları bizim başkentimize benziyordu. İnsanların giyim tarzında belirli bir benzerlik olsa da sanki insanlar farklı yürüyorlardı. Kasetin ikinci kısmında düşüncelerim biraz değişti. Royal Hilton, Tahran Hyatt Otel, Continental Otel, Pehlevi Vakfı’na ait Evin gibi otellerin14 dış ve iç güzelliği benim için göz kamaştırıcı idi. Şimdiye kadar otelde kalmadığımı söylesem tuhaf gelmemeli. Moskova’da evde, işte, başkentin dışına çıkınca herhangi bir dostun, tanıdığın evinde kalmak Sovyet toplumunda normal karşılanırdı. Bu kasetteki görüntüler bana otele girmekten başlayarak bütün kuralları anlatıyor, sokakları ve meydanları tanıtıyordu.

İkinci kasetteki Nevruz Bayramı’na dair görüntüler Tebriz’de çekilmişti. Görüntüler bayrama hazırlık sahneleri ile başlıyordu. Filmdeki tarihten, 20 Şubat’tan başlayarak yeni yılın15 son dört çarşambası ve 21 Mart’ta avlularda, sokak ve meydanlarda ateş yakmak için odun, çalı çırpı hazırlığı yapıldığı belliydi. Gençler, yeni yetmeler eski kıyafetleri yırtıyor, onları yuvarlayıp tellerle bağlayarak top hâline getiriyorlardı. Nevruz ateşinin yakılması garip bir gürültü çıkarıyordu. Top gibi yuvarlanan bu çaputlara kulp bağlayıp yanarken havaya atıyorlardı. Yeni gelinlere gelin tepsisi hazırlanıyor, yaşlı insanlar bayramlaşıyordu. Ocakların üstünde büyük kazanlarda pişirilen pilavın nasıl hazırlandığı baştan sona çekilmişti. Türlü türlü tatlılar, soğan kabuğuyla boyanan yumurtalar, çeşitli reçeller, ceviz ve fındık sofraları süslüyordu. Aslında ben bütün bunları Kazan’daki16 hayatımızdan biliyordum. Benzer ve farklı âdetleri istediğiniz kadar bulabilirsiniz. İstemsizce kasette gördüğüm bütün âdetleri ilgiyle izliyordum.

Üçüncü kaset kahve17 ve restoranlarla alakalıydı. Bu yerlerin en ilginç eğlencesi olarak kabul edilen nargile18, kahvehanelerin süsü olarak görünüyor. Filmlerde hızlı hızlı değişen mekânlardaki müşteriler çoğunlukla tahtadan yapılan bir sandalye19 üstünde sofra etrafında oturuyorlardı. Bazı bölgelerde karlı havada bile bu şekilde müşteriler açık havada oturuyorlardı. Yukarıdan ayarlanan elektrik spiralleri veya etraftaki yağ ya da gaz sobalarının küre gibi kızaran demirleri etrafa sıcaklık yayıyordu.

Dördüncü kaset seyahat edeceğim ülkenin tabii zenginliğinden ibaret sahnelerle doldurulmuştu. Ucu bucağı görünmeyen tarlalarla el emeği, güneşin altında yorulan insanların acıklı hâli, eşek koşulmuş pulluk, katırın çektiği saban, gıcırtıyla yürüyen at ve öküz arabalarını gördükçe bütün bunların yüzyıllar önce filme alınan sahneler olduğunu düşündüm. Bir tarafta çoraklaşan topraklar, diğer tarafta ekilmemiş verimli araziler, hatta sürülmediği için vahşileşen geniş topraklar insana “Gel benim için ağla!” diyordu. Daha sonra körfez limanları, birbiri ardınca okyanusa doğru akın eden tankerlerin dev bir petrol boru hattını andıran görüntüsü “emperyalizm ve sefalet” anlayışını açık seçik ortaya koyuyordu.

Beşinci kaset ilginç olduğu kadar da korkunçtu desem çok doğru olur. Bizde kolluk kuvvetleri görevlilerinin üniformaları örnek teşkil ediyordu. Derli toplu, temiz ve kurallı giyinmeyen kamu görevlisi görmemiştim. Örneğin yaz sıcağında yolda, sokakta şapkasız bir milis görmezdik. Ayrıca, ben bütün bunları babamın üniformalarına nasıl titiz davrandığından biliyorum. Seyrettiğim kasette ise şehrin merkezi sokaklarından filme alınan görüntülerdeki üniformalarla gezen insanların özensiz kıyafetleri, anormal davranışları şaşırtıcıydı. Bu kasete ilave edilmiş 3-4 dakikalık sahnede çeşitli yıllarda ve farklı mekânlardaki gösteriler yer alıyordu. Askeri üniforma sivil ayakkabı, eğitim alanı geçit kasketi, geçit üniforması altından boğazlı süveter – bütün bu saydıklarım beni bir yandan güldürürken diğer yandan gönderildiğim ülkenin karmaşık gerçekliklerini anlatıyordu.

11.Alexandr Vasilyeviç Suvorov, Osmanlı-Rus Savaşlarında Osmanlılara karşı savaşan Rus mareşal.
12.Rusça “Ben anladım.” demektir.
13.“Televizor Voshod” şu anki Ukrayna’nın başkenti Kiev’deki radyo ve televizyon fabrikasında 1945-1991 yılları arasında üretilen meşhur Sovyet ürünüdür.
14.Bu otellerin neredeyse tamamının isimleri İran İslam Devrimi’nden sonra değiştirilmiştir.
15.Eski Türk takviminde yeni yıl Nevruz ile başlar. Bu tarih ayrıca İslam dininin başlangıcı sayılır. Günümüzde İran’da takvim 21 Mart’ta değişir.
16.Kazan, Rusya Federasyonu’nun Tataristan Cumhuriyeti'nin başkentidir. Nüfuzun yüzde doksan beşi Müslüman-Türklerdir.
17.Son yıllara kadar Nahçıvan (Azerbaycan Cumhuriyeti), Erdebil, Tebriz gibi şehirler ve etrafında da çayhane kafe adı ile biliniyor.
18.Başta Doğu ülkeleri olmak üzere çeşitli bileşimlerden yapılmış tütün içme tezgâhı.
19.Tahtadan veya demir çerçeveden yapılıp üstüne ahşap konulan bu yerde ortaya sofra açılır ve insanlar etrafında oturur.
₺39,12