Kitabı oku: «Mil», sayfa 4
GÜN GEÇTİ
Kesinlikle yalan söylemeliydim. Hem de Albina’nın gözlerinin içine baka baka. O gözler ki bebeklerinden ancak ve ancak bana aşk kıvılcımı saçılırdı. Bu yalan senaryosunu Yoldaş Suslov’un koruma müdürü yazmıştı. Ben nasıl mesuliyetli bir işin peşinde olduğumun farkındaydım. Yaklaşık iki aylık bir eğitimden geçip Tahran’a gitmeliydim. Generalin söylediği gibi talimatlara uyarsam hiçbir tehlike olmayacaktı. Bütün riskleri ortadan kaldırmak için bana yardım edeceklerdi. Ancak beni koruyan insanları fark ettiğimde bununla ilgilenmemeli ve fark ettiğim hiçbir nüansa dikkat etmemeliydim. Eğitimlerin nelerden ibaret olduğu hakkında bilgiye de sahip değildim. İlk görev yazı işleri ofisinden ayrılmaktı. Gösterildiği şekilde dilekçe yazıp bu işi beğenmediğimi söyleyecektim. İstediğin yar idi, getirdi Tanrı! Kariyer iddialarım için olmadık yerden kapı açılmıştı. Her şey istediğim şekilde gidiyordu. Sadece Albina ve ninemden ayrılmak konusu dışında. Bir de az evvel ortaya çıkan Vera Marşal meselesi. Albina şimdi olduğu gibi restoranda da yardımıma koştu, “Haydi, bir konuşalım, neler olacak?” sorusunun ardından gülümseyerek devam etti:
– Niye işe gitmeme fırsat vermedin. Bu ay işe üçüncü kez gitmiyorum.
Direk konuya girdim.
– Ben işten çıkıyorum Albina.
O, şaşkınlığını gizlemedi:
– Ne diyorsun? Böyle bir iş bulmanın kolay olduğunu mu sanıyorsun? Yoksa makalenin yayımlanmamasına mı küstün? Ne oldu, anlat bana?
Yalan yalanı doğurur. Oradaki ekibi sevmediğimi söyledikten sonra başka iş bulduğum yönünde yalan söyledim. Senin yayımlanmadı diye küstüğümü düşündüğün makalenin benim için açılmaz kapıları açtığını nasıl söyleyebilirdim. Albina ise hâlen daha beni ikna edeceğini ümit ediyordu. “Eğer bu işi sana Suslov bulmuşsa ona inanma! O, çok kaba ve açgözlü biridir. Senin ise güzel bir geleceğin var.” dediğinde biz restorandan bir hayli uzaklaşıp el ele Novodeviçyi Manastırı’na27 doğru gidiyorduk. Albina beklemediğim bir şekilde eğer yazı işlerinden ayrılırsam kendisinin de işten çıkacağını söyledi. Bu kati kararın alt yapısında onu da kendimle yeni iş yerime götürmem gerektiğini söylüyordu. Dile getirilmeyen bu isteğe cevabım yoktu. Beni Tahran’a gönderiyorlar, diye ona nasıl diyebilirdim? Daha doğrusu Albina’nın bu durumda yazı işleri ofisinde kalması en doğru karar olurdu. O sırada kafamda başka bir yalan devreye girdi. Ondan çok şey değil, bir yıl daha yazı işleri ofisinde kalmasını istedim. Sonra onun daha düzgün bir işe girmesine yardım edeceğim. Ayrılma zamanı gelmişti. Zaman kaybetmeden babamla görüşmeliydim. Vedalaşırken:
– Albina belki sana garip gelecek. Ama üniversitede ilk tanıştığımız gün sabaha kadar uyuyamadım. O gün duvar takviminin28 günlük sayfasını kopardığımda telefonun ilk ortaya çıkışıyla ilgili ilginç bir yazı okumuştum. Allah neden beni Aleksandr Bell29 gibi şanslı yaratmamış, diye üzülüyordum. Eğer telefonu icat etmek bana nasip olsaydı büyük bir memnuniyetle telefonu kulağıma her götürdüğümde “Albin” derdim. Bütün dünyanın telefon konuşmalarında “Alo” değil “Albin” ya da tam olarak “Albina” diyerek karşı tarafın telefonuna cevap verdiğini hayal edebiliyor musun? dedim.
Albina önce sakince bakışlarını gözlerime dikti. Bakışlarımız tavandan sarkan iki lambanın ışıkları gibi birbirine karıştı. Boynuma sarıldı. Saçlarını kokladım. Parfümünden sanki samimiyet kokusu geliyordu. Onun gül parfümünü içime çektiğim zaman fısıltısını işittim: bütün bu dediklerin doğru mu? “Doğru Albina, ben sensiz yaşayamam. Emin ol buna. Ama kariyersiz de yapamam. Başarılı bir kariyer için oradan oraya mücadele ediyorum. Güzel fırsatlar doğdu. Sensiz, hiçbir şey bana başarı getirmeyecek…”
* * *
Babamla onun iş yerinde görüştük. Aşağıdan odasına telefon edildiğinde gelmeme şaşırmadı. Her zaman olduğu gibi yine sivil kıyafetliydi. Birlikte yemek yedik. Belli ki bugün binbaşı rütbesi verecekler. Sebebini ne ben sordum ne de o söyledi. Albina’ya olan aşkım, Vera’nın bir anda ortaya çıkması ve hazırlandığım Tahran seyahati kafamı öyle karıştırmıştı ki babamı tebrik etmeyi bile unuttum.
Yolun karşısına geçip küçük bir restoranda köşedeki masada oturduk. İşimle ilgili konuya da o geçti. “Osman sen çok zor, ancak onurlu bir işin peşinden gidiyordun.” dediğinde şaşkınlıkla sordum:
– Nereden biliyorsun?
Sorumdan dolayı yüzü alaycı bir hâl aldı:
– Sovyet devletinde hiçbir şeyin tesadüfen olmadığını bilmiyor musun? Hem de böyle önemli işlerde. Ben inanıyorum ki bu işin üstesinden geleceksin. Ama sana bazı şeyleri söylemek mecburiyetindeyim. Öyle ki bunları hiç kimseden duymayacaksın. Öncelikle bu iş için neden seni seçtiklerini hiç düşündün mü?
Ben dudağımı büküp omzumu kaldırdım. O anda babam kadehi ağzına kadar doldurup kafasına dikti.
– Doğu bilimlerini bitiren o kadar mezun var dilini de tarihini de senden daha mükemmel biliyorlar. Şüphesiz biyolojik yapıları ve genetik kodları sebebiyle senden üstünlerdir.
O, “Bizim kökümüz Tebriz’e dayanıyor.” dediğinde “ohh” diyerek sandalyede kurcalanıb yerimi rahatladım. Kendimi her zaman saf bir Türk olarak görmüştüm. Dar bir çerçevede “Tatar mıyız yoksa Türk mü?” konusunda çok fazla tartışmam olmuştu. Bu konuda tartışmanın çok tehlikeli olduğunu biliyordum, ancak tehlikeyi bilmek ve görmek yakana yapışana kadar insanın üzerinde çok farklı etkilere sahiptir. Benim kariyer yapma isteğim ile Sovyet tarihine dair bildiğim acı gerçekler çok farklıydı. Babam Tebriz kökenli olduğumuzu söylediğinde gayri ihtiyari olarak 1972 yılında Ferah Diba Pehlevi’nin Bakü gezisinde30 “Pravda” gazetesinde yayınlanan resimlerini hatırladım. O sırada onuncu sınıfta okuyordum. Tarih hocam gazeteyi bana gösterip “Bak nasıl benziyorsunuz, sanki aynı çeşmeden su içmişsiniz.” dedi. Kulağım babamda olsa da bütün bunları hatırladım ve “İyi ki Türk kökenliyiz, başka bir soy ile karışmamışız.” diye şükrettim.
Babam sözlerine devam ediyordu:
– Timurlenk Azerbaycan seferinde Tebriz’i kılıçtan geçirip şehri viran etmişti. Taş üstünde taş bırakmamıştı. Bu seferden sonra uzun yıllar Tebriz’e Viranşehir31 de dediler. Semerkant’ın esas mimari binalarını, Tebriz’den esir olarak getirilen ustalar ve sanatçılar inşa ettiler. Timur bine yakın sanatkarı eli kolu bağlı esir getirdiğinde bizim büyüklerimiz de onlarla birliktelermiş. Ama onlara esir gibi davranılmamış, çünkü Timur’un amacı zihinlerdeki yaratıcılığı gerçeğe dönüştürmek ve bu sanatçılar sayesinde okullar inşa ederek Orta Asya’da yeni bir yaratıcılık üslubu oluşturmaktı. Senin çok kısa bir zamanda Tahran’ın yerel adetlerini, lehçesini öğreneceğine hiç şüphe yok. Dil ve lehçe genetik kodlarla verimli koşullarda kendini gösterir. Bütün bu dediklerimi Tahran’a vardıktan iki üç hafta sonra göreceksin. Şah Kaçar’ın kurarak Tahran’a dönüştürdüğü şehir şimdi tarihin en zor günlerini yaşıyor. Orada o kadar kendine benzer insanlar göreceksin ki!
Babam burada durdu. Acı bir tebessümün ardından “Tebriz’e gittiğinde tanımadığın akrabalarımızla karşılaşabilirsin.” deyip bir dakikaya yakın sustu. Bütün bu söylediklerinin benim için tehlike oluşturacağından korkuyor gibiydi. Sohbet konusunun değişmemesi için:
– Benim için endişelenme baba! Her koşulda çıkış yolu bulmayı bilirim. Buna emin olabilirsin, dedim.
Babam vurmak için bir fırsat arıyormuş gibi omzuma sert bir şekilde tokat atıp:
– Bu söylediklerimi bilmen görevlerinin başarısı için çok önemli. Bütün bunları bilmesen de problem değildi. Ama öyle meseleler var ki onları kesinlikle bilmen gerekir. Aslında sana verilecek görevleri az çok tahmin edebiliyorum. O kadar da tehlikeli işler olmayacak, ama konu devlet açısından büyük önem taşıyor. Öyle ki bu işi yapmak KGB’nin32 tek görevidir. Ancak hiçbir şekilde, özellikle şimdiki şartlarda bu görevi başaramazlar. Senin Tahran’a seyahatin Suslov’un büyük buluşudur. Yoldaş Suslov bu konuda Andropov’un33 önüne geçmek istiyor, dedi.
– Andropov bunu bilmiyor mu, sorusu ile sözünü kestiğimde babamın yüz çizgileri değişti ve soruma “Sence öyle bir şey olabilir mi?” sorusuyla cevap verip duraksadı ve daha alçak sesle devam etti:
– Bu ortaya çıkan olaylar Kremlin’de her zaman var olan saray çekişmelerinin bir parçasıdır. Suslov bu konuda İçişleri Bakanı Nikolay Şelokov’un ve Bakan Pyotur Noloviç’in34 imkânlarından da istifade ediyor. Andropov ise bu işlerin merkezindedir. Suslov, sadece Andropoy’un düşünce süzgecinden geçen bilgileri değil, senin vasıtanla elde edilecek gerçek bilgileri de almak istiyor.
Soru soruyu açıyor, babam konuştukça ilgim daha da artıyordu. Ben onun sohbetlerinden kesinlikle sıkılmıyordum. Aksine sanki yıllardır böyle karmaşık işlerin içinde büyüyüp olgunlaşmıştım. Babamın benim rahatsız olduğumu düşünerek sakinleştirici bir tonda yeniden sohbete başladığını hissettim:
– Bunları er ya da geç öğrenecektin. Ben önceden söylüyorum ki senin için daha kolay olsun. Şah rejiminden ciddi bir tehdit beklemiyorum. Onlar görevini bilseler dahi günümüz koşullarında bize karşı çıkma cesaretine sahip değiller. ABD, İsrail ve İngiltere casus ağlarına karşı son derece dikkatli olmalısın. CIA, MOSSAD ve MI635 Şah devrilene kadar birlikte faaliyet gösterecekler. Kitlesel gösteriler, ayaklanmalar başladıktan sonra bu üç kurum arasında kan gövdeyi götürecek.
O, derin bir iç çekerek sesini alçalttı:
– Ve mutlaka Sovyet büyükelçiliğine dikkat etmelisin! Orada kurulabilecek tuzakların risklerinden kurtulabilirsen bu tehlikelerin en azından yarısı ortadan kaldırılmış sayılır.
Son sözleri, tam manasıyla sürpriz oldu. Muhtemelen bu sözleri babamdan başka hiç kimse cesaret edip bana söyleyemezdi. Aslında onun şimdiye kadar söylediklerini giriş olarak düşünüyordum. Farkında olmadan babamın söyledikleriyle biraz önce Vera’dan Dışişleri Bakanlığı’ndaki güvenlik servisi hakkında duyduklarım arasında bir bağlantı kurmaya çalıştım. Vera’nın hareketlerindeki samimiyetsizliğin bununla alakalı olduğunu düşündüm. Bakışlarını hızlıca benden kaçırması gözlerimin önünde canlandı. Sanki birisi kulağıma bugünkü görüşmemizin tesadüf olmadığını fısıldıyordu. Öyleyse amaç ne olabilirdi?
…Babamı çok seviyorum o benim için hiçbir şeyi esirgememişti. Ama yüreğimin derinliğinde her zaman gizli tuttuğum bir kırgınlık vardı: annemin mezarının toprağı soğumadan evlenmişti. Ninem bu konuda başımın etini yediği için affedemedim babamı. O yüzden evine gitmiyordum ama yaş ilerledikçe ona hak vermeye başladım. Nereden bilebilirdim annemin sağlığında da şimdiki evli olduğu o kadınla gizli ilişkisi olduğunu. Haftada bir defa babam ninemlerden alıp gezmeye, aslında sinemaya ve restorana götürürdü. Babamın yeni eşini şehirde birlikteyken görmüştüm. Kadın kibar ve güler yüzlüydü. Ona karşı kabalık etmesem de gösterdiği ilgiye karşı çok saygısızca karşılık verirdim. Belli ki bundan dolayı da kadın sonraları bizimle birlikte şehre inmedi. Babam beni götürmeye geldiğinde, teslim ederken eve girmezdi. Sadece kapının ağzında selamlaşıp, vedalaşıp geri dönerdi. Her gelişinde hem evimize alışveriş yapar hem de nineme para verirdi. Ninemi de hediyesiz bırakmazdı. Ninem ise onun hediyelerini hürmetle kabul etse de hiçbir zaman kullanmaz, onları birilerine hediye ederdi. Albina ile tanıştıktan sonra babama karşı olan kırgınlığım azalmaya başlamıştı. Kadınsız olmanın ve sevilmemenin bir erkek için ne kadar zor olduğunu anlamaya başlamıştım.
Önceden aramadan ilk defa babamla görüşüyordum. Sohbetimizin sonunda bu konuyla ilgili konuşmak için bize geleceğini söyledi. Ben sözünü bitirmesine izin vermedim:
– Belki, Mariya İvanovovna36 ile birlikte gelirsiniz.
Babamın gözlerinde garip bir sevinç kıvılcımı parladı, ancak alışamadı. Elbette eşinin adını saygıyla söylemem hoşuna gitmişti. Derinden bir ah çekti.
– Mariya İvanovna’nın hareket edecek hâli kalmadı.
Başka soru sorup babamın üzüntülü yüzünün daha kötü bir hâl almasını istemedim. Babamda sustu. Restorandan çıkıp bir hayli yürüdük. Ayrılırken Mariya İvanovna’nın ciddi bir şekilde hasta olduğunu söyledi. Çocukları ve yakın akrabaları olmadığı için babam onun için bakıcı tutmuştu. Babam bütün bunları üzüntü ile karşıladığımı hissetti. Ayrılırken elini saçlarıma sürerek:
– Osman, benim senden başka kimsem yok. Kendine dikkat et. Senin için çok şey yapabilirim. Yapıyorum da. Ancak seni korumak benim elimde değil. Allah’a emanet ol. Bir de adımlarını aklının gücüyle at, duygularının değil. Öyle bir ülkeye gidiyorsun ki tarihin bütün dönemlerinde birinin yerine başkasının boynuna yağlı urgan geçirmek bir gelenek olmuş, dedi.
…Ben babamı cengâver gibi kuvvetli bilirdim. İri gövdesi, atletik görünümü ve sert bakışları ister istemez insanda korku oluşturuyordu. Şimdi ise kırılgan hislerinin tesirinde bu görünüşünü yitirmişti. Bunlar bir tarafa dursun, sıcak borşun ardından dolaptan çıkan kolbasa37 ile boğazımızı ıslattığımız yüz gram votkanın etkisiyle gözleri ışıl ışıl parlıyordu.
* * *
…Vera telefonun ilk çalışında ahizeyi kaldırdı. Aslında babamın nasihatlerini ve kafamda yer etmiş, ancak hâlen daha yerini sağlamlaştıramamış şüphelerini dinleseydim, birçok soruya hemen cevap vermem gerekecekti. Onun sesini duyar duymaz saate baktım. Bu aklımın bana oynadığı bir oyundu. İşten ne çabuk geldin diye sorabilirdim. Ama şimdi duygular beni idare ettiği için aklımdan geçen soruları bir kenara bırakıp acil görüşmek istediğimi söyledim. “Belki eve gelirsin!” teklifini düşünmeden kabul edip adresi sordum. Zaman kaybetmemek için taksiye binsem de Şeremetyevo caddesinde meydana gelen kaza sebebiyle yolda kırk beş dakikaya yakın zaman kaybettim.
Vera beni pencerede karşıladı desem daha doğru olur. Görünüşe göre eski taksinin motor sesini duyar duymaz pencereye çıkmıştı. Beni pencerenin arkasından işaret ile apartman kapısında ise çiçekli kumaş bir elbise ile karşıladı. Hruşçovka38 adı ile meşhur olan üç küçük odadan ibaret dar apartmanın misafir odasına geçtik. Salon olarak adlandırılan bu küçük yer, iç içe odaların dip tarafta olanıydı. Dip odadan balkona kapı açılıyordu. Çift perdelerden başka pencerenin içeri kısmının tavanında sinemalarda olduğu gibi asılan posterler vardı. Aslında bütün bunlar benim o kadar ilgimi çekmiyordu.
Dikkatle Vera’nın hareketlerini süzüyor, beynimde dolaşan sorulara cevap bulmak istiyordum. Buraya niye gelmiştim? Beni çocukluk yıllarımın hatıralarının arkasından sürükleyen neydi? Bundan sonraki ilişkimiz nasıl olabilirdi? Bu soruları düşündüğümde harfler yan yana dizilip aynaya dönüştü ve elimden düşüp param parça oldu. Gayri ihtiyari döşemeye baktım. Bana, parça parça olan ayna kırıklarının hepsinde Albina’nın yansıması varmış gibi geldi. İç çekince kendi sesimden korktum. Utanç hissi ruhuma hâkim oldu. Sanki kafamın üstünde soba yanıyordu. Vera ise kendi endamıyla karşımda meydan okuyordu. O kadar da iri olmayan göğüsleri elbisesinin altında dikkat çekici görünüyordu. Yürürken bilerek omuzlarını yukarı kaldırması göğsünü daha da dolgun gösteriyordu. “Ne içeceksin?” diye sorunca kararsız bir şekilde cevap verdim:
– Bir şey içmek istesem restorana davet ederdim. Gözlerim senin güzelliğini içiyor, bu bana yeter. Gelip oturursan daha iyi olur.
Ben kanepede oturuyordum. Vera ikimize de birer bardak limonata getirip birini karşımdaki dergi masasına koydu. Kendisi de geçip masanın arkasında oturdu. Aslında bu hareketiyle benim yerimi göstermiş oldu. Belki de gelip kanepede benim yanımda otursaydı kendimi tutamayıp ona dokunmaya çalışacaktım. İhtirasın aklıma baskın geldiğini hissetsem de istifimi bozmuyordum. Bir anda yine Albina’yı hatırladım ve çok sıkıldım. İşte o anda içimden bir soru geçti: Beni buraya çekip getiren ne oldu? Tutku mu, çocukluk aşkı mı? Her iki durumda da ben Albina’ya ihanet ediyordum. Nihayet Vera sohbete başladı:
– İyi, anlat bakalım. Nasılsın? Bağışla uzun yıllar süren ayrılığın ardından ilk görüşmemizde çok sert konuştum. Çocuklar nasıl büyüyor?
Biraz muzipçe gülümseyip cevapladım:
– Sabahleyin söylemiştim daha, evimizde tek çocuk benim. Gördüğün gibi büyüyüp bu hâle gelmişim. Uzamam durdu, saçlarımın uzun ya da kısa olması umurumda değil, daha neleri merak ediyorsun?
Vera kurnazca ne sorduğunu, ben de açık bir şekilde nasıl alaycı cevap verdiğimi biliyordum. Sohbetimizdeki karşılıklı atışmalar bende karışık hisler oluşturuyordu. Bir anda ayağa kalkıp onu terk etmek de geçti içimden. Ancak kızın dolan gözlerine baktığımda yüreğim yumuşadı. “Seni ne kadar aradığımı biliyor musun?” sorusunun ardından sakin bir ses tonuyla sohbete başladı:
– Ne zaman senden kalbimi sızlatan bir mektup alsam bütün bedenim titriyordu. Sıcak bir çölde susadığınızı ve uzakta bir ağaç gördüğünüzü hayal edin. O ağaca ulaşıp altındaki suda serinleyeceğini ümit edersin. Son gücünü toplayıp ağaca doğru koşarsın. Senin her adımında ağaç iki adım uzaklaşır. Kan ter içinde ona ulaştığınızda ağacın susuzluktan kuruduğunu görürsünüz.
Elimi gömleğimin yakasına götürüp ikinci düğmesini açtım, parmaklarımı göğsüme götürüp “Ben böyle çabuk kuruma düşüncesinde değilim.” diyerek şakaya vurduğumda Vera çantasını açıp dörde katlanmış sarı kâğıt parçasını bana uzattı:
– Bu sert sözleri yazarken bir genç kıza bu kadar acımasız davranılmayacağını hiç düşünmediniz mi?
Mektuptaki yazı bana tanıdık geldi. Ancak bunun farkına varmadan satırlara hızlıca bakmaya başladım. Kanı çekilmiş insanların solgun yüzüne benzeyen o kağıttaki ne yazı ne cümle kuruluşu ne de kelime kullanımı benimkiydi. Mektubu masanın üstüne koyup “Bunu ben yazmadım!” dediğimde o çantasından iki üç mektup daha çıkardı. Onları okumakla ilgilenmedim. Sadece merak ettim: Vera neden bunları evde herhangi bir dolabın çekmecesinde yahut da albüm sayfalarının arasında değil de çantasında gezdiriyor? Birkaç dakika içerisinde samimi duyguların bizi yakınlaştırmadığına kesin bir şekilde emin oldum. Hatta yıllarca ayrı kaldıktan sonra bile bugün restorandaki sohbetimizle şimdiki görüşmemiz arasında garip bir uçurum varmış gibi görünüyordu. Vera gözlerini benden kaçırmak istedikçe ben daha büyük bir hevesle onun bakışlarını yakalamak istiyordum. Sanki içindeki gizli amacı gözlerinden okuyacağımdan korkuyordu. Ancak itiraf etmeliyim beni ona getiren sebeplerden biri olan tutkum, giderek artıyordu. Tabii ki Vera bunun farkındaydı. Bir anda karşılaşmamız ve yeni yakınlaşmalardan o ne bekliyordu? Sabırsızlıkla bütün bunları bilmek istiyordum. Vera ise “Arkadaşlardan kimi görüyorsun?” sorusu ile hem beni düşüncelerimden uzaklaştırdı hem de bu durumdan kurtardı. Aslında ben Moskova’da, lisenin son yıllarında ve üniversitede okuduğum arkadaşlarımla iletişimimi sürdürüyordum. Vera da onların hiçbirini tanımıyordu. O yüzden kısa kestim: Görüştüğüm çocuklardan hiçbiri ortak tanıdığımız değildi. O anda Vera sigara yakıp dumanını sinirli bir şekilde tavana doğru üfledi. Lambanın ışığının altında döne döne yükselen dumanın yavaş yavaş eriyip yok olmasını seyrederken garip hisler içerisindeydim: Bizim ilişkiler de böyle, ama çoktan erimiş. Sigara içen biri olmasam da sohbetimize duman katmak amacıyla onun paketinden bir tane çıkartıp yaktım. Tepkisini ölçmek için eline dokunduğumda alaycı bir şekilde beni süzdü. Tam o anda telefon çaldı. Konuşa konuşa duvardaki saate bakıp “On beş dakikaya geleceğim.” dediğinde hayal kırıklığına uğradım. Medeni bir şekilde evden kovuluyordum. Vera hayal kırıklığına uğradığımı hissedip “Daha on beş dakikamız var.” dediğinde sigarayı kül tablasında söndürüp kapıya doğru gidiyordum.
Daireye girerken Vera’nın boynuma sarılmasını bekliyordum. O, bunu yolcu ederken yaptı. Bu kadının çokbilmişliğinin işareti mi yoksa iş profesyonelliği mi bilmiyorum. Kendimi orada çok bırakmadan umursamaz bir şekilde parmaklarımla ince kumaşlı elbisesinden görünen göğüs uçlarına bastırarak kapıdan çıktım.
MİL
…Kursa başladığım ilk gün öğleden sonra saat ikide söylenilen yerde olmalıydım. Sanki diken üstünde oturmuştum. Evden erken çıkmıştım gecikmeyeyim diye. Erken varırsam yakınlarda biraz vakit geçirebilirdim. Binamızın karşısında kara bulutlarla kaplı gökyüzü karşıladı beni. Hava o kadar yoğun bulutlarla kaplanmıştı ki gökyüzünde mavi rengin görüneceğine inanmak güçtü. İçim sıkıldı. İşimin ilk günü böyle bir ruh haline bürünmek hiç hoşuma gitmedi. İçimden eğitime bile gitmemek geçti. Olumsuz duyguları bir kenara bırakıp gücümü toplayıp yola çıktım. İki otobüs değiştirip adrese vardığımda saat ikiyi gösteriyordu.
Eğitim yeri ücra köy meydanlarındaki eski postaneleri andırıyordu. Çeçenistan’da tatilde olduğum zamanlar yaşadığım evin yolu postane binasının karşısından geçtiği için bu karşılaştırmayı yapıyorum. Yaşadığım mahallede bütün evler moloz taşlardan yapılmasına rağmen sadece postane binası yüksek tavanlı ve sokağa bakan kısmı çimento ile sıvanıp küp şeklinde kare kazınmıştı. Moskova da ise benim dediğim yüksek binaların çevresinde sadece bir alçak bina vardı. Demir kapıdan içeri girdiğimde beni rütbeli polisler karşıladı. Belgelere baktıktan sonra üstümü başımı arayıp içeri aldılar. Tahminen elli metrekarelik bu binanın arka tarafında olan kapı uzun bir koridora açılıyordu. Gözetim altında bu koridora geçip beş katlı binaya çıkıyorduk. Burada sıkı bir rejim altında eğitime başladım. Öğle yemeğine kadar tarih, Fars dili, Safeviler, Afşarlar, Kaçarlar, Türk hanedanlıkları dönemine ait medeniyeti, siyasi yönetimi, saray çekişmelerinden haremlerdeki ilişkileri ve ülkedeki mevcut durumu öğreniyorduk. Tahran halkının günlük davranışları ve yemek alışkanlıkları, giyim tarzı, oradaki modern mutfak, televizyon kanallarında kullanılan son model kameraların kullanımı, montaj işleri günlük ders saatlerime dahil edildi. Yorucu bir şeyle karşılaşmıyordum. İhtiyaca göre sabah kahvaltısını ve öğlen yemeğini eğitim merkezinde yapıyordum. Aşçı kadın ilk defa odama telefon edip “Sübhaneyi- şoma hazır est”39 dediğinde şaşırmış ve gülmüştüm.
Öğle yemeğinden sonra ise spor, kendini koruma yöntemleri, takip edilmenin nasıl tespit edileceği, takiplerden kaçmak, evde değilken yabancıların daireye girip girmediğini bilmek için eşyalara işaret koymak gibi dersler alıyordum. Bütün bunlar ilgimi çektiği için ödevleri hevesle yapıyordum. Keskin hafızam ve dikkatli yaklaşımım bana çok yardımcı oluyordu. Öyle ki hiçbir şeyin ikinci defa izahına gerek kalmıyordu. Ama haddinden fazla yoruluyordum.
Birinci gün eğitimden sonra ayaklarımı sürüye sürüye binadan çıktım. Bundan sonra beni evden araba alacak, eve araba bırakacaktı. Hâlen daha adını, hangi devlet kurumuna tabi olduğunu bilmediğim bu mekânın arka kısmında büyük bir avlu vardı. Oradan arabaya binip eve gittim. Şoför adresi bildiği için yola kendisi koyuldu, varana kadar tek kelime etmedik. Arabadan indiğimde birkaç saat önce kapalı olan gökyüzü nispeten açılmıştı. Ama kışın gelişiyle çabuk kararan hava bugün bana daha karanlık görünüyordu. Hafif rüzgâr yüzüme çok soğuk etki ediyordu. Araba yolundan binamızın karşısındaki küçük meydana geçtim. Etraftaki sokak ışıklarını gündüzleri de söndüren olmadığı için onların zayıf ışığı havanın alaca karanlığına karışmaya başlamıştı. Bu bulanık manzara insanın zihnini hiç açmıyordu. Biraz ileri gitmiştim ki karşıdaki gölet dikkatimi çekti. Direğin başındaki fenerin şeffaf camının bir parçası kırılıp düşmüştü. Lambanın göldeki yansıması ince bir fırça ile boyanmış tabloya benziyordu. Yukarıdan süzülen sarı ışık suyun üzerinde renk değiştirmiş, şualar dilim dilim olmuştu. Rüzgâr lambayı ve suyun yüzeyini farklı açılarda hareket ettirse de yansıyan ışık ve onun ışınları kendi uyumunu bozmadan sanki sakin bir müzik altında hafif bir uğultuyla dans ediyorlardı. Üşüdüğümü hissedene kadar bu manzarayı seyrettim. Gölette yansıyan nurun güzelliğinden aldığım lezzet ruh hâlimi yükseltti. Gönlümden gördüğüm güzelliğin gökkuşağına dönmesini ve hiçbir zaman gökyüzünden gitmemesini geçirdim. Dağda, ormanda tabiatın koynunda Albina ile bu güzelliği istediğimiz zaman seyredebilelim. Bloğa girdiğimde dinlenmiş gibiydim…
* * *
Normal kurslarda öğrenmesi altı ay süren Mors alfabesini çok kısa zamanda öğrendim. Eğitimlerde tek zorlandığım dokuma işlerini öğrenmek oldu. Şapka, atkı, kolsuz yakasız gömlekler dokumak en önemli derslerden sayılıyordu. Mors alfabesi ve dokuma tamamen birbirine bağlıydı. Aslında bu kurslara başladığımda onların birbirine sıkıca bağlı olacağını hayal bile edemezdim. Dokuma konusu gündeme geldiğinde kahkaha ile güldüğümü hiç söylemiyorum bile. Dedim ki evimizde iki meşhur dokumacı var. Onlardan istediğim motifi öğrenebilirim. Alay edip baş salladılar ki nineler kesinlikle dokuma yeteneğimi bilmemeli. Bu kursta dokumayı öğrenmenin yanı sıra el dokuması gömleklerin yakasını, kolunu veyahut atkının bir ucundan başlayıp dikkatli bir şekilde ilmekleri kaçırmadan sökmeyi öğrenmemiz isteniyordu. Mors ve dokumacılık olağanüstü durumlarda önemli haberleri ulaştırmak için bir seçenek olarak kabul edilirdi. Bilgiyi Mors ile söktüğüm ipe yazacak, sonra onu kendi işlemeleriyle önceki yerine dokuyup doğru adrese teslim edecektim.
Gerçekten de çok gülünç bir durumdu. Dokumacılık dersleri gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Hayalimde kâh ninemle yan yana oturup dokuyoruz kâh birbirimizin işini eleştiriyor kâh da kendimi dokumacılıkla uğraşan ihtiyar bir adam olarak canlandırıyordum. Herhâlde şimdiye kadar bir erkeğin çorap, şapka dokuduğunu ne görmüştüm ne de işitmiştim. Hatta kadın işi yaptığımı gördüklerinde gülerler diye ninemin yıkama işlerine yardım ettiğimi hiçbir zaman arkadaşlarımın bilmesini istemezdim. Bir keresinde derste yaşlandığımda kanepede oturup dokumacılık yaptığımı ve torunlarımın da yerde halının üstünde sıra ile oturup bana baktıklarını hayal edip içten içe güldüm. Dokuma öğretmenim ise bunu gördüğünde sadece gülümsemekle yetindi.
“Pravda” beni sürpriz bir olayla saflarına dahil etmişti. İşe alındıktan sonraki gün yazı işleri ofisinde kapsamlı bir toplantı yapıldı. Sonunda Galina Serebryakova40 ateşli bir çıkış yaptı. O editörü açıkça eleştirdi ve yapılan birçok hata için herkesi azarladı. Toplantıdan sonra şube müdürüne bu kadının neye güvenip böyle meydan okuduğunu sorduğumda o korka korka nedenini anlattı:
– Nikita Kruşçev 1959’lu yıllarda Kremlin’de ideoloji konularına özel bir toplantı düzenlerken, toplantıya devlet memurları ile birlikte ülkenin tanınmış simaları, yazarlar, şairler, bestekarlar, ressamlar da davet edilmişler. Galina Serebryakova’ya konuşma için söz verildiğinde o tartışılan konudan uzaklaşıp cezaevlerindeki durumların iç açıcı olmadığından, suçlulara karşı insanlık dışı davranışlardan söz etmiş. Kruşçev onun sözünü yarıda kesip yazarın yanlış düşüncede olduğunu söylemiş ve onu samimiyetsizlikle itham etmiş. Kruşçev’in bu sert tepkisini kabul etmek istemeyen Serebryakova kürsüden çıkarak eteğini yukarı kaldırmış, bacaklarındaki “yara” izlerini toplantıya gelenlere gösterip:
– Nikita Sergeyeviç, bu da canlı kanıt. Cezaevlerinde insanlara böyle işkence yapıyorlar, dikkatle bakın.
Bu sahneden neredeyse bilincini kaybeden Kruşçev, politik davranıp:
– Bunlar Stalin hükümetinin iğrenç izleridir, biz böyle vahşetlere izin vermeyeceğiz.
Şimdi bu kadın ne zaman yazı işleri ofisine gelse birden yine eteğini kaldırır diye editörün ödü kopuyor.
Şimdi bana eğitimden sonra Galina Serebryakova ile görüşmem ve ondan bazı talimatlar almam gerektiğine dair görev verildi. Görüşmelerimiz eğitim merkezinin bodrum katında, penceresiz bir odada gerçekleşti. Kadının adını işitince “Neden sadece ondan talimat almalıyım?” sorusunun cevabını görüşmemizin ilk dakikalarında anladım. O zorlu hapishane hayatı boyunca mahkumlar arasındaki sırlı ilişkileri, şifreli konuşmaları mükemmel derecede biliyordu. Tatlı bir konuşma tarzıyla kendisi de yorulmadan coşkulu bir şekilde bana işkencelere nasıl dayanılması gerektiğini, etrafındaki insanları sohbete katmanın yollarını, casusları, eğitimli insanları tespit etme yöntemlerini izah ediyordu.
Sonraki görüşmemizde “İran’da casuslarımız yok mu, onlar bu işlere yaramıyor mu?” sorusuyla kafamı karıştırıp onun daha üç saatlik konuşmasını dinlemek zorunda kaldım. Sohbetini böyle bitirdi:
– Çağdaş dönemde bütün dünyada keşif işleri diplomatik perde arkasında yapılır. Büyükelçilikte güvenlik için birkaç görevli olur. Onlar sadece yerel makamlar tarafından değil, aynı zamanda bu ülkelerde akredite edilmiş diplomatik birlikler tarafından da tanınırlar. Bu nedenle de her görevi yerine getirmezler.
Bu konuşmadan sonra bir daha anladım ki Nikolay Borisov’un tekraren elçilikle temasımın az olması konusunda verdiği talimat boşuna değil. En zor anda ise sığınacak yerim elçilik olacaktır. Vaziyet suç boyutuna varırsa beni alıp gerekli adrese bırakacakları konusunda uyarıldım.
…İran’daki süreçler ülkeyi inkılaba götürüyordu. Tahran gezimle ilgili aldığım talimatlar bundan kaynaklanıyordu. Tahran’da İran Radyo ve Televizyonu’nun birinci kanalında muhbir olarak çalışacaktım. Benden nüfuzlu Ayetullahlar da dahil olmak üzere ülkedeki önde gelen siyasi şahsiyetlerle yapılan röportajların ham41 görüntülerini almam istendi. Ülke siyasetine etki etme imkânına sahip olan on yedi insanın listesi verilmişti. Bu isimleri iki üç defa okuyup ezberledim. Adları yazılı olarak yanımda götüremezdim. Yola çıkmama bir hafta vardı. Siyasi talimatları Nikolay Borisov adlı milis42 generalinden alıyordum. Bana söylediği adının, soyadının, rütbesinin ve fonksiyonunun doğru olup olmadığını hiçbir zaman bilemedim. Eğitimlerden sonra ilişkimiz tamamıyla kesildi. Onu hiçbir zaman üniforma ile görmedim. Rütbesini ilk tanıştığımızda kendini takdim ederken söylemişti. Görüşmemizin sonunda her seferinde başını hareket ettirerek ve buruşuk dudaklarını biraz büzerek tüm hazırlıklardan memnun olduğunu gösteriyordu. Görevler hakkında sohbetimiz bittiğinde “Sizinle özel konuşmam gerekiyor.” deyince bunu bekliyormuş gibi yüzüne biraz da hoş bir tebessüm katarak arkasından gitmemi işaret etti. Binanın teras katına çıktık. Aynı gemilerin makine kısımlarının yapımında kullanılan ensiz bir merdivenle hayli basamak çıktık. Basamakları saymak ancak burada aldığım eğitimlerin zihnimde oluşturduğu histen ileri geliyordu. Basamakların sonunda yalnız elektrik lambaları ile ışıklandırılan dar bir koridora çıkıp hayli yürüdük. Geniş bir güvenlik kapısının karşısında durmamızla onun içeriden açılması bir oldu. Geniş salon, kapıdan girdiğinde sağ tarafta kanepe, koltuk, dergi masası; sol tarafta ise geniş ve uzun toplantı masası yerleştirilmişti. Salondan dört kapı görünüyordu. Bana göre onlar ofislere açılan kapılardı. Masanın etrafındaki sandalyelerin büyüklüğünden ve pahalı olmasından bu odanın önemli insanların gizli görüşmeleri için olduğunu anladım.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.