Kitabı oku: «Mil», sayfa 3
Kasetlere bakma işim bittiğinde ben de bitmek üzereydim. Başım ağrıyor, kulaklarım uğulduyor, gözlerim yanıyordu. Bir taraftan fiziki ve zihni yorgunluk diğer yandan ise sahnelerde izlediğim görüntülerin yarattığı karmaşık etkiler birleşince çok bitkin düşmüştüm. Albina’nın sözleriyle söyleyecek olursam beş kasetten beş yılda üniversitede öğrendiklerimden daha çok bilgi edinmiştim. Ninem en az beş kez gelip beni yemeğe çağırmış, her defasında da geliyorum diyerek geri göndermiştim. Açlıktan midem kazınsa da yorgunluktan iştahım kaçmıştı. Mutfağa geçip çay istedim. Ninem hem beni sevdi hem de beni bana şikâyet etti. Konuşa konuşa, şikâyet ede ede önüme demli bir çay ve gül reçeli koydu. Yine gül. Güç bela unutmaya çalıştığım konu yeniden yakaladı beni. Reçel hiç sevmezdim. Kaldı ki gül reçelini seveyim. Gayriihtiyari olarak reçel kabını kaşıkla karıştırmaya başladım. Aradığım gül dikenini bulamayınca reçeli kokladım, sonra işaret parmağımın ucu ile tadına baktım. Mayhoş bir suyu vardı. Dördüncü kasette gördüğüm gül bahçeleri gözlerimin önünde canlandı. Birden aklımdan, insanın sık sık karşılaştığı canlıların mutlaka onun hayatına iyi veya kötü bir şekilde tesir ettiği düşüncesi geçti. İki gündür gülle yatıp gülle kalkıyordum. Şimdi bu esrarengiz tabiat varlığının yaprakları mı yoksa dikeni mi benim kaderime tesir edecekti? Tam o sırada ninem sohbete başladı:
– Osman’ım, sen o kıza sık sık gül al. Kadınlar gülü çok severler. Baban rahmetlik gülün dikenlerinden çok korksa da benim gönlümü almak için sık sık alıp getirirdi. Kendini ne kadar korumak istese de eline batardı dikenler. Ben de alttan altta süzerek zevk alırdım.
– Nine sen de az değilmişsin ha.
– Olsam ne, olmasam ne! Benim helvam çoktan kavrulmuş. Gelinin ayağı bu eve değdiği an yolum açıktır.
– Bak o yüzden de evlenmiyorum ki beni terk etmeyesin.
Ninem uykuya hasret yaşıyordu. Günde beş altı defa oturduğu yerde veya kanepede dayanarak ya da yatağında üstü açık bir şekilde birkaç dakika uyuklamaktan öteye gidemiyordu. Yaşlılığın yarattığı düşkünlük onun vücuduna hâkim olmuştu. Belini zorlukla da olsa doğrultmaya çalıştığı için yürüyüşünde zarafet vardı. Bazen, gerçekten de onu yaşatan şeyin benim için kaygı duyması olduğunu düşünüyordum. Evet, kaygı onun sevgisinden de daha önemliydi. Ama o iradeliydi. Bütün gün meşgul olacak bir şey buluyordu. Çayımın ilk yudumunu aldığımda ninem, Gala Timurovna’nın arkasından atıp tutmaya başladı.
VERA
Ertesi gün evden çok erken çıktım. Uyuduğunu düşünerek Albina’yı şehirden ankesörlü telefonla aramaya karar verim. Suslov’un odasından çıktıktan sonra bana iki adres verilmişti. Onlardan birinde saat 08.00’de olmalıydım. Burada bana üç kitap vereceklerdi. Belirlenen zamanda kitapları aldım ve hemen ankesörlü telefon aramaya başladım. Bu saat telefon açmak için henüz çok erkendi. Ama Albina’nın evden çıkabileceğini düşünerek deyim yerindeyse tan yeri ağarmadan evlerinin numarasını çevirdim. Telefonda “Albina bugün işe gitme!” dedim ve nerede olduğumu sorarken sesinin titrediğini hissettim. Muhtemelen ninesi yattığı için o, yumuşak sesi biraz daha kısıktı. Gayriihtiyari ben de fısıldadım:
– Evde değilim. Ankesörlüden arıyorum.
– Evde olmadığını biliyorum. Ben de işte bundan dolayı endişe ettim. O zaman beş dakikaya yeniden ara!
– İki kepiğim20 yok şimdi. Onu da dilencinin önünden aldım.
Gözlerimin önünde Albina’nın şaşkınlık dolu yüzü canlandığı için açıklama yapmaya başladım:
– Korkma çalmadım, yirmi beş kepik verip karşılığında iki tane on kepik aldım. Onun da birini ankesör yuttu. Son kepikle de seninle konuşuyorum.
Bu sırada odada yüksek sesle konuşan bir kadın sesi işittim. Gala Timurova’nın sesi olmadığını hemen anladım. Bu saatte onlarda yabancı biri olmamalıydı. Albina olan biteni anlatıp bu meseleye açıklık getirse de endişemi daha da artırdı. Sabaha yakın ninesinin durumunun kötüleştiğini söyledi. O da önce bizi aramış. Ninemin de yardım girişimleri başarısız olunca beşinci kattaki hemşireyi çağırmışlar. Telefonun diğer tarafından işittiğim kadın sesi oymuş. Albina ninesinin şimdi kendini iyi hissettiğini, iki üç saat süren huzursuzluğun geride kaldığını söyledi, ama sesindeki titremeyi gizleyemedi.
Kısacası yerleştiği adresi söyleyip ardından “Akşama kadar da olsa burada bekleyeceğim, gel!” dedim. Ardından “Nine ve torun” diye çabucak cevap verdim ki belki keyfi yerine gelir. Ama konuşmamız bitmişti. Sinyallerden hattın kesildiğini anlayıp ahizeyi yerine koydum. Albina’nın ne zaman geleceği belli değildi. Onu yerleştiğim yerde beklemek o kadar da kolay olmayacaktı. Çünkü huzursuz düşünceler heyecanımı artırmaktaydı. Telefon kulübesinden çıkıp birkaç metre ötede sağ ayağımı alçak demir çitin üzerine dayayıp durdum. Nereden olursa olsun yine para bulup telefon etme düşüncesindeydim. Karşımda çift yönlü bir otoyol vardı. Sarı renkli taksiden inen kız dikkatimi o kadar çekti ki farkında olmadan yola doğru yürüdüm. Vücuduma garip bir sıcaklık geldi. Sanki soğuk havada üşüyüp sonra kaynar suyla duş altına girmiştim. Bir anda kendimi fırtınalı denizin koynunda hayat mücadelesi veren çaresiz biri gibi hissettim. Ayaklarımdan gelen sıcaklık tüm vücudumu titretmişti. Kalbimde oluşan sevinç hissi ile beynimdeki korku dolu heyecan birbirine karıştıkça bedenim daha da yanıyordu. Onu yıllardır arıyordum. Uykusuz gecelerim, iştahsız günlerim, geçiş dönemimin bütün huzursuzlukları onu bulamayışımla alakalıydı. Şimdi hiçbir zaman aklımdan çıkmayan, dilimden düşmeyen Vera, yolun karşı tarafından bana doğru geliyordu.
* * *
…Ben orta okul hayatımın çoğunu Kazan’da geçirmiştim. Sekizinci sınıfta okurken sınıfımıza iki kız geldi. Onları müdür şahsen getirip takdim etti. Kazan’ın merkezindeki bir yatılı okulda yangın çıktığı anlaşıldı. Bu yatılı okulda yetim çocuklar yaşıyor ve eğitim alıyorlardı. Şimdi çocukları yeni bir yatılı okula yerleştirene kadar okullara geçici olarak dağıtmışlardı ki derslerinden geri kalmasınlar. Öğretmenlerden biri, bu kızları iki ay boyunca kendi evinde barındırmayı kabul etmişti. Müdür benim sıra arkadaşımı arka sıraya geçirip kızlardan birini yanıma oturttu. Kız oturmadan elini bana uzattığında hemen ayağa kalkıp rahat bir tavır almam sınıftaki herkesin gülmesine sebep oldu. Ama biz utanmadık. Yeni sıra arkadaşımın çok nadir rastlanan bir soyadı vardı: Marşal. Vera’ya sınıfta ya Ver ya da Marş diye sesleniyorduk. Marş dememiz daha çok hoşuna gidiyordu. Onunla ilişkimizin şaka aşaması “Ne zaman başkomutan olacaksın?” sorusu ile başladı. Soğukkanlılıkla “Ben gerçekten de general olmak istiyorum.” diyerek her iki elinin baş ve işaret parmakları ile dairesel bir işaret yaparak, yıldız şeklinde kollarını çapraz tutup ellerini omzuna koydu. İki ay içerisinde birbirimize çok ısınmıştık. Gerçek sevginin ne demek olduğunu bilmediğimiz bir zamanda birbirimize alışmıştık. O yıl yaz tatilini Çeçenistan dağlarında geçirdim. Babam beni Moskova’da arkadaş edindiği, bir savaşta öldürülen Çeçen subayının babasının yanına göndermişti.
Çok sonraları anladım ki bu seyahatte iki temel amaç vardı: Benim Arap ve Fars dillerini öğrenmem ve ondan daha da önemlisi babamın merhum dostunun ailesine geçici olarak refakatçi olmam. Burada iyi vakit geçirdim. Uçsuz bucaksız ormanlarda, güzel manzaralı dağlarda at binmeyi, hançer oynamayı, tüfek atmayı öğrenmekten sonsuz haz alıyordum. Akşamları koyunun, kuzunun meleşmesi ile başlayan havanın kararmasına atların homurtusu da eklendikten sonra tuhaf bir sessizlik oluşuyordu. Biraz sonra ise köpeklerin havlaması geceleri yoldaşımız oluyordu. Köpekler sanki, bazen hemen yakında bazen de güçlükle işitilen tüfek seslerini tanıyorlardı. Yabancı biri tarafından ateşlenen kurşun sesini işittiklerinde zincirlerini kopartmaya çalışıyorlardı. Sabahları ise bütün canlılardan önce bülbüller uyanıyordu. Güzel sesleri eşliğinde gözlerimi ovuştururken çocuk aklımla “Buradan gidince Kazan sokaklarından eve dolan gürültü çok sıkıcı olacak.” diye düşünüyordum. Daha çok annemi özlediğimi söylemek doğru olur, ama geceleri yakın dostum, serin yatağımdaki hayal arkadaşım Vera olurdu.
…İmam Alembek Abu’nun21 yanında mürit olmak bana Tanrı’nın bir lütfu idi. Burada ondan Arap ve Fars dillerinde eğitim alıyordum. Abuyev soyadlı öğretmenim yaşı altmışı geçmiş, korkutucu bir Çeçen’di. Evde, mahallede, köyde bir dediği iki olmazdı. Ayakta durduğunda uzun boyu ve geniş sırtı, yakınında durduğumda iri elleri dikkatimden kaçmıyordu. Ders verirken nazik sesi ve sevecen tavrı ile yüreğimi sakinleştiriyordu. Bütün bilimler hakkında geniş bilgiye sahipti o. Beni mürit olarak kabul ettiğinde matematikle ilgili sorular sorup diliyle söylemese de başını sallayarak onaylamıştı. O zaman bana çok garip gelen “Matematik nerede, Arap dili nerede?” sorusuna çok sonraları cevap buldum. Öğretmenim matematiğin bilimlerin şahı, zihnin jimnastiği olduğunu sık sık tekrar ediyordu. Arap harflerinin yapısından sıralanmasına kadar her şeyin anlamını izah etmekten özel olarak zevk alıyordu. Ben ona sadece dede, karısı Ruman22 Hanım’a nine diyordum. Nine bana çoğu zaman sevgi anlamında Osmancan diyordu, dede ise keyifli olduğu zamanlarda Arzu23 diye sesleniyordu. Dede Rus dilini bilir ancak sert Çeçen lehçesi ile konuşurdu. Bu dili asla sevmediğini ilk bakıştan anlamıştım. Nine ise beni anlıyor, istediğimi yerine getiriyor, bir şey söyleyecek veya görev verecek olursa Çeçen dilinde konuşuyor ve işaret diliyle anlatıyordu.
Dedenin atı, hançeri, çifte tüfeği ve kütüphanesi bu evde dokunulmaz olarak sayılıyordu. Köye geldikten bir hafta sonra ciddi bir şekilde hastalandım. Yüksek ateşten neredeyse gözlerimden kıvılcım çıkıyordu. Gözlerimi yumduğum gibi sayıklıyor, yorganı üstüme çekince sanki havuza girmişim gibi oluyordu. Yün döşek ve kalın yorgan altında üşüyor ve titriyordum. Sızlanmam ve iniltim sabaha kadar onların gözlerini yummasına izin vermemişti. Hava kararıp el ayak çekildikten sonra nine bana ilaç vermeye çalıştığında dede ona çok kızdı. Çeçen dilinde neler dediğini anlamadım. Nine ağır adımlarla odanın köşesine gitti, oradaki halıyı kenara çekip bodruma indi. Nine sık sık karışık çiçekleri demleyerek fincanıma dolduruyor, böğürtlen ve kızılcık reçeli yediriyordu. İlk defa o gece üstünde fil şekli olan Hindistan çayını gördüm. Bu çayın farklı bir kokusu vardı. Diğer günler nine bana ve kendine başka, dedeye ise başka çaydanlıkta çay demliyordu. Tadına doyamadığım bu çayı içtiğimde çayın özellikle dede için olduğunu fark ettim. Ayrıca ilk defa tattığım ufak ufak doğranmış şekerin şeffaflığı dikkatimden kaçmadı. Alembek dedenin cüssesine, sert bakışlarına dikkat edince gayriihtiyari olarak çay kutusunun üstündeki fil görüntüsü canlanıyordu. Baba bu yüzden sallana sallana gidiyor, köyde herkes yola çıkıp kıskançlıkla ona bakıyordu.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde dede beni yatağımdan kaldırdı: “Hazırlan, yaylaya gideceğiz.” diyerek ağır adımlarla evden çıktı. Ben bütün kalın kıyafetlerimin üstünden ninenin verdiği, bedenime büyük gelen kürkü giyindim. Avluya çıktığımda dut ağacına bağlanmış iki at gördüm. Dedenin ayı eyerlenmiş, ilk defa gördüğüm kahverengi at ise çıplak idi. Dede o kadar da kalın giyinmemişti. Çiftesini omzundan geçirip fişekliği çapraz bağlanmıştı. Tahminen iki karış olan nakışlı hançeri göbeğinin altından sallanıp geniş kemerini aşağı çekiyordu. O, delikanlı çevikliğiyle atın üstüne sıçrayıp bana kürkü sırtımdan çıkarmamı işaret etti. Eve doğru yürüye yürüye hemen söylediğini yapıp kürksüz daha hafif olduğum için koşa koşa geri döndüm. İlk defa eyersiz ata binecektim. Bu dede açısından önemli bir imtihan sayılıyordu. O, hiçbir söz söylemeden hareketlerimi dikkatle izliyordu. Okulda “eşek” dediğimiz minik hayvana benzeyen spor aletinin üstüne rahatça çıkmam, burada bana yardımcı oldu. Ellerimi atın beline uzattım. Topuklarımı yerden kaldırıp dizlerimi azıcık büktüm. Var gücümle teperek yüz üstü atın sırtına yattım. Tekmem biraz daha güçlü olsa atın üstünden kayıp tepe üstü diğer tarafa düşecektim. At önce homurdandı, yavaşça kişnedi, yarım adım geri çekildi. Dizgin dedenin elinde olduğu için at daha geri gidemiyordu. Onun hareketsizliğinden istifade ederek sağ ayağımı kuyruğunun üstünden geçirdim ve kendimi düzelttim. Bu sırada at başını aşağı eğdi. Yine de sakinliğimi kaybetmeden göğsüne eğilip sol elimle yelesine sıkı sıkıya yapıştım. Bu sırada dede dizginin ipini bıraktı. İlk imtihanımın galibiyeti ağrılarımı unutturmuştu. Bedenimin sıcaklığı hiç aklıma da gelmiyordu. Dedenin bakışlarındaki memnuniyet onun bütün enerjisini bana geçirmişti.
Bir saatten fazla çoğunluğu patika olan yolu gittik. Dede, bindiğim atın dizginine bağlanmış olan uzun ipi bileğini dolayarak ilerliyordu. Sağ elinde de silahını hazır bir şekilde tutmuştu. Sanırım bu yerlerdeki vahşi hayvanların saldırılarından dolayı ihtiyatlı davranıyordu. Atın bedeninden vücuduma nüfuz eden sıcaklık gözlerime kadar vuruyordu. Sıcaklık o kadar hoş bir etki etti ki paçamdan, tahminen dik açı kadar geniş bir şekilde aralanan bacaklarımı dizden büküp ısının kaybolmaması için kısrağın ipek derisini sıkıca bastırdım. Dizgini elime dolayıp biraz gevşek tuttum. Sol elimle atın boynunu tımarlıyor, arada bir tırnaklarımla kalın derisini kaşıyordum. O kadar sevgi gösteriyordum ki çevreden bakan gözümü açtığımdan beri atla temasta olduğumu düşünürdü. Bir hayli gittikten sonra yolun patika kısmı bitti. Şimdi dede silahını omzuna asıp atını benimle yan yana sürüyordu. Dede “Rengin kendine geliyor yavaş yavaş.” diyerek biraz durakladıktan sonra ilave etti:
– Gece fena sayıklıyordun.
– Dede, çok kötü rüyalar görüyordum. Çok da…
Ardından “Korkuyordum.” demekten utanıp sustum.
Dede:
– Uykular üç türlüdür: Allah’tan olan ikaz ve işaretler; nefisten oluşan düş ve bir de şeytanın korkutma ve yoldan çıkartmaları. İnsanın ateşi yükselince kan akışı bozulur. Şeytan da bu fırsattan istifade edip uykuda fitneleri ile insanın misafiri olur24. Hastalıktan uzak durmanın başlıca yolu inanç ve imandır. Bu yüzden de karmakarışık rüya görünce onun etkisinde kalmamak için iyi şeyler hakkında düşünerek kendini her şeyin iyi olacağına inandırmalısın.
Sohbetimiz gittikçe hararetleniyordu. Dede ile yol arkadaşı olmaktan gurur duyuyordum. Yaylada bizi büyük bir coşkuyla karşıladılar desem az gelir. Çadırlar üç dağın arasında yerleşmiş geniş bir yaylada kurulmuştu. Dede, yaşlılarla beraber büyük bir çadıra girerken omzunun üstünden bana doğru eğildi ve “Gününü güzel geçir. Burada özgürsün.” dedi. Yaylada aşağı yukarı benimle yaşıt olan üç oğlanla oynamaya başladık. Ben Çeçen, onlar Rus dili bilmedikleri için işaretle anlaşmaya çalışıyorduk. Ara sıra Tatar Türkçesiyle söylediğim sözleri az da olsa anlıyorlardı. Önce beni yay germeye götürdüler. Sonra güreş başladı. Hedefleri okla isabetli vursam da güreşe katılmadım. Sonra bidonlarla yüklenen eşekleri önümüze katıp su getirmeye gittik. Düzlüğün sonunda bir pınar kaynıyordu. Pınarın aktığı hendeğin eteğinde önünü nehir taşlarıyla kesip küçük bir gölet yapmışlar. Oğlanlar bidonları doldurduktan sonra soyunup yıkanmaya başladılar. Ben pınardan bir avuç buz gibi su içip suyun fokurdayarak akmasını izledim. Pınarın gözünde yerden çıkan su ile kum tanecikleri arasında bir ölüm kalım mücadelesi vardı. Yükselen su yerden kaynadıkça kum tanelerini kendi istediği gibi dans ettiriyordu. Fokurdayan su hareket nakaratını değiştirdikçe kum taneleri de farklı ritimde oynamaya mecbur oluyordu. Yukarı zıplayan tanecikler suyun yüzeyine kadar çıkıyor ve aldıkları görünmez darbenin karşılığını vermek için yeniden yere nüfuz edip suyun yolunu kesmek istiyordu. Kum taneleri çeşmenin gözünden tek tek ayrılsa da aşağı hızla giderken sanki mıknatıs gibi birbirlerini çekip birleşiyorlardı.
Uzun bir süre çeşmenin gözünü seyrettikten sonra eşeklerin birinin üstündeki heybeyi alıp tepeye tırmandım. Çimenlikte yerimi hazırlayıp uzanmıştım. Bu yaşa gelene kadar ilk defa bulutları bu kadar dikkatle seyretmiştim. Ben onların hareket istikametinin aksine uzanmıştım. Güçlükle fark edilen dağların arkasından çıktıkları düşünülen, top top beyaz bulutlar bana doğru aktıkça hızlarını artırıyor, sonra bir dediği bir dediğini tutmayan insanlar gibi ayrılıp dağılmaya başlıyor, birbirlerinden kopunca renklerini değiştiriyorlardı. Bu ayrılık bulutlara pahalıya mal oluyordu. Küçük parçalara ayrıldıkları için rüzgâr onlara gücünü gösteriyor, her birini bir tarafa savuruyordu. Bulutlar yeniden birleşmek isteseler de rüzgâr buna fırsat vermiyordu. Bu ayrılığın ne kadar acımasız olduğunu anladıklarında keder boğuyordu onları. Üstlerine çöken kederin tesiriyle bazılarının rengi bozarıyor, bazıları kararıyor bazıları ise ağardıkça ağarıyor ya da mavi bir hâl alıp gökyüzünde seçilemez oluyordu. Bu ayrılığı kendilerine dert edinip göz yaşları akıtmaya başlıyorlardı. Bu düşünceler içerisinde aniden, hastalanmadan önceki son dersimizde dedenin Mevlâna Celâlettin Rumi’nin ibretlik fikirlerinden bahsettiği “Bulutlar ağlamasa çimenler gülmez!” ifadesini hatırlayıp yerimden kalktım. Etrafımdaki çiçekler, rengârenk laleler sanki dile gelip konuşuyordu. Rengârenk goncalar bulutlara minnettarlığını gösteriyormuş gibi başlarını eğiyorlardı.
Akşam yemeğinden sonra atlara su verdim. Benim bindiğim at kovanın dibindeki suyu öyle höpürdetti ki irkilip geri çekildim. İşte bu sırada yaşlılar çadırdan çıktılar. Dedenin emredici sesini işittim:
– Arzu, her birine birer kova da su ver. Atların midesi büyük olur. Günde dört beş defa doyuncaya kadar su içmeleri gerek. Doymazlarsa yolda su kokusu aldıkları gibi sağ sola gidecekler.
Yola çıkmaya hazırdık. Dede atının başını okşaya okşaya ağzına bir şey koydu ve yavaşça “Niye önce kendi atını sulamadın? İnsan önce kendi atına dikkat etmeli!” deyince dilimin ucunda hazır beklettiğim “Dedenin atı ikinci olamaz!” ifadesiyle onun gönlünü okşadım. Dedenin gözleri gülümsedi. Bıyık altı gülümsemesini göstermek istemese de bunu hissedip rahatladım. “Ey çocuk yardım edin de bu atın eyerini değiştirin!” deyip iri parmakları ile saçlarımı karıştırdı. Gelirken çıplak atın bedeninde aldığım zevki, geri dönerken sert eyerden alıyordum. Şimdi ben sanki kanatlı Kırat’a binip uçuyordum. Dede, muhtemelen bu zamana kadar kimsenin binmesine izin vermediği atını bana vermişti.
Yayla gezisi tabiata olan büyük sevgimi zirvelere taşımıştı. Çok iyi hatırlıyorum, hastalanmadan iki üç gün önce dedeye Kazan’ı özlediğimi söylemiştim. O, hasretimi dindirmek için mi beni gezmeye götürdü, yoksa atın bedeninin sıcaklığıyla iyileşmem için mi anlayamadım. Ama ben bunun her ikisinin de tadını aldım. Alembek dedenin bir tek oğlu varmış. Onun din alimi olması için ne kadar çalışsa da umutları suya düşmüş. Adam, oğlunun asker olup Rus devletine hizmet etmesini istemiyormuş. Ruman ana oğlunun üniformalı fotoğrafını sandıkta saklıyor, kocası evde olmadığında gizli gizli okşuyordu. Ben bütün bunları çocuk aklıyla seyretmekten öteye geçip hiçbir şey sormuyordum.
Çocukluğumun Çeçenistan döneminde hafızama sonsuza dek kazınan hatıra, Çakaran helhar25 dansı oldu. Ben bu dansı toplam iki kez izleyebildim. Dede ayrı ayrı köylerden, yaylalardan yirmiye yakın dostunu misafir olarak davet etmişti. Misafirlerin ne için çağrıldığını bilmiyorum, dedenin bu işi genç bir delikanlıya verdiği ve adres olarak eski bir yer adı söylediği yadımdadır. Dedenin dostlarının hepsi buluşma yerine yanında yardımcı getirmişti. Ben onun yardımcısı olsam da odun toplamaktan başka elimden bir iş gelmiyordu. Hayvan kesmek, derisini yüzmek, eti parçalamak, ocak yakmak gibi işler o kadar hızlı yapılıyordu ki sanki bir talimat verilip iş paylaşımı yapılmıştı. Yeme içmeden sonra yaşlılar ocak başında omuz omuza sık durup, alkış tutup, şarkı söyleyerek halay çekiyorlardı. Ben bu manzarayı büyük bir hayranlıkla seyrediyordum. Sonra halay sırası biz yardımcılara geldi. Bizim halayda ne azamet vardı ne de coşku. Evde sordum:
– Dede, bu halayı niye köyde çekmiyorsunuz?
Tek kelime “Yasaktır” diyerek beni sohbet konusundan uzaklaştırmak istese de susmadım:
– O zaman niye çekiyorsunuz?
Bu defa beni dikkatle süzerek gözlerini kıstı. Ateş püsküren bakışlarından korkup geri çekildim. O, bunu anladı. Önce konuşmak istemese de direk gözlerimin içine bakıp, bununla sanki “Sana güvenerek söyleyebilirim.” dercesine ikaz ettikten sonra yavaş yavaş konuştu:
– Arzu, bu savaş öncesi cesaretlenmek için yapılan bir millî danstır. Sık sık hatırlıyoruz ki unutulmasın hem de gençler öğrensin. Adamın içinde savaşma azmi varsa bu büyük bir mutluluktur.
– Savaş dansı mı? Hitler ölmedi mi? Yine savaş mı olacak?
Şimdi de ben sorularla halay çekmiştim. Dede, dudağını azıcık yana büküp:
– Arzu, Çeçenler için savaş her zaman var. Buna hazır oluyoruz ki her fırsatta şerefle savaşalım. Dansımızı çok mu beğendin?
– Çok beğendim, dede, hem de çok. Ama gençler sizin gibi güzel okuyamıyor.
– Çünkü bu halay basit bir dans değil. Yallı26 oynayanlar ruhlarını göklerde görebilsinler ki seslerin hepsi aynı tonda çıksın. “Çakaran helhar” cihat nağmesidir. Bunu koro hâlinde söylemek için ruhların savaş ateşini birlikte yakabilmesi gerekir.
Dedenin müritliğinde iyi vakit geçirdim. Beni yolcu etmeden evvel isteğim üzerine arkadaşlarını yine ocak başında toplayıp “Çakaran helhar” merasimi düzenledi. Bu sefer dansın başından sonuna kadar gözlerimin önünde savaş sahneleri, düşmanı hedef alma, at üstünde kılıç sallama, sürüne sürüne bir siperden diğerine geçme gibi sahneler canlandı.
… Her gün öğrendiğim yeni bilgiler okulda bir yılda öğrendiklerimden daha fazlaydı. Diyelim ki gece rüya gördüm. Nereye baksam Marşal’ı görüyordum. Son anda içimdeki ümit ışığı yolumu aydınlatıyordu. 1 Eylül’de yeniden bir sıra arkasında oturacaktık. Ne yaparsan yap kaderin ne gösterdiğini gör. Eylül’de Vera Marşal bizim sınıfa gelmedi. Aslında böyle olacağını biliyordum. Sadece tekrar sınıfımıza gelmesini umuyordum. İki ay sonra biz Kazan’dan taşındık. Annemin ani bir şekilde hastalanarak vefat etmesi babamı bu kararı almaya zorladı. Annemin cenazesinden kısa bir süre sonra, ninemin himayesi altına alındım. Artık Moskova’da yaşayacaktım. Ninem Benaltın İlbekovna inançlı bir Tatar Türk’ü, Müslüman bir kadındı. Yakın akrabaları ve yaşıtları ondan yalnız Roza, diğerleri ise Roza İlbekovna olarak bahsederdi. İki isimli olmasının sebebinin, merhum annesinin çocukken soğuk havalarda yanaklarının bir gül kadar pembe olması nedeniyle ona böyle seslenmesi olduğunu çok sonra öğrendim. Ninemin en sevdiği meşguliyetlerden biri örgü örmekti. Çocukluk dönemimde elinde örgü varken yanına yaklaşmama asla izin vermezdi. Dikkatsizlikle millerin elime batmasından korkuyordu. Genellikle ilmekleri dört adet çelik renkle toplayıp bazen bir elbiseyi aylarca örerdi. Bir de bakardın haftalarca ördüğünü beğenmeyip sökmüş. İşte o zamanlarda bana ihtiyaç duyardı. Söktüğü ipler dolaşmasın diye onları yeniden yumak yapmaya yardım ederdim ona. Sonradan ninem örgüleri, tığ denilen bir karış boyunda, ucu çengelli bir aletle örüyordu.
Ninem her zaman “İplik eğirme, dokuma, deri tabaklama gibi sanatlar bizim kanımızdan geliyor. En sevdiğim geceler, ninemin örgü öre öre hikâye anlattığı gecelerdi. Ceylanlar, boz kurtlar ile ilgili masalları da çok seviyordum. Biz Türklerin atalarının Altay’da, Tayga’da doğduğunu söylerdi. Doğar doğmaz göbek bağlarını kesip, parmak büyüklüğünde et parçasını kurutup dibekte döverek tozunu rüzgârda savururlar. Yüzyıllar boyu rüzgârda savrulan göbek bağının parçalarını araya araya kıtaları geziyoruz. Bulunmuyor ki…”
Ninem her zaman evde ibadet eder, beni dualar, masallar, içinde büyütüyordu. Günlerim kötü geçmiyordu. Ama annemin ölümünden sonra iki taraflı yetim kalmıştım. Çünkü Vera Marşal’ı seviyordum ve bir daha onu görebileceğime olan inancım, güneşin altındaki buz gibi hızla eriyip aniden kaybolmuştu. Üstünden yıllar geçmişti. Şimdi biz beklenmedik bir anda Moskova’nın merkezinde karşılaşıyorduk.
Gözlerime inanamıyordum. Ama onun beni tanıdığına hiç şüphem kalmamıştı. Marşal, şahin gibi üstüme atıldı. Onun bu kadar çevik hareketlerle belime yapışıp ayaklarımı yerden kesmek isteyeceğini aklıma bile getiremezdim. Bir an için kalbime yağ gibi yayılan kızın bu hareketi, hemen telaşlanmama sebep oldu. Ben Albina’yı bekliyordum. Karşıma ise Vera çıkmıştı. Bu saatlerde Albina’nın buraya gelip ulaşmasının imkânsız olduğunu bilsem de içimdeki telaş gözlerimden okunuyor gibiydi. Vera omuzlarımdan tutup beni kendinden azıcık uzaklaştırdı:
– Buraya bak, çok korkuttum seni ha? Galiba birini mi bekliyorsun? Rahatsız olma, vaktini çok almayacağım. Taksiye biniyordum. İşe gitmek için acele ettiğimde yaptığım şey bu. Seni görünce indim. Ne kadar hain biriymişsin, İlahi!?
– Marş, seni gördüğüm için çok mutluyum. Vaktin varsa ya parka geçelim ya da kafeye. Rica ediyorum bana vakit ayır. Gerçekten de seni seviyordum.
O sözünü kesince biraz kinaye ile:
– Seviyormuş. Buna bak bir, o zaman mektuplarıma cevap vermedin? Sonunda da o yaramaz ifadeleri yazdın bana, değil mi? Haydi cevap ver şimdi. Görüyorsun, hayatta neler oluyor. Ne acelesi vardı böyle onuncu sınıfta nişanlanmanın? Yoksa kızlara kıran girdi diye mi zannediyordun. Mutlaka o sarı saçlıyla evlenirdin, değil mi? dedi.
Ben gerçekten de hiçbir şey anlamıyordum. Yolun ortasında ona hiçbir şeyi açıklayamıyordum. Marşal’ı böylelikle yola getirip yeniden yolu onun geldiği tarafa geçtik. Bu fırsatı elden kaçırmadan koluna girdim. Hiçbir söz söylemedi. Yolun bozkır tarafında büyük ve ışıklı bir salonu olan restorana girdik. Vera kenar tarafta oturmayı teklif edince ben de pencerenin kenarını gösterdim. Kendime öyle bir yer seçtim ki Albina gelmiş olursa onu görebileyim. Bu hareketim kızın gözünden kaçmadı. Yine kinayeli bir sesle konuştu:
– Karını bekliyorsan gidebilirim. Seni gördüm, sağ olman yeter. Korkma yoluna çıkıp engel olmayacağım…
O an, diplomatik yeteneğim işime yaradı. “Ben evli değilim.” deyip ikinci soruya mahal vermedim. Bu sırada garson bize yaklaştı. Marşal’ın fikrini sormadan hemen kahve siparişi verip “Moskova’da mı yaşıyorsun?” diye sorunca o, önce saatine baktı. Zaten işe gideceğini söylemişti. Moskova’da işe gidiyorsa demek ki burada yaşıyordu. Ama acele ettiği için biraz daha rahatladım. Albina bizi birlikte görse muhtemelen beni bağışlamazdı. Ne olduğunu sormazdı da. Sakince gözümden kaybolurdu bence. Vera Marşal “Dış İşleri Bakanlığında çalışıyorum, güvenlik departmanında.” dediğinde birden ürperdim. Aslında bu kız bütün karakteriyle böyle bir iş için çok uygundu. Ama ben bu bakanlıkta böyle bir departman olduğunu ilk defa işitiyordum. Sanki o, benim şaşırdığımı gözlerimden okudu. Karşısındaki kahve fincanının kulpundan tutup fincan tabağının üstünde sağa sola salladı. Sonra saatine baktı. Bakışlarım kolundaki beyaz kasalı saatin akrebinden ayrılmıyordu. Geçmiş yıllarda birkaç milyar saniye kaybetmiştik. Marşal, dirseklerini masaya dayayıp güzel parmaklarını ovuşturarak elleri ile zarif bir rahle yapmıştı. Hafif bir buhar bileklerine sürtüne sürtüne avucunda toplanıyordu. Yukarıdan süzülen ışığın gölgesinde gittikçe azalan buhar parçalarını durmadan akan gri bulutlara benzettim. Gençliğimde yerli yersiz yapıştığım bu bileği yine tutmak istedim. Bir anda bu bilekleri okşayan buhara karşı kıskançlık hissettim. Bakışlarım kızın dikkatinden kaçmadı. Dirseklerini masadan ayırdı ve ellerini birleştirdi. Sonra ellerini umursamazca bana doğru çevirdi. Buhardan çiy güzelliğindeki elinin içini görünce hemen bir peçete çıkardım ve çiyi sildim. Vera yürek dağlayan bir iç çekti:
– Ahh, Osman, Osman, hiç değişmemişsin. Aklımda seninle alakalı o kadar hatıra var ki…
– Bu hatıralar arasında aşka, sevgiye yer var mı? Ben seni çok seviyordum Marş. Yıllarca gözüm yollarda kaldı. Çok aradım seni, inan buna…
O, duygusallaştı. Fincanı dudaklarına götürürken elinin titrediğini gördüm. Dudakları büzüldü. Titrek bir sesle:
– Ben de seni hep aradım! Hatta şimdi de arıyorum. Senin gibi sevgim geçmiş zamanda kalmadı. Yüz yüze oturduğumuza hiç inanasım gelmiyor. Bunun sen olduğuna inanamıyorum. Bir daha görüşebildiğimize inanamıyordum. Bu inançsızlıkların insanı ne hâle sokabileceğini hiç merak ettin mi? İçin için acı çekmekten eriyor insan.
O sırada sessizlik çöktü. Gerçekten de onu sakinleştirecek bir söz bulamıyordum. Bu yaşa kadar sözün tam manasıyla iki kaya arasında sıkışmış vaziyete ilk defa düşüyordum. Marşal’ın elinin içinde gördüğüm çiyin kahve buharından değil, gözlerinden süzülerek gizlice avcunda tomurcuklanan yaş olduğunu anladım. O kadın gururunu ayaklar altına almamak için gözyaşlarını göz bebeklerinde saklayıp ellerinin içinde göstermişti bana. Ben onları silince yaralarına dokunup kalbini sızlatmıştım. Vera kahvenin yarısını içip saatine bakınca fırsatı kaçırmak istemedim:
– Marş bir daha ne zaman görüşeceğiz? Bugün akşam, sabah, ne zaman dersen ben hazırım. Nereye gelmem gerektiğini söyle bana.
Konuşurken ev numaramı yazıp ona verdim. Marş kâğıdı elinde kıvıra kıvıra sordu:
– Telefon geldiğinde anneniz hâlâ mı sorguya çekiyor insanı?
– Hayır! Keşke annem sağ olsaydı. Muhtemelen seni bulduğuma çok sevinirdi. Şimdi ninemle kalıyorum. O da çok yaşlandı. Eve kim telefon etse Osman’a söyleyin evlensin deyip yardım istiyor, deyince bakışlarımız kilitlendi. O, annemi kaybetmemden dolayı üzgün olduğunu göstermeye çalışsa da beceremedi. Görünen o ki anne kaygısı çekmeyenler onun kaybını da bilmiyorlar. Ama sadece bu değildi. Çok uzun zamandan beri onun hareketlerinde gördüğüm sunilik bu defa beni aşırı etkiledi. Marşal kendi numarasını bana yazarken eğer biz lisede değil de üniversitede tanışmış olsaydık onu asla sevmeyeceğimi düşündüm. Numara yazdığı kâğıdı bana uzattı:
– Aslında iş numarasını da verebilirim. Ama sana o kadar soru soracaklar ki telefon ettiğine pişman olacaksın. Bir de istemiyorum adının bizim kayıtlarda olmasını. Bu yüzden ev numarasını yazdım. Ne zaman istersen ara.
Vera’yı yolcu edip geri döndüm telefon kulübesinin yanına. Ne kadar beklediğim, restorana ne zaman döndüğümü hatırlamıyorum. Bu sefer garsondan yüz gram “votka” istemiştim. Ukrayna üzümünden yapılan içki bedenime sıcaklık, düşünceme buz gibi soğukluk getirmişti. Aklım kum üstüne serpilen darıya benziyordu. “Keşke Marşal Hanım ile karşılaşmasaydım.” diye düşündüm ve Vera’nın aklımdan geçenleri bildiğini düşünerek utandım. Vera bana âşık olduğunu, her zaman yolumu gözlediğini ve bugün de sevmeye devam ettiğini söylüyordu. Günahsız bir kızın hayatının benim yüzünden mahvolduğunu bildiğim hâlde sadece kendimi düşünmek insanlığa sığar mıydı? Garsonlar hâlen daha masamızı temizlememişlerdi. Bunun için tam kıza seslenecektim o esna da Albina gözlerimin önünde canlandı. İşte bu kız, nişanlım ne olacaktı? Yıllardan beri ninemin el üstünde tuttuğu nişan yüzüğünün onun parmağına takılmasına sayılı günler kalmıştı. Biz ki birbirimizi duyguların gücüyle değil, gerçekten şuurlu olarak seviyorduk. Avuçlarım ile gözlerimi var gücümle ovuşturdum. Parmaklarım kirpiklerimin üstüne gezdirirken birden irkilir gibi oldum. Albina gerçekten de benim karşımda az önce Marşal’ın oturduğu sandalyenin köşesine yaslanmıştı. Ayağa kalkıp birkaç saniye sessiz durdum. Yine öyle sessiz sedasız bir şekilde yerlerimize oturduk. Bu sırada garson boş fincanları götürmek için yavaş adımlarla bize yaklaşıyordu. Albina karşısındaki fincanın ruj değen tarafını bana çevirip “Demek ki ilgi çekici bir misafirin vardı. Ben gidebilirim.” deyince birden arı tarafından sokulan insanlar gibi irkildim. “Yok niye gideceksin? Senin yerin burasıdır.” deyip sağ elimi yüreğimin üstüne vurdum. Sineme vurduğum yumruktan hakikaten canım acıdı. Albina ise yumruğun sesinden gözlerini öyle bir kırptı ki sanki yumruğu kendime değil de onun sinesine vurmuştum. Bu hareketimle onu biraz yumuşatabildim. Utandığından daha önce kiminle görüştüğümü sormasa da sabırsız gözlerinde bu soruyu gizleyemiyordu.